Dünya Ekonomik Bunalımı Ortamında
Sömürücü Sınıflar Arasındaki Çelişkiler
Keskinleşirken
"Velevki türban siyasal bir simge olsa bile"yle başlayan, AKP-MHP ittifakıyla üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasına ilişkin anayasa değişikliğinin yapılmasıyla birlikte gelişen, ardından Mart ayında Cumhuriyet Başsavcısının AKP’nin kapatılmasına ilişkin Anayasa Mahkemesi’ne dava açmasıyla yeni bir aşamaya ulaşan siyasal gelişmeler, AKP’nin "şeriatçı tabanı"nın "rövanş ve öç" almaya yönelik "Ergenekon" operasyonlarıyla "sıcak yaz"ın başlangıcı olmuştur.
"Sıcak yaz", Anayasa Mahkemesi’nin AKP’nin kapatılması kararını alamamasıyla, beklendiği kadar "sıcak" geçmemiştir. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla birlikte AKP rahat bir nefes almış, şeriatçı kesimler daha bir pervasızlaşmış, "uluslararası konjonktür ve dünyanın bugünkü durumu"nun "askeri darbe"yi olanaksızlaştırdığı düşüncelerini pekiştirmişken, Tayyip Erdoğan "beklenmedik" bir biçimde Aydın Doğan ve medyasına karşı savaş ilan etmiştir.
Deniz Feneri olayı, "Dişli" olayı ve Dengir Mir Fırat’ın "uyuşturucu baronu" olarak kamu oyuna ilan edildiği bir ortamda, Tayyip Eroğan’ın Aydın Doğan ve medyasına karşı savaş ilanı bir "rövanş", "tehdit" ve "gözdağı" olarak görülmüştür. Ve bu savaş ilanıyla birlikte TMSF’nin Doğan Holding’e ne zaman el koyacağı beklentisi ortaya çıkmıştır. Bir başka deyişle, Uzanların başına gelenler Aydın Doğan’ın başına gelebilecektir.
Bir zamanlar Uzanlar vardı. Star televizyonu ve Star gazetesiyle oluşturdukları "tehdit ve şantaj" şebekesiyle "yeni ve yükselen sermaye grubu" haline geldiler. Dünün kamu ihalelerinin müteahhidi Uzanlar, büyük bir holdinge dönüştüler. 12 Mart döneminin Transtürk Holding’i gibi, Uzanlar da Özal döneminin köşe dönmeciliğinin simgesi oldular.
Özal sonrasında Uzanlar eski konumlarını tümüyle yitirmedilerse de, yanı başlarında başka "yeni" holdingler türemeye başladı. Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller dönemlerinin "yeni" holdingleri, kamu bankalarının özelleştirilmesiyle ortaya çıkartıldı. Sabah gazetesinin sahibi Dinç Bilgin, Hürriyet’in sahibi Aydın Doğan bu yeni ve yükselen holdinglerin yıldızları oldular.
2001 Şubat krizi Dinç Bilgin’in iflasına yol açarken, "yeşil sermaye"nin "sistem dışı" gelişmesinin simgesi olan Kombassan holding piyasadan silindi.
AKP dönemine gelinince, Ülkerler ve Çalık grubu "yükselen yıldız"lar olurken, Uzanlar Motorola ve TMSF’nin ortak operasyonuyla tasfiye edildi. Böylece Tayyip Erdoğan’ın Doğan holdinge karşı savaş ilanı, sanki ikinci bir Uzanlar "vakası" yaşanacakmış gibi bir havanın esmesine yol açtı. Kimilerince "servetin yeniden dağıtılması" olarak tanımlanan bu yükseliş ve çöküşler, kimilerince de "Anadolu sermayesinin İstanbul sermayesine karşı başkaldırısı" olarak yorumlandı.
Her şeyin siyasal iktidara, siyasal iktidarda hangi partinin olduğuna ve bu siyasal partinin hangi kesimlerin çıkarlarının temsilcisi olduğuna bağlı olarak değişen ve gelişen olaylar, yine Tayyip Erdoğan’ın kendi ifadesiyle "conflict of interest"ten (çıkar çatışması) başka bir şey değildir.
Soru, kimin hangi çıkarları temsil ettiği ya da savunduğu, hangi çıkarların gerçekleşmesi için uğraştığı ve bu çıkarların gerçekleşmesi karşılığında, hangi başka çıkarların zarar gördüğü sorusudur.
Bu soruların doğru biçimde yanıtlanabilmesi ise, sadece "çıkar çatışması"nın sınıfsal içeriğinin, yani sınıfsal çıkarların neler olduğunun bilinmesinden geçer.
Bugüne kadar çok söylendi, çok yazıldı. Ülkemiz emperyalizme bağımlı, çarpık kapitalizmin egemen olduğu, dolayısıyla emperyalizmin işbirlikçiliğinin servet sahibi olmakta belirleyici olduğu bir ülkedir. Bu nedenle, siyasal iktidar, kamu gücü ve kamu kaynakları, zenginleşmenin en temel aracı olagelmiştir. Bu yüzden de, tüm "çıkar grupları"nın kendi çıkarlarını gerçekleştirmelerinin yolu da, siyasal iktidara sahip olmaktan geçer.
Bu, sadece kamu ihalelerinin belli bir "çıkar grubu"na verilmesi açısından değil, aynı zamanda kamu kredilerinin ve kamu olanaklarının bu "çıkar grubu"nun hizmetine sunulmasıyla gerçekleştirilir. Her durumda siyasal partiler, temsil ettikleri "çıkar grupları"nın hizmetindedirler ve iktidar oluşları kadar iktidarda kalışları da bu "çıkar grupları"nın çıkarlarını azamileştirmelerine ve güçlenmelerine bağlıdır.
"Çıkar grupları" ise, sınıflardan ve sınıfların alt bölümlerinden oluşur. Dolayısıyla "çıkar çatışması", sınıfsal bir çatışmadır, sınıf mücadelesinin bir başka ifade tarzıdır.
Söz konusu olan AKP, onun temsil ettiği sınıflar ve sınıfsal çıkarlar olunca, her şeyden önce Anadolu tefeci-tüccar sermayesi ile küçük ve orta imalatçıların "çıkarları" önde gelir. Erbakan’ın "milli sanayi" adını verdiği Anadolu küçük ve orta imalatçılarına dayanan siyasal hareketi, giderek Anadolu tefeci-tüccar sermayesinin katılımıyla gelişmiş ve bütün olarak oligarşi dışındaki tekelleşememiş sanayi ve ticaret sermayesinin çıkarlarını temsil eden bir harekete dönüşmüştür.
Ancak oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar, yani küçük ve orta sermaye kesimleri, kendi sınıfsal özelliklerinden dolayı homojen ve birleşik bir sınıf oluşturmazlar. Dolayısıyla her bölümü bir başka "çıkar"a tabi olan, bu nedenle de değişik siyasal partilerde kendi "çıkar"larının gerçekleşmesi yönünde hareket eden bir sınıf kütlesidirler. Zaman zaman oligarşiyle "çatışma" içinde olan, zaman zaman oligarşi ile "uyum"laşarak "consensus" oluşturan bu kesimlerin dağınık ve heterojen yapıları, çıkarların değişkenliğiyle birlikte oluşur.
12 Eylül döneminde "komünizm tehlikesi"ne karşı oligarşinin etrafında birleşen ve kenetlenen bu sömürücü sınıflar, Özal döneminde "dört eğilimi birleştirdik" söylemiyle "bahar havası" içine girmişler ve Menderes döneminden sonra en büyük servet artışını sağlamışlardır.
Ancak 1994 Şubat krizi ve ardından gelen 1999 Kasım ve 2001 Şubat krizleri, bu havayı dağıtmış, her kesim "kendi gemisini" kurtarmanın yoluna bakmaya başlamıştır. En büyük kırılma şüphesiz Şubat 2001 kriziyle yaşanmıştır. O güne kadar değişik siyasal partilerde kendi çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışan küçük ve orta sermaye kesimleri (ki "yeşil" ya da "laik" olup olmamalarının hiç bir önemi yoktur), krizin yarattığı korku içinde AKP saflarında bir araya gelmişlerdir.
AKP iktidarıyla birlikte, "zenginlik" ya da "servet" yeniden dağıtılmaya başlanmıştır. O güne kadar kamu ihaleleriyle, kamu kredileriyle ve kamu olanaklarıyla zenginleşen kesimler, yavaş yavaş bu olanakları yitirmişler, yerlerini AKP’ye "yakın" olan, daha tam ifadeyle, AKP’nin oluşumunda belirleyici olan kesimler almıştır. Bu kesimlerin ortak "paydası" ise, ideolojiktir, yani "şeriatçılık"tır.
Uzanlar operasyonu ile belli bir "servet" yeniden dağıtıma sokulmuştur. Bu servet, özel olarak ideolojik bir temele dayanmamış, o güne kadar siyasal iktidar olanaklarından yeterince yararlanmamış küçük ve orta sermaye kesimleri arasında "üleştirilmiş"tir. Böylece AKP’nin "ilk icraatı", kendisine "umut" bağlayan çıkar gruplarının umutlarını büyütmüş ve AKP’ye olan güvenlerini artırmıştır. Bunun sonucu olarak da 2007 seçimlerinde AKP oylarını artırarak çıkmıştır.
Ancak her siyasal iktidarın başına gelen AKP’nin de başına gelmiştir. Çıkarlarını temsil ettiği kesimlerin heterojen yapısı, her bir kesimin çıkarının bir diğer kesimin çıkarıyla son kertede çatışıyor olması ve de çıkarların sürekli kılınması ve azamileştirilmesi zorunluluğu, AKP’nin "yeni hamleler" yaparak çıkar sağladıklarına yeni yeni çıkarlar sağlamasını da zorunlu kılmıştır. Kamu kuruluşlarının ve kamu arazilerinin satışlarıyla elde edilen çıkarlar bir süre idare etmeyi sağlamışsa da, yeterli olmaktan uzak kalmıştır. Kamu kuruluşlarının satılması ("özelleştirme") zaten kamunun elindeki "servet"in olabildiğince azalmasına yol açtığından, kamu olanakları sadece birkaç kesime tahsis edilebilir bir sınırlılığa ulaşmıştır. İşte AKP, bu sınırlılık içinde, bu küçülmüş kamu olanaklarını kendi "öz" varlığı olarak gördüğü "şeriatçı" kesimlerin hizmetine sunmuştur. Bu da, AKP’de toplaşmış bulunan küçük ve orta sermaye kesimlerinin huzursuzlaşmasına neden olmuştur.
İşte AKP’de toplaşmış olan oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların "huzursuzluğu", gelişen dünya ekonomik bunalımı koşullarında yeni bir "çıkar çatışması"nın başlangıcını oluşturmaktadır.
Bugün Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı, AKP çevresinde toplaşmış küçük ve orta sermaye kesimlerinin çıkarlarını bir bütün olarak geliştirmek için gerekli ve yeterli olanağa sahip olmadıkları için, giderek sıkışmaya başlamışlardır. İkinci bir Uzanlar olayının belli ölçülerde bu kesimlerin "tatmin" edilmesine hizmet edebileceği düşüncesi de, böylesi bir sıkışıklık içinde "akla" geliveren bir çare olarak görünmeye başlamıştır.
Tüm iddiaların tersine, yükselen enflasyon, artan enerji fiyatları, küçük ve orta sermaye kesimlerini giderek zora sokmaya başlamıştır. Tümüyle ithalata bağımlı iç pazar ilişkisinde Anadolu tüccarının artan gücü ve AB kökenli "marketler zinciri", küçük ve orta imalatçı kesimlerin zararına bir gelişme ortaya çıkarmıştır. Rusya’ya yapılan tarım ürünleri ihracatının durması ise, "örtülü tarım" yapan kesimleri büyük zarara uğratırken, aynı zamanda bu kesimlerin AKP’yle olan "ittifakları"nın da çatlamasına yol açmıştır.
Şimdi AKP "kurmayları", yani mehteran takımı, tüm Anadolu sanayici ve tüccar sermayesini "İstanbul dukalığı"na karşı birleştirmeye yönelmiştir. Bunu sağlayabildikleri ölçüde, oy gücünü koruyabileceklerini ve bu kesimlerin AKP’yle olan "ittifak"larını sürdürebileceklerini ummaktadırlar.
"İstanbul dukalığı" ya da "İstanbul sermayesi" denilen ise, asıl olarak oligarşiyi oluşturan işbirlikçi-tekelci burjuvazidir. Sabancıların "geleneksel islami partiler"e karşı "uyum"lu tutumu karşısında Koç grubunun "laikçi" görüntüsü, AKP’nin bu yeni "açılım"ının hedeflerini daha belirginleştirirken, bir bütün olarak oligarşiyi hedeflemediği şeklinde bir görüntü de oluşturmaktadır.
Oysa söz konusu olan "çıkar"lardır ve çıkar denilen şey de doğrudan sermayenin kendi varlığını sürekli genişletmek ve büyütmek zorunda oluşudur. Gelişmeyen ve büyümeyen sermaye değer yitirir, güçsüzleşir ve bir süre sonra sermaye olma işlevini tümüyle kaybeder. Bu nedenle, Uzanların servetlerinin paylaşımı nasıl ki bir süre sonra yetersiz kalmışsa, "İstanbul sermayesi"nin belli bölümlerinin servetlerinin yeniden paylaşımı da yetersiz kalacaktır. Ancak bu, "siyaset" açısından "uzun"dur. Demirel’in deyişiyle, "siyasette bir hafta çok uzun zamandır". Dolayısıyla "siyaset" için, uzun dönemli hesaplar değil, kısa vadeli çıkarlar önemlidir. Tıpkı sermayenin kendisi gibi.
Sözün özü, bugün gelişen dünya ekonomik bunalımı koşullarında sömürücü sınıflar arasındaki çelişkiler (çıkar çatışması) keskinleşmektedir. "İşler yolunda gittiği sürece, rekabet, genel kâr oranının eşitlenmesi halinde gördüğümüz gibi, kapitalist sınıf arasında bir kardeşlik havası estirir ve böylece her biri, ortak yağmadan kendi yatırımı oranında pay alır. Ama sorun, kârın değil de zararın paylaşılması halini alır almaz, herkes kendi payına düşen zararı en aza indirme ve bunu bir başkasının sırtına yükleme çabasına düşer. Kapitalist sınıf için, kayba uğramak kaçınılmazdır. Her kapitalist, bu zararın ne kadarını yüklenmek zorunda kalacağı, yani bunu ne ölçüde paylaşmak durumunda kalacağı, göstereceği güce ve kurnazlığa bağlıdır ve o zaman rekabet, düşman kardeşler arasında bir savaşa dönüşür. Her bireysel kapitalistin çıkarları ile bütünüyle kapitalist sınıfın çıkarları arasındaki uzlaşmazlık, tıpkı daha önce, aralarındaki çıkar özdeşliğinin pratik rekabet yoluyla ortaya çıkması gibi, su yüzüne çıkar." (Marks, Kapital, Cilt: III, s. 266) Çelişkilerin keskinleşmesiyle, kaçınılmaz olarak "bireysel kapitalist", yani her bir küçük ve orta sermaye kesimi, kendi varlığını koruma kaygısına düştükçe, bir yandan siyasal iktidardan beklentileri artacak, diğer yandan yeni siyasal ilişkiler içine girerek çıkarlarının gerçekleşmesini başka bir yerde arayacaktır.
Bugün AKP’nin karşı karşıya kaldığı sorun, kendi çevresinde toplaşmış olan küçük ve orta sermayenin çıkarlarını azamileştirmek için yeterli olanaklara sahip olmaması ve bu sermaye kesimlerinin birbiriyle çelişik çıkarlarının giderek artmasıdır. Yapması gereken şey, bir bütün olarak oligarşinin "servet"ini bu kesimler arasında "üleştirmek"tir. Yapamayacağı şey de, yine budur. Bu "ikilem" içinde AKP, kaçınılmaz olarak kendi çevresinde oluşmuş olan küçük ve orta sermaye "blok"unun dağılmasını çaresizce izlemek zorundadır. Bu çaresizlik, dünya ekonomik bunalımıyla birlikte daha da büyüyecek ve giderek AKP’nin "acizliği"ni ortaya çıkaracaktır. Bu "acizlik"in ise, "şeriatçı taban"ı daha saldırganlaştıracağı, ellerindeki iktidar olanaklarını tümüyle yitirme kaygısıyla pervasızlaştıracağı kesindir. Kaçınılmaz olarak bu tutum, AKP çevresindeki "blok"un daha hızla dağılmasına ve parçalanmasına yol açacaktır.
Ama bu sondan kaçış yoktur. "Çıkar çatışması" sınıfsaldır ve belli sınıfların belli çıkarları belli ölçülerde uzlaşabilir olsalar da, her durumda çelişki sürekli ve kalıcıdır.