1984 yılında T. Özal'ın başbakanlığı ile birlikte başlayan "köşedönmecilik" anlayışının Türkiye'deki en tipik ifadesi, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'nın (İMKB) 1986 yılında faaliyete geçmiş olmasıdır. Nerdeyse, aynı yıllarda geniş kesimlerin ellerine geçen tüm paraları yatırdıkları "at yarışları" gibi, İstanbul Borsası, yoğun "köşedönme" alanı olarak ortaya çıktı. Hemen hergün, birilerinin borsada "oynayarak" bir günde kaç "milyon" götürdükleri konuşuluyordu. "Tek bir dikili ağacı" olmadığı söylenen Özal ailesi, İstanbul Borsası'nın en önemli reklamcısı ve müşterisi olarak bu dönemde ortaya çıkmıştı.
Bu dönemde İstanbul Borsası, "benim memurum işini bilir" sözleriyle başlayan rüşvet döneminin en önemli aracısı olarak ortaya çıkmış ve hertürlü rüşvet, yolsuzluk, kara para, İstanbul Borsası aracılığıyla aklanılmıştır. Birbiri ardına açılan "döviz büroları", bu aklanan paraların T.L'ndan dolara çevrilmesi işlemlerinin yapıldığı yerler olarak "en çok iş yapan" işyerleri durumuna gelmiştir.
Yıllar önce Engels, borsanın kapitalist sistem içindeki yerini ve rüşvet ile bağlantısını şöyle ortaya koymuştur: "Modern toplumsal koşullarımız içinde gitgide kaçınılmaz bir zorunluluk durumuna gelen, ve proletarya ile burjuvazi arasındaki son kesin savaşın, ancak kendi çerçevesinde sonuna kadar götürülebileceği devlet biçimi olan demokratik cumhuriyet, [bu -ç.] en yüksek devlet biçimi, servet ayrımlarını artık resmen tanımaz. Zenginlik, demokratik cumhuriyette, gücünü, dolaylı, ama o kadar da güvenli bir biçimde gösterir. Bir yandan, Amerika'nın klasik bir örnek sunduğu, memurların düpedüz rüşvet yemesi, öbür yandan, hükümetle borsa arasındaki ittifak biçimi altında; bu ittifak, devlet borçları ne kadar çok artar, ve hisse senetli şirketler, yalnızca ulaştırmayı değil, üretimin kendisini de ellerinde ne kadar çok toplar ve böylece borsada ne kadar merkezi bir durum kazanırlarsa, o kadar kolay gerçekleşir." [1*] Lenin, Engels'in bu saptamasını, Kievski' nin "demokratik cumhuriyet"te, "zenginliğin" egemen olamayacağına ilişkin iddiasını yanıtlarken şöyle yorumlamaktadır: "İşte size, kapitalizmde demokrasinin 'elde edilebilirliği' sorunu üzerinde mükemmel bir ekonomik tahlil örneği. Emperyalizmde, kendi kaderini tayin hakkının 'elde edilebilirliği', o sorunun bir parçasıdır.
Demokratik cumhuriyet, kapitalizmle 'mantıksal olarak' çelişir, çünkü demokratik cumhuriyet, zenginle yoksulu 'resmi olarak' eşitler. Bu, ekonomik sistemle siyasal üstyapı arasında bir çelişkidir. Emperyalizmle cumhuriyet arasında da aynı çelişki vardır. Serbest rekabetten tekelciliğe dönüşümün, siyasal özgürlüklerin gerçekleştirilmesini daha da 'güçleştirmiş olması' gerçeği bu çelişkiyi derinleştirir ve ağırlaştırır.
Öyleyse, kapitalizm demokrasiyle nasıl uzlaşır? Sermayenin mutlak kudretini dolaylı yoldan yürüterek. Bunun iki ekonomik yolu vardır: (1) Doğrudan rüşvet; (2) hükümet ile hisse senetleri borsası arasında ittifak. (Bu bizim tezlerimizde ifade edilmiştir. Burjuva sistemde mali-sermaye 'herhangi bir hükümete ve herhangi bir memura dilediği gibi rüşvet vererek [onları -ç.] satın alabilir!')
Bir kez meta üretimi, burjuvazi ve para gücü egemen olunca, hangi hükümet, hangi demokrasi olursa olsun, (doğrudan ya da hisse senetleri borsası yoluyla) rüşvete 'ulaşılabilir'.
Peki öyleyse, kapitalizm yerini emperyalizme bıraktığı zaman, yani tekelci kapitalizm-öncesi, yerini tekelci kapitalizme bıraktığı zaman, bu açıdan değişen şey nedir, diye sorulabilir?
[Değişen şey -ç.] yalnızca hisse senetleri borsasının gücünün artışıdır. Çünkü mali-sermaye, banka sermayesiyle kaynaşmış olan en yüksek, tekelci düzeydeki sanayi sermayesidir. Büyük bankalar hisse senetleri borsasıyla kaynaşır ve onu içine emer. (Emperyalizm hakkındaki yazın, hisse senetleri borsasının gerileyen rolünden, ancak her dev bankanın bizzat bir hisse senetleri borsası oluşu anlamında gerileyen rolünden sözeder.)
Dahası var. Eğer genel olarak 'servet', rüşvet ve hisse senetleri borsası yoluyla, herhangi bir demokratik cumhuriyet üzerinde egemenliğini tam olarak kurabiliyorsa, o zaman Kievski, çok garip bir 'mantık çelişkisi'ne düşmeksizin, nasıl olur da, emirlerinde milyarlar bulunan tröstlerle bankaların engin servetinin, yabancı, yani siyasal bakımdan bağımsız bir cumhuriyet üzerinde mali-sermayenin egemenliğini 'gerçekleştiremeyeceği' görüşünü sürdürebilir?
Evet? Yabancı bir devlette memurlara rüşvet verilmesi 'gerçekleştirilemez' mi? Yoksa 'hükümet ile hisse senetleri borsası arasındaki ittifak' yalnızca kişinin kendi hükümeti için mi sözkonusudur?" [2*] (abç) Şüphesiz, Engels ve Lenin'in "demokratik cumhuriyet" çerçevesinde kapitalistlerin mutlak egemenliğinin nasıl sürdürüldüğüne ilişkin bu saptamaları, tasfiye süreci içindeki PKK'nin "yeni açılımı"nın tüm dayanaklarını ortadan kaldırdığı için de önemli olmakla birlikte, asıl konumuz, borsanın kapitalist sistem içindeki işlevlerinin bütünselliği olduğu için buna değinmeyeceğiz.
Ülkemiz somutunda Özal döneminin sonuna gelindiğinde, borsa giderek gündemden düşmeye başlamıştır. Bunun temel nedeni, İstanbul Borsası'nın devlet memurlarına verilen rüşvetin bir aracı olarak kullanılması işlevinin sonuna gelinmesidir. 1991 seçimleri sonrasında DYP-SHP hükümetinin kurulmasıyla birlikte İstanbul Borsası, gözle görülür bir biçimde, ülke gündeminin alt sıralarına düşmüştür.
1998 yılında "Asya Krizi"nin patlak vermesiyle birlikte, yeniden tüm dikkatler borsaya ve borsa birleşik endeksine yönelmeye başlamıştır. "Bir gecede çöken" Uzak-Doğu borsalarına ilişkin haberler, hemen hemen tüm "medya"da en geniş biçimde yer alırken, İstanbul Borsası, "tarihinin" en düşük seviyesine gerilemiş ve bir hafta içinde %15 değer kaybederek, endeks ikibinler seviyesine düşmüştür. Ve böylece, geniş halk kitleleri, borsaya ilişkin haberlerin ülke ekonomileriyle olan ilişkisini "keşfetmiştir".
1986 yılında faaliyete geçen İstanbul Borsası endeksi 100 dolarla başlamış ve 1990 yılının yaz aylarında "tarihi zirveyi" yakalayarak, 1.081 dolara kadar yükselmiştir. Bu tarihten itibaren sürekli düşen ve belirli kesimlerin spekülasyonlarıyla sabit bir "bant"ta seyreden İstanbul Borsası, "Asya Krizi"nin patlak vermesiyle birlikte 1999 Ocak ayında 453 dolara kadar gerilemiştir. İstanbul Borsası birleşik endeksi, 18 Nisan seçimleriyle birlikte yeniden "tırmanışa" geçmiş ve "her türlü olumsuz ekonomik gelişmeye rağmen" bu "tırmanışını" sürdürmüştür. 2000 yılına girildiğinde birleşik endeks değeri, 1.619 dolara yükselmiş ve Ocak ayının ilk iki haftasında 2.050 dolar seviyelerine çıkmış ve birleşik endeks 20.000' lere ulaşmıştır. Ve ardından, borsacıların sıkça kullandıkları deyimle, "kâr realizasyonu" ya da "kâr satışları" başlamış ve endeks değeri 1.800 dolara düşmüştür.
Ve işte, bu gelişmeler, borsanın rüşvet dışındaki işlevlerini ülkemiz somutunda görünür hale getirmiştir.
Bugün İstanbul Borsası, geniş halk kitlelerinin ellerindeki her türden birikimlerinin sermayeleştirilmesi işlevini yerine getirmektedir. "Faize yatırılmış paraların", "üretim ve yatırıma yöneltilmesi" demagojisiyle yürütülen bu sermayeleştirme eylemi, borsanın olağan işleyişi içinde geniş bir mülksüzleştirmenin bir yansısı durumundadır.
IMF ile yapılan stand-by anlaşmasıyla birlikte resmiyet kazanan mülksüzleştirme süreci, öncelikle geniş halk kitlelerinin (kendi deyişleriyle "küçük yatırımcıların") ellerindeki her türden tasarrufun para-sermaye haline getirilmesi sürecidir. Bugün İstanbul Borsası'nda meydana gelen "rekorlar", bu sürecin etkin bir biçimde işlediğini göstermektedir.
İlk yapılan, "küçük yatırımcıların" ellerindeki paraların (ki bunlar sermaye değildir) bir biçimde para-sermaye haline getirilmesi için borsaya yönlendirilmesi olmuştur. Faiz oranlarının düşürülmesi, döviz kur artışının iki yıl süreyle sabitlenmesi ve kira artışının sınırlandırılması kararlarıyla, bu alanlarda toplanmış olan "küçük yatırımcılar"ın tasarrufları hızla borsaya yöneltilmiştir. Böylece, borsaya yatırılan her tasarruf, para-sermaye haline dönüşerek, sermayenin yeniden üretimi sürecine dahil edilmiştir. Ancak dünya ekonomik buhranının niteliği ve ülkemizdeki biçimlenişinin para-sermayeye ilişkin oluşu, bu yönlendirme içinde "küçük yatırımcılar"ın dikkatlerinden özenle gizlenmiştir.
Bundan sonraki süreç, kapitalist sistemin kendi içindeki mülksüzleştirmenin gerçek niteliklerinin ortaya çıkması sürecidir.
Bilindiği gibi, son birkaç yıldır süregiden dünya ekonomik buhranı, ekonomik durgunluk çerçevesinde metaların ve sermayenin aşırı üretiminin bir sonucudur. Metaların aşırı üretimi, emperyalizme bağımlı ülkelerin iç pazarlarının bu ülke metalarına açılması uygulamasını getirirken; sermayenin aşırı üretimi, emperyalist-kapitalizmin tarihinin en büyük mülksüzleştirme sürecini başlatmıştır. "... kapitalist üretim tarzı, kendi ayakları üzerinde duracak hale gelir gelmez, emeğin daha geniş ölçüde toplumsallaşması, toprak ile diğer üretim araçlarının toplumsal olarak daha fazla sömürülen ve dolayısıyla ortak üretim araçları olarak geniş ölçüde kullanılan üretim araçları haline dönüştürülmesi ve özel mülk sahiplerinin daha fazla mülksüzleştirilmeleri yeni bir biçim alır. Şimdi mülksüzleştirilecek olan kimse, artık, kendi hesabına çalışan emekçi değil, bir çok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesi ile gerçekleşir. Bir kapitalist, daima birçoklarının başını yer." [3*] (abç) Bugün ülkemizde olduğu gibi, tüm dünyada, kapitalist üretimin yasaları işlemekte ve sermayenin aşırı-üretimi koşullarında, kapitalistler arasında tam bir ölüm-kalım savaşı verilmektedir. Birkaç büyük tekelin, daha az büyüklerini ya da kendini koruyamayan daha büyük tekelleri mülksüzleştirmesi gündemdedir.
Sermayenin aşırı-üretimi, yani dünya çapında para-sermayenin aşırı birikimi ve buna bağlı olarak sermayenin kâr oranlarının sürekli düşüşü karşısında, "Küçük, dağınık sermaye kitleleri, böylece zorla, spekülasyon, kredi sahtekarlıkları, sermaye dolandırıcılığı ve bunalımlarla dolu maceralı bir yola itilmiş" lerdir. [4*] Bu "maceralı yol"un tüm kapitalist tekeller için, ilk ve ortak yanı, ellerinde az ya da çok bir birikime sahip olan halk kitlelerinin birikimlerini şu ya da bu yolla kendi öz sermayesini güçlendirmek amacıyla "para piyasasına" çekilmesidir. İşte borsa, bu işin gerçekleştirilmesi için en elverişli araç durumundadır.
Ülkemiz somutunda IMF ile yapılan stand-by anlaşmasıyla birlikte bütünsel olarak planlanmış olan bu uygulama, bir yandan enflasyonun denetim altına alınması için kitlesel talebin düşürülmesini, diğer yandan birikmiş küçük para birikimlerinin para-sermayeyeye dönüştürülmesi için borsaya yöneltilmesi olarak başlatılmıştır. İki yıl süreyle döviz fiyatları artışının sabitlenmesi, mevduat faiz oranlarının ve repo faizlerinin aşağı düşürülmesi, kaçınılmaz olarak küçük ve orta burjuvazinin uzun yıllardır faizde tuttuğu paralarını borsaya yöneltmiştir. Böylece borsada işlem gören şirket hisseleri, bu yeni ("taze") para ile değer kazanmaya başlamıştır. Şirketlerin hisse senetleri karşılığında vermek durumunda oldukları temettüleri (kâr payları) en fazla %2-2,5 oranındayken, borsada hisselerin değer kazancı %30-40'lara kadar çıkabilmektedir. Kısa vadeli borsa "yatırımı", "oyunun kurallarını bilenler için", birkaç gün değil, birkaç saat içinde %30-40 kâr sağlamak durumundayken, "küçük tasarruf sahipleri" için, yıllık %2-2,5'luk bir temettüyle yetinmek sözkonusudur.
1999 yılı enflasyonunun tüketici fiyatları açısından %68 olduğu, 2000 yılı için enflasyon oranının %20 olarak "hedeflendiği" bir ülkede, "küçük tasarruf sahipleri"nin borsaya yönelerek "küçük yatırımcı" haline getirilmeleriyle meydana gelen kayıpları %100'leri bulmaktadır.
Faiz ve repo gelirleriyle yaşamlarını sürdüren ya da belirli bir yaşam standardını sürdürmeye alışmış olan "rantiye" kesimin büyük bir niceliğini oluşturan "küçük tasarruf sahipleri", 2000 yılı sonu itibariyle %100 mülksüzleştirilmiş olacaklardır. Bunun parasal büyüklüğü, borsanın işlem hacmiyle azçok hesaplanabilir.
1997 yılında günlük ortalama 231 milyon dolar olan İstanbul Borsası'nın işlem hacmi, 1998 yılında 284 milyon dolara yükselmiş ve 1999 yılında 282 milyon dolarda kalmışken, Ocak 2000'de ortalama 1 milyar dolarlık günlük işlem hacmine ulaşmış ve 18 Ocak günü işlem hacmi 2 milyar 250 milyon dolar olmuştur. (Bundan önceki en yüksek işlem hacmi 1 milyar 256 milyon dolarla 2 Ağustos 1990 yılında gerçekleşmiştir.)
"Asya Krizi" başladığında İstanbul Borsası'nda işlem gören şirketlerin toplam piyasa değerleri 62 milyar dolardan 31 milyar dolara inmiştir. (1999 Ocak ayı değeri.) Eylül 1999 tarihi itibariyle şirketlerin piyasa değeri 55 milyar dolara çıkmıştır. 2000 yılında borsaya gelen yeni "paralar"la birlikte şirketlerin değerinin 100 milyar dolar seviyelerine çıkması sözkonusudur. Bu, aynı şirketlerin yıllık temettü oranlarının %2-2,5'larda seyrettiği ve GSMH'nın büyüme oranının 1999'da -2 (eksi 2) olduğu ve 2000 yılı için %1-2 oranının planlandığı bir ülkede, şirketlerin değerlerindeki bu artış fiktiftir.
Tüm bu temel veriler, IMF'yle yapılan stand-by anlaşması sonrasında halk kitlelerinin elindeki tasarrufların 30-40 milyar dolar tutarındaki kesiminin kriz içindeki şirketlere borsa yoluyla aktarılmaya çalışıldığını göstermektedir.
Dünya ekonomik buhranının şiddetle yansıdığı ülkemizde, şirketlerin yapay olarak değerlenmesi, işletme sermayelerinin güçlendirilmesi anlamına gelmektedir. Ve asıl öykü bundan sonra başlamaktadır.
Burada söz konusu olan, dünya çapında para-sermayenin aşırı birikimi, dolayısıyla kâr oranlarının düşmesidir. Bu durumda, sermayeler arasında bir savaş başlar. Bu savaş, bir kısım sermayenin atıl kalmasıyla, ya da düpedüz iflas yoluyla ortadan kalkmasıyla, kâr oranlarının yeniden yükseleceği döneme kadar devam eder. "Gerçekte bu, sermayenin bir kısmının tamamen ya da kısmen atıl kalması (çünkü, bu sermayenin kendi değerini genişletmeden önce, bir kısım faal sermayeyi bir yana itmesi zorunludur) ve öteki kısmının, hiç kullanılmayan ya da kısmen kullanılan sermayenin baskısı yüzünden daha düşük kâr oranında değerler üretmesi biçiminde görülebilir...
Eski sermayenin bir kısmı, her türlü koşul altında kullanılmadan kalmak zorundadır; sermaye olarak faaliyet gösterdiği ve bu yönüyle değer ürettiği sürece, kendine özgü sermaye niteliğine son verir. Sermayenin hangi kısmının özellikle etkileneceğini rekabet savaşımı belirleyecektir. İşler yolunda gittiği sürece, rekabet, genel kâr oranının eşitlenmesi halinde gördüğümüz gibi, kapitalist sınıf arasında bir kardeşlik havası estirir ve böylece her biri ortak yağmadan kendi yatırımı oranında pay alır. Ama sorun, kârın değil zararın paylaşılması halini alır almaz, herkes kendi payına düşen zararı en aza indirme ve bunu bir başkasının sırtına yükleme çabasına düşer. Kapitalist sınıf için, kayba uğramak kaçınılmazdır. Her kapitalistin, bu zararın ne kadarını yüklenmek zorunda kalacağı, yani bunu ne ölçüde paylaşmak durumunda kalacağı, göstereceği güce ve kurnazlığa bağlıdır ve o zaman rekabet, düşman kardeşler arasında bir savaşa dönüşür. Her bireysel kapitalistin çıkarları ile bütünüyle kapitalist sınıfın çıkarları arasındaki uzlaşmazlık, tıpkı daha önce, aralarındaki çıkar özdeşliğinin pratikte rekabet yoluyla ortaya çıkması gibi, suyüzüne çıkar." [5*] (abç) Böylece, "sermaye piyasası"nda şirket birleşmeleri, şirket satın almalar ve iflaslar birbirini izleyecektir. Ta ki, bir kısım sermayeler ortadan çekilene kadar ya da düpedüz ortadan yokolana kadar. Tıpkı 1980 sonrasında banker olaylarının başlamasıyla ortaya çıkan büyük iflaslar gibi.
İşte menkul kıymetler borsası, para-sermayenin değişik kaynaklardan toplanan paralarla desteklendiği, büyütüldüğü, dolayısıyla kapitalistler arasındaki mülksüzleştirmede daha büyük bir nüfusun birikmiş paralarının mülksüzleştirildiği bir alan olmaktadır. Normal zamanlarda kapitalistler için "ucuz kredi" aracı olan, diğer yandan devlet görevlilerine rüşvet vermenin "yasal" bir aracı olarak işlev gören menkul kıymetler borsası, ekonomik buhran dönemlerinde "küçük yatırımcıların" nicel olarak ağırlıkta olduğu büyük bir kesimin mülksüzleştirilmesinin bir aracı olarak işlev görür. Bugün IMF ile yapılan stand-by anlaşmasıyla, 1986 yılında kısa yoldan para kazanmanın bir aracı olarak ülkemiz gündemine giren İstanbul Borsası, 1990'a kadar pekçok kişinin hayallerinin yıkıldığı bir "at yarışı" olduğu görüldükten sonra, faize, repoya, "yüksek kâr payı" veren tefecilere yönelen küçük tasarrufların yeni bir "cazibe merkezi" haline getirilmiştir. Kısa vadeli birkaç küçük "getiri" dışında, orta ve uzun vadede, eldeki tüm birikimi, 1980'lerin bankerleri gibi bir çırpıda yokedecek olan borsanın en büyük ayrıcalığı ise, burada para yitirenlerin hiçbir yasal güvencelerinin olmamasıdır. Ocak ayında "rekor zirve" yapan İstanbul Borsası'nda işlem gören hisselerin şirketler bazındaki incelemesi de, bu sonun fazla uzak olmadığını göstermektedir.
Bu son kaçınılmazdır. Çünkü,
24 Ocak 1980 yılında S. Demirel'in başbakanlığında kurulmuş olan azınlık AP hükümetiyle uygulamaya konulan ve 12 Eylül askeri darbesiyle tüm boyutlarıyla uygulanan "ekonomik istikrar paketi"yle başlayan süreçte, işçi, köylü ve kent küçük-burjuvazisinin reel gelirlerindeki sürekli düşüş koşullarında topluma benimsetilen "köşedönmecilik" zihniyeti (pragmatizm), her türlü olumsuz ekonomik, sosyal, siyasal gelişme karşısında bireysel çıkış yolunu arayan bireylerin oluşmasına hizmet etmiştir.
"İşini bilen memur" rüşvet yoluyla, kendisiyle aynı koşullarda yaşayan ve gelirleri sürekli azalan kesimlerin sırtından kendi bireysel yaşamı için "avantajlar" elde ederken; bir başka "işbilenler" ise, siyasal parti ilişkileri içinde yolsuzluklarla kendini kurtarmaya çalışmıştır. Bu ve benzeri birçok somut olguda açıkça gözlenen "yeni kavrayış", "eski solcuların üstün gayretleri" ile kent küçük-burjuvazisi içinde kalıcı hale gelmiş ve bu küçük-burjuva zihniyeti toplumun her kesimine yayılmıştır. Bunun sonucu ise, faiz, repo, döviz vb. yollarla ellerindeki paraları günlük, haftalık ya da aylık olarak "değerlendiren", böylece kendini enflasyona "ezdirtmeyen" "işbilen", "akıllı", "kafası çalışan" küçük-burjuva bireylerin sayısal artışı olmuştur.
Bu bireyler, kendi bireysel "kurtuluş" yolunu bulduklarını sandıklarından, her türlü toplumsal mücadeleye karşı olmuşlar ve bu mücadelenin "çağdışı" olduğunun propagandasını yapmışlardır. Kapitalizmin "nimetleri"nden nasıl yararlandıklarını öve öve bitiremeyen bu kesimler ve onların dünya görüşü, ülkemizde yıllardır süren depolitizasyon sürecinin de temel dayanağı olmuşlardır.
Ama kapitalizmin kendi yasaları işlemeye devam etmiştir. Kent küçük-burjuvazisinin gerçek gelirlerinin dışından elde ettikleri "kazançlar"la sürdürdükleri yaşam koşulları, emperyalist ekonomilerin buhranıyla birlikte sona ermiştir. Ancak yıllardır sürdürdükleri yaşam alışkanlıkları, dünya kavrayışları, bireycilikleri, onların bu gerçeği görmesini ve bilincine varmasını engellemiştir. Şimdi o çok sevdikleri ve içinde "mutlu" oldukları kapitalizmin yasaları, görmedikleri ve görmek istemedikleri gerçekleri, onları mülksüzleştirerek göstermek durumundadır. Sınıf olarak, her zaman mülksüzleşerek proleterleşmekten korkan küçük-burjuvazi, yeni "milenyum"un "gözkamaştırıcı havayi fişek gösterileri" altında son dansını yapmaya çalışmaktadır. Bu dansın salonu İstanbul Borsası ve sloganı "borsa kazandırıyoooor" olmaktadır. Böylece 1982 banker olaylarından sonra, ülkemiz tarihinin en kapsamlı mülksüzleşme dalgası, mülksüzleştirilecek olan küçük-burjuvazinin, emperyalizmin "globalizm"inin ve oligarşik yönetimin tezahürat korosu olarak yer aldığı bir törenle başlamıştır.
Onlar, proletaryanın yanında ve onun bir müttefiki olarak kendilerinin gerçek kurtuluşu için mücadele etmekten uzaklaşarak, emperyalizmin ve oligarşik yönetimin tezahürat korosu haline gelişleriyle, bu mülksüzleşmeyi peşinen kabul etmişlerdir. Onlar, artık "yükselen değer" değil, "düşenler"dir. Onların deyişiyle, "düşenin dostu olmaz"!
Onların gerçek ve kalıcı tek "dostu"nun proletaryadan başkası olmadığını ve proletarya ideolojisinden başka hiçbir ideolojinin kendilerini kurtaramayacağını, kendi yaşam deneyimleriyle öğrenme zamanı gelmiştir.
Dipnotlar
[1*] F. Engels: Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s: 401 [2*] Lenin: Emperyalist Ekonomizm, s: 53-54 [3*] Marks: Kapital, Cilt: I, s: 782 [4*] Marks: Kapital, Cilt: III, s: 265 [5*] Marks: Kapital, Cilt: III, s: 265-266