”Bugün İstanbul Borsası, geniş halk kitlelerinin ellerindeki her türden birikimlerinin sermayeleştirilmesi işlevini yerine getirmektedir. ”Faize yatırılmış paraların”, ”üretim ve yatırıma yöneltilmesi” demagojisiyle yürütülen bu sermayeleştirme eylemi, borsanın olağan işleyişi içinde geniş bir
mülksüzleştirmenin yansısı durumundadır.
IMF ile yapılan stand-by anlaşmasıyla birlikte resmiyet kazanan mülksüzleştirme süreci, öncelikle geniş halk kitlelerinin (kendi deyişleriyle ”küçük yatırımcıların”) ellerindeki her türden tasarrufun para-sermaye haline getirilmesi sürecidir. Bugün İstanbul Borsası'nda meydana gelen ”rekorlar”, bu sürecin etkin bir biçimde işlediğini göstermektedir.
İlk yapılan, ”küçük yatırımcıların” ellerindeki paraların (ki bunlar sermaye değildir) bir biçimde para-sermaye haline getirilmesi için borsaya yönlendirilmesi olmuştur. Faiz oranlarının düşürülmesi, döviz kur artışının iki yıl süreyle sabitlenmesi ve kira artışının sınırlandırılması kararlarıyla, bu alanlarda toplanmış olan ”küçük yatırımcılar”ın tasarrufları hızla borsaya yöneltilmiştir. Böylece, borsaya yatırılan her tasarruf, para-sermaye haline dönüşerek, sermayenin yeniden üretimi sürecine dahil edilmiştir. Ancak dünya ekonomik buhranının niteliği ve ülkemizdeki biçimlenişinin para-sermayeye ilişkin oluşu, bu yönlendirme içinde ”küçük yatırımcılar”ın dikkatlerinden özenle gizlenmiştir.
Bundan sonraki süreç, kapitalist sistemin kendi içindeki mülksüzleştirmenin gerçek niteliklerinin ortaya çıkması sürecidir...
Böylece, ”sermaye piyasası”nda şirket birleşmeleri, şirket satın almalar ve iflaslar birbirini izleyecektir. Ta ki, bir kısım sermayeler ortadan çekilene kadar ya da düpedüz ortadan yok olana kadar. Tıpkı 1980 sonrasında banker olaylarının başlamasıyla ortaya çıkan büyük iflaslar gibi.
İşte menkul kıymetler borsası, para-sermayenin değişik kaynaklardan toplanan paralarla desteklendiği, büyütüldüğü, dolayısıyla kapitalistler arasındaki mülksüzleştirmede daha büyük bir nüfusun birikmiş paralarının mülksüzleştirildiği bir alan olmaktadır. Normal zamanlarda kapitalistler için ”ucuz kredi” aracı olan, diğer yandan devlet görevlilerine rüşvet vermenin ”yasal” bir aracı olarak işlev gören menkul kıymetler borsası, ekonomik buhran dönemlerinde ”küçük yatırımcıların” nicel olarak ağırlıkta olduğu büyük bir kesimin mülksüzleştirilmesinin bir aracı olarak işlev görür. Bugün IMF ile yapılan stand-by anlaşmasıyla, 1986 yılında kısa yoldan para kazanmanın bir aracı olarak ülkemiz gündemine giren İstanbul Borsası, 1990'a kadar pekçok kişinin hayallerinin yıkıldığı bir ”at yarışı” olduğu görüldükten sonra, faize, repoya, ”yüksek kâr payı” veren tefecilere yönelen küçük tasarrufların yeni bir ”cazibe merkezi” haline getirilmiştir. Kısa vadeli birkaç küçük ”getiri” dışında, orta ve uzun vadede, eldeki tüm birikimi, 1980'lerin bankerleri gibi bir çırpıda yok edecek olan borsanın en büyük ayrıcalığı ise, burada para yitirenlerin hiçbir yasal güvencelerinin olmamasıdır. Ocak ayında ”rekor zirve” yapan İstanbul Borsası'nda işlem gören hisselerin şirketler bazındaki incelemesi de, bu sonun fazla uzak olmadığını göstermektedir.
Bu son kaçınılmazdır. Çünkü,
24 Ocak 1980 yılında S. Demirel'in başbakanlığında kurulmuş olan azınlık AP hükümetiyle uygulamaya konulan ve 12 Eylül askeri darbesiyle tüm boyutlarıyla uygulanan ”ekonomik istikrar paketi”yle başlayan süreçte, işçi, köylü ve kent küçük-burjuvazisinin reel gelirlerindeki sürekli düşüş koşullarında topluma benimsetilen ”köşedönmecilik” zihniyeti (pragmatizm), her türlü olumsuz ekonomik, sosyal, siyasal gelişme karşısında bireysel çıkış yolunu arayan bireylerin oluşmasına hizmet etmiştir.
”İşini bilen memur” rüşvet yoluyla, kendisiyle aynı koşullarda yaşayan ve gelirleri sürekli azalan kesimlerin sırtından kendi bireysel yaşamı için ”avantajlar” elde ederken; bir başka ”işbilen” ise, siyasal parti ilişkileri içinde yolsuzluklarla kendini kurtarmaya çalışmıştır. Bu ve benzeri birçok somut olguda açıkça gözlenen ”yeni kavrayış”, ”eski solcuların üstün gayretleri” ile kent küçük-burjuvazisi içinde kalıcı hale gelmiş ve bu küçük-burjuva zihniyeti toplumun her kesimine yayılmıştır. Bunun sonucu ise, faiz, repo, döviz vb. yollarla ellerindeki paraları günlük, haftalık ya da aylık olarak ”değerlendiren”, böylece kendini enflasyona ”ezdirtmeyen” ”işbilen”, ”akıllı”, ”kafası çalışan” küçük-burjuva bireylerin sayısal artışı olmuştur.
Bu bireyler, kendi bireysel ”kurtuluş” yolunu bulduklarını sandıklarından, her türlü toplumsal mücadeleye karşı olmuşlar ve bu mücadelenin ”çağdışı” olduğunun propagandasını yapmışlardır. Kapitalizmin ”nimetleri”nden nasıl yararlandıklarını öve öve bitiremeyen bu kesimler ve onların dünya görüşü, ülkemizde yıllardır süren depolitizasyon sürecinin de temel dayanağı olmuşlardır.
Ama kapitalizmin kendi yasaları işlemeye devam etmiştir. Kent küçük-burjuvazisinin gerçek gelirlerinin dışından elde ettikleri ”kazançlar”la sürdürdükleri yaşam koşulları, emperyalist ekonomilerin buhranıyla birlikte sona ermiştir. Ancak yıllardır sürdürdükleri yaşam alışkanlıkları, dünya kavrayışları, bireycilikleri, onların bu gerçeği görmesini ve bilincine varmasını engellemiştir. Şimdi o çok sevdikleri ve içinde ”mutlu” oldukları kapitalizmin yasaları, görmedikleri ve görmek istemedikleri gerçekleri, onları mülksüzleştirerek göstermek durumundadır.
Sınıf olarak, her zaman mülksüzleşerek
proleterleşmekten korkan küçük-burjuvazi, yeni ”milenyum”un ”gözkamaştırıcı havayi fişek gösterileri” altında son dansını yapmaya çalışmaktadır. Bu dansın salonu İstanbul Borsası ve sloganı ”borsa kazandırıyoooor” olmaktadır. Böylece 1982 banker olaylarından sonra,
ülkemiz tarihinin en kapsamlı mülksüzleşme dalgası, mülksüzleştirilecek olan küçük-burjuvazinin, emperyalizmin ”globalizm”inin ve oligarşik yönetimin tezahürat korosu olarak yer aldığı bir törenle başlamıştır.
Onlar, proletaryanın yanında ve onun bir müttefiki olarak kendilerinin gerçek kurtuluşu için mücadele etmekten uzaklaşarak, emperyalizmin ve oligarşik yönetimin tezahürat korosu haline gelişleriyle, bu mülksüzleşmeyi peşinen kabul etmişlerdir. Onlar, artık ”yükselen değer” değil, ”düşenler”dir. Onların deyişiyle, ”düşenin dostu olmaz”!
Onların gerçek ve kalıcı tek ”dostu”nun proletaryadan başkası olmadığını ve proletarya ideolojisinden başka hiçbir ideolojinin kendilerini kurtaramayacağını, kendi yaşam deneyimleriyle öğrenme zamanı gelmiştir.”
[
Kurtuluş Cephesi,
Menkul Kıymetler Borsası "Kazandırıyooor"!, Sayı: 53, Ocak-Şubat 2000]
Aralık 1999'da IMF ile yapılan stand-by anlaşmasıyla birlikte ülkemiz tarihinin en kapsamlı mülksüzleşme ve yoksullaştırma ”operasyonu” başlatılırken, ”üç yıllık istikrar programı” hazırlanmıştır. Programın üç yıllık bir zaman dilimine bölünmesi, doğrudan mülksüzleştirilecek olanların birden ve eşzamanlı olarak mülksüzleştirilmelerinin istenmemesinden kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle,
eşzamanlı bir mülksüzleştirme operasyonu, burjuva ekonomistlerin deyimiyle söylersek, ”şok kararlar” alınmasını zorunlu kılar ve bu, nüfusun büyük bir bölümü etkiler. Doğal olarak, böylesine birden ve eşzamanlı bir mülksüzleştirme operasyonu, geniş bir
kitlenin karşı tepkisini eşzamanlı olarak ortaya çıkarmak durumundadır. İşte bu nedenden dolayı, son ”istikrar tedbirleri” üç yıla yayılmış olarak, bunlardan etkilenecek nüfusun birbirinden ayrı ve değişik zamanlarda mülksüzleştirilmesini ve yoksullaştırılmasını hedeflemektedir. Böylece, her ”kesim”, uygulamadan etkilendiği dönemlerde diğer kesimlerden ayrılmış ve yalıtılmış hale getirilmektedir. Günlük yaşamaya ve günlük düşünmeye alıştırılmış kitleler, kaçınılmaz olarak, ”istikrar tedbirleri”nin bir gün kendisini de kapsayacağını düşünmeden olayların sıradan bir
izleyicisi haline gelmiştir.
”Globalizm” propagandasının kitleleri alabildiğine etkisi altına aldığı bir ortamda, hemen herkes ”globalleşme”den kendilerine düşecek olan ”pay”ın beklentisine sokulmuşlardır. Marmara depremi sonrasında yapılan ”yardımlar”dan kendi hisselerine düşeceği varsayılan 6 milyarın hesaplarının bile yapıldığı bir dönemde, ”globalizm” propagandasının ideolojik içeriği yanında, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sonuçları hakkında söylenen her söz, ülkenin ”gelişmesine karşı çıkan” ”fesat yuvalarının” işi olarak görülmüştür. Daha ötesi, bu ”fesatçılar” salt ülkenin ”gelişmesine karşı” olmakla kalmamakta, aynı zamanda
bireylerin daha ”iyi” yaşamalarına da karşı çıkmaktadırlar! Ve onlar, ”globalizm”e karşı çıkarak, ”bizleri” ”yerelleşmeye” itelemektedirler!
”Köşe dönmeciliğin” kitlesel bir kavrayış haline gelmesiyle birlikte, hemen herkes ”birey” olmakla ”bireyci olmak' arasındaki sınırları ortadan kaldırmış ve kendi bireysel çıkarının ”koruyucu ve kollayıcısı” haline gelmiştir. Böylece ”bireysel çıkar”, toplumsal ya da kamu çıkarlarından öte ve karşıt bir şey olarak kavranılmış ve birey, ülkenin genel ekonomik yapısından çok, bu olumlu ya da olumsuz ekonomik yapı içinde
kendi çıkarını nasıl gerçekleştireceğinin ve kendisine nasıl ”avantajlar” sağlayabileceğinin peşine düşürülmüştür. Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH), dış ödemeler dengesi, dış ticaret dengesi, dış borç stoku vb. ekonomik kavramlar ve bunların ifade ettiği olgular hiçe sayılırken, ”bireysel çıkar”ın (gelirin) GSMH'dan kendilerine düşecek pay olduğunu bile önemsememişlerdir. Herşey repo, faiz, bono, borsa değerleri etrafında dönmeye başlamıştır.
İşte böylesi bir ”bireycilik” ortamında IMF ile yapılan stand-by anlaşmasına gelinmiş ve anlaşmanın içerdiği
mülksüzleştirme ve
yoksullaştırma uygulamaları başlatılmıştır. Ancak herşeye repo, faiz, bono ve borsa değerleri ile bakıldığından, mülksüzleştirilecek olanlar, Avrupa Birliği'ne ”aday ülke” ilan edilmesiyle geleceği ”müjdelenen” 7 milyar dolar ile IMF' yle yapılan anlaşma sonucunda geleceği ”müjdelenen” 6 milyar dolardan kendilerine düşecek payın beklentisine sokulmuştur.
Ve herkesin yaşadığı ve bildiği gibi, yapay olarak faizler aşağıya çekilmiş ve faiz geliriyle elde edilen yaşam standardı sona ermiştir. Faize yatırılmış paralar, ”medya”nın olağanüstü propagandasıyla hızla
İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'na yöneltilmiştir.
Tarihler 18 Ocak 2000'i gösterirken, yani IMF ile yapılan stand-by anlaşmasının yürürlüğe girdiği 23 Aralık 1999'dan tam 26 gün sonra, İMKB Birleşik Endeksi 9.000'lerden 19.577 seviyesine yükselmiştir. Borsacıların çok sevdiği deyişle, birleşik endeks 3,6 cente yükselmiştir.
[1*]
Ocak 2000'de borsanın işlem hacmi 14 katrilyon, yani 26 milyar dolar olmuştur.
Nisan 2000'e gelindiğinde borsanın dört aylık işlem hacmi 48,5 katrilyona (86 milyar dolar) yükselmiştir. Kasım 2000'de ise 10 aylık işlem hacmi 96 katrilyon (160 milyar dolar) olmuştur.
İstanbul Borsası'nın ”düşüş trendi”ne girdiği
24 Kasım 2000 tarihi itibariyle İMKB Birleşik Endeksi 10.808 seviyesine inmiştir. Borsacıların o çok sevdikleri deyişle, birleşik endeks değeri 1,5 cente düşmüştür. Dolar olarak %58,4 değer yitirmiştir. Reel olarak hesaplandığında, yani enflasyon oranı hesaba katıldığında borsa ”yatırımcısı”nın yıllık kaybı %100 olmaktadır.
Kasım ayının son gününe girildiğinde İMKB-100 endeksi 8.747'ye düşmüştür. Borsacı deyişiyle birleşik endeks değeri 1,2 cente düşmüştür. Dolar bazında birleşik endeks yıl içinde %66,6 değer kaybetmiştir. Böylece reel değer kaybı %110'lara ulaşmıştır. Aralık ayının ”ilk işlem günü”nde İMKB-100 endeksi 7.977 olmuş (1 cent), kayıp oranı %76'ya çıkmıştır. ”Küçük yatırımcı”nın reel kaybı %120'lere yükselmiştir.
Bunun ekonomik anlamı, faiz gelirleriyle geçinen ve faizlerin düşmesiyle paralarını borsaya yatıran kesimlerin
alım gücünün, bir yıl öncesine göre
yarı yarıya azaldığıdır. Bu da yaklaşık olarak 50-60 milyar dolarlık bir
talep daralması anlamına gelmektedir.
Böylece ”istikrar tedbirleri”nin en önemli halkasını oluşturan ”talebin düşürülmesi” hedefi, ücret ve maaşların bir yıl öncesine göre (reel olarak) %65 azaltılmasıyla başlamış, buğday taban fiyatının aynı oranda düşük verilmesiyle devam etmiş ve borsa aracılığıyla mülk sahibi kent küçük-burjuvazisinin mülksüzleştirilmesine ulaşılmıştır. Ama bütün bu mülksüzleştirme ve yoksullaştırma (kendi deyişleriyle ”talep daraltılması”) yeterli değildir. Sıra kent küçük-burjuvazisinin diğer kesimlerine gelmiştir. Bunun adı da, ”
hayat standardı vergisi” olmuştur.
Yapılanlar, burjuva ekonomi-politiği açısından çok sıradandır. Burjuva ekonomistlerine göre, ülkedeki enflasyonun nedeni, devlet ”destekleri”, ”kamu kuruluşları”, döviz fiyatının artışı ve talebin yüksekliğidir. Onlara göre, enflasyonun ”aşağıya çekilebilmesi” için, devlet ”subvansiyonları”nın kaldırılması, ”kamu kuruluşları”nın ”özelleştirilmesi” ve döviz fiyatlarının iki yıl süreyle ”sabit” tutulmasına paralel olarak
talebin daraltılması gerekmektedir.
Arz-talep yasasına göre, talepte meydana gelen düşme, fiyatların düşmesine neden olacaktır. Dolayısıyla talebin daraltılması, yani kitlelerin alım gücünün azaltılması fiyatların düşmesine neden olarak enflasyonun azalmasını getirecektir.
Öte yandan, otuz yıla yakın bir süredir ülkemizin bir ”gerçeği” olarak varlığını sürdüregelen enflasyonun neden düşürülmek istendiği de belirsizdir.
Halk kitlelerinin içine sokuldukları beklenti, enflasyonun düşmesiyle kendi yaşam düzeylerinin yükseleceğidir. Bir başka deyişle, enflasyon, bireylerin yıllık olarak belirli oranlarda da olsa artan gelirlerini ”sıfırlamakta”dır. Dolayısıyla, enflasyonun aşağıya çekilmesiyle, bireylerin artan gelirleri, onların artan tüketim olanağı anlamına gelecektir.
Oysa ki, ülkemizde uygulanan
”istikrar tedbirleri”nin amacı enflasyonu azaltmak değildir. Amaç, emperyalist tekeller adına, ülkenin
dış borçlarının ödenmesini güvenceye almaktır. Bunun tek yolu ise, ülke içinde üretilen tüm değerlerin, ülke içinde tüketilmeksizin satılmasının sağlanmasıdır. Bu yüzden, anti-enflasyonist politikanın temel amacı, kitlelerin tüketim gücünün azaltılması, yani talebin daraltılmasıdır. Bu talep daraltılması, kitlelerin alım gücünün düşürülmesi demek olduğundan, aynı zamanda
emek-gücünün değerinin düşmesi demektir.
Ama yine de herkes sevinebilir! ”Enflasyonumuz” aşağıya inmekte, ”devletimiz”in ”faiz dışı gelirleri” artmaktadır! Fakat ne olduysa olmuş, Kasım 2000'in son haftasına girilirken birden repo faizleri %250'ye ve bono faizleri %50'ye yükselmiş ve bir kısım bankalar tüketici kredilerinin faiz oranlarını yükseltmeye başlamışlardır.
Borsada ne kadar kazanacaklarının hesabına dalarak, Aralık 1999 sonunda sekiz bankaya el konulduğunda, bunun ”hazineye” getireceği ”yükü” ve bu ”yükün” nasıl karşılanacağını hesaplamayanlar, Kasım 2000'e gelindiğinde Bank Kapital ile Etibank'ın ”Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu”na devredilmesiyle birlikte ”yükün” 10 milyar dolar olduğundan sözetmeye başlamışlardır.
”Özelleştirme”nin ”globalleşmenin” bir gereği olduğunun propagandasını yapanlar, Hazine'ye devredilen on bankanın son beş yıl içinde ”özelleştirildiğini” ve bu ”özelleştirme” için nasıl propaganda yaptıklarını unutmuşcasına, şimdi 10 milyar doların ”hesabı” peşinde koşmaktadırlar.
Ekonomi diliyle söylersek, ”Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'”na devredilen bankalar, sözcüğün hukuki anlamıyla
iflas etmişlerdir. Doğal olarak iflas eden her ticari kuruluş gibi tasfiye edilmek durumundadır. Ancak banka mevduatlarının ”devlet garantisi” altında olması nedeniyle, bu bankaların iflas işlemleri doğrudan
devlet tarafından yerine getirilmektedir. Yapılan işlemler iflas etmiş herhangi bir ticari şirket gibi, bu bankalar da, borç ve alacaklarından menkul ve gayri-menkullerine kadar tüm hesaplarının çıkartılması, alacakların tahsili, borçların ödenmesi, satılabilir mülklerin satışı vb. işleme tabidirler. Ve tüm iflas işlemlerinde olduğu gibi, alacaklıların, alacaklarına karşılık olarak bankaların değişik varlıklarına haciz koydurtmaları olağan işlemler durumundadır. Aynı biçimde, bu işlemlerde yapılmış yolsuzluklar, sahtekarlıklar vb. ortaya çıktığında, bunlara ilişkin olarak da ”yasal işlem” yapılmak durumundadır.
Bugün ”banka hortumlamak” diye ”medya”nın isimlendirdiği olay, herkesin bildiği ve bileceği
iflas olayından başka birşey değildir. Dolayısıyla, ”temiz toplum” vb. yaklaşımlarla hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. ”Medya” nın ”banka hortumlamak” diye adlandırdıkları ise, iflas etmiş bir şirketin sahiplerinin, iflas ilanından önce ”kurtarabileceğini kurtarması”ndan öte değildir. Ülkemizde her yıl binlerce şirket kurulmakta, işyerleri açılmakta ve aynı sayıda şirket ve işyeri iflas etmektedir. Ve her iflas olayında görüldüğü gibi, şirket ya da işyeri sahipleri, gayrı-menkullerini iflastan kısa bir süre önce ”bir başkasına” (genellikle akrabalarına) satılmış gösterirler ve bankalardaki paralarını çekerler. Bazı işyeri sahiplerinin, haciz gelmeden birkaç saat öncesinde işyerindeki eşyaları (mobilyalar da dahil) kamyonlarla taşıdıklarını hemen herkes bilmektedir. Küçük şirketlerin ve işyerlerinin alacaklılarının çok iyi bildiği gibi, iflas öncesinde yapılan bu işler, ”yasal olarak” ispatlanabildiği oranda, mahkemelik olmaktadır. İşte ”banka hortumlayanlar”ın yaptıkları da bundan başka birşey değildir.
Olayın ekonomik yanı ise, işçilerden köylülere ve kent küçük-burjuvazisine kadar tüm halk kesimlerinin ”istikrar tedbirleri” çerçevesinde yoksullaştırılmaları ve mülksüzleştirilmelerinin bir sonucu olmasıdır. Bu olgu, piyasadan büyük miktarlarda paranın çekilmesini, bir başka deyişle el değiştirmesini sağlamaktadır. Ancak ekonomik buhran dönemlerinde (ki ülkemizde bu yıllardır süregelmektedir), paranın eldeğiştirmesi tek başına yeterli değildir. Eldeğiştiren paranın, para-sermaye haline dönüşmemesi ve mevcut para-sermayenin bir kısmının
değer yitirmesi gerekmektedir. Ve her ekonomik buhran döneminde olduğu gibi, buhranın ilk etkileri ve yıkıcı sonuçları tüketim malları sektöründe ortaya çıkar. Tüketim malları sektöründe para-sermayenin devir hızı üretim malları sektörüne göre daha yüksek olduğundan, sonuçtan bu sektörle iş yapan para-sermaye kuruluşları, yani bankalar büyük ölçüde etkilenirler. Talep daralmasının en hızlı etkilediği tüketim malları sektörü olduğundan, halk kitlelerinin alım gücünün düşürülmesine yönelik her önlem, öncelikle onları ve onların iş yaptığı bankaları etkileyecektir. 2000 yılına ilişkin 9 aylık şirket bilançoları incelendiğinde, bu sektörün ”istikrar tedbirleri”nin talep daraltılmasına yönelik uygulamalarından birincil dereceden etkilendiği hemen görülecektir.
”Globalizmin vurguncuları”ndan
Türkcell' e bakıldığında halk kitlelerinin alım gücündeki düşüşün nasıl sonuçlar verdiği hemen görülecektir.
Bilineceği gibi, Türkcell, Temmuz ayında hisselerinin %11'ini borsada işleme açmış, nominal değeri 40 milyon dolar (25 trilyon lira) olan 25 milyar 400 milyon adet hisse senedini ortalama 44.000 liradan (7 cent) ”halka” arz etmiştir. Bu işlem sonucu Türkcell, toplam 1 katrilyon (1 milyar 780 milyon dolar) ”hasılat” elde etmiştir. 25 trilyon nominal değerindeki hisselerin %40'ı Finlandiya Sonera şirketine, %50,4'ü
M. Emin Karamehmet'e aittir. Böylece satıştan, Sonera grubunun payına yaklaşık olarak 700 milyon dolar, M. Emin Karamehmet'e 900 milyon dolar düşmüştür.
24 Kasım 2000 tarihi itibariyle Türkcell hisselerinin borsadaki değeri 25.500'e (3,7 cent) düşmüştür. Oransal olarak Türkcell hisseleri 5 ay içinde %42 değer kaybetmiştir. Türkcell hisselerini satın alanların reel kayıpları ise %90 civarındadır (302.000 bireysel ”yatırımcı”). Borsanın ”dibe vurduğu”nun söylendiği
30 Kasım itibariyle Türkcell hisselerinin değeri 21.000'e düşmüş (3 cent) ve 1 Aralık'ta 15.570 olmuştur. (2,2 cent). Böylece beş aydaki değer kaybı %68 olmuş ve reel kayıp oranı ise %120'nin üstüne çıkmıştır..
2000 yılının ilk dokuz aylık döneminde Türkcell, 23 trilyon lira (yaklaşık 3 milyon dolar) zarar etmiştir.
Sadece Türkcell son beş ay içinde ”piyasadan” 1 milyar 200 milyon dolar çekmiştir. Yani 302.000 ”bireysel yatırımcı”, bu dönemde 1 milyar 200 milyon dolar yitirmişler, yani
alım güçleri 1 milyar 200 milyon dolar azalmıştır. Bunun sonucu ise, Türkcell' in abone başına aylık ortalama gelirinde düşüş olmuştur. (Ağustos ve Eylül aylarında yaptığı zamlarla ortalama aylık gelir 26 dolardır). Bir başka ifadeyle, son altı ay içinde cep telefonu sahipleri ayda 17 milyon liralık konuşma parası ödemekle birlikte
daha az konuşmaya başlamışlardır. Telefon konuşmalarından elde ettiği gelirlerin düşüşü karşısında Türkcell
reklam kampanyalarına ağırlık vermiştir.
[2*]
8,4 milyon aboneye sahip olan Türkcell, ekonomik anlamda tüketim malları sektörüne ait bir şirkettir. Dolayısıyla IMF'nin ”istikrar tedbirleri” sonucunda ortaya çıkan ”talep daraltılması”ndan birincil dereceden etkilenmek durumundadır. Öte yandan, ”iletişim sektörü”nde süregelen ”kıyasaya rekabet”, İşbankası ile İtalyan Telekomunun 3. GSM ihalesini 3.5 milyar dolara almasıyla hızlanmıştır. Bu da, Türkcell'in ”pazar payının” küçülmesi, satışlarının azalması ve gelirlerinin düşmesi anlamına gelmektedir. Bunu önlemek için yeni yatırımlar yapmak zorunda kalmıştır. Ancak bu yatırımların ”global rekabet” koşullarında ne denli kârlı olacağı da belirsizdir. Türkcell'in hisselerinin %11'ini borsaya ”kota” ettirdiği Temmuz ayında ”piyasa değeri” 17 milyar 943 milyon dolar iken, 24 Kasım 2000 tarihinde 8 milyar 800 milyon dolara ve 30 Kasım 2000 tarihinde 7 milyar dolara ve 1 Aralık 2000'de 5 milyar 558 milyon dolara düşmüştür. Türkcell'in sabit sermaye yatırımlarının 1,5 milyar dolar ve son GSM ihale değerinin 3,5 milyar olduğu gözönüne alındığında ”gerçek değeri”ne indiği söylenebilir.
Türkcell, İşbankası ile İtalyan Telekomu' nun üçüncü GSM ihalesini 3,5 milyar dolara almasından sonra, (borsaya girişinden bugüne kadar geçen beş ay içinde) yaklaşık 877 milyon dolarlık yatırım yapmıştır. Yapılan bu yatırım, Türkcell hisselerinin borsadaki satışından M. Emin Karamehmet'in payına düşen miktara eşittir. Hisse senetlerinin basımı için gerekli kağıt ve mürekkep parası ile borsaya giriş için gerekli harcamalar dışta bırakıldığında, kredi faiz oranlarının %40'lar seviyesinde olduğu bir dönemde yatırımlarını ”sıfır maliyet”le karşılamış olmaktadır.
Şüphesiz ”medya”nın olağanüstü ”katkısı”yla borsalarda vurgun yapan sadece Türkcell değildir.
Sabah gazetesinin sahibi ve Egenin ”ünlü zenginlerinden” Dinç Bilgin'in sahibi olduğu Etibank'ın hazineye devredilmesiyle birlikte görünür hale gelen vurgun (”medya”nın çok sevdiği sözcüklerle söylersek ”hortumlama”) Türkcell'den daha az değildir.
Egeli ”zengin çocuğu” Dinç Bilgin'in ”yıldızı” Turgut Özal'ın başbakanlığıyla birlikte parlamaya başlamıştır. T. Özal'ın ”Basın dünyasındaki tekelleşmeye karşı” başlattığı ”savaşımı” Ege bölgesinde Yeni Asır gazetesini yayınlayan Dinç Bilgin'in 22 Nisan 1985 yılında Sabah gazetesini İstanbul merkezli olarak yayınlamaya başlamasıyla büyük bir zafer kazanmıştır!
Dinç Bilgin, Sabah gazetesinin ”kamuoyunu yönlendirme” gücüne dayanarak ”yükselişini” sürdürmüş ve 1990'lara girildiğinde Medya Holding haline gelmiştir. Sabah gazetesiyle yürüttüğü ”promosyon”lar Sabah Pazarlama A. Ş'yi doğurmuş ve Medya Holding büyük bir tüccar haline gelmiştir. (Ekonomi dilinde ”pazarlama”cılık, ticaretten başka birşey değildir.)
1994 yılına gelindiğinde Dinç Bilgin grubu diye adlandırılan Medya Holding'in şirket sayısı hızla artmış ve Sabah ile Sabah Pazarlama A.Ş'yi ”halka” açarak, borsaya ”kota” etmiştir. 2 Mart 1997 yılında ”özelleştirilen” Etibank'ı satın alarak ”bankalı holding” haline gelmiştir. Sabah gazetesinin ”köşe yazarları”nın sözleriyle ifade edersek, ”gazetecilikten başka bir şeyden anlamayan” Dinç Bilgin, finansmanını borsadan ve bankadan sağlayan büyük bir tüccar haline gelmiştir.
Sabah gazetesinin ”köşe yazarları”na bakılacak olursa, herşey Etibank'ın satın alınmasıyla birlikte başlamıştır.
Oysa ülkedeki ve dünyadaki olayları az çok izleyen, ekonomiyi az çok bilen herkesin bildiği gibi, 1997 yılının Temmuz ayında ”
Asya krizi” başlamış ve 1998 ortalarında emperyalist sistemi bütünüyle etkisi altına alan boyuta ulaşmıştır. Yani Dinç Bilgin grubunun sonu, Temmuz 1997'de başlamıştır; bir başka deyişle, Etibank'ın ”özelleştirilmesinden” dört ay sonra başlayan ve 27 Ekim 1997 günü New-York borsasına yansıyan ”Asya Krizi”nin genelleştirdiği mali krizle başlamıştır. Mayıs 1998'e gelindiğinde ”Asya Krizi” ”Rusya krizi” ne yol açmış ve böylece ”kapıya dayanmıştır”. İstanbul Borsası'nda büyük düşüşler ortaya çıkarken, kredi faiz oranları %150-200'ler seviyesine çıkmıştır.
Mayıs 1998'den itibaren Türkiye'yi açık biçimde etkisi altına alan dünya ekonomik buhranı koşullarında pek çok şirket gibi Dinç Bilgin grubu da ”ödeme güçlüğü” içine düşmüştür. Bu durumda Dinç Bilgin'in imdadına Etibank yetişmiştir. Etibank'ın %100'ler seviyesinden faizle topladığı paralar Dinç Bilgin grubuna ait şirketlere aktarılmış ve böylece bu şirketler piyasadan daha düşük faizle kredi sağlayabilmişlerdir.
”Vermeden almak Allah'a mahsustur”. Dinç Bilgin'e ait şirketler, hernekadar piyasadaki faiz oranlarından daha düşük faizlerle Etibank kaynaklarını kullanmışlarsa da, bunların tekrar yerine konulması gerekmektedir. Aksi halde
iflas kaçınılmazdır. Ve öyle de olmuştur.
Ancak ülkemizdeki tüm işbirlikçi burjuvalar gibi, Dinç Bilgin de içine girdiği ”darboğaz” dan kurtulabilmek için, tüm umudunu Nisan 1999 seçimlerine bağlamıştır. T. Özal'la kurulan ilk ilişkiden beri ANAP'ın şemsiyesi altında palazlanan Dinç Bilgin grubu, seçim sonrasında kurulmasını beklediği DSP-ANAP hükümetiyle bu ”darboğazdan” çıkacağını ummuştur. Ancak seçim sonrasında DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin kurulması, devlet kaynaklarının ”üçe” paylaşılmasını zorunlu kılmıştır. Öte yandan devletin dış borçlarını ödeyemez hale gelmesi ve yeni borçlanmaya gidememesi, kaçınılmaz olarak IMF ile stand-by anlaşmasının yapılmasını getirmiştir. IMF anlaşmasının bir ayağı emperyalist ülkelerden alınan borçların ödenmesini sağlamak iken, diğer ayağı tüketim malları sektöründe derinleşen buhranın üretim malları sektörüne aynı oranda yansımasını engellemektir. Böyle olunca, ülkenin önde gelen tüccar sermayesi durumundaki Dinç Bilgin grubunun ”istikrar tedbirleri”nden yararlanması olanaksız hale gelmiştir. Yine de Sabah gazetesinin ”kamuoyunu yönlendirme” gücüne dayanarak 2000 yılının ortalarına kadar gelinmiştir.
23 Ekim 2000 - Park Holding Yönetim Kurulu Başkanı Turgay Ciner, Sabah Yayıncılık, Birleşik Basın Dağıtım (BBD), ATV, 1 Numara Yayıncılık ve Sabah Pazarlama'nın A grubu hisselerinin yüzde 61'ine ortak oldu. Dinç Bilgin, Medya Holding Yönetim Kurulu Başkanı olarak kalmaya devam ederken, Ciner yedi kişilik yönetim kurullarında dört kişi ile temsil edilecek.
24 Ekim 2000 - Sabah Yayıncılığın borsadaki hisselerinin değeri 3.000 liradan 4.100' e; Sabah Pazarlamanın hisseleri 2.000'den 3.000'e yükseldi.
27 Ekim 2000 - Etibank ”Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu”na devredildi ve Sabah Yayıncılık, Sabah Pazarlama ve Medya Holding' in borsadaki ”tahtası” kapatıldı.
2000 yılında İstanbul Borsası'nın en yüksek değere ulaştığı 18 Ocak tarihinde 1.454 lira değerinde 11 milyon işlem miktarına sahip olan Sabah Pazarlama hisseleri 23-27 Kasım 2000 tarihleri arasında ortalama 3.500 liraya yükselmiş ve işlem hacmi 9,5 milyarı bulmuştur. Bunun parasal karşılığı 46 milyon dolardır.
Aynı şekilde 18 Ocak 2000'de 3.750 liradan işlem gören Sabah Yayıncılığın işlem miktarı 665 milyon iken, 23-27 Kasım 2000 tarihleri arasında hisse değeri 4.150'ye ve işlem hacmi 32 milyar olmuştur. Bunun parasal karşılığı 187 milyon dolardır.
Böylece Dinç Bilgin grubu, gider ayak borsadan 200 milyon dolar civarında bir parayı çekmişlerdir.
Ancak Sabah gazetesinin öyküsü bunlarla sınırlı değildir.
23 Ekim'de Sabah hisselerinin %61'ini alan Turgay Ciner'in sahibi olduğu Park Holding, marina ve liman işletmeciliğinden tekstilciliğe, elektrik dağıtımından ”savunma sanayi” ne kadar pek çok şirketten oluşmaktadır.
Bir gazete haberinde Turgay Ciner şöyle tanıtılmaktadır:
”Turgay Ciner, Park Holding'in sahibi olarak hızlı bir yükseliş içindeydi. Özelleştirme sırasında Havaş'ı satın almış, başka kuruluşlara da yakın dostları aracılığıyla sahip çıkmıştı. Grup Ordu-Sinop Elektrik Dağıtımı'nı almış, madenciliğe başlamış ve Penyelüks gibi bir dönemin büyük kuruluşlarından biri olan tekstil firmasını ele geçirmişti. Ayrıca, Hopa Limanı'nı almıştı ve durmaksızın yatırım yapmaktaydı.” [3*]
Alpagut-Dodurga, Tunçbilek ve Soma linyit kömürü madenlerini satın alan Turgay Ciner' in iki büyük ”yatırımı” ise, Parksavsan A.Ş ile Riva Menkul Değerler şirketidir.
Park Holding bünyesinde yer alan Parksavsan A.Ş şöyle tanıtılmaktadır:
”Park Holding Yönetim Kurulu, 1999 yılının başlarında Türkiye'nin stratejik konumu, çevresel tehditler Milli Savunma Bakanlığımızın ihtiyaçları, holding içindeki eski asker kökenli personelinin kabiliyetleri ve dünya askeri pazarının büyüklüğünü dikkate alarak stratejik bir karar almış ve öncelikle yatırımcı olmak sıfatıyla savunma sanayiine katılmaya ve bu alanda aktif rol almaya karar vermiştir. Parksavsan Ticaret A.Ş'nin doğuş felsefesi bu düşüncededir.
Şirket yönetimindeki personelin TSK'deki tecrübeleri, güncel tehditler, teknolojik gelişmeler, Türk Savunma Sanayii'nde faaliyette bulunan diğer ticari firmaların ilgi alanları ve TSK' nin gerçek ihtiyaçları dikkate alınarak ana faaliyet ve yatırım alanları olarak; Muharebe Destek Konuları (Combat Support), Muharebe Hizmet Destek Konuları (Combat Service Support), Havacılık Mühendisliği (Avation), Kara, Deniz ve Hava Harp Silah ve Araçlarının, Sistem entegrasyonu konuları (Intergration,design and manufacturing), Modernizasyon ile geliştirilmesi (Upgrage), Özel amaçlara uygun kabiliyetler kazandırılması (Modification), Eğitim Malzeme ve Sistemleri (Training equipment and systems) seçilmiştir.”
Turgay Ciner'in ”ünlendiği” diğer bir olay da ”kumarhaneler kralı” Ömer Lütfü Topal'ın ”gizli ortağı” olmasıdır.
Tarihler 30 Kasım 2000'i gösterdiğinde Dinç Bilgin, Sabah Yayıncılık'taki tüm hisselerini
MV Holding ve Çukurova Holding'e devretmiş ve Sabah gazetesinin yönetimi
MTM Haber Yatırımcılık A.Ş'ye geçmiştir.
Sabah Yayıncılık'ın yönetimini devralan MTM Haber Yatırım AŞ'nin yönetim kurulu şu isimlerden oluşmaktadır: Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Emin Karamehmet, Yönetim Kurulu Başkanvekili Turgay Ciner, yönetim kurulu üyeleri, Murat Vargı, Çukurova Holding üst düzey yöneticilerinden Osman Berkmen ve Mehmet Kenan Tekdal.
”Şifreli yayın”ların ”yaşamın ayrılmaz bir parçası” haline gelmesiyle birlikte başlayan MFÖ, KVK gibi kısaltma modasına uygun olarak Sabah gazetesini devralan MTM Haber Yatırımcılık A.Ş (uzun adıyla Mehmet-Turgay-Murat, yani Mehmet Karamehmet, Turgay Ciner ve Murat Vargı) Sabah, Yeni Binyıl, Takvim, Fotomaç gazeteleri ile Bir Numara Yayıncılık dergileri: Aktüel, Cosmopolitan, Esquire, Fastbreak, Gezi, Gurme, Otohaber, Outdoor, Para, PC Magazin, Power, Sinema, Topsante dergilerinin ve ATV ile Kanal 6'nın sahibi durumuna gelmiştir. Mehmet Karamehmet'in (Çukuruva Holding) Akşam ve Güneş gazetesi ile Show Tv ve Cine5'in ”şimdilik” ortağı olduğu düşünüldüğünde en büyük basın tekeli ortaya çıkmış olmaktadır.
Son gelişmenin bir sonucunu da gazeteler şöyle yazmaktadır: ”Yönetim değişikliğinden sonra gazetenin uzun yıllar yayın yönetmenliğini yapan ve en son Murahhas Üye ve Yayın Grubu Başkanlığı görevinde bulunan
Zafer Mutlu Sabah'ın künyesinden çıkarıldı. Gazetenin imtiyaz sahibi
Murat Vargı oldu.”
Böylece Turgut Özal'ın ”prensleri”nden Adnan Kahveci, Bülent Şemiler, Engin Civan gibi ABD'den ithal ”harika çocuklar”dan Murat Vargı'nın Sabah gazetesinin imtiyaz sahibi olmasıyla birlikte, Turgut Özal'ın basını denetim altına alma planı çerçevesinde Türkiye gazetesiyle birlikte finanse edilmesiyle başlayan Sabah gazetesinin öyküsü, ”mafya” ilişkilerinden borsa oyunlarına kadar ülkemizdeki çürümüşlüğün ve soygunculuğun, vurgunculuğun tarihi gibidir.
Denetimleri altında bulundurdukları gazeteler ve televizyonların ekonomi haberleriyle kamuoyunu yönlendiren ve sahibi oldukları ”menkul değerler” şirketleriyle istedikleri hisselerin ”küçük yatırımcı” tarafından alınmasını sağlayanların öyküsü kısaca budur.
Ama yine de, menkul kıymetler borsasının kazandırdığına inanan yüzbinlerce ”küçük yatırımcı” var olmaya devam edecektir. Onların, diğer halk kitleleri gibi yoksullaştırılmaları ve mülksüzleştirilmeleri, mevcut düzen varlığını sürdürdüğü sürece hep gündemde olacaktır. Özellikle ”egosu gelişkin” bir kuşağın yaratılmaya çalışıldığı bir dönemde, menkul kıymetler borsasının, burjuvaziye ucuz kredi sağlamanın, insanları dolandırmanın ve mülksüzleştirmenin bir aracı olduğu ne denli ortaya konulursa konulsun, olaylar bunların ne denli doğru olduğunu açıkça gösterirse göstersin, yine de borsanın müşterileri varolacaktır.
Borsanın yükseldiği dönemlerde tüm basın-yayın olanakları kullanılarak ”alıma” yöneltilen, düştüğü dönemlerde ”borsa kısa vadeli yatırım aracı değildir” diyerek ”satış” yapmaları engellenmeye çalışılan ”egosu gelişkin” kişiler şöyle de diyeceklerdir: ”Öyle de, elimizdeki parayı ne yapalım? Hem zaten dolandırmayan, yemeyen mi var?”
Serdar Turgut'un ”televoleci ekonomist”i Deniz Gökçe'nin ”hocam borsa niye düşüyor?” diye soranlara dediği gibi, ”borsa neden çıktıysa, ondan düştü” sözünde keramet arayanlar elbette olacaktır. Ta ki, tüm birikimlerini yitirene ve kendi emek-güçlerini satmaktan başka bir yolları kalmayana ve kapitalizmin mülksüzleştirmesinin diğer adının
proleterleşmek olduğunu öğrenene kadar.
Dipnot
[1*] İMKB Birleşik Endeksi'nin dolar bazındaki değerinin bu "hesaplanması", borsa birleşik endeks rakamının doların o anki TL değeri ile bölünmesiyle yapılmaktadır. Ancak borsa endeksinin dolar bazındaki gerçek değeriyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bu, istenilen herhangi bir yılı 100 kabul ederek yapılan enflasyon hesaplarına benzemektedir. Tamamıyla aldatıcıdır.
[2*] Türkcell'in reklam kampanyasını ve Tarih Vakfı'yla olan ilişkilerini Kurtuluş Cephesi'nin daha önceki sayılarında sergilemiştik. Bu ilişkinin somut sonuçlarından birisi de, ”sabit hat ücreti” konusunda ”tüketiciyi koruma” adı altında faaliyet gösteren ”sivil toplum kuruluşları”nı harekete geçirerek kamuoyunu kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek olmuştur. ”Yurttaş İnisiyatifi”nin bilmem hangi avukatının ”cep telefonu abonelerinin ödediği sabit hat parası”nı iptal ettirmek için Danıştay'a dava açtığını hemen herkes anımsayacaktır. Gerçekte ise, ”sabit hat ücreti” sabit telefonlardan mobil telefonların aranması hizmeti karşılığı mobil telefon şirketlerinin Telekom'a ödedikleri paradır. Türkcell, bu ücreti ”tüketiciye” yansıtarak, onlardan tahsil etmektedir. ”İstikrar tedbirleri” nin bir parçası olarak Telekom bu hizmete zam yapmış ve bu parayı Ocak ve Şubat aylarında Türkcell'in hesabından tahsil etmiştir. Türkcell, ”yurttaş inisiyatı- fi”ni harekete geçirerek Danıştay'a dava açtırmış ve Nisan ayında ”yürütmeyi durdurma kararı” çıkarttırmıştır. Mahkeme Eylül ayında sonuçlanmış ve Türkcell davayı kaybetmiştir. Ancak ”yürütmeyi durdurma kararı”yla 6 ay boyunca ödeme yapmamıştır. Bu 240 trilyon liradır. Bu miktar, Türkcell'in son ”hazır kart” reklam ve pazarlama kampanyası için harcadığı paraya eşittir.
[3*] Nezih Demirkent,
Dünya gazetesi, 24 Ekim 2000