Kapitalizmde ekonomik kriz, klasik iktisat diliyle söylersek, arz ile talep arasındaki dengesizliğin bir ürünüdür. Yani üretilen malların satılan mallardan daha fazla olduğu koşullarda ortaya çıkan “tıkanıklığa” ekonomik kriz adı verilir.
Marksist-Leninist ekonomi-politiğe göre, kapitalizmin ekonomik krizleri devrevidir ve kapitalizmin irsi hastalığı olan
aşırı-üretimden kaynaklanır.
Kapitalist üretim tarzının çelişkileri kendisini metaların ve sermayenin aşırı-üretiminde somutlaştırır. Bu gelişme, her durumda kaçınılmazdır. Ancak kapitalist üretimin ve sermaye birikiminin belli gelişim seviyelerinde ortaya çıkar. Sermayenin büyümesine paralel olarak üretilen metaların kitlesinde meydana gelen artış kitlelerin tüketim gücünü
aşan boyuta ulaştığında, yani
satılamadıkları bir düzeye ulaştığında, sermayenin dolaşım ve yeniden-üretim süreci
kesintiye uğrar. Para-sermaye
[1*] üretime yatırılmış ve artı-değeri içeren meta üretilmişken, yani para-sermaye, meta-sermaye
[2*] haline dönüşmüşken, metaların satılamaması para-sermayenin hareketini kesintiye uğratır ve para-sermaye, meta-sermaye olarak atıl kalır. Bunun sonucunda kapitalistin yeniden üretime devam edebilmesi için gerekli olan hammadde, makine, teçhizat ve emek-gücünü satın alabilmesi için gerekli para-sermayeye sahip değildir, çünkü bu para-sermaye, satılamayan metalarda maddeleşmiş, meta-sermaye olarak kalmıştır. Bu durum,
metaların aşırı üretimi olarak ekonomik krizin ortaya çıkmasına neden olur.
Diğer yandan, sermaye, birikimin kâr oranlarının düşmesine neden olacak seviyeye ulaştığında, daha düşük kâr oranıyla üretim yapmak zorunda kaldığından, değer kaybına uğrar. Bir önceki aşamada daha yüksek gelir sağlayan, yani yüksek kâr getiren sermaye, bu evrede daha düşük bir gelir sağlar hale gelmesiyle, göreli bir değer kaybına uğramıştır. Tıpkı metaların aşırı üretimi sonucu meta fiyatlarının düşmesi gibi,
sermayenin aşırı üretimiyle, yani birikimin büyümesi ile, bizzat sermayenin fiyatı ucuzlar.
[3*] Sermayenin aşırı birikimi ile birlikte ortaya çıkan değer kaybı, bireysel kapitalisti ilk anda düşük kâr oranıyla yetinmeye zorlasa da, bütün üretim alanlarını kapsayan aşırı birikim mevcut olduğundan, değer kaybı durmaz. Düşen kâr oranıyla yetinme, kâr oranının 0’a eşit olacağı düzeye kadar gider. Böylece kapitalist üretimin genişlemesi için gerekli olan ek sermayenin değeri 0’a eşit olur. Bu koşullarda, kapitalistin, hiçbir biçimde kredi kullanmadığı, dolayısıyla faiz ödemek zorunda olmadığı varsayıldığında, üretim sürecine yatırdığı ana sermayesi kadar para-sermayeyi geri alabilse bile, kendisinin bireysel tüketimi için gerekli parayı bile sağlayamayacaktır. Dolayısıyla, ya tüketmeden yaşamak, ya da varolan sermayesinin bireysel tüketimi için harcadığı miktarda giderek azalmasını göze almak zorundadır. Birincisi ne denli olanaksız ise, ikincisi de sermayenin sermaye olarak işlevlerini yitirmesinden başka bir sonuç vermez. Sonuç olarak, sermayenin aşırı birikimi koşullarında bir kısım sermaye atıl kalırken, bir kısmı tüm değerini yitirerek, sermaye olma işlevini sona erdirir.
“Böyle olmakla birlikte, açıktır ki, eski sermayenin bu fiili değer kaybı bir savaşım olmaksızın meydana gelemez ve S ek sermayesi de, bir savaşım olmaksızın sermaye işlevlerini yüklenemez. Kâr oranı, rekabetin etkisi altında, aşırı sermaye üretimi nedeniyle düşmektedir. Daha çok bunun tersi olabilir: düşen kâr oranı nedeniyle rekabet savaşımı başlar ve sermayenin aşırı-üretimi de aynı koşullardan doğar. S’nin işlevlerine devam eden eski kapitalistlerin ellerindeki parçası, kendi ilk sermayelerinin değer kaybına uğramasını engellemek ve üretim alanındaki yerini daraltmamak için, azçok atıl durumda bırakılır. Ya da onlar, bunu, ek sermayeyi atıl tutma gereksinmesini yeni gelenlere ve genellikle rakiplerinin omuzlarına yüklemek için, geçici bir kayıp pahasına da olsa kullanırlar...
Eski sermayenin bir kısmı, her türlü koşul altında kullanılmadan kalmak zorundadır; sermaye olarak faaliyet gösterdiği ve bu yönüyle değer ürettiği sürece, kendine özgü sermaye niteliğine son verir. Sermayenin hangi kısmının özellikle etkileneceğini rekabet savaşımı belirleyecektir. İşler yolunda gittiği sürece, rekabet, genel kâr oranının eşitlenmesi halinde gördüğümüz gibi, kapitalist sınıf arasında bir kardeşlik havası estirir ve böylece her biri, ortak yağmadan kendi yatırımı oranında pay alır. Ama sorun, kârın değil de zararın paylaşılması halini alır almaz, herkes kendi payına düşen zararı en aza indirme ve bunu bir başkasının sırtına yükleme çabasına düşer. Kapitalist sınıf için, kayba uğramak kaçınılmazdır. Her kapitalist, bu zararın ne kadarını yüklenmek zorunda kalacağı, yani bunu ne ölçüde paylaşmak durumunda kalacağı, göstereceği güce ve kurnazlığa bağlıdır ve o zaman rekabet, düşman kardeşler arasında bir savaşa dönüşür. Her bireysel kapitalistin çıkarları ile bütünüyle kapitalist sınıfın çıkarları arasındaki uzlaşmazlık, tıpkı daha önce, aralarındaki çıkar özdeşliğinin pratik rekabet yoluyla ortaya çıkması gibi, su yüzüne çıkar.”[4*]
“Bu hal, kısmen, sermayenin maddi varlığına kadar uzanabilir, yani bir kısım üretim aracı, sabit ve döner sermaye, çalışamaz, sermaye olarak iş göremez duruma düşer; işlemekte olan kuruluşlardan bazıları işlerini durdururlar. Bu bakımdan, zaman, bütün üretim araçlarına (toprak hariç) saldırır ve bunları bozarsa da, işlerin durması, gerçekte üretim araçları için çok daha büyük zararlara yol açar. Bununla birlikte, asıl önemli olan, bu üretim araçlarının, üretim aracı olarak işlevlerini yerine getirememeleri, bu işlevin kısa ya da uzun bir dönem için kesintiye uğramış olmasıdır.
Ama asıl zarar, en şiddetli nitelikte olanı, sermaye ile ilgili olarak meydana gelir, ve bu sermaye, değer niteliğini taşıdığı ölçüde, bu kayıp, sermayelerin değerleri bakımından meydana gelmiş demektir. Sermayenin değerinin yalnızca gelecekteki artı-değerden pay talebi biçimindeki kısmı, yani aslında, çeşitli şekillerdeki üretimden bono biçiminde kâr talebi, hesaplandıkları gelirlerdeki düşme nedeniyle hemen değer kaybına uğrar. Altın ve gümüşün bir kısmı atıl kalır, yani sermaye olarak işlev yapamazlar. Piyasadaki metaların bir kısmı, dolaşım ve yeniden-üretim süreçlerini, ancak, fiyatlarında büyük düşme olması yoluyla, dolayısıyla, temsil ettikleri sermayede değer kaybıyla tamamlayabilirler. Sabit sermaye öğeleri, gene aynı şekilde, şu ya da bu ölçüde değer kaybına uğrarlar. Şunu da eklemek gerekir ki, belirli ve önceden saptanan fiyat ilişkileri, yeniden-üretim sürecini yönettiği için, bu süreç, fiyatlardaki genel düşmeyle kesintiye uğrar ve karışıklık içersine düşer. Bu karışıklık ve durgunluk, paranın, gelişmesi sermayedeki gelişmeye bağlı bulunan ve önceden belirlenen fiyat ilişkilerine dayanan ödeme aracı işlevini felce uğratır. Belirli tarihlerde vadeleri dolan ödemeler zinciri, yüzlerce yerinden kopar. Karışıklık, sermaye ile birlikte gelişen kredi sistemindeki çökmeyle daha da büyük ve şiddetli, ağır bunalımlara, ani ve zoraki değer kayıplarına, yeniden-üretim sürecinde fiili durgunluklara ve kesintilere ve böylece de yeniden-üretimde gerçek bir düşmeye yolaçarlar.”[5*] (abç)
Kapitalist ekonominin aşırı-üretim bunalımlarında, meta satışları düşer, kâr oranları azalır, kredi sistemi çöker, faiz oranları yükselir ve ödeme aracı (para) işlevini yerine getiremez, para kıtlığı başlar.[6*]
Marks’ın çok açık biçimde ortaya koyduğu gibi, bu süreçte en fazla zarar gören sermayenin bizzat kendisidir. Gerek satılamayan metalarda maddeleşmiş olan sermayenin yeniden üretim sürecine para-sermaye olarak dönememesi, gerek bu metaların fiyatlarının düşmesiyle onların üretiminde kullanılan para-sermayenin değer yitirmesi, gerekse kâr oranlarının düşmesiyle ek sermayesinin değersizleşmesi yanında, sabit sermayesinin sürekli değer kaybetmesi, ekonomik bunalımdan sermayenin birinci dereceden etkilenmesine neden olur. Bütün bunlarla birlikte, kredi borçlarının ödenememesiyle birlikte bankacılık sisteminin (kredi sistemi) çökmesiyle, para-sermayenin bunalımdan etkilenme boyutu büyür. Dolayısıyla, tüm ekonomik bunalımlarda, bunalımlara karşı geliştirilen tüm programların hedefi, sermayenin değersizleşmesini ve sermaye olarak işlevinin sona ermesini engellemek olmaktadır.
Şüphesiz kapitalist ekonominin bu devrevi hareketi ekonomik bunalımla birlikte sona ermez. Hareket devam eder. Bunalımla birlikte ortaya çıkan sorunlar, gerek fiili değer kayıplarıyla, gerekse devletin ekonomiye müdahale etmesiyle şu ya da bu oranda çözümlenir. Ancak
kapitalist üretimin kendi niteliğinden gelen bu sorunların üstesinden gelmesi, aynı sorunları tekrar kendi yoluna ve hem de daha büyük ölçekte koyarak gerçekleşir.
“Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir. İşte bu sermaye ve onun kendisini genişletmesidir ki, üretimin hem çıkış ve hem de sonuç noktası, hem itici gücü, hem amacı olarak görünür; üretim yalnız sermaye için üretimdir, ama bunun tersi doğru değildir; üretim araçları, sırf, üreticiler toplumunun yaşama sürecinde, devamlı bir gelişmenin araçları değillerdir. Sermayenin değerinin, büyük üretici kitlelerin mülksüzleştirilmelerine ve yoksullaştırılmalarına dayanan kendisini koruma ve genişletme sürecinin içersinde devam ettiği sınırlar yalnız başına hareket edebilirler; bu sınırlar, sermaye tarafından kendi amaçları için kullanılan ve üretimin sınırsız büyümesine, üretimin kendisinin bir amaç haline gelmesine, emeğin toplumsal üretkenliğinin hiçbir koşula bağlı olmadan gelişmesine doğru yol alan üretim yöntemleri ile sürekli bir çatışma haline girerler. Araçlar –toplumun üretici güçlerinin hiçbir koşula bağlı olamadan gelişmesi–, sınırlı bir amaçla, mevcut sermayenin kendisini genişletmesi amacı ile devamlı çatışma içersine girerler. Kapitalist üretim tarzı, bu nedenle, maddi üretim güçlerinin gelişmesi ve uygun bir dünya piyasası yaratılmasının tarihsel bir aracı olup, aynı zamanda da, bu tarihsel görevi ile, buna uygun düşen kendi toplumsal üretim ilişkileri arasında sürekli bir çatışmadır.”[7*]
Bugün, 2007 mortgage (“ipotekli konut kredisi”) kriziyle birlikte ABD Merkez Bankası FED’in “piyasaya müdahalesi”nin ifadesi olan “parasal genişleme” adı verilen olay, sermayenin değer kaybını önlemeyi ve değer kaybına uğramış sermayeleri devlet eliyle değerlendirmeyi tanımlamaktadır.
“Parasal genişleme”, teknik olarak (yani burjuva iktisadı söylemi ve mantığı içinde), FED’in açık piyasa işlemleri yoluyla devletin (merkezi hükümetin) borçlarının “menkul kıymetleştirilmiş” hali olan hazine bono ve tahvillerini satın almasıdır. Böylece devlet bono ve tahvillerine ek bir talep yaratarak bunların
fiyatının yükselmesini sağlar. Devlet “kağıtları”nın fiyatının yükselmesiyle
Hazine daha yüksek fiyatla yeni bono ve tahvil satar ve bu yolla, düşük maliyetli borçlanmaya gider. Diğer bir ifadeyle, FED, piyasalara alıcı olarak girip hazine bono ve tahvillerini satın alarak bunların
değerinin yükselmesini sağlar (Arz-talep yasası). Hazine “kağıtları”, yani devlet tahvilleri, ilk fiyatlarından
sabit yüzdeli bir “getiri”ye sahiptir. Dolayısıyla fiyatlarının yükselmesi, “getiri yüzdesi”nin, yani
faizlerin düşmesine yol açar.
Örneğin, 1.000 dolarlık bir tahvil %5 sabit faize sahipse “getirisi” 50 dolar olur.. Tahvilin FED tarafından satın alınmasıyla fiyatı 1.100 dolara çıktığında “getirisi” sabit olduğundan, yani 50 dolar olarak kalacağından, faiz oranı %4,54’e düşer. Böylece hazine “kağıtları”na olan talep düşer. O zamana kadar hazine “kağıtları”na yatırılan paranın bir bölümü bu “kağıtlar”dan çıkar ve “getirisi” daha yüksek “kağıtlara” (hisse senetlerine) yönelir. Bunun sonucunda da, hisse senetlerinin değerleri yükselir.
Öte yandan, FED, bankaların elindeki “toksit” varlıklarını ve bankaların hisse senetlerini nakit karşılığı satın alır. Bunun sonucunda da, bankalar yeni “likidite”ye sahip olurlar. Bu “likidite”de yeni banka kredileri olarak piyasaya verilir. Teknik olarak, hazine tahvillerinin faizleri düştüğünden, bu yeni banka kredileri de daha düşük faize sahiptir. Sonuç olarak, bu “parasal genişleme”yle birlikte, bankalar düşük faizli kredi verebilecek hale gelirler. Bu düşük faizli yeni krediler de “kredi piyasasındaki” tıkanıklığın aşılmasına, kapitalistin üretime devam edebilmesi için gerekli “kaynağın” sağlanmasına hizmet eder.
Burada “teknik” olarak tahvilin ne olduğunun bilinmemesi, yapılan “operasyon”un anlaşılmasını güçleştirmektedir. En fazla kafa karıştıran da budur.
Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, tahviller, “teknik” olarak, bir yıl üzeri vadeli borç senedidir. En temel özelliği, “ihraç” edildiği andaki nominal (üzerinde yazılı olan, “kupon değeri”) değer üzerinden
sabit bir faiz oranına sahip olmasıdır. Genellikle 1, 2, 5, 10 ve 30 yıllık vadesi olan hazine “kağıtları” (tahvilleri) “kupon faizi”
sabittir, yani sabit bir “getiri”ye sahiptir. Eğer hazine tahvili %5 “kupon faizi” ile ihraç edilmişse, her yıl “kupon değeri” üzerinden %5 “getiri” sağlar. Serbest piyasada bu tahvillerin fiyatının değişmesi bu sabit “getiri”yi hiçbir biçimde değiştirmez. Nominal fiyatı (tahvilin üzerinde yazılı olan değer) 1.000 dolarlık tahvil, her durumda %5 sabit faiz üzerinden 50 dolar “getiri”ye sahiptir. Serbest piyasada bu tahvilin fiyatı yükseldiğinde, “getirisi” sabit olduğundan, faiz oranı düşer. Tersi durumda, yani fiyatı düştüğünde faiz oranı yükselir. Bu nedenle, hazine “kağıtları”nın (tahviller) faizleri
yükseldiğinde değerleri
düşer, faizler
düştüğünde değerleri
yükselir.
Oysa olağan bankacılık işlemlerinde, herhangi bir mevduatın faizleri yükseldiğinde “getirisi” de yükselir ya da tersi, faizler düştüğünde “getirisi” düşer. Kredilerde de benzer bir durum olur. Kredi faizleri yükseldiğinde krediler “pahalanır”, düştüğünde “ucuzlar”. Hazine “kağıtları”nda durumun tam tersi olması, “kupon faizi”nin ilk baştan itibaren sabit olmasından kaynaklanır.
Böylece, FED, “parasal genişleme” yoluyla, bir yandan hazine tahvillerinin değerini yükselterek faizlerinin düşmesini sağlarken, diğer yandan tahvil alımlarıyla piyasalara “likidite” sağlar. Bu sayede hazine tahvillerinin (“kağıtları”nın) faizleri düştüğü için, hazine daha düşük faizle yeni tahvil ihraç edecek hale gelir. Bu da hazinenin faiz yükünü azaltır.
“I. Parasal Genişleme” (QE1/
Quantitative Easing1) politikası sonucunda 2007-2009 yıllarında piyasalara
1,75 trilyon dolar para verilmiştir. Ancak ABD Merkez Bankası’nın (FED) “I. Parasal Genişleme” politikası sonucunda piyasalara 1,75 trilyon dolar verilmesine karşın “likidite sıkışıklığı” aşılamamış ve 2010 yılında “II. Parasal Genişleme” (QE2) politikası uygulanmıştır. Bu yolla piyasalara
600 milyar dolar “nakit” (likit) para verilmiştir. Böylece iki “parasal genişleme” politikası sonucunda ABD Merkez Bankası finans sektörüne
2,4 trilyon dolar “nakit” para “pompalamıştır”.
Burada “likidite sıkışıklığı” adı verilen olay, metaların aşırı-üretimi sonucunda satılamayan mallarda maddeleşmiş olan meta-sermayenin para-sermayeye dönüşememesi durumudur. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, metalar aşırı üretilmiştir ve satılamadıkları için depolarda yığılı kalmıştır. Ama kapitalistin üretim sürecinin devam edebilmesi için, yani üretim araçlarını satın alabilmek için “nakit” (likit) paraya (sermayeye) ihtiyacı vardır. Kendi “öz” sermayesi meta-sermaye olarak depoda beklemektedir. Bu durumda kapitalist borçlanmaya gitmek, yani kredi almak durumunda kalır.
Böylece işin içine “finans sektörü”, yani bankalar girer. Bankalar depolardaki meta-sermaye karşılığında kapitaliste borç para verir. Kapitalist bu parayla üretimi sürdürmesi için gerekli üretim araçlarını satın alır ve üretime devam eder.
Talep değişmediği, yani ek bir talep ortaya çıkmadığı koşullarda, bu yeni üretilen metalar da depolarda bekleyen mallara eklenir. Burjuva iktisadı diliyle, “stoğa çalış-mış”tır. Gerek bir önceki üretim sürecinde üretilen mallar, gerekse yeni üretim sürecinde üretilen mallar satılamadığı sürece, kapitalistin borcunu (kredi) ödeyebilmesi olanaksızdır. Dolayısıyla bankalar borçlarını tahsil edemezler. Bunun sonucunda da, bankalar kendi “yükümlülüklerini” yerine getiremez hale gelirler. Böylece “finans krizi” baş gösterir.
Bu nedenle, tüm “finans krizleri”nin temel nedeni, metaların ve sermayenin aşırı-üretimidir.
Kimi durumda “türev araçlar” adı verilen yollarla para-sermayede meydana gelen artış, genel sermaye birikimini katlayarak büyütür. Sermaye birikimindeki artış, kaçınılmaz olarak kâr oranlarının düşmesine yol açar.
“Kâr oranı iki ana etmene bağlı bulunmaktadır – artı-değer oranı ile sermayenin değer bileşimi.”[8*]
Kapitalist üretim geliştikçe, artan oranda artı-değer sermayeleştirilir, sermaye birikimi hızlanır, dolayısıyla sermayenin değişmeyen kısmı sürekli büyür. Böylece değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranı, yani
sermayenin değer bileşimi (daha geniş anlamda sermayenin organik bileşimi) büyür. Dolayısıyla artı-değer oranı ya da emeğin sermaye tarafından sömürülme yoğunluğu aynı kaldığı halde, değişmeyen-sermayenin değişen-sermayeye göre tedrici büyümesi, zorunlu olarak
genel kâr oranında tedrici bir düşmeye neden olur.
Kâr oranlarındaki düşme, sermayenin değer yitirmesinden başka bir şey değildir. Marks’ın ifade ettiği gibi, sermayenin değer yitirmesi de, sermaye birikiminin artmasının bir sonucudur.
Örneğin 100 birimlik bir sermaye (değişmeyen-sermaye) %50 kâr oranıyla faaliyet yürütürken, sermayenin 200’e çıkmasıyla birlikte, üretilen metaların kitlesinde artış olurken, kâr oranı azalarak %33’e düşer.
[9*]
100s+100d
|
=200S,
|
a=100,
|
k’=100/200
|
= %50
|
200s+100d
|
=300S,
|
a=100,
|
k’=100/300
|
= %33
|
250s+100d
|
=350S,
|
a=100,
|
k’=100/350
|
= %28,5
|
350s+100d
|
=450S,
|
a=100,
|
k’=100/450
|
= %22,2
|
Bu da sermayenin fiili değer kaybıdır. Doğal olarak sermayenin bu fiili değer kaybı, yani kâr oranlarındaki düşme doğrudan kredi faizlerine yansır ve faizler yükselir. Bu da krediyle işlerini yürüten kapitalistin, satılamadıkları için para-sermayeye dönüşemeyen, depolarda bekleyen mallardan kaynaklanan “likidite sıkışıklığı”nı daha da artırır.
Bir kez daha yinelersek, sermayenin fiili değer yitirmesi sermayenin aşırı üretiminden, yani aşırı birikimden kaynaklanır. Bu durumdan çıkabilmenin tek yolu, aşırı birikiminin yaratmış olduğu sermayenin bir bölümünün sermaye niteliğini yitirmesidir. Bu da bir bölüm kapitalistin
iflas etmesinden başka bir şey değildir.
Kapitalistin iflası, doğrudan üretken sermayenin “buharlaşması”, sermaye niteliğini yitirmesi demektir. Kapitalist, büyük ölçüde kredi sistemine bağlı olduğundan, onun iflası kredi sisteminin bozulmasına yol açar. Biriken para-sermayenin toplandığı yer olan bankalar, yani kredi kuruluşları borçlarını tahsil edemedikleri için “zarar” yazmaya başlarlar. Bu da banka sermayesinin değer yitirmesi demektir.
Buradan çıkabilmek için, öncelikle kâr oranlarının yükselmesi ve meta-sermayenin para-sermayeye dönüşmesinin sağlanması gerekir. Birincisi, sermayenin bir bölümünün sermaye olma işlevinin sona ermesini gerektirirken, ikincisi yeni ve ek bir talep gerektirir.
Yeni ve ek talep ise, sadece tüketicilerin alım gücünün yükselmesiyle sağlanabilir. Dolayısıyla piyasalara para “enjekte” edilmesi gerekir. Bu da piyasalardaki para miktarını artırır, yani para-sermaye miktarı bir kez daha artar. Kaçınılmaz olan, sermayenin bir bölümünün
sermaye olma işlevini yitirmesidir.
Bugün, Mortgage Krizi’nden günümüze kadar alınan tüm ekonomik önlemler ve asıl olarak ABD’nin “parasal genişleme” politikası, fiili değer kaybına uğrayan sermayeyi değerlendirmekten başka bir işleve sahip değildir. ABD Merkez Bankası’nın (FED) piyasalardan tahvil ve hisse senedi satın alması, sadece bunların değerini artırmayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla sorunun özünde yatan aşırı sermaye birikimi ve bunun sonucu ortaya çıkan kâr oranlarındaki düşme üzerinde hiçbir etkiye sahip değildir.
“Avrupa borç krizi”nin de açık biçimde gösterdiği gibi, aşırı sermaye birikiminin “olumsuz etkileri”ni ortadan kaldırmanın tek yolu, bu birikimin toplandığı yer olan bankaların bir bölümünün
iflas ettirilmesinden geçmektedir. Her geçen gün bu iflasın büyüklüğü sürekli artmaktadır. Lehman Brothers olayında olduğu gibi, bir bankanın iflası bile sermayenin fiili değer yitirmesini, bir süreliğine de olsa durdurabilmektedir.
Bugün emperyalist ülkelerin karşı karşıya kaldıkları sorun, aşırı sermaye birikimini “eritebilmek” için bankaların büyük çaplı iflas ettirilmesidir. Tüm tartışmaların ve tutarsızlıkların temelinde yatan bu
iflas olayının gerçekleştirilmesinden
kaçınılması yatmaktadır.
Bu “kaçınma”, hemen her durumda “parasal genişleme” adı altında, sermayelerin fiili değer kaybını önlemek için piyasalara para verilmesine yol açmaktadır. Bu da, giderek enflasyonist baskı oluşturmaktadır.
Bugün için “parasal genişleme”nin emperyalist ülkelerdeki enflasyonist etkisi, geri-bıraktırılmış ülkelere yönelen “sıcak para”yla “ötelenmeye” çalışılmaktadır. Bu “öteleme”yle para-sermaye çok düşük faiz oranlarıyla geri-bıraktırılmış ülkelere yönelirken, aynı zamanda merkez bankalarının rezervleri sürekli büyütülmektedir. Diğer bir ifadeyle, “parasal genişleme”yle piyasalara verilen “likidite”nin enflasyonist etkisi, “gelişmekte olan” ülkelerin
rezervlerinin artırılmasıyla azaltılmaya çalışılmaktadır.
Dünya Rezerv Toplamı
|
(Milyon $)
|
Toplam Rezerv
|
% Değişim
|
2005
|
4.319.959
|
15,3
|
2006
|
5.253.007
|
21,6
|
2007
|
6.704.305
|
27,6
|
2008
|
7.345.885
|
9,6
|
2008
|
8.164.151
|
11,1
|
2010
|
9.263.072
|
13,5
|
2011
|
10.202.859
|
10,1
|
Görüldüğü gibi, FED’in “parasal genişleme” politikası sonucunda 2007-2010 yıllarında piyasalara 2,4 trilyon dolar verilmişken, aynı dönemde tüm ülkelerin merkez bankalarının rezerv varlıkları 4 trilyon dolar artmıştır. Bunun 1,8 trilyon doları Çin’e aittir.
Rezervler
|
(Milyon $)
|
Çin
|
Japonya
|
Brezilya
|
G. Kore
|
Meksika
|
Türkiye
|
2005
|
831.410
|
846.896
|
53.799
|
210.552
|
74.110
|
52.494
|
2006
|
1.080.756
|
895.321
|
85.843
|
239.148
|
76.329
|
63.265
|
2007
|
1.546.365
|
973.297
|
180.334
|
262.533
|
87.208
|
76.496
|
2008
|
1.966.037
|
1.030.763
|
193.783
|
201.545
|
95.300
|
73.675
|
2009
|
2.452.899
|
1.048.991
|
238.539
|
270.437
|
99.889
|
74.933
|
2010
|
2.913.712
|
1.096.069
|
288.575
|
292.143
|
120.584
|
85.959
|
2011
|
3.254.674
|
1.295.839
|
352.010
|
306.935
|
149.208
|
87.937
|
Kaynak: World Bank, WDI, 2012.
|
“Gelişmekte olan ülkeler”in
rezervlerindeki artış, aynı zamanda piyasalardan para çekilmesine yol açtığı ölçüde, sermayenin bir bölümünün
atıl kalmasına yol açmaktadır. Bu da ekonomik krizin şiddetinin azaltılması, yani
zamana yayılması demektir.
Ancak “zaman”, aşırı sermaye birikiminin yaratmış olduğu krizin aşalmasını sağlamayacaktır. Dolayısıyla sermayenin bir bölümünün işlevsiz kılınmasından çok, sermaye işlevini tümüyle yitirmesi kaçınılmazdır.
İşte bu kaçınılmazlık, krizin “faturası”nın hangi ülkelere ve hangi sermaye kesimlerine yükleneceğine ilişkin iç çatışmaların sürmesine, iç çelişkilerin sertleşmesine neden olmaktadır.
Adına, ister “finans krizi”, ister “mortgage krizi”, isterse de “borç krizi” denilsin, her durumda ve her konumda ortaya çıkan ekonomik krizin temelinde ve özünde metaların, dolayısıyla sermayenin
aşırı-üretimi yatar. Bu öylesine bir gerçekliktir ki, 2007 “mortgage krizi” denilen şey, “ipotekli konut kredileri”nin ödenememesi sonucu ortaya çıkmışsa da, asıl olarak düşük faizli, güvencesiz ve geri ödenmesi olanaksız olan kredilerin açılmasıdır. Bu yolla konut sektöründeki aşırı konut üretimine ek talep yaratılmaya çalışılmıştır. Yani bankaların konut kredileri tümüyle konut sektöründeki aşırı-üretimden kaynaklanmaktadır.
Diğer yandan, “mortgage krizi”, ne kadar “toksit” denilen “değerli kağıtlar”ın değersizleşmesi olarak görünse de, krizle birlikte arka planda
otomotiv sektöründe büyük bir kriz ortaya çıkmıştır. Tümüyle
banka kredileriyle talep yaratılan otomotiv sektörü, bankaların varlıklarının değersizleşmesi ve bunun ürünü olarak kredilerin daralmasından birincil düzeyde etkilenmiştir. Bu da, açıkça, banka kredilerinin artmasının ve “türev araçlar”ın çoğalmasının temel nedeninin kapitalizmin aşırı-üretim hastalığı olduğunu ortaya koyar.
Bugün, “Avrupa borç krizi” koşullarında yüksek oranlı cari açık veren Türkiye ekonomisinin, IMF talimatlarıyla “soğutulma-sı”nda kullanılan en temel “enstrüman”, banka kredilerinin %35’ler düzeyine gelmiş olan genişlemesini %15’ler düzeyine çekilmesi olmuştur. Yani banka kredileri (zorunlu karşılıklar vb. yöntemlerle) daraltılmıştır. Bunun ilk sonucu inşaat sektöründe ortaya çıkmıştır. İnşaat sektöründeki “balon”un, yani aşırı-üretimin giderek artan banka kredileriyle finanse edildiği ortadadır. Böylece Türkiye ekonomisindeki küçülme inşaat sektörüne de yansımıştır. 2012 yılının ilk altı ayında GSYH’daki büyüme oranı %3,1’e gerilerken, inşaat sektöründeki büyüme %1,6 olmuştur.
Yine cari açığı “sürdürülebilir ve finanse edilebilir” düzeye indirmek amacıyla banka kredilerinin sınırlandırılması operasyonunun ikinci “ürünü”
otomotiv sektöründe ortaya çıkmıştır. (Koç Holding’in “Türk tankı” (“Altay”) yapma konusundaki atağının nedeni de budur.)
Türkiye’de Otomotiv Sektörü
|
|
|
Ekim
|
Ocak-Ekim
|
|
|
2011
|
2012
|
(%)
|
2011
|
2012
|
(%)
|
Üretim |
Toplam
|
103.946
|
90.673
|
-13
|
987.693
|
884.646
|
-10
|
Otomobil
|
60.172
|
51.226
|
-15
|
536.909
|
479.420
|
-11
|
İhracat
|
Toplam
|
68.945
|
60.253
|
-13
|
661.799
|
596.247
|
-10
|
Otomobil
|
40.076
|
37.293
|
-7
|
370.733
|
337.619
|
-9
|
Pazar
|
Toplam
|
72.640
|
62.699
|
-14
|
709.391
|
621.483
|
-12
|
Otomobil
|
47.508
|
43.440
|
-9
|
459.866
|
423.057
|
-8
|
Kaynak: OSD, Haber Bülteni, Ekim 2012,
|
Tüm bunların gösterdiği gerçeği Marks şöyle ifade eder:
“Bütün gerçek bunalımların nihai nedeni, her zaman, kapitalist üretimin, üretim güçlerini, sanki, onlar için en son sınırı, sadece toplumun mutlak tüketim gücü teşkil ediyormuş gibi geliştirmeye yönelişine karşılık, kitlelerin yoksulluğu ve kısıtlı tüketimidir.”[10*]
Bu nedenle, kapitalizm, aşırı-üretim sorununu, yani üretimin sınırsız artışı ile tüketimin sınırlılığı arasındaki çelişkiyi aşabilmek için sürekli olarak genişleyen ve büyüyen bir kredi sistemine ihtiyaç duyar. Tüketimi artırmak amacıyla kredilerde meydana gelen her büyüme, varolan aşırı-üretime bir talep yaratsa da, her durumda üretimin daha da aşırılaşmasına yol açan sonuçlar üretir. Böylece insanlık, özel mülkiyet tarihinin içinden çıkılmaz bir çelişkisiyle yüzyüze kalır. Bu çelişkiyi ortadan kaldırmanın tek yolu, kitlelerin tüketimi ile üretim arasında dengenin kurulmasıdır. Bu da, merkezi ve planlı bir ekonominin yaratılmasıyla olanaklıdır.
Q1, Q2, Q3… diye süregiden “parasal genişleme”nin ortaya çıkardığı gerçek budur.
Dipnot
[1*] Meta dolaşımının sonal sonucu paradır; meta dolaşımının bu son ürünü, sermayenin göründüğü ilk biçimidir. Yani sermaye, paradır. Dolayısıyla sermaye, para olarak varlığını sürdürdüğü aşamasında para-sermaye olarak görünür; bu para-sermaye, pazardan üretim öğelerini satın aldığında kendi değerini satın aldığı metalarla ifade eder. Bu andan itibaren para-sermaye, meta-sermaye haline dönüşür. Fiili üretim sürecinde sermaye, meta-sermaye biçiminde varlığını sürdürür. Bu sermaye, üretim tamamlandıktan sonra üzerine eklenen artı-değerle birlikte değeri artmış meta-sermaye olarak dolaşım alanına çıkar. Dolaşım alanında metalarda somutlaşan değeri artmış olan meta-sermaye, satıldığı andan itibaren yeniden para-sermaye haline dönüşür. Tüm bu süreç sermayenin dolaşım sürecidir ve P-M-P’ ile ifade edilir.
[2*] “… meta-sermayenin kendisi aynı zamanda para-sermaye, yani metaların fiyatlarında ifadesini bulan belli bir değer miktarıdır. Kullanım-değeri olarak bu, belli nicelikte kullanım nesneleridir ve bunalım zamanlarında bunların mevcudunda bir fazlalık vardır. Ama bizatihi para-sermaye olarak, potansiyel para-sermaye olarak, sürekli genişlemeye ve daralmaya tabidir. Bunalım arifesinde ve bunalım sırasında, potansiyel para-sermaye niteliği içersindeki meta-sermaye daralmıştır. Sahibi ve alacaklıları için, satın alındığı, ve iskonto ve rehin işlemlerinin kendisine dayanılarak yapıldığı zamana göre, daha az para-sermayeyi (poliçeler ve borçlar için teminatı) temsil eder.” [Marks, Kapital, Cilt: III, s. 434-435.]
[3*] “Bireysel metaların değil, sermayenin aşırı-üretimi, bu nedenle –sermayenin aşırı-üretimi daima, metaların aşırı-üretimini kapsamakla birlikte– yalnızca sermayenin aşırı birikimidir.” [Marks, Kapital, Cilt: III, s. 264.]
[4*] Marks, Kapital, Cilt: III, s. 266.
[5*] Marks, Kapital, Cilt: III, s. 267-268.
[6*] “Paranın ödeme aracı işlevi, sınırsız bir çelişkinin varlığına işaret eder. Ödemeler birbirlerini dengeledikleri sürece, para, yalnızca, bir hesap parası, bir değer ölçüsü olarak düşünsel bir işlevi yerine getirir. Fiili ödemeler yapılması gerektiği sürece, para, artık bir dolaşım aracı, ürünlerin değişiminde geçici bir etken olarak hizmet etmez, toplumsal emeğin bireysel cisimleşmesi, değişim-değerinin bağımsız varlık biçimi, evrensel meta olarak iş görür. Bu çelişki, para bunalımı diye bilinen iktisadi ve ticari bunalımların bu evrelerinde açıkça görülür. Bu gibi bunalımlar, ancak, uzayıp giden ödemeler zincirinin ve bunların kapanması için yapay bir sistemin iyice geliştiği yerlerde görülür. Bu mekanizmada genel ve yaygın bir bozukluk olduğu zaman, bunun nedeni ne olursa olsun, para, birdenbire ve doğrudan, hesap parasının düşünsel biçiminden çıkar ve nakit para halini alır. Sıradan mallar artık onun yerini alamaz. Metaların kullanım-değeri değersiz hale gelir, ve onların değeri de, kendi bağımsız biçiminin varlığı içersinde kaybolur. Bunalım öngününde, burjuvazi, bolluğun verdiği sarhoşlukla, kendine güven içersinde, parayı boş bir hayal ilân eder. Yalnızca meta paradır. Ama şimdi her yerde şu çığlık: Yalnızca para metadır. Karacanın su peşinde koşması gibi, onun ruhu da para, o biricik servet peşinde nefes nefesedir. Bunalım sırasında, metalarla onların değer-biçimi, para arasındaki zıtlık, mutlak çelişki düzeyine yükselir. Bu gibi durumlarda, para hangi biçimde görünürse görünsün hiç önemi yoktur. Ödemeler ister altın ile ister banknot gibi kredi parasıyla yapılsın, para kıtlığı devam eder. (Marks, Kapital, Cilt: I, s. 152-153)
[7*] Marks, Kapital, Cilt: III, s. 263-264.
[8*] Marks, Kapital, Cilt: III, s. 65.
[9*] Tablodaki s=değişmeyen-sermaye, d=değişen-sermaye, a=artı-değer, k’=kâr oranıdır.
[10*] Marks, Kapital, Cilt: III, s. 429.