Yaz Sıcağında
Ekonomi
[Tüccarlar Arası Savaş ve Barış]
Hemen herkesin borsayla, faiz oranlarıyla, döviz fiyatlarıyla düşüp-kalktığı bir ülkede ekonomiden söz etmek, ekonominin içinde bulunduğu durumu tahlil etmek neredeyse en sıkıcı konu haline gelmiştir. Bu öylesine bir çelişki oluşturmuştur ki, halkın borsa, faiz ve döviz alanına gösterdiği yoğun ilgiyi görerek ekonomi sayfaları yayınlatan ve buralarda istihdam edilmek üzere birçok ekonomist-akademisyeni işe alan "medya" sahiplerinin, ekonomik konuların insanların canını sıktığını gördükçe, ekonomi yazarları futbol yazılarıyla işlerini sürdürme gayreti içine girmişlerdir. Ekonomi yayınları ise, televizyonların bant yazılarında kendi gerçekliğini bulmuştur.
Ekonomi yazılarının cansıkıcı hale gelmesiyle birlikte Zülfikar Doğan gibileri "gırgır" türü yazılara yönelirken, birkaç "fedakar vatan evladı" ekonomi yazarı, canla-başla ekonominin ne denli ısındığını anlatmayı sürdürmektedir. Ama yaz tatilinin başlamasıyla birlikte, ekonomide hiçbir şey olmayacağı öngörüsüyle tatile çıkan ekonomi yazarları, geri dönüşlerinde "geyik muhabbeti"ni bile aratacak denli sıkıcı eski ekonomi anıları kaleme almaya başlamışlardır. Onlar, borsa, faiz ve döviz dışında hiçbir ekonomik olgu ve konuyla ilgilenmeyenlerin yaz sıcağında ekonomi yazıları okumayacaklarından emin oldukları için, ekonominin çeyreklere göre hareket ettiği düşüncesiyle herşeyi "üçüncü çeyreğe" bırakmayı yeğlemişlerdir.
Ekonomi yazınında işler böyle olunca, üçüncü çeyreğin bir ay öncesinde ekonomiden söz etmek de güçleşmektedir.
IMF ile üç yıllık yeni bir stand-by anlaşmasının imzalanacağı haberleri de böylesi bir yaz sıcağında "medya"da yer almıştır. Özellikle IMF uzmanlarının alelacele çağrılması ve ardından IMF'nin "cari açık sorunu"na dikkatleri çeken raporunun yayınlanması, sıcak yaz günlerinin ekonomi yazarları için bir yaz yağmuru gibi gelmiştir.
Bugün "medya"nın tüm ekonomi yazınında baş konusu, 12 aylık cari işlemler açığının 12 milyar doları aşması olmaktadır.
Merkez Bankası verilerine göre, Ocak-Mayıs 2004 döneminde cari işlemler açığı 8.811 milyon dolar olmuştur. Resmi veriler yayınlanmamış olmakla birlikte, Temmuz ayı itibariyle cari işlemler açığının 12 milyar dolara yaklaştığı tahmin edilmektedir.
Bir ülkenin döviz gelir-giderler hesabını gösteren cari işlemler hesabında verilen her açık, eksi rakam olarak, ülkenin bulması gereken döviz miktarını göstermektedir. 12 milyar dolar düzeyindeki bir cari işlemler açığının, borçlanma yoluyla kapatılması gerekmektedir. Bu ise, iç ve dış borçların yükselmesi ve faiz yükünün artması demektir.
Cari işlemler açığına yol açan temel faktör ise, dış ticaret açığıdır.
Ocak-Haziran 2004 dönemi dış ticaret dengesi şöyle oluşmuştur:
(milyon $)
İhracat 28.589
İthalat 45.433
Dış Ticaret Açığı -16.844
Görüldüğü gibi, Ocak-Haziran döneminde dış ticaret açığı 16 milyar doları geçmiştir. 2003 yılında 22 milyar dolar olan dış ticaret açığının yıl sonu itibariyle 30 milyar doları aşacağı kesin gibidir.
Bu sayıların gösterdiği gerçek ise, ülkemizde kıran kırana bir ticaret savaşı verildiğidir. Yüksek reel faiz politikalarıyla doların değerinin düşük tutulması, ekonomistler tarafından ithalatı artırıcı, ihracatı azaltıcı etki yaptığı söylense de, dış ticaret verileri, her iki kesimin de hummalı bir faaliyet içinde olduğunu göstermektedir.
İthalatta görülen en büyük artış kara, hava ve deniz taşıtları ve eklentileri ithalinde olmuştur. Ocak-Haziran döneminde, bir önceki yıla göre %838 artarak, 4.4991 milyon dolarlık kara taşıtı (otomobil) ithal edilmiştir. Aynı dönemde ihraç edildiği beyan edilen kara taşıtlarının değeri ise, bir önceki yıla göre %53,3 artarak, 3.713 milyon dolar olmuştur.
Bunun dış ticaret açığındaki payı fazla büyük olmasa da, ülkemizdeki re-export ekonominin durumunu göstermesi açısından özel bir yere sahiptir. İthal edilen mallar, re-export yöntemiyle ihraç edilmektedir. Benzer durumlar, neredeyse tüm ihracat kalemlerinde görülmektedir. Büyük patlama yaptığı iddia edilen ihracattaki artışın gerçekliği de bu re-export alanında bulunmaktadır. Çin gibi ülkelerden toptan ithal edilen "ara mallar", basit ambalajlamalarla "tüketim malı" olarak ihraç edilmektedir.
Ülke içi pazarın tümüyle ithal ürünleriyle dolması karşısında iç üretimdeki gerilemeden en büyük zararı "Anadolu kaplanları" görmekle birlikte, MHP-DSP-ANAP koalisyon hükümeti döneminde başlatılan ve AKP döneminde hızlandırılan re-export yöntemiyle kendilerine yeni işalanları bulmuşlardır. Artık onlar birer "ihracatçı sanayici" olmuşlardır. Hiçbir şey üretmeden, basit ambalaj değişikliği ile "katma değer" üreten ve karşılığında ihracatı teşvik primlerinden yararlanan "Anadolu kaplanları," şimdi durumlarından memnun görünmektedirler.
İthalata egemen olan işbirlikçi ticaret burjuvazisinin en büyük hasmı olarak yıllardır din ticareti yapan Anadolu tüccarı, şimdi birer "islami sermaye" grubu haline dönüşmüştür. İç pazar için üretim artık onları ilgilendirmemektedir. Bu da, işbirlikçi ticaret burjuvazisiyle olan çelişkisinin görünüşte yumuşamasını getirmiştir. AKP iktidarı da bu görüntüdeki yumuşamanın iktidarı olarak el üstünde tutulmaktadır.
Bugün ihracat ve ithalat patlamasından tüm ticaret erbapları memnundur. Ortaya çıkan cari açık ise, uluslararası para-sermayenin kısa vadeli yüksek faiz gelirleri için bulunmaz bir ortam yaratmıştır. Artık ithalatçıların "sabetayist" olup olmadıkları da, uluslararası para-sermayenin yahudi sermayesi olup olmamasının da önemi kalmamıştır. Sabetayist avcılığının eski solcuların işi haline gelmesinin arkasında yatan gerçek de, bu karşılıklı memnuniyettir.
Ancak Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı tarafından özel olarak korumaya alınmış "islami sermaye"nin yeni ticaret alanları bulması, aynı zamanda onların gücünü artırmıştır. Bu da, Anadolu tüccar ve esnafı üzerinde yeni bir hegemonik güç ortaya çıkarmıştır. Düne kadar "yahudi sermayesi" olarak ilan edilen tüketim malları sektöründeki hegemonik güç karşısında "islami dayanışma" örnekleri sergileyenler, bugün kendi içlerinden çıkan bu yeni gücün karşısında ne yapacaklarını bilemez hale gelmişlerdir.
Bir dönem Omo'nun bakkalları hiç talep olmayan Persil'i almaya zorlamasına benzer davranışlar, bugün yeni tüccar "islamcı sermaye" tarafından yapılmaktadır. Bu da giderek AKP'de toplaşmış olan "inananlar" arasında huzursuzluğa ve tepkiye yol açmaktadır.
Tüccar savaşlarının diğer yanı ise, tüketici kredileridir.
Tüketici kredilerinde meydana gelen büyük artış, özellikle ithal mallara ve eğlence-dinlence sektörüne olan talebi artırmıştır. "İslamcı sermaye"nin fazlaca etkin olmadığı bu alanlara yönelen tüketici kredileri, küçük esnaf ve tüccarı kredi faizlerini ödeyemez hale getirmektedir. Tüketici kredisi kullananların geleneksel ürünlere yönelik talepte bulunmamaları, aynı zamanda bu küçük esnaf ve tüccarın işlerini yürütemez hale getirmekte, onları iflasa sürüklemektedir.
İşte bu ticari gelişme ortamında enflasyon rakamlarının sürekli düştüğü ilan edilmektedir. İhracatın ve iç pazarın tümüyle ithalata bağımlı hale getirildiği bir dönemde, doların düşük değeri enflasyonu geriletirken, kredi kartlarındaki genişleme tüketimi artırmaktadır. Talepteki artış karşısında ithalat artarken, fiyatlar aynı seviyede kalmaktadır. Tüketicinin eline geçen gelirde belirgin bir artış sözkonusu değilken ortaya çıkan bu talep artışı sadece kredi kartlarıyla sağlanmaktadır. Ancak kredi kartlarının tutarı Merkez Bankası'nın emisyon hacminde hiçbir etkiye sahip olmadığından, "sıkı para politikası" sürdürülüyor gösterilmektedir.
Piyasadaki emisyon miktarına göre ayarlanan fiyat artışları, kredi kartlarıyla sağlanan talep artışı karşısında işe yaramaz hale gelmiştir. Piyasalarda likit para miktarı aynı seviyesini korurken, kredi kartlı satışlar artmaktadır. Güngor Uras'ın sözleriyle, ülke, simidin üç taksitte satıldığı bir ülke haline gelmiştir. Geçen yıl 9,3 katrilyon lira olan kredi kartı borçları, 15,7 katrilyon artarak 25 katrilyon liraya yükselmiştir.
Ekonominin olağan işleyişi içinde tüketicilerin gelirlerindeki reel ya da nominal artışla ortaya çıkan talep artışı, kredi kartlarıyla, yani borçlanma yoluyla meydana gelmektedir. Bunun sonucu olarak, tüketiciler, gelirlerinde (ücret ve maaş olarak) artış olmasından çok, kredi kartlarının limitlerinin bankalar tarafından yükseltilmesiyle ilgilenmektedirler. Bu da ücret ve maaş artış istemlerinin sesinin duyulamaz ölçüde cılız kalmasına yol açmaktadır.
Haziran sonu itibariyle, kredi kartı sahiplerinin 452.513'ü borçlarını ödeyemedikleri için "kara listeye" alınmış olsalar da, toplam içinde %3'lük bir kesimi oluşturmaktadırlar. Dolayısıyla "endişe edilecek" bir durum, sadece bu 452.513 kredi kartı borçlusunun kendisinden başkası için mevcut değildir.
Bugün "islami sermaye" ile "gavur" işbirlikçisi ticaret sermayesi arasında yaşanan "bahar havası", tümüyle emperyalist ülkelerdeki aşırı-üretim bunalımının etkisini sürdürmesinin bir sonucudur. 1980 dünya ekonomik bunalımında olduğu gibi, emperyalist ülkelerdeki aşırı-üretim (mal ve sermayenin aşırı-üretimi) geri-bıraktırılmış ülkelere verilen kredilerdeki artışla eritilmeye çalışılmaktadır. Bu ise, geri-bıraktırılmış ülkelerin borçlarını ödenemeyecek büyüklüğe ulaştırmaktadır.
2003 ve 2004'de görülen büyük ithalat "patlaması", IMF borçlarının "ötelenmesi" ve yeni iç ve dış borçlanma yoluyla finanse edilmiştir.
AKP hükümeti kurulduğunda 127 milyar dolar olan dış borç toplamı 2004'ün ilk üç ayında 146 milyar dolara yükselmiştir. İç borçlar ise, 155 katrilyon liradan 209 katrilyon liraya çıkmıştır. Böylece 2004 yılının üçüncü ayında iç ve dış borç toplamı 286 milyar dolar olmuştur. IMF verilerine göre, 2003 yılındaki GSMH 235 milyar dolar olduğu gözönüne alındığında, ortaya çıkan borç miktarı GSMH'yı çoktan aşmış bulunmaktadır.
İhracat patlaması adı verilen olay ise, emperyalist ülkelerde tüketim malları sektöründe ortaya çıkan maliyet artışının bir ürünüdür. Ancak emperyalist ülkeler, düşük faiz politikalarıyla tüketim malları sektöründe maliyet düşürücü yatırımları teşvik etmektedirler. 1980 dünya ekonomik bunalımında olduğu gibi, bu yatırımlar tamamlandığı oranda geri-bıraktırılmış ülkelerden yapılan ithalat da azalmaktadır. Özellikle doların fiyatının düşük tutulması yoluyla geri-bıraktırılmış ülkelerden yapılan ithalat, gerek işsizliğin sübvansiyonunda, gerekse yeni yatırımların gerçekleşme süresinde meydana gelen üretim düşüşlerinin kapatılmasında bir araç olmaktadır.
80'li yıllarda uygulanan bu politikanın diğer yanı ise, emperyalist ülkelerde verimliliği düşmüş makine ve teçhizatın geri-bıraktırılmış ülkelere satılmasıdır. Bu satış, ilk anda geri-bıraktırılmış ülkelerde sanayi üretiminde artışına yol açsa da, emperyalist ülkelerde maliyetlerin düşürülmesine paralel olarak işlevsiz kalmakta ve hurdaya çıkmaktadır. Geri-bıraktırılmış ülke halklarına düşen ise, bu geçici uygulamanın getirdiği borçların ödenmesi olmaktadır.
Bugün bu uygulama, yani emperyalist ülkelerde tüketim malları sektöründe makine ve teçhizatın yenilenmesi sürecinde geri-bıraktırılmış ülkelerin ihracatının artırılması politikası en yoğun biçimde Çin'de uygulanmaktadır. Çin mallarının dünya pazarlarındaki tartışmasız üstünlüğü böylesine bir konjonktürün sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Emperyalist ülkelerden Çin'e aktarılan eski makine ve teçhizatla sağlanan üretim artışı, dünya pazarlarında tüketim mallarının fiyatlarının düşmesine yol açmakla birlikte, emperyalist ülkelerde yenilenen makine ve teçhizatın devreye girmesiyle sona erecektir.
İşte böylesine bir konjonktürde, Türkiye' deki ithalatçı ve ihracatçı tüccarlar paylarına düşeni almaktadırlar. T. Özal dönemindeki ünlü "ihracata yönelik sanayileşme" döneminin bir benzeri yaşanmaktadır. Sonuç ise, 1994 ve 2001 Şubat krizlerinden başka birşey olmayacaktır.
Bu yaz sıcağında ekonomiyi ısıtan emperyalist ülkelerdeki gelişmeler olmaktadır. Emperyalist ülkelerde faiz oranlarını yükseltme yönündeki eğilimler bu ısınmanın daha da artacağını göstermektedir.