Enflasyon Oranları |
|||||||
Arjantin |
Brezilya |
Peru |
Şili |
Meksika |
Venezüella |
Türkiye |
|
1979 |
159 |
- |
66 |
33 |
18 |
12 |
110 |
1983 |
343 |
135 |
111 |
27 |
101 |
6 |
31,4 |
1985 |
672 |
225 |
163 |
29 |
57 |
11 |
45 |
1989 |
3.079 |
1.430 |
3.398 |
17 |
20 |
84 |
63 |
1990 |
2.314 |
2.947 |
7.481 |
26 |
26 |
40 |
60 |
Kaynak: IMF, IFS, 2004 |
Sadece bu enflasyon verileri bile, ABD ekonomisinin 1980'lerdeki bunalımlarının geri-bıraktırılmış ülkelere nasıl ihraç edildiğini, bunun sonucu olarak derin krizlere yol açtığını açıkça gösterir.
Bu yıllarda ABD'nin "kriz ihracı", en açık biçimiyle yükselen faiz oranlarıyla birlikte ABD içindeki enflasyonun ihracı olarak ortaya çıkmıştır.
1980-90 döneminin (daha önceki yıllarda da benzer durumlar hep olmuştur) gösterdiği bir gerçek de, "kriz"lerin emperyalist ülkelerden başlayarak geri-bıraktırılmış ülkelere doğru yayıldığıdır. "Kriz" ne kadar geri-bıraktırılmış ülkelere ihraç edilebilirse, emperyalist ekonomiler de o ölçüde toparlanmakta, durgunluktan çıkmaktadır.
1990-2000 döneminde emperyalist ülkelerdeki krizlerin geri-bıraktırılmış ülkelere nasıl aktarıldığını ülkemiz somutunda 1994, 1999 ve 2001 krizleri yaşanılarak görülmüştür.
Bugün "teknik anlamda" durgunluğa giren ABD, AB, İngiltere ve Japon ekonomileri, asıl olarak aşırı-üretime yeni ve ek bir talep yaratmak amacıyla genişletilen kredi sisteminin artık bu işlevini yerine getiremez olmasının ürünüdür. Çok sevilen sözle "reel ekonomi", kredi genişlemesiyle bir süre ayakta tutulmuş, ancak kredi sisteminin çökmesiyle birlikte açık bir biçimde bunalıma girmiştir.
Bir ay öncesine kadar "yatırım bankaları"nın iflası ve kurtarılmasından söz edilirken, bugün dünyanın ikinci büyük bankası Citibank'ın ABD hükümeti tarafından kurtarılmasından söz edilmektedir. Aynı şekilde bir ay öncesine kadar "finans krizi"nden söz edilirken, şimdi başta otomotiv sanayi olmak üzeren tüm sanayilerin krizinden söz edilmektedir.
Böylece "finans krizi", sözcüğün tam anlamıyla ekonomik bunalımı görünür hale getirmiş ve derinleştirmiştir. Şimdi sıra bu bunalımın ve krizin geri-bıraktırılmış ülkelere ihracında, yani geri-bıraktırılmış ülkelerin daha şiddetli bunalımlarındadır. Geçen ay yapılan G-20'ler "zirvesi", bu gelişmenin ön hazırlığı niteliğindedir.
Hiç bir şey "medya"nın (yazılı ya da görüntülü basın) ekonomi haberlerinde gösterildiği gibi değildir. Örneğin ABD, AB, İngiltere ve Japonya'nın faiz oranlarını düşürmeleri hiç de "sevindirici" bir haber değildir. Açıktır ki, ortada bir "finans krizi" vardır, herkes "likit" kalma peşindedir, bankalar yeni kredi açmadıkları gibi eski kredileri geri çağırmaya başlamışlardır. Böylesi bir ortamda faiz oranlarının düşmeyeceği kesindir. Ancak "faizler düşürüldü" türünden yayınların da ardı arkası kesilmemektedir. "Bilenler" bilmektedirler. Düştüğü açıklanan faiz oranları, doğrudan bankaların merkez bankalarından aldıkları gecelik faiz oranlarına ilişkindir ve tümüyle bankaların "likit" ihtiyacını düşük faizle karşılamaya yönelik "kağıt üzerinde" yapılan işlemlerdir.
Emperyalist ekonomiler durgunluğa (resesyon) girmiştir. Bunun anlamı, emperyalist ekonomilerde iç ve dış pazarlar tıkanmış, mallar satılamaz hale gelmiştir. Otomotivden konut sektörüne, dayanıklı tüketim mallarına kadar her türlü mal satışları durmuştur. "Kriz"in temelindeki aşırı-üretim, piyasalardaki durgunlukla birlikte yeniden görünür hale gelmiştir. Bu malların satılabilmesi için ya "tüketici"lerin gelirlerinde artış olmalıdır ya da "tüketici kredileri" artırılmalıdır. Bunun dışında malların satılabilmesinin başka bir yolu içsel olarak yoktur.
Oysa "finans krizi" denilen olgu, zaten "tüketici kredileri"nin, özel olarak da "mortgage" kredilerinin olağanüstü artırılmasının ürünüdür. Şimdi kredi genişlemesi krize neden olmuşken, yeni bir kredi genişlemesiyle durgunluğun aşılması olanaklı değildir. Örneğin otomobil satışlarında (taksitle) faiz oranlarının "sıfır"a indirilmesi her ne kadar satışları artırmayı amaçlasa da, bu satışı finanse edecek "finans kuruluşu"nun kredi verme olanağı olmadığı sürece, sadece otomobil şirketlerinin fiyatları aşağıya çekmelerinden başka bir anlama gelmez. Ama bugüne kadar satışları artıran temel etmen "tüketici kredileri"dir ve "mortgage" üzerinden "finans krizi"ne yol açmıştır. Bu krediler kesildiği andan itibaren, piyasalar durgunluğa girmiştir. Yani bir kısır döngü söz konusudur. Böylesi bir kısır döngü içinde ne yapılabilir?
Yapılabilecek tek şey, emperyalist ülkelerdeki "tüketici"nin alım gücünü yükseltmektir. Ücret artışı ya da yeni krediler yoluyla yapılmasının olanaksız olduğu koşullarda bunun yolu, "reel gelirlerinde" artış sağlamak, yani ücretlerden temel tüketim mallarına (gıda, giyim vb.) ayrılan payı düşürmekten geçer. Bu da açıktır ki, dayanıklı tüketim malları kesimindeki durgunluğu aşabilmek için dayanıksız tüketim mallarının fiyatlarının düşürülmesi demektir. Gıda ürünlerinden tekstil ürünlerine kadar dayanıksız tüketim mallarının fiyatlarının düşürülmesi için ise, tarım sektörünün maliyetlerinin düşmesi ve üretimlerinin artması şarttır. Ama bu da, emperyalist ülkelerdeki iç dengeleri bozar ve sanayinin krizini tarım sektörüne aktarmaktan başka bir sonuç vermez. En bilinen haliyle, tarım sektörünün krize girmesi, tarımsal alanda mülksüzleştirmenin ortaya çıkmasıdır bu. Ve tüm emperyalist ülkelerin çok iyi bildikleri gibi, böylesi bir tarımsal kriz ve mülksüzleştirme, kaçınılmaz olarak toplumsal ve siyasal sorunlara yol açar. Öyle ise, bu sonuçlardan kaçınmak için başka bir yol bulunması gerekir.
İşte bu yol, krizin geri-bıraktırılmış ülkelere ihracıyla ortaya çıkar.
Sürekli cari işlemler açığı veren, özel sektörün dış borçlanmasının olağanüstü boyutlara ulaştığı geri-bıraktırılmış ülkelerde, gerek cari açığı kapatmak için ("kamunun finansman ihtiyacı" denilen şey), gerekse özel sektörün dış borçlarının "çevrilebilir" olması için yeni kredilere ihtiyaç vardır. Yani artan oranda dış borçlanmaya gitmek zorundadırlar. "Finans krizi" koşullarında "kredilerde daralma" ortaya çıktığı için de, bu borçlanma ihtiyacı, kaçınılmaz olarak zorlaşmakta ve maliyeti (faiz oranı) yükselmektedir. "Teknik" ifadesiyle, yükselen kredi maliyetleri üretim maliyetlerinin yükselmesine yol açar. Bu da, ürünlerin fiyatlarının yükselmesi demektir ve sonucu da "maliyet kaynaklı enflasyon"dur.
Bu da yüksek maliyet-yüksek fiyat koşullarında, geri-bıraktırılmış ülkelerin iç pazarlarında durgunluğun ortaya çıkmasına neden olur. Ve geri-bıraktırılmış ülkelerin hükümetleri, böylesi bir durumda "ümüğünün" sıkılmaması için, iç pazardaki durgunluğu aşmak amacıyla yeni ve ek talep yaratıcı önlemlere başvurmak durumundadır.
Böylece emperyalist ülkelerdeki durgunluk koşullarında ortaya çıkan durum, aynı biçimde geri-bıraktırılmış ülkelerde ortaya çıkar. Onlar da, emperyalist ülkeler gibi iç pazardaki durgunluğu aşmak için "tüketici"nin alım gücünü artırmak zorundadırlar. Bu da, aynı şekilde ya ücretlerin (gelirlerin) artırılmasıyla, ya da yeni "tüketici kredileri" sağlanarak yapılabilir. Birincisi enflasyona yol açarken, ikincisi daralmış "global" kredi olanakları koşullarında zaten olanaksız bir şeydir. Emperyalist ülkeler gibi bu durumdan çıkabilmek için bir başka ülkeye "kriz ihracı" seçenekleri de yoktur. Emperyalist ülke olmadıklarından ve emperyalist ülkeler tarafından kriz ihraç edildiğinden, ellerinden gelen tek şey, piyasalara daha fazla para vererek durgunluğu aşmaya çalışmaktır. Ve yaşandığı ve bilindiği gibi, bunun sonucu da enflasyonda artıştır.
Emperyalist ülkeler gibi benzer bir kısır döngüye giren geri-bıraktırılmış ülkelerin kendine özgü bir sermaye birikimi, kredi üretme olanağı bulunmadığı için, uygulanacak enflasyonist politika, bir kez daha maliyetlerin yükselmesine, bir kez daha fiyatların artmasına ve sonuç olarak bir kez daha malların satılamamasına yol açar. Öte yandan, gerek kamunun dış borçlanma ihtiyacı (cari açık nedeniyle), gerek özel sektörün "yüksek faiz-düşük kur" aracılığıyla büyümüş olan dış borçlarının ödenme zorunluluğu, ters yönde etkide bulunarak fiyatların düşürülmesine neden olur. Artık dış borcunu ödemek durumunda olan özel sektör, bir yandan yüksek faizle yeni borçlanma yolları ararken, diğer yandan mallarını olabilecek en düşük fiyatla elden çıkarmaya çalışır. Aynı şey "kamu", yani devlet için de geçerlidir.
Bu koşullarda dış borçların "çevrilebilmesi" için ihtiyaç duyulan dövizi sağlamak amacıyla, hammaddeden tüketim mallarına kadar her şey olabilecek en düşük fiyatlarla ihraç edilmeye çalışılır. Bu da, bu malların ithalatçısı olan emperyalist ülkelerde dayanıksız tüketim mallarının fiyatlarının ucuzlamasını, dolayısıyla da bu ülkelerdeki "tüketiciler"in bu mallar için gelirlerinden harcadıkları payın azalmasını ve sonuç olarak gelirlerde "reel" artış ortaya çıkmasını sağlar. Bu artış da, emperyalist ülkelerdeki dayanıklı tüketim mallarına olan talebi artırır ve emperyalist ülkelerdeki durgunluk aşılır. Hammadde fiyatlarındaki düşüş de, emperyalist ülkelerdeki üretim maliyetlerinin düşmesine yol açarak, kâr oranlarının yükselmesine neden olur.
"Kriz", böylece geri-bıraktırılmış ülkelere ihraç edilmiştir ve "global kriz" artık onların krizi olur. Bugün "medya"ya yorum yapan işadamlarından (ya da "cinsel ayrımcılıktan arındırılmış" ifadesiyle "işinsanları") televoleci ekonomistlere kadar herkesin "global finans krizinin etkisini 2009'da hissetmeye başlayacağız" türünden açıklamalarının gerçekliği de budur. Diğer bir ifadeyle, dünya "finans krizi", 2009 yılı boyunca geri-bıraktırılmış ülkelerin krizi olarak yeni boyut ve içerikte "globalleşecektir".
Bugün resmi emperyalist finans kuruluşları ve bunların "şef ekonomistleri"nin karar vermekte zorlandıkları yer de, bu "globalleşen" kriz karşısında "sıkı para politikası"nı mı sürdürmeye devam edecekleri, yoksa enflasyonist politikalara "bir süreliğine" göz mü yumacakları noktasıdır. İster "IMF çıpası" olsun, ister olmasın, her durumda "finans krizi" geri-bıraktırılmış ülkelere ihraç edilmiştir ve yakın zamanda bunun sonuçları "sıradan insan" tarafından da hissedilmeye ve görülmeye başlayacaktır.
Emperyalist dünya ekonomi zincirinde başka bir seçenek yoktur.