AKP hükümeti kurulduğundan bu yana geçen iki yıl boyunca, gazete ve televizyonlarda piyasalara ilişkin "olumlu" haberlerin yer almadığı bir tek gün bile yoktur. Borsa "tarihi zirve"lerine sürekli yenilerini eklerken, ihracat "rekor" üzerine rekor kırmaktadır. Siyasal alanda ise, "win-win" denilerek, Kıbrıs gibi onyılların sorunlarının bir çırpıda çözüldüğüne ilişkin haberler yanında, MGK'nin "sivilleştirilmesi"yle "demokrasi" alanında nasıl büyük adımlar atıldığı haberleri tüm "medya"nın manşetlerini süslemiştir.
AKP hükümeti ile birlikte herşey öylesine iyi ve güzel gitmektedir ki, enflasyon "canavarı" yenilirken, dolar üç yıldır aynı seviyesini korumakta, üretimde büyük artışlar olmakta ve nihayetinde Türkiye ekonomisi, Çin ekonomisini bile geride bırakan "büyüme" oranlarına sahip olmaktadır.
Kasım ayı rakamlarına göre, ihracat 62 milyar doları aşarak "rekor" kıracakken, "mortgage"ın gelişinin müjdesi herkesin yuvasının yapılacağının umudu yaratmaktadır. Birkaç yıl içinde "mortgage" sayesinde evsiz-yurtsuz kimse kalmayacağı için, "konut sorunu" diye bir sorun da mevcut olmayacaktır. Türkiye geleceğe umutla bakabilir!
Bir de AB, müzakerelere başlama kararı alırsa "doğrudan sermaye yatırımları"nda meydana gelecek "patlama" işsizlik sorununu da tümden ortadan kaldıracaktır!
Böylesine "güzel" ve "olumlu" gelişmeler karşısında birkaç "müzmin muhalif"in sesine de kimse kulak vermeyeceğinden, AKP'nin ikinci, üçüncü ve belki dördüncü seçim zaferinin bugünden garanti olduğunu söyleyenler bile "kötümser" sayılmalıdır.
Böylesine "güzel" ve "olumlu" gelişmeleri sağlayan bir parti olarak AKP'nin piyasalarca sevilmesinde de şaşılacak bir yan bulunmamaktadır.
Ama gerçeklerin sunulanlardan farklı olduğunu bilenler için, piyasaların AKP sevgisinin nereden kaynaklandığı da pek belli olmamaktadır.
İhracat "rekor" üstüne "rekor" kırarken, ithalatın da "rekor" üstüne "rekor" kırdığına da fazlaca aldıran olmamaktadır.
Aşağıdaki tabloda görüleceği gibi, "rekor" kıran ihracat, ilk on ayda %30,7 artarak 50,5 milyar dolar olurken, ithalat %39,9 artarak 78,1 milyar dolar olmuştur. Bu durumda ilk on aydaki dış ticaret açığı 27,5 milyar dolardır. Böylece dış ticaret açığı, bir önceki yıla göre %60,7 büyümüştür.
(milyon $)
2003
Ocak-Ekim
2004
Ocak-Ekim
Artış
(%)
İhracat
38.688
50.567
30,7
İthalat
55.860
78.158
39,9
Dış Ticaret Dengesi
- 17.172
- 27.591
60,7
Bu sayısal gerçeklere karşın, piyasalarda, "ne varmış yani, sonuçta dış ticaret açığı ne denli büyürse büyüsün, ekonomideki olumlu gelişmeler sürmektedir" denilmektedir. Piyasa "aktörleri", her zaman olduğu gibi, rol keserek, gelişmelere "optimist" yaklaşmaktadırlar. Onlara bakıldığında, ortada kaygılanacak önemli bir olumsuzluk mevcut değildir.
Piyasa "aktörleri"nin bu "optimizm"i karşısında, bir şeylerin "olumsuz" olması gerektiğini düşünenler, yeniden "makro ekonomik dengelere" bakmak zorunda kalmaktadır. Bakılabilecek diğer bir "makro" ekonomik veri ise, dış ve iç borçlanma durumudur.
Ekim sonu itibariyle iç borçlar 225,6 katrilyon TL (153,4 milyar dolar) olmuştur. Haziran sonu itibariyle dış borç toplamı ise 148,2 milyar dolardır.[*] AKP hükümeti kurulduğunda 145,3 katrilyon TL olan iç borçlar, 2003 yılında 194,4 katrilyona ve bugün %155 artarak 225,6 katrilyona yükselmiştir. Bu durumda AKP hükümetinin yıllık olarak 40 katrilyon TL iç borçlanma yaptığı görülmektedir. Faizlerin ve dolar kurunun fazla değişmediği bu dönemde iki yıl içinde gerçekleştirilen toplam 80 katrilyon liralık iç borçlanmanın "bir yerlere" gittiği de kesindir.
İşte piyasalarda görülen AKP sevgisinin bir bölümünü bu artan iç borçlanma oluşturmaktadır.
İhracatta görülen "rekorlar"ın arka planında bu iç borçlanma artışı yatmaktadır. Artan iç borçlanma yoluyla ihracatı teşvik primleri, vergi iadeleri ödenmektedir. Bunların da yıllık toplam miktarı 10-15 katrilyondur. Böylece yıllık olarak gerçekleşen iç borçlanma artışının %25'lik bölümü ihracat kesimine aktarılmıştır.
İkinci %25'lik bölüm ise, "duble yol" vs. yapımı olarak sunulan müteahhitlik hizmetlerine gitmiştir. Kalanı ise, yeni iç borçların faizlerini ödemek için kullanılmıştır.
GSMH'ya bakıldığında ise, 2003 yılında 239 milyar dolar iken, bu yıl 293 milyar dolar olacağı beklenmektedir. Buna göre, 2004 yılındaki GSMH artışı %22 olacaktır.
Burada yeniden ithalat ve ihracat rakamlarına geri dönersek, GSMH'da meydana gelen artışın (54 milyar dolar) yarısı (27 milyar dolar) ithalattan kaynaklanmıştır. Yani ülke içinde üretilmemiş, dolayısıyla ekonomik büyüme ile ilişkisi olmayan mal ve hizmetlerin karşılığıdır. Kalan 27 milyar doların önemli bir bölümü ise, doların %40'lar seviyesine yaklaşan değer kaybından kaynaklanmaktadır.
Bu koşullarda, ekonominin iyiye gittiğine ilişkin piyasa söylemlerinin dayandığı ikinci olgu ise, ödemeler dengesindeki net hata/noksan kaleminde görülen kaynağı belli olmayan para girişleridir. Piyasaların AKP sevgisinin ikinci ve en temel bölümü de bu kaynağı belli olmayan paralardır.
Kaynağı belli olmayan para ise, "islamcı sermaye"nin, özellikle Avrupa ülkelerindeki "dini bütün Türk vatandaşları"nı dolandırarak elde ettikleri paradır. Bu paralar Avrupa'dan İtalya, Ürdün ve Dubai'ye transfer edilmiştir. 2003 yılında "Saddam'ın paraları" olarak sunulan para girişinin kaynağı budur.
Ancak "islamcı sermaye", herhangi bir kapitalist gibi, sağlam zemine basmak ister. Bu nedenle saf bir AKP "sevgisi" ile elindeki tüm paraları ülkeye transfer etmesi beklenemez. Bu transfer için "sağlam zemin" bulunmadığı sürece, paralarını yurtdışında tutacakları kesindir. Bugün "kira öder gibi ev satın almak" olarak sunulan "ipotekli konut kredisi" (mortgage) ellerindeki son paraların transferi için gerekli zemini oluşturmak üzere tezgahlanmaktadır.
"Mortgage" adıyla sunulan yeni ipotekli konut kredisi sisteminin "islamcası" "Sukuk-u İcara"dır.
2003 sonunda Maliye Bakanı Kemal Unakıtan tarafından sunulan sukuk-u icara, bazı "enstrümanlar"ın eksikliği nedeniyle bir yana bırakılmıştı. Bugün bulunan "enstrüman" mortgage olmuştur.
Piyasa "aktörleri" ve bunların "medya" sözcüleri tarafından mortgage olarak sunulan AKP'nin sukuk-u icara'sının en önemli özelliği, ikinci el ipotek piyasalarının oluşturulmasıdır. Amaç "dar gelirli"nin "yuvasını yapmak" değil, bu ikinci el ipotek piyasası aracılığıyla yeni bir rant kapısı oluşturmaktır.
Dini bütün "islami sermaye" için faiz haram olmakla birlikte, varlıklara dayalı faiz "helal" olduğundan, gayri-menkul kredileri üzerinden alınan faiz de haram değildir. Sadece bu gayri-menkul kredilerinin faizlerinin, doğrudan değil dolaylı yoldan menkul kıymetlere çevrilerek elde edilmesi gerekmektedir. Bu yolla, "haram" "helal"e çevrilmiş olmaktadır.
AKP'nin mehteran takımının inancına göre, böyle bir "helal" yol bulunduğu takdirde, ülkeye 10 milyar dolar tutan bir "islami sermaye" girişi gerçekleşecektir. Bu paralar da ipotek piyasasına ait olacağından, "doğrudan sermaye girişi" olarak da sunulabilecektir. Böyle bir sunuş cari işlemler dengesindeki açığın kapatılmasına olanak sağlayacağından piyasaları da "rahatlatacak"tır.
Sukuk-u icara yoluyla "dar gelirli vatandaş"ın yuvası iki kez yapılacaktır.
Birinci "yuva yapma", 50 milyon, 150 milyon taksitle, "kira öder gibi ev sahibi olma" sunumu içinde, "dar gelirli vatandaş"ın 15-20 yıl süreyle faiz ödemek zorunda bırakılmasıdır. 15-20 yıl boyunca faizlerin değişmeyeceğine "iman"la bu işe giren "dar gelirli vatandaş", %15-20 faizle evsahibi olacağını düşünecektir. 35-45 metre kare "kutu gibi evlerin" sahibi olunurken, aylık 50 milyonluk taksidin beşte biri faiz, kalanı ana para ödemesi olacaktır. Ancak işin "püf noktası", tüm ödeme zamanı içinde piyasa faizlerinin ve enflasyonun belirlenen oranların üzerine çıkmayacağının varsayılmasıdır. Bırakalım Türkiye'yi, dünya ekonomisinin bile gelecek yirmi yılda düzenli ve istikrarlı olacağına ilişkin hiç bir garanti mevcut değildir. Ortaya çıkabilecek herhangi bir kriz durumunda sistem tümüyle çökecektir. Bu durumda, "dar gelirli vatandaş"ın ipotekli "kutu gibi evi"ne el konulacaktır. Sistem gereği, o güne kadar ödediği paralar da "kira"ya sayılacağından geriye hiçbir ödeme de yapılmayacaktır.
Yine de bu işe giren "dar gelirli vatandaş", en azından eve el konulana kadar 50 milyon kirayla oturduğunu düşünerek kendisini teselli edebilecektir. Tabi birikmiş faiz faturası önüne konulana kadar.
"Dar gelirli vatandaş"ın yuvasının ikinci yapılışı ise, sistemdeki tüm ikinci piyasa işlemlerine konu olan menkul kıymetlerin devlet garantisi altına alınmasıdır. Bu nedenle, meydana gelecek tüm haciz işlemlerinde, ipotek kağıdı sahipleri parayı, devlet de boş binayı geri alacaktır. Tıpkı bankaların özelleştirilip daha sonra devlet tarafından el konulması olayında olduğu gibi.
Bu ikinci yuva yapma durumunda, ipotek kağıdı sahibi olan tüm "islami sermaye"nin alacakları devlet bütçesinden karşılanacaktır. Bu da, "dar gelirli vatandaş"a yol, su, elektrik vs. şeklinde değil, vergiler şeklinde geri dönecektir.
Diğer yandan ise, "islami sermaye" devlet iç borçlanma senetlerinin faizlerine eşdeğer bir faizi "kâr" adı altında alacaktır. Böylece Türkiye'deki yüksek reel faizlerden onlar da nasiplerini almış olacaklardır. Tek farkla ki, uluslararası para-sermaye bunu faiz adıyla alırken, onlar "helal" kâr olarak alacaklardır.
Devlet garantisi altında yapılacak bu işlemlerin sonucu ise, devletin iç borçlanma faiz oranlarından dış borçlanmaya gitmesidir. Bugün ortalama %15 olan reel faiz, "islami sermaye"ye devlet ve kur garantisi verilerek kâr adı altında aktarılacaktır.
Bugün yerli ve yabancı (ki buna "yurtdışında yerleşikler" demek daha doğrudur) "islami sermaye", tarihlerinde hiç olmadık bir biçimde kredi, yatırım ve ticaret olanağına kavuşmuştur. T. Özal döneminde ekonominin liberalleştirilmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni zenginlerin 2000 ve 2001 krizleriyle birlikte tasfiye olmalarıyla boşalan alanlar "islami sermaye" tarafından doldurulmaktadır. Dışişleri bakanlığının ticaret müsteşarlıkları aracılığıyla kurulan ihracat ve ithalat bağlantıları "islami sermaye"nin ticaret alanındaki gücünü daha da artırmıştır. Gıda sektöründe iç pazardaki egemenlikleri, Avrupa'ya yapılan ihracatla yeni egemenlik alanları oluşturmaya başlamıştır.
Düne kadar bay %5 Ertuğrul Özkök'ün "siyah laptoplu" "yuppiler"inin ithalat alanındaki gücü önemli ölçüde kırılmış, "yeşil sermaye" temsilcileri her türden ithalat işlerinin yeni elemanları haline gelmişlerdir. Jöleli saçlı, çizgili takım elbiseli, Almanya'daki Milli Görüş saflarında yetişmiş ve Dubai'de pratik yapmış bu yeni "islami yuppiler"in uzmanlık alanı ise, devlet bürokrasisiyle ticari faaliyetler yürütmektir. En büyük avantajları ise, Avrupa'daki "müslüman kardeşler"in ellerinde bulunan milyarlarca Euro'luk kişisel tasarrufları kolayca yönlendirebilmeleridir.
"İslami yuppiler"in diğer bir uzmanlık alanı da, eski deyimle "hayali ihracat"tır. Tüm devlet kurumları denetimleri altında olduğundan, bunların gerçekleştirdiği "hayali ihracatlar"ın açığa çıkartılması da oldukça zor olmaktadır. Ancak eski tarzda "hayali ihracat" yapmadıkları ve "medya"nın desteğine sahip oldukları için, yaptıkları yolsuzlukların açığa çıkartılması da olanaklı değildir.
Bugün "islami yuppiler"in buldukları "hayali ihracat" yöntemi, kalitesiz ve kullanışsız Çin mallarının ithalatı ve ihracatıdır. (Re-exportun yeni bir biçimi.)
Ticaret, gümrük ve maliye bürokrasisini denetim altında bulundurduklarından, Çin'de üretilen tüketim malları, "ara mallar ithalatı" olarak ülkeye girmektedir. İthal edilen "ara mallar", ülke içinde "işlenerek" ihraç edilmektedir. Gerçekleştirilen ihracattan vergi iadeleri alınarak ilk vurgun gerçekleştirilmektedir.
Vurgunun ikinci ayağı ise Avrupa, özel olarak da Almanya olmaktadır. İhraç edilen mallar Almanya'daki Milli Görüşçü "işadamları" aracılığıyla toptan pazarlanmaktadır. Burada ortaya çıkan KDV'ler üçüncü kişiler tarafından vergi iadesiyle tahsil edilmektedir.
Böylece ucuz, kalitesiz ve hiçbir kullanım ve ticari değere sahip olmayan mallar üzerinden %35'lere varan oranda vergi iadeleri alınabilmektedir. Vergi iadesi dolandırıcılığına konu olan mallar "ara mallar" olarak ithal edildiğinden, yapılan işlemlerle "üretilmiş mal" haline dönüştürüldüğü için ortada re-export konusu olabilecek bir iz de kalmamaktadır.
Özellikle cep telefonu gibi "yüksek teknoloji malları" alanında yapılan bu dolandırıcılıklarla elde edilen KDV gelirleri İtalya, Ürdün ve Dubai üzerinden ülkeye transfer edilmektedir. Transferler, "faizsiz bankacılık" ya da "islami kredi" adı altında yapıldığı oranda kayıtlara geçmekle birlikte, ödemeler dengesindeki net/hata noksan kaleminde ortaya çıkan kaynağı belli olmayan döviz girişleri olarak kayıt dışı kalmaktadır.
Şüphesiz tüm bu gelişmeler döviz piyasalarında olduğu kadar, ticaret ve kredi alanlarında da belli bir canlanmaya neden olmuştur. Düne kadar tümüyle "sistem dışında" yer alan "islami sermaye" kaynakları (ister ihracat dolandırıcılığıyla, ister yurtdışında çalışan "dindar Türk vatandaşları"nın kandırılması yoluyla elde edilmiş olmasının önemi yoktur) "sistem"e dahil edilmiştir. Bu da piyasalarda AKP sevgisini aşka dönüştürmeye yetmektedir.
Bu durum karşısında, yine de "olsun" diyenler çoktur. Bunlara göre, önemli olan ekonomiye yeni kaynakların girmesidir. Bu sayede piyasalar canlanmıştır. Dolayısıyla "üzümü yiyip bağını sormamak" gerekir.
Oysa her sermayeleştirilmiş para gibi, "islami sermaye"nin parası da belli bir kâr elde etmek durumundadır. Kâr ise, her durumda karşılığı ödenmemiş emekten ve bu emeğin sanayici kapitalist tarafından maledilmesinden gelir. Ülke içinde hayali üretim artışları bir yana bırakıldığında, önemsenebilecek bir üretim mevcut değildir. Dolayısıyla ülke içindeki üretimden elde edilen artı-değer miktarı çok düşüktür ve değil "islami sermaye"nin, diğer para-sermayelerin ("sıcak para") kârlarını bile karşılayamayacak düzeydedir. Bunun anlamı ise, iç ve dış borçların sürekli büyümek zorunda olmasıdır. Ekonomiyle az çok tanışıklığı olan herkesin bildiği gibi, bu artan borçlanma "döndürülemez" boyuta ulaştığında kriz kaçınılmaz olur. Bugün borçların "döndürülebilirliği"nde "sıcak para", yani kısa vadeli sermaye girişlerinden daha çok, "islami sermaye"nin kayıtlı ve kayıtsız girişleriyle sağlanan dövizler öne geçmiştir.
Dünya ekonomisinde meydana gelecek gelişmeler karşısında artan kriz riskini büyüten ana etmen de, "islami sermaye"nin her an herşeyini kaybetme korkusudur. AKP hükümetinin varlığına dayanan "güven"leri, içerden alacakları "tiyo"ya dayanan bir güvendir. Bu nedenle, yeni krizin, AKP içinde başlayacak bir paniğin sonucu ortaya çıkma olasılığı daha yüksektir. Bu kriz oluşumundan, AKP içinden "tiyo" alamayacak olan piyasa "aktörleri"nin büyük kayıplara uğrayacağı da kesindir. Alacakları her türden "pozisyon" kendilerini kurtaramayacaktır. Sonuçta, ellerinde kalan AKP sevgisi olacaktır.
Kriz riskini artıran diğer bir faktör ise, Avrupa'da faaliyet yürüten "islami sermaye"nin "müslüman cemaatler"le olan ilişkisidir. Avrupa'da bu "cemaatler"e karşı yaptırımların uygulamaya sokulması "saadet zinciri"nin bir halkasının kopmasına neden olacaktır.
Yine de bu süreçten en zararlı çıkacak kesim bizzat "islami sermaye"nin kendisi olacaktır. Panik halinde, paralarını Ürdün ve Dubai'ye taşımaya kalkışmaları bile bu sonucu değiştirmeyecektir. Bu da, tüm para ticareti deneyimini tefecilikten edinmiş bir kesimin, uluslararası para-sermaye karşısında yeni bir yenilgisi olarak tarihe geçecektir. Bu aşamada "kahrolsun emperyalizm" demek bir işe yaramayacaktır.
[*] Hükümetler iç ve dış borç toplamına ilişkin verilerden fazlaca hoşlanmamaktadırlar. AKP hükümeti de, diğer hükümetler gibi, borç stokuna ilişkin bilgilerin gecikmeli olarak yayınlanmasını sağlamaktadır. Bu nedenle dış borç toplamına ilişkin sayılar, Hazine Müsteşarlığı'nın 30 Eylül tarihli duyurusunda yer alan Haziran ayına ilişkindir.