KURTULUŞ CEPHESİ - Temmuz-Ağustos 1998
Ekonomik Buhranlar
Kapitalizmin "irsi hastalığı" olarak ekonomik buhranlar, kapitalist üretim sürecinin devrevi (dönemsel, cycle) hareketinin kaçınılmaz bir evresini teşkil eder. Marks'ın saptadığı gibi, kapitalist ekonomilerde görülen devrevi ekonomik buhranlar, herzaman ve her yerde metaların ve sermayenin aşırı üretimi olarak ortaya çıkarlar. Metaların ve sermayenin aşırı-üretimi, kapitalizmin temel yasası olan, artı-değer üretiminin ortaya çıkardığı üretimdeki anarşinin bir yansısıdır. Kapitalizmin artı-değer üretimi, yani işçinin emeğinin ücretlere giden kısmının dışında kalan kesiminin üretimi, kapitalist sermaye birikiminin temelidir. Kapitalist üretim süreci, işçilerin karşılığı ödenmemiş emeğine el koyarak, buradan elde edilen değeri (ki bu kapitaliste kâr olarak görünür) sermayesine ekleyerek gelişen ve gelişerek yinelenen bir süreçtir. Dolayısıyla, kapitalist üretim süreci, aynı zamanda sermayenin birikim süreci olarak da ifade edilmektedir. Bir başka deyişle, kapitalist üretimin amacı ve harekete geçirici gücü, artı-değer üretimidir.
Artı-değer üretimi, sermaye ile emek arasındaki ilişkinin en açık bir biçimde ortaya çıktığı yerdir. Ancak kapitalist için bu ilişki, kâr elde edilmesi, kâr sağlanması şeklinde tanımlanır ve bu yönüyle sermayenin birikim ve genişleme süreci kendi içinde bir giz perdesi ile örtülür ve sermayenin üretim süreci sonucunda elde etmiş olduğu kâr, sanki sermayenin kendisinin kendi kendine ürettiği bir değer fazlasıymış gibi ortaya çıkar. Marks'ın Kapital'de açık biçimde ortaya koyduğu gibi, sermayenin kârı, doğrudan doğruya işçilerin emeğinin karşılığı ödenmemiş kesimine el konulmasından başka birşey değildir. Ve böylece, kapitalist üretimin temel amacı ve çıkış noktası, kapitaliste kâr olarak görünür ve hemen her zaman sermayenin amacı en yüksek kârı, daha tam deyişle, kâr oranını elde etmek olarak ifade edilir.
İşte kapitalist üretimin artı-değer sömürüsünün bu devriklemiş hali olarak kâr ve kâr oranı, tüm kapitalist üretim ve dolaşım süreci içinde ortaya çıkan buhranların bir göstergesi olarak da karşımıza çıkar.
Kapitalist üretimin amacı en yüksek kâr oranını elde etmek olması, aynı zamanda elde edilen kârın, kapitalistin kendi kişisel tüketimi için harcanan kısmın dışında kalan bölümünün sermayeye eklenmesi olarak genişletilmiş bir üretim süreci ortaya çıkarır. Böylece, kapitalist üretim süreci, sürekli olarak kârın sermaye haline dönüştürülmesiyle birlikte genişleyen bir üretim halini alır. Genişleyen üretim, bir yandan sermayenin büyümesi demek olurken, diğer yandan üretilen metaların sürekli artışı olarak ortaya çıkar.
Sermayenin amacının ve çıkış noktasının kâr elde edilmesi olması, kaçınılmaz olarak, kapitalisti kâr kitlesinden daha çok kâr oranına dikkat etmeye yöneltir. Bu nedenle, kapitalist için sermayenin amacı olan kâr üretimi (elde edilmesi), kâr oranının en yüksek olduğu alanlara sermaye yatırımı olarak ortaya çıkar. Bunun anlamı, bireysel sermayenin, her zaman en yüksek kâr oranının gerçekleşeceği düşünülen alanlara yönelmesi olmaktadır. Böylece, belli bir zaman diliminde kâr oranının en yüksek olduğu üretim alanları, bireysel sermayenin yoğunlaştığı alanlar olarak ortaya çıkar. Sermayenin düşük kâr oranı olan bir alandan diğerine akışı ya da sermaye hareketleri, özsel olarak bu şekilde ortaya çıkar.
Genel olarak her bireysel kapitalist yüksek kâr oranınına sahip üretim alanına ve ürünün üretimine sermayelerini yatırırlar. Böylece belli bir üretim alanında ve belli ürünlerin üretiminde büyük bir artış ortaya çıkar. Sermaye açısından üretimin miktarı ve düzeyi hiçbir biçimde önemli değildir. Onun tek amacı, alabildiğine yüksek kâr elde etmektir. Dolayısıyla, her tekil sermaye, yüksek kâr beklentisiyle aynı alana yönelmek durumundadır ve bu yönelimin sonucu olarak o alanda ve ürünün üretiminde önemli bir artış ortaya çıkar. Sermaye için bu üretimin sınırı sadece kâr ile belirlendiğinden, metaların miktarındaki artış hiçbir biçimde sermayenin bu amacını engelleyemez. Böylece, belirli alanlarda yüksek kâr oranı ve kâr beklentisi ile yatırılan sermayelerin toplam miktarındaki artış, aynı alandaki metaların üretimindeki artışla paralel gelişir. Bu gelişme, metaların satılabilir miktarın üzerinde bir üretimine kadar devam eder. Bir başka deyişle, yüksek kâr beklentisi ile yatırılan toplam sermayenin üretmiş olduğu meta kitlesi, pazardaki talepten daha yüksek bir noktaya ulaştığı ana kadar, kapitalist üretim olanca hızıyla gelişir.
İşte 1789 Fransız Devrimi'nin ünlü sloganlarından "özgürlük", sermayenin özgürlüğü olarak ortaya çıkışının nedeni sermayenin bu hareketidir ve her türlü yerel ve ulusal sınırlamaların kaldırılması anlamına gelir. Günümüzün en sık kullanılan sözcükleriyle söylersek, "serbest pazar ekonomisi", sermayenin daha yüksek kâr oranı için hiçbir ulusal sınırlamaya bağlı kalmaksızın dünyanın her yanında "özgürce" dolaşmasından başka bir anlamı bulunmamaktadır. Ve bugün "Asya Krizi"yle görüldüğü gibi, sermayenin bu özgürlüğü, aynı zamanda terk ettiği alanlarda tam bir yıkım yaratma özgürlüğü anlamına gelmektedir.
Üretilen meta kitlesi, talep edilen meta kitlesinden fazla olduğu bir evreye ulaşıldığında, kapitalist üretim süreci satılamayan meta kitlesindeki meta-sermayenin birikimiyle birlikte yeni bir döneme girer.
Kapitalist tarafından üretilmiş olan meta kitlesi, pazarda satılamadığı sürece, bu metaya aktarılmış olan para-sermaye (değişen ve değişmeyen sermaye olarak), artık bir meta-sermaye olarak bir yanda durmaya başlar. Bu andan itibaren, bireysel kapitalistler arasında kıyasaya bir rekabet ortaya çıkar. Tekil kapitalist, kendi metalarının satışını sağlayabilmek için, yani meta-sermayesini yeniden para-sermayeye çevirebilmek ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan kârı realize edebilmek için, diğer tekil kapitalistin aleyhine her türlü çabayı verir. Marks'ın deyişiyle, artık zararın paylaşılması gündemdedir ve "herkes kendi payına düşen zararı en aza indirme ve bunu başkasının sırtına yükleme çabası içine düşer". İşte bu aşamada, metaların aşırı-üretimi gündemdedir.
Metaların aşırı-üretimi, her zaman sermayenin aşırı-üretimi olduğundan, ortaya çıkan çatışma, aynı zamanda sermayenin birikim bunalımı olarak de kendisini ortaya çıkarır.
Bu aşamaya kadar gelişen süreç, kapitalizmde, kesin bir devre olarak ve kendi içinde sürekli yinelenen bir "kısır döngü" olarak ortaya çıkar.
"Her bunalımda toplum, kullanılmaz durumda bulunan kendi öz üretici güçleri ile kendi öz ürünlerinin yükü altında boğulur ve şu saçma çelişki karşısında çaresiz kalır: Üreticilerin tüketecek hiçbir şeyleri yoktur, çünkü tüketiciler eksiktir." [1*]
Bugüne kadar tüm burjuva ekonomistlerinin üzerinde çalıştıkları ve çözmeye uğraştıkları temel sorun kapitalist üretim tarzının bu "kısır döngü"sünün olmuştur. Ve pekçok küçük-burjuva aydını da, bu "kısır döngü"nün ortaya çıkarmış olduğu çelişkinin "saçma"lığı karşısında, kapitalistlerin kendi aralarında anlaşarak üretimdeki anarşiye bir son vermelerinin "doğru" olacağı konusunda bir dizi "öğüt" içeren düşünceler ortaya atmışlardır.
Marks'ın açık biçimde tanıtladığı gibi, kapitalist üretim tarzının bu gelişim süreci, onun özsel niteliğinin ifadesedir ve bu üretim tarzı ortadan kaldırılmadan bu "kısır döngü"nün kırılması ve bu "saçma çelişki"ye son verilmesi olanaksızdır. Marksist-Leninistlerin kapitalizmin ekonomik buhranları karşısındaki temel yaklaşımları da bu belirlemeye dayanmaktadır.
"... ilk genel bunalım patlak verdiği tarih olan 1825 yılından bu yana, sanayi ve ticaret dünyasının tümü, uygar halklar ve onların az ya da çok barbar uyduları topluluğunun üretim ve değişimi, her on yıl dolaylarında bir kez şirazesinden çıkar. Ticaret durur, pazarlar tıkanmıştır, ürünler sürümsüz oldukları ölçüde yığılıp kalır, peşin para görünmez olur, kredi ortadan çekilir, fabrikalar kapanır, emekçi yığınlar fazla geçim gereci üretmiş olmaktan ötürü geçim araçlarından yoksun kalırlar, iflaslar iflasları, zoraki satışlar zoraki satışları kovalar. Tıkanıklık yıllarca sürer; üretici güçler ve ürünler, birikmiş meta yığınları, sonunda değerlerinin az ya da çok altında bir fiyat üzerinden sürülene, üretim ve değişim yeniden yavaş yavaş canlanana değin, yığın halinde israf ve imha edilirler. Yavaş yavaş gidiş hızlanır, tırısa döner, sinai tırıs dörtnal olur ve bu dörtnal da sonunda en tehlikeli atlamalardan sonra kendini yeni baştan... çöküntü çukurunda bulmak üzere, bir sanayi, ticaret, kredi ve spekülasyon steeple chase'inde [engelli yarış] doludizgine değin yükselir. Ve hep aynı yinelenir." (F. Engels) [2*]
Aynı konuda Marks şöyle yazmaktadır:
"Kapitalist üretim, sürekli olarak, kendi niteliğinden gelen bu engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir.
Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir. İşte bu sermaye ve onun kendisini genişletmesidir ki, üretimin hem çıkış ve hem de sonuç noktası, hem itici gücü, hem amacı olarak görünür; üretim yalnız sermaye için üretimdir, ama bunun tersi doğru değildir; üretim araçları, sırf, üreticiler toplumunun yaşama sürecinde, devamlı bir gelişmenin araçları değillerdir. Sermayenin değerinin, büyük üretici kitlelerin mülksüzleştirilmelerine ve yoksullaştırılmalarına dayanan kendisini koruma ve genişletme sürecinin içersinde devam ettiği sınırlar yalnız başına hareket edebilirler; — bu sınırlar, sermaye tarafından kendi amaçları için kullanılan ve üretimin sınırsız büyümesine, üretimin kendisinin bir amaç haline gelmesine, emeğin toplumsal üretkenliğinin hiç bir koşula bağlı olmadan gelişmesine doğru yolalan üretim yöntemleri ile sürekli bir çakışma halinde girerler. Araçlar — toplumun üretici güçlerinin hiç bir koşula bağlı olmadan gelişmesi—, sınırlı bir amaçla, mevcut sermayenin kendisini genişletmesi amacı ile devamlı çatışma içersine girerler. Kapitalist üretim tarzı, bu nedenle, maddi üretim güçlerinin gelişmesi ve uygun bir dünya piyasası yaratılmasının tarihsel bir aracı olup, aynı zamanda da, bu tarihsel görevi ile, buna uygun düşen kendi toplumsal üretim ilişkileri arasında sürekli bir çatışmadır." (Karl Marks) [3*]
Kapitalist ekonominin devrevi hareketi ya da cycle adı verilen süreç, Marks ve Engels'in ortaya koydukları kapitalist üretim tarzının kendi iç işleyişi olarak ortaya çıkar. Durgunluk, çöküş, canlanma ve refah aşamaları olarak dört aşamadan oluşan ekonominin devrevi hareketi, kapitalist üretim sürecinin kaçınılmaz işleyişi olarak, tam bir "kısır döngü" oluşturur. (Bu dört aşamalı cycle'ın, III. bunalım döneminde iki aşamalı hale dönüşmesi, yani durgunluk-canlanma şeklinde ortaya çıkması, bu devrevi hareketin özsel nedenlerinin zaman içindeki gelişiminin ürünüdür.)
Şüphesiz, kapitalist ekonomi hakkında az ya da çok biraz bilgisi ya da ilgisi olan herkes için buraya kadar ortaya konulan gerçekler "bildik" şeyler olmaktan öteye geçmeyecektir. Özellikle ülkemizde, 1974'lerden itibaren gelişen ekonomik buhran ve bunun bir görüngüsü olarak ortaya çıkan yüksek enflasyon, bu türden "bildik" şeylerin "pratik" sonuçlar vermediği kanısı uyandırmıştır. Ülkemizde, ekonomik buhran, aşırı-üretim, sermaye birikimi, kâr oranlarının düşme eğilimi yasası vb. kavramlar ve belirlemeler, yirmiyılı aşkın süregiden ekonomik bunalım koşullarında "anlamsız"laşmış olduğu düşüncesini de yaygınlaştırmıştır. Ülkede yaşayan herkesin bildiği gibi, "ekonomik durum iyi değildir" ve enflasyon "canavarı" alışılagelmiş bir durum yaratmıştır. Bu nedenlerden dolayı, Türkiye ekonomisine ilişkin her türden tahlil ve çözümleme, hiçbir "pratik" değere sahip olmadığı için bir yana bırakılmıştır. Yapılan tüm ekonomik tahlil ve çözümlemeler ise, tekil sermayelerin kendi kârlarını nasıl ve nerede artırabileceklerine ilişkin "işletme ekonomisi" çerçevesine sıkıştırılmıştır. Kurtuluş Cephesi'inin geçen sayısında ortaya koyduğumuz gibi, 1980 sonrasında Marksist ekonomik tahlillerin yapılmaz oluşu,ülke ekonomisine ilişkin tahlillerin bir yana bırakılmasını getirmiş ve böylece oligarşinin ekonomik "paketleri" nin ve "çözüm önerileri"nin "alternatifsiz" olarak kabul edilmesi sonucunu doğurmuştur. Bunun kaçınılmaz sonucu ise, mevcut ekonomik durumun olduğu gibi benimsenmesi ve bu verili koşullar içinde tekil grupların kendi koşullarını "iyileştirme" yönünde hareket etmeleri olmuştur. Bir başka deyişle, çalışan kesimlerin (işçiler ve memurlar) tekil olarak kendi ücretlerini mevcut ekonomik durum içinde görece iyileştirme mücadelesi (ekonomik-sendikal mücadele) "mümkün olan mücadele" olarak ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede, ülkemizdeki herhangi bir "sol" unsur ya da devrimci açısından, dünya ekonomisindeki gelişmeler ve bunun ülkemize yansımaları "birşey" ifade etmeyecektir. Olsa olsa enflasyonu biraz yukarı ya da aşağı çekecektir, ama ortadan kaldırmayacaktır; devletin zor uygulaması biraz daha fazla ya da biraz daha az olacaktır, ama uygulamayı kaldırmayacaktır. Doğal olarak, ülkemizdeki ekonomik buhranın varlığını ve buna paralel olarak devletin ekonomik-demokratik hak ve istemler yönündeki mücadeleler karşısında zor kullandığını somut olarak (enflasyon ve polisin kitlelere yönelik saldırıları) bilmek yeterli görülmektedir. ÖD Partisinin "ütopya ihtiyacı", bu bağlamda bir anlam kazanmaktadır.
Oysa ki, ekonomik buhranlar, kapitalizmin bir dünya sistemi haline geldiği andan bugüne kadar varlığını sürdüren ve kaçınılmazlığı kesinkes bilinen bir olgudur. Ancak, 1980'lere kadar, bu "bilinen olgu"nun sürekli tahlil edilmesi ve gelişmelerin yakından izlenmesi hiçbir biçimde bir yana bırakılamazken, 1980 sonrasında "işe yaramaz" "aylak toplamalar" olarak bir yana bırakılması kesin bir karşıtlık oluşturmaktadır. Bu karşıtlığın, sonal olarak, devrimci teorinin pratikten kopartılması anlamına geldiği kavranılmadığı sürece, varlığını sürdüreceği açıktır. Teorinin yol göstericiliğinden uzaklaştırılmış bir pratik ise, her türden sapmanın (pramatizmden eklektizme kadar) pratiği olarak ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu da, ampirist yöntemlerin egemenliği ve ampirist bilginin yüceliği olarak gerçek bir ideolojik sapma oluşturma durumundadır. (Ampirizm ve pragmatizmin 1905 Rus Devriminin yenilgisinden sonra Rus Marksistleri arasında egemen olması, 1905 öncesinin devrim teorilerinin "başarısızlığı" karşısında ortaya çıkan "arayış"tan başka birşey değildir.)
Bugün "Asya Krizi" adıyla "localize" edilmeye çalışılan, gerçekte ise, III. bunalım döneminin ilişki ve çelişkilerinin düzeyine uygun olarak gelişen dünya ekonomik buhranı, son ay içersinde Japon ekonomisinin mutlak bir "durgunluk" içine girdiği ve kısa vadede bu durgunluğun aşılamayacağının açıkça ilan edildiği bir evreye girmiştir. Ve Temmuz sonlarında ABD Merkez Bankası (Federal Rezerv Büro) başkanını, Japon ekonomisindeki durgunluğun Amerikan ekonomisine yansımasının kaçınılmaz olduğunu söylemiştir. Bu açık beyanlar, dünya ekonomik buhranının gelişiminin durdurulmasının olanaksız olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu koşullarda ve bu koşulların gelişiminde ortaya çıkan ilk olgu, daha düne kadar emperyalistler arası çelişkilere ilişkin yapılmış olan pekçok saptamadaki önceliklerin değişmek üzere olduğudur. Pekçok sol tahlilde yer aldığı gibi, Amerikan emperyalizmi, emperyalist sistem içindeki gücünü sürekli olarak yitirmekte ve AB ile Japon emperyalizmi, eşitsiz gelişim yasasına uygun olarak gelişmekte ve güçlenmekteydi. Bu durum, kimilerine göre, emperyalistler arası yeniden paylaşım savaşını kaçınılmaz olarak gündeme getirebilecekti; kimilerine göre ise, AB ve Japon emperyalizminin emperyalist sistem içinde "büyük ticaret savaşları" ile ABD'nin yerine geçeceklerdi. Bir üçüncülere göre ise, dünya "üç kutuplu" luğa doğru gelişmekteydi. Doğal olarak Japon ekonomisinin içine girdiği durgunluk, bu ve benzeri saptamaları geçersiz kılma özellikleri taşımaktadır ve aynı zamanda bu saptamaların siyasal sonuçlarını da değiştirmektedir.
Amerikan emperyalizminin, emperyalist sistem içindeki hegemonyasının AB ve Japon emperyalizmi tarafından "yıkıldığı" ya da "yıkılmaya yöneldiği" şeklindeki saptamalar (eşitsiz gelişim yasasının klasik işleyişinden yola çıkarak yapılmış olsalar da), ulusal ya da ulus-devlet düzeyinde "stratejik yönelimler" ortaya koyduğu için (siyasal), son gelişmeler, aynı zamanda bu yöndeki "tercih"lerin sonuçlarını çok farklı boyutlarda ortaya çıkartmak durumundadır. Türkiye'de birkaç yıl öncesine kadar yoğun bir biçimde tartışılan "uzak doğuya açılma" stratejileri, bu bağlamda Güney Kore, Endonezya ve Japonya ile ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi politikaları ve bunun ürünü olarak tekil şirketlerin bu ülke şirketleriyle yaptığı "ortaklık anlaşmaları", "Asya Krizi" ile birlikte büyük bir iflas dalgası ortaya çıkarabilecektir. Aynı şekilde, "üç kutuplu dünya" teorileriyle birlikte "Rusya pazarına açılma" politikaları ve buna paralel olarak Rusya'da gerçekleştirilen yatırımların, aynı türden bir sonucu ortaya çıkarması kaçınılmaz olmaktadır. Nitekim, her iki yöndeki sonuçlar kısa vadede ortaya çıkmaya başlamıştır. Ziraat Bankasının kurmuş olduğu 25 milyon dolar sermayeli Russian-Türkisch Bank'ın geçen ay içinde resmen iflas etmiş olması, ortaya çıkan ilk olaylardan birisidir.
Öte yandan, genelkurmay başkanının "askeri ihaleler için", Rusya'dan Amerika'ya kadar uzanan "gezilere" çıkması, gelişen ekonomik buhran karşısında emperyalist ekonomilerin askeri mallar üretimini daha geniş ölçekte kullanma yönündeki çabalarını ve bunda kimlerle işbirliği yapmak durumunda olduklarını açıkça göstermiştir.
Aynı şekilde, NAFTA, AB gibi oluşumlardan yola çıkarak, dünya çapında "üç büyük ekonomik blok" oluştuğu ve bunlar arasındaki çelişkinin giderek keskinleştiği şeklinde yapılan belirlemeler, "Asya Krizi" ile birlikte "ekonomik blok" ve bu "bloklar arası çatışma" saptamalarının yeniden gözden geçirilmesini kaçınılmaz kılmaktadır.
Bir dördüncü örnek olarak, "kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası"na bağlı olarak ABD emperyalizminin "sönmekte olan bir güneş", "gerileyen ve zayıflayan bir güç", AB ve Japon emperyalizminin "ilerleyen ve güçlenen bir güç" olduğu yönünde yapılan saptamalar, son gelişmelerle yeniden değerlendirilmek zorundadır.
Şüphesiz, bu ve benzeri saptamaların, salt "uluslararası durum" saptaması olarak "dış haberler" şeklinde yorumlandığı koşullarda, sadece "durum saptaması" olarak kalmaya devam edecekleri ortadadır. Ancak, her sol örgüt ya da oluşum açısından bu saptamalara bağlı ortaya konulmuş olan siyasal sonuçlar ve siyasal taktik ve stratejilerin varlığı düşünüldüğünde, bu yeniden değerlendirmelerin bile ne denli değişiklikler getirmek durumunda olacağını kavramak zor olmayacaktır.
Dünya devrim tarihinde, kapitalist ekonominin devrevi hareketi, yani ekonomik buhranlar ve bunun ortaya çıkardığı ya da çıkaracağı sonuçlar, hemen her zaman ayrıntılı biçimde ele alınmış ve değerlendirilmiştir. Marks ve Engels, 1847-48 ekonomik buhranını değerlendirerek, bu buhranın yaratmış olduğu sosyal bunalımın ortaya çıkardığı kitle ayaklanmalarını tahlil ederek, proletarya devriminin koşullarının olgunlaştığını düşünmüşlerdir. Ancak daha sonraki yıllarda, Marks ve Engels, kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçleri geliştirdiği bu evrede, devrevi ekonomik buhranların bir devrime yol açmasının olanaksız olduğunu görmüşlerdir. Mahir yoldaşın sözleriyle söylersek, "... üretimin sosyal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişki antagonizma kazanmadan, kapitalizm geliştirme imkanlarına sahipken, kapitalizmin devrevi ekonomik krizleri bir devrime yol açmazlar."
Serbest rekabetçi kapitalizmin tekelci kapitalizme, yani emperyalizme dönüşmesiyle birlikte, dünyadaki gelişmeleri tahlil eden Lenin, bu dönemde, üretimin sosyal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkinin antagonizma kazandığını, dolayısıyla proletarya devriminin nesnel koşullarının oluştuğunu belirlemiştir. Doğal olarak, bu dönemde, ekonominin devrevi hareketi ve bunun ekonomik buhran evresi, Marksistler için dikkatle izlenen bir durum ortaya çıkarmıştır. Rosa Luxemburg, bu dönemde ekonomik determinizmden yola çıkarak, ekonomik buhranın patlak vermesinin devrimin nesnel koşullarını olgunlaştıracağını savunmuştur. Daha sonraki yıllarda pekçok Marksist tarafından da benimsenilen bu görüşe göre, ekonomik buhranın patlak vermesi, kitlesel işsizliğe ve yoksulluğa yol açarak, sosyal bunalım yaratmaktadır. Dolayısıyla, bu koşullar devrim durumu ortaya çıkarmaktadır. Ekonomik buhranın gelişiminin önceden saptanabilmesinin, doğrudan proletarya partisinin taktiklerini değiştirmesini gerektiren bir durum yarattığını savunan bu kavrayış sahipleri, partinin, hızla evrim dönemi çalışmasından devrim dönemi çalışmasına yönelmesi ve tüm hazırlıklarını buna göre düzenlemesi gerektiği savunmuşlardır.
Aynı dönemde Lenin, bir ülkede devrimin olabilmesi için, sistemin bütününde devrimin nesnel koşullarının mevcut olmasının tekbaşına belirleyici olmadığını, bunun yanında her ülkenin kendi milli krizini yaşaması gerektiğini saptayarak, devrim durumunu farklı bir biçimde belirlemiştir. Lenin'in saptamasına göre, milli kriz, ekonomik, sosyal ve siyasal bunalımın bir ve tek bir bunalım olarak birleşip kaynaşmasıyla ortaya çıkar. Dolayısıyla, ekonomik buhranın varlığı, her durumda, dolaysız olarak sosyal ve siyasal bunalımı yaratmayacağını, bu bunalımların, son tahlilde ekonomik temelin ürünü olsalar bile, kendine özgü gelişim dinamikleri olduğunu saptayan Lenin, devrim durumunu, ezeni de ezileni de etkileyen bir milli krize bağlamıştır.
Böylece, Marksizm-Leninizmde, ekonominin devrevi hareketi ile devrim durumu arasındaki ilişki doğru bir biçimde saptanmıştır. Bu belirleme, esas olarak, emperyalist aşamada kapitalizmin içine girmiş bulunduğu sürekli ve genel bunalım ile ekonominin devrevi hareketi arasındaki ilişkinin dolaysız bir ilişki olmadığı, yani sürekli ve genel bunalımın ekonominin devrevi hareketinden nispi olarak bağımsız olduğu belirlemesi olarak netlik kazanmıştır. Bu nedenden dolayı, Marksist-Leninistler, ekonominin devrevi hareketini tahlil ederken, bunun sürekli ve genel bunalım üzerindeki dolayımlı etkisini belirlemeye çalışmışlardır.
Bugün "Asya Krizi" olarak tanımlanan ekonomik buhran, 1917 Ekim devriminden günümüze kadarki süreçte ortaya çıkan ekonomik buhranlardan daha farklı sonuçlar doğurma olasılığına sahip görünmektedir. Bu durum, 1917 Ekim devriminden günümüze kadar, kapitalist sisteme karşı alternatif bir gücün, sosyalist sistemin mevcudiyeti koşullarında ortaya çıkan ekonomik buhranların sürekli ve genel bunalım üzerindeki dolayımlı etkileri ile bu alternatif gücün büyük oranda tasfiye edildiği koşullardadaki etkileri, hemen her yönden günümüzde gelişen ekonomik buhranla birlikte ortaya çıkacaktır. Ekonomik buhranın şiddetini zamana yaymak açısından, ekonominin askerileştirilmesini bir araç olarak kullanabilen emperyalizmin, aynı aracı, "soğuk savaşın bittiği" koşullarda ne ölçüde kullanabileceği ve buna karşı kitlelerin (özellikle emperyalist metropollerdeki işçi sınıfının) nasıl bir tepki göstereceği tam olarak bu buhran koşullarında ortaya çıkacaktır. Bugün için, yerel çelişkiler ve çatışmalar temelinde askeri mallar üretimini kitlelerce kabul edilebilir düzeyde sürdürebilen emperyalizme bunun yetmeyeceği şimdiden belli olmuştur. Çeşitli propagandalarla sürdürülen uzay çalışmalarına yönelik devlet harcamalarıyla tekellere sağlanan ek talepte bir artış ortaya çıkarılmış olmasına karşın, bunun orta vadede ekonomik buhranı hafifletmeye yetmeyeceği görülmektedir.
Bu ve benzeri bir dizi olgu ve gelişme, günümüzdeki ekonomik buhranın süresinin, geçmiş dönemdekilerden daha uzun sürme olasılığını ortaya çıkarmaktadır. III. bunalım döneminin özelliklerine uygun olarak durgunluk-toparlanma evreleri arasında gidip gelen devrevi harekette, durgunluğun oldukça uzun süre devam edeceği, yapılan resmi açıklamalarda ağırlıklı olarak işlenmektedir. Bu ise, özellikle metropollerdeki işçi sınıfının, II. paylaşım savaşından buyana geçen elli yıl boyunca görmedikleri kadar uzun bir süre işsiz kalmaları ve düşük ücretle çalışmak zorunda kalmaları sonucunu doğurmaktadır.
Geri-bıraktırılmış ülkelerde ise, devrimci mücadelelerin en alt düzeyde yürütülüyor olması ve "komünizm tehlikesi"nin somut olarak kitlelerin karşısına çıkartılabilecek ve onların tepkilerini pasifize edebilecek bir "tehdit" olmaktan çıktığının "ilan" edilmesi koşullarında, bu ülkelerde emperyalizmin kendi çıkarlarına uygun politikaları rahatça uygulayabilmesi için gerekli yönetim değişikliklerini nasıl gerçekleştireceği belirsizdir. Ancak, 1980'den bu yana Amerikan emperyalizminin dünya çapında propagandasını yaptığı "demokratik açılım"ın, bu ekonomik buhran koşullarında tümüyle terkedileceğini söylemek pek fazla yanlış olmayacaktır. Ülkemiz somutunda ortaya çıktığı gibi, asker-sivil bir yönetim, bugün için uygulanabilir bir değişiklik olarak görünmektedir. Latin-Amerika ülkelerinde de uygulamaya sokulan bu yönetim biçimi, ordunun sivil hükümetler aracılığıyla artan bir etkinlik içinde yönetim işlerinin denetimini üstlenmeleri olarak belirginleşmektedir. Sivil bir başbakan ya da devlet başkanının bir dizi yüksek rütbeli subayla birlikte görünmeleri, bu dönemde sık karşılaşılan manzaralar durumuna gelmiştir. Bu da, yönetimin doğrudan askerileştirilmesi olarak ortaya çıkan askeri darbelerin yerine ikame edilmiş bir biçim olarak yaygınlaştırılmıştır. Bu yönetimin ekonomi-politikaları ise, doğrudan IMF tarafından düzenlenmek durumundadır. IMF, ekonomik buhranın gelişme seyrine göre sürekli değiştirilebilen "esnek" bir politika uygulamak durumunda olduğu için, alışılagelmiş tarzda "IMF reçeteleri" gündeme gelmemektedir. Son olarak M. Yılmaz hükümetinin IMF ile yapmış olduğu anlaşma (üçer aylık dönemlerle IMF'nin Türkiye ekonomisini denetlemesi) bunun en açık örneğidir.
Gelişen ekonomik buhran, bir yandan emperyalist tekellerin metaları için daha fazla pazar sağlamayı gerektirirken, diğer yandan tekellerin ellerinde birikmiş olan fazla sermaye için yeni yatırım alanları gerektirmektedir. Pekçok Latin-Amerika ülkesinde olduğu gibi, ithalatın "liberalizasyonu" ve devlet kuruluşlarının "özelleştirilmesi" büyük ölçüde tamamlanmıştır. (Ülkemizde bu uygulamalar gecikmeli olarak yapılmaktadır, ancak "liberalizasyon" tamamlanmış ve "özelleştirme" uygulamalarında çok az birşey kalmıştır.) Bu bağlamda, geri-bıraktırılmış ülkelerin pazarlarının emperyalist metalara (ağırlıklı olarak tüketim metaları için) açılması ve "özelleştirme"ler, 1993'den günümüze kadar kullanılmış ve buhranın bugüne taşınmasında önemli bir yere sahip olmuştur. Bu uygulamaların sonuna gelinmiş olduğu koşullarda, buhran "Asya Krizi" olarak patlak vermiştir.
Kısa vadede, emperyalist tekeller, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki talebi artırmak için kredili satışlara ağırlık vermek durumundadırlar. "Tüketici kredileri" miktarındaki artışlar, bir yandan emperyalist metalara yönelik talebi artırırken, diğer yandan fazla sermaye için yeni bir yatırım alanı ortaya çıkarmaktadır. Ülkemiz somutunda görüldüğü gibi, "tüketici kredileri"ndeki artış, kısa vadede talepte bir canlanma ortaya çıkarsa bile, aynı "tüketici" nin reel gelirlerindeki azalışa paralel olarak kredilerin geri ödenmesini kesintiye uğratacaktır. Bugün Batı-Avrupa emperyalist ülkelerinde ortaya çıktığı gibi, küçük ve orta şirketlerin iflasları kaçınılmaz hale gelecektir. Emperyalist tekellerin piyasadaki fazla sermayenin bir kısmını bu yolla atıl bırakması gündemdedir. Böylece küçük ve orta burjuvazi ile oligarşi arasındaki çelişkilerin daha da keskinleşmesi kaçınılmaz olmaktadır. Ülkemizde "şeriatçı sermaye"ye yönelik tüm "askeri" önlemler, bu temelde biçimlendirilmektedir.
İşte gelişen dünya ekonomik buhranı dinamikleri, dolayımlı olarak, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki sosyal ve siyasal bunalımın derinleşmesi yönünde etkide bulunma eğilimindedir. Sürekli ekonomik buhran koşullarında varlığını sürdüren sosyal ve siyasal bunalımların oluşturduğu milli kriz, bu koşullar içinde derinleşme yönünde gelişmek durumundadır. Ancak milli krizin gelişme dinamiği, devrim durumunu daha da geliştirmekle birlikte, bunun gerekli öznel koşullarca tamamlanamadığı durumlarda bir devrime yol açmayacağı kesindir. Ülkemiz somutunda olduğu gibi, gerek kitlelerin bilinç ve örgütlenme düzeyi, gerekse devrimci öncünün gücü, derinleşen milli kriz koşullarında etkin bir mücadele verilmesi için elverişli durumda bulunmamaktadır. Kitlelerin, onlarca yıldır süren ekonomik buhrana "alıştırılmış" olmaları ve bu buhranı salt ülke içi bir "sorun" olarak kavramaları, aynı zamanda dış dinamiğin, yani emperyalist sermayenin "bir kurtarıcı" gibi görülmesine neden olmaktadır. Ülkemizdeki ekonomik buhranın temelinde iç dinamiğin çarpıtılarak dış dinamiğe, yani emperyalizme bağımlı kılınmasının yattığını kitleler bilincine varamadıkları sürece, keskinleşen çelişkiler, kısmi kitlesel eylemler ve yerel çatışmalarla sınırlı kalacaktır.
Dipnotlar
(1*) Engels: Anti-Dühring, s: 402, Sol Yay. Üçüncü baskı
(2*) Engels: Anti-Dühring, s: 394, Sol yay., Üçüncü Baskı
(3*) Karl Marks: Kapital, Cilt: III, s: 263-264