Kurtuluş Cephesi'nin geçen sayısında "'Finans Krizi' 'Reel Sektör'e Yansıyacak mı?" yazısı şöyle bitiyordu: "Tüm bu olayların temelinde ise, kapitalist sistemin en yalın gerçeği yatar: Aşırı-üretim. Yaşanılan 'kriz', kredi sistemiyle beslenen aşırı-üretimin krizidir."[1*] Kapitalizmin bu gerçeğini Marks şöyle ifade eder: "Bütün gerçek bunalımların son nedeni, daima kapitalist üretimin üretici güçleri sanki yalnız toplumun mutlak tüketim gücü bu güçlerin sınırını teşkil edermişçesine geliştirme çabasına zıt olarak, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir."[2*] (abç) Gerçek böylesine yalın bir biçimde 150 yıl öncesinden ortaya konulmuşken, gelişen "finans krizi"ne ilişkin tüm yayınlarda "aşırı-üretim"e ilişkin doğru dürüst bir değinmeye rastlamak olanaklı değildir. Sağcısından solcusuna, ekonomistlerden köşe yazarlarına kadar hemen herkes, şuradan ya da buradan duydukları sözleri yinelemekten öteye geçmemişlerdir. "Medya"nın "finans krizi"ne ilişkin yayınları kendi içinde "piyasaları sakinleştirme" amacına yönelik bir "kriz edebiyatı" olup çıkmıştır. Bu edebiyatın içinde yer alan Taha Akyol gibi bazıları da, "Marks haklıydı" vb. türünden ve sadece küçük-burjuva aydınları için bir anlamı olan düşüncelere karşı "öyle ama, kapitalizmin alternatifi yok" türünden yazılar yazarak, "finans krizi" karşısında küçük-burjuva aydın kesimin sola kaymasını önlemeye çalışmaktadırlar. Yine de hiç birisinde açık biçimde "aşırı-üretim" sorununa değinilmez.
Basit ve halk deyişleriyle ifade edersek, para sahibi olan kişi bir kez parasını "sermaye" olarak yatırdığı andan itibaren, allah ona "yürü ya kulum" der. Ve kapitalist üretim sürecine yatırılmış para, yani sermaye, "yürü ya kulum" talimatını alır almaz, elinden gelen tüm yolları ve araçları kullanarak parasını (sermayesini) katlamaya, çoğaltmaya koyulur. Kapitalizmin yukardan aşağıya geliştiği, yani emperyalizm tarafından geliştirildiği bizim gibi ülkelerde bu durum herkes tarafından fazlaca anlaşılabilir olmasa da,[3*] para kazanmak için yola koyulur. Bu yolculuk, basit tüccar ifadesiyle, öncelikle ucuza alıp pahalıya satacağı bir süreçtir. Oysa gerçekte ucuza alınıp pahalıya satılabilen tek şey emek-gücüdür. Bu nedenle sermaye işe, ucuz emek-gücüyle başlar ve sonuç olarak da bu emek-gücünün ürününü pahalıya satarak kendisini büyütür, yani kâr sağlar. Elde ettiği kâr ne kadar büyük olursa, sermayesini o kadar büyütür ve o kadar daha çok emek-gücünü harekete geçirir, o kadar emek-gücü ürünü elde eder ve o oranda da kârını artırır. Bu nedenle, bütün sermayelerin amacı kâr etmek ve bu yolla kendisini sürekli büyütmektir.
Kendini sürekli büyüten sermaye, bunu sadece üretimi sürekli büyüterek başarabilir. Dolayısıyla sermayenin kendi büyümesi, üretimin artması demektir. İşte bu üretimin sermayenin sürekli büyümesiyle artması, kapitalizmin kendi sınırlarına kadar gelip dayandığı yerdir. Marks'ın ifade ettiği gibi, burada sermayenin büyümesi "toplumun mutlak tüketim gücüyle" sınırlanıyormuş gibi görünür. Yani sınırsız bir büyümedir bu. Öylesine sınırsız bir büyümedir ki, kredi sisteminin gelişmesiyle birlikte artık kendi sermayesinin boyutuyla sınırlı olmayan bir sermaye olanağı elde eden kapitalist, akıl almaz yöntemlerle üretilen kredilerle ("türev araçlarıyla" üretilen krediler) üretimi sınırsız ölçüde genişletmeye koyulur. Ve bu sınırsız üretilen ürünler, sınırlı gelire sahip olan insanlar tarafından tüketilmek durumundadır. Marks'ın sözüyle "kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimi" belli bir yerden sonra bu sınırsız üretimi, bu sınırsız üretimin ürünlerini tüketemez, yani bu ürünler satılamaz hale gelir.
Açıktır ki, ister doğrudan kendi sermayesiyle, ister kredi kullanarak üretimi sınırsız ölçüde geliştiren kapitalist, mallarını satamaz hale geldiği andan itibaren, sermaye geri dönmediği için ya da kredi borcunu ödeyemediği için üretimi sürdüremez hale gelir. Bu da, bireysel kapitalist için "kriz" durumudur ve ardından iflas gelir. İflas, o güne kadar sermayesini sürekli büyüten, parasını sürekli katlayan, günlük ifadeyle "sürekli zenginleşen" bireysel kapitalistin sonudur.
Böyle bir duruma düşmek istemeyen kapitalist ne yapabilir ya da ne yapar?
Günlük dille söylersek, "zararına" ya da "kârdan zarar" ederek mallarını satmaya çalışır. Bu da ürettiği malın fiyatını düşürmesi demektir. Daha düşük fiyatlarla malını satarak, daha az kâr elde ederek ya da kârın bir bölümünden vazgeçerek ayakta durmaya çalışır. Bu da, bireysel kapitalistin küçülmesidir. Küçülmek ise, "sürekli zenginleşen" kapitalistin, bu sürekliliği sürdürememesi, eskisi gibi zengin olmaması, zenginliğinin azalması demektir. Düne kadar piyasaları kendi ürettiği ürünlerle bolluğa boğan kapitalist, şimdi daha sınırlı sermaye ile daha sınırlı üretim yapar, piyasalardaki egemenliğini yitirir. İşte bu aşamada bir başka kapitalist ya da kapitalistler aynı piyasaya girerek (kapitalist rekabet) gücünü ve egemenliğini kaybetmeye yönelen kapitaliste son darbeyi vurur. Onun "zararına" ya da "kârdan zarar" ederek düşük fiyatla sattığı malları daha da düşük fiyata satarlar, yani bir başka kapitalist onun ipini çeker.
Ancak gerek iflasa sürüklenen kapitalist, gerek onun ipini çeken kapitalistler, aynı zamanda piyasayı daha fazla malla doldururlar. Fiyatlar ne denli aşağı çekilirse çekilsin, her malın piyasasının (tüketicilerin) belli bir sınırı vardır (tüketicinin alım gücü ve alım istemi), bu sınıra gelindiğinde satışlar durur. Böylece diğer kapitalistin ipini çeken kapitalistler, aynı zamanda kendi iplerini de çekmiş olurlar.
Mallar üretilmiş, ama tüketicinin alım gücünün ötesinde üretilmiştir, dolayısıyla satılamamaktadır. Satılamadığı için de sermaye geri dönmemiş, dönmediği için de üretim yapamaz hale gelmiş ve bunun sonucu olarak da iflas ederek, üretim tümüyle kesintiye uğramış olur.
Piyasalardaki üretilmiş ürünler (mallar) zaman içinde tüketildiği ya da düpedüz çöpe atıldığı noktaya ulaşıldığında, yeniden talep ortaya çıkar ve buna bağlı olarak da üretim yeniden canlanır. Bu aşamada bir başka sermaye üretime başlar, "canlanan talep"e uygun olarak mallarını kolayca satar. Ve yeniden aynı süreç başlar.
Buraya kadarki gelişmeler ve sonuçlar, sıradan kapitalist üretim ve dolaşım sürecinin sıradan durumudur. Bireysel sermayenin (kapitalistin) belli bir üretim dalında olağan olarak izlediği süreçtir.
Ama kredi sistemi, bankacılık sistemi gelişir. Oyunun kuralları olağanlığın dışına çıkar. Bireysel kapitalist ne denli malını satamasa da, yani sermayesini yeniden paraya çeviremese de, banka kredisi aracılığıyla ek sermaye sağlar ve bununla üretimi hiç kesintiye uğratmaksızın sürdürür. Yine de üretilen malların tüketilmesinde, yani satılmasında aynı noktaya ulaşır. Dolayısıyla kredi kullanan kapitalistin iflası, aynı zamanda ona kredi veren kurumun alacağını tahsil edememesinden doğan zararı anlamına gelir. Eğer tahsil edilemeyen krediler bankanın (ya da genel anlamda finans kuruluşlarının) kendi varlığının (mevduat vb.) sınırlarına ulaşırsa, bu kez bankanın kendisi iflas eder.
Bu durumda, "cin fikirler" ortaya atılır. Nasıl ki, kendi ürettiği malı satarak sermayesini paraya çeviremeyen kapitalist kredi kullanarak üretimi sürdürebiliyorsa, aynı biçimde üretilen malı satın alacak geliri olmayan tüketici de benzer bir yolla malı satın alacak hale getirilebilir. Bilinen ifadesiyle "tüketici kredileri", "kredi kartları" burada devreye girer.
Artık sadece kapitaliste kredi açılmaz, kendi sabit geliri dışında başka bir geliri olmayan, bu nedenle sınırlı bir tüketime sahip olan insanlara da kredi verilir. Böylece kredi sistemi aracılığıyla sermayenin ürünlerine yeni ve ek bir talep yaratılır. "Tüketici kredileri" arttıkça, mallar daha fazla satılır; mallar daha fazla satıldıkça üretim daha fazla artar; üretim daha fazla arttıkça daha fazla "tüketici kredisi"ne ihtiyaç ortaya çıkar. Bu süreç uzar gider.
Kredi ise, bir kişinin ya da şirketin, gelecekteki gelirleri karşılığında verilen borç paradır. Diğer bir ifadeyle, gelecek zamanlarda eline geçecek paraları somut şimdiki zamanda tüketmesidir. Doğal olarak da bu "gelecek zaman", bireyin kendi "doğal yaşam süresi"yle değil, doğal olarak gelir sağlayabilir yaşam süresiyle sınırlı bir gelecektir. Bu sınıra ulaşıldığında, gerçek anlamıyla bireyin aldığı borçların karşılığı yoktur. Tıpkı karşılıksız çek gibi, onun imzaladığı kredi borç senetleri karşılıksızdır. Yine karşılıksız çek olayında olduğu gibi, kredi borç senetlerinin karşılığı olmadığı anlaşıldığı andan itibaren, artık kişinin yeni kredi alarak tüketimini sürdürebilmesi olanaksız hale gelir. İlk bakışta sonsuz ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bu süreç, böylesine bir sona çok kısa sürede ulaşır. Kişi, tüketici kredileriyle tüm geleceğini ipotek altına aldırmıştır ve daha fazla ipotek edecek bir şeyi bulunmadığı için de sınıra ulaşıldığında her şeyini, kendi geleceğini yitirir.
Ama burası kapitalist sistem açısından hiç bir öneme sahip değildir. Bireyin, insanların ne oldukları ve ne olacakları değil, sermayenin ne olduğu ve ne olacağı önemlidir onun için. Bu yüzden, tüketici kredileriyle sağlanan yeni ve ek talep, bir süre sermayenin büyümesini, malların satılmasını sağlasa da, bir yerden sonra (bireyin yazgısının tümüyle değiştiği yerdir burası) aynı sınıra, yani malların satılamaz hale geldiği noktaya ulaşılır.
Ulaşmasına ulaşılır, ancak bu kez sadece kapitalistin bankalardan aldığı krediler değil, aynı zamanda kendi mallarının satılması için bankaların bireylere verdiği krediler de geri ödenemez hale gelir. Yani artık bireysel kapitalist ile bankaların yazgısı değil, tüm insanların yazgısı ipotek altındadır ve iflasa doğru sürüklenmektedir. İflas ise, kaçınılmazdır.
Son "finans krizi"nde günlük olarak izlendiği gibi, bu iflas noktasına gelen bireysel kapitalist (şirket) ve kredi kuruluşu (banka vb.) ne kadar büyük ise, iflasın sonuçları da o kadar büyük olur. Bunun yaratacağı ekonomik, toplumsal ve siyasal sorunlar karşısında "kolektif kapitalist" olarak devlet devreye girer.
"Kolektif kapitalist" olarak devlet, "zor duruma düşmüş" şirketleri ve bankaları kurtarmaya başlar.
Şimdi kurumlar değişmiştir. Belli bir aşamada üretimi sürekli genişleten kapitalistin mallarını satamaması karşısında bankaların kredi vermesi söz konusuyken, şimdi "kolektif kapitalist" şirketlere ve bankalara kredi vermeye başlar. Ve bir süre sonra, tıpkı bankaların tüketici kredileri gibi kapitalist mallara yeni ve ek talep yaratmak için devlet de tüketici kredilerine benzer bir tüketim artışı sağlayacak uygulamalar başlatır.
Her şey aynıdır, sadece isimler değişmiştir.
Bankalar nasıl ki kendi varlıklarının ötesinde kredi veremezlerse (ki gerçek varlık bankaların sahip olduğu mevduatlardır), devlet de kendi sahip olduklarının ötesinde kredi veremez. Devletin sahip olduğu kredi düzeyi ise, bir yandan vergi gelirleriyle (bankaların mevduatlarının eşdeğeri), diğer yandan başka yerlerden sağlayabileceği kredilerle (devlet borçları) belirlenir. Vergi gelirlerinin nasıl artırılacağı açıktır. Devlet borçları ise, bilinen devletin çıkarmış olduğu bono ve senetler yoluyla elde edilir.
Her borç gibi, devlet borçlanması da belli bir şeyin karşılığında gerçekleştirilir. Devletin borçlanmasının karşılığı, tıpkı bireysel kapitalist ya da bireysel tüketici gibi, gelecekteki gelirleridir. Devlet, gelecekteki gelirlerini karşılık göstererek piyasalardan borç para alır. Yine bireysel tüketici gibi, aldığı borç miktarı (devlet borçları) devletin gelecekteki gelirleriyle karşılanamaz hale geldiği yerde, bu kez devletin iflası gündeme gelir.
Elbette "aklı evveller", böyle durumlarda devletin "sonsuz ve ölümsüz" olduğunu öne sürerek, devletin hiç bir zaman böyle bir durumla karşılaşmayacağını ileri sürebilirler. Ancak burada söz konusu olan "sonsuz ve ölümsüz devlet" değil, devletin belli bir somutluk içindeki ödeme gücüdür. Ödeme gücü zorlaştıkça, yani borçlarını ödeyemez hale geldikçe, devletin borçlanması ya da borçlarını "döndürebilmesi" zorlaşır. Bu zorlaşma da, devletin daha yüksek faizle borçlanması anlamına gelir. Daha yüksek faizle borçlanan devlet, yani o "sonsuz ve ölümsüz devlet", ipotek ettiği gelecekteki devlet gelirlerini (vergiler) neredeyse tümüyle bu borçların faizlerini ödemekte kullanmaya başlar. Böylece "sonsuz ve ölümsüz devlet", "sosyal devlet" olarak işlevini yerine getiremez. Kısacası, T. Özal zamanındaki KDV reklamlarında söylendiği gibi, toplanan vergiler "yol, su, elektrik" olarak geriye dönmez. Yeni "alt yapı yatırımları" bir yana, varolan ve sürekli aşınan alt yapı yatırımlarını bile onaracak para bulunamaz hale gelir. Devlet memurlarının maaşları bile ödenemez olur.
Burada bir kez daha "aklı evveller" konuşmaya başlar ve "sonsuz ve ölümsüz devlet"in vergi gelirlerini artırarak, bu duruma kısmen (en azından "kriz"den çıkana kadar, ki bunun nasıl olacağı hiç bilinmez) kamu harcamaları için gerekli parayı bulabileceğini söylerler. Oysa "sonsuz ve ölümsüz devlet"in devreye girdiği yer, kapitalist üretim ve kredi sisteminin üretilen mallar için yeni ve ek talep yaratamaz hale geldiği yerdir. Yani bireylerin, halkın, kitlelerin, nasıl ifade edilirse edilsin insanların gelirlerinin ötesinde alım gücüne sahip olamadıkları yerdir. Vergilerin artırılması ise, zaten gelirleri ipotek edilmiş insanların gelirlerini daha da azaltmaktan, yani tüketimlerini azaltmaktan başka bir anlama gelmez. Bu da, "sonsuz ve ölümsüz devlet"in piyasaya müdahale etmesine yol açan nedenin ta kendisidir.
Şimdi bireysel kapitalist yanında "kolektif kapitalist" olarak devlet de "kriz"den nasibini almış, "kriz" hepsini etkileyen genel bir kriz haline dönüşmüştür.
Bugün "krizin dibi göründü", "henüz krizin dibine ulaşılmadı" türünden haber ve yorumların sözünü ettiği şey, bu genel krizin bir bütün olarak ortaya çıktığı yerdir.
Burada "aklı evveller"i bir yana bırakıp, her hangi bir küçük-burjuva aydınının övünerek söylediği "soğukkanlılığı ve nesnelliği" içinde düşünmeye başlayabiliriz.
Adı ister Kemal Derviş olsun, ister bir başka olsun, tüm bu "soğukkanlı ve nesnel" küçük-burjuva aklı, böylesi bir genel kriz durumunda, öncelikle devletin krizden çıkartılmasıyla işe başlar. Devletin borçlarını bir biçimde "çevrilebilir" hale getirmek için "gerekli önlemler" alınır. Elbette burada devletin, hangi devlet olduğuna bağlı olarak alınan "gerekli önlemler" de değişir.
Emperyalist bir ülkenin devletiyse söz konusu olan, onun yapacağı ilk iş, kendi krizini ihraç etmektir. Bunu kimi zaman "global kriz" karşısında herkesin "elini taşın altına koyması" olarak sunarak yapar, kimi zaman doğrudan doğruya zorba bir güç olarak "mecburiyetler"le yapar. Nasıl yaparsa yapsın, her durumda "kendi krizi"ni başka ülkelere, "gücünün yettiği" ülkelere ihraç eder. Artık emperyalist ülke devletinin borçlarının karşılığı ihraç ettiği ülkeler olur. Dolayısıyla da emperyalist ülke devletinden alacağı olanlar, bu alacaklarını bu ihraç edilen ülkelerden tahsil ederler. Diğer bir ifadeyle, emperyalist ülke devleti, kendi borçları karşılığında başka ülkeleri ipotek olarak gösterir.
Eğer söz konusu olan devlet, emperyalist devlet değil de, emperyalist ülkenin krizi ihraç ettiği, yani kendi borçları karşılığında rehin olarak gösterdiği bağımlı ülke devletiyse, yapılacak olan tek şey, IMF ile pazarlık yaparak ithal edeceği krizin boyutunu azaltmaktan ibarettir. "Ümüğün" ne kadar sıkılacağının pazarlığını yapabilir.
Öyle ya da böyle, emperyalist ülkelerdeki kriz ihraç edilecektir ve edilir. Şimdi "genel kriz", emperyalizme bağımlı ülkelerin krizi haline dönüşür. O ana kadar her şeyin normal göründüğü, işlerin normal olarak yürüdüğü bağımlı ülke, birden bire krize sürüklenir. Son "finans krizi"nin söylemleriyle ifade edersek, ABD Merkez Bankası'nın bankaların "toksik" varlıklarını satın almak için kullandığı para, bağımlı ülkelerden tahsil edilir. Ancak bu ülkelerin "ümüğü" zaten sıkılmış ve inceciktir. Dolayısıyla daha fazla sıkılacak yeri bile kalmamıştır. İşte bu son noktaya gelindiğinde, bağımlı ülkenin sadece parasal gelirleri değil, bizatihi kendi varlığı ipotek altına alınır. Bu varlık ise, bu ülkelerin GSMH'sıyla belirlenen bir büyüklükten öte, paraya çevrilebilir her türlü (yeraltı ya da yerüstü her türlü) varlığıdır. Artık emperyalist ülke devleti, kendi borçlarının faizlerini bu ülkelerin varlıklarını nakit olarak vererek ödemeye başlar. Bu konuda ne kadar çok ülkeye egemen ise, o kadar çok borçlanma olanağına sahip olur.
Ve sonuçta, emperyalist ülkelerdeki kriz geri-bıraktırılmış ülkelere ihraç edilir. Tıpkı daha önceki krizlerde olduğu gibi, özel olarak da 1980 dünya ekonomik bunalımında olduğu gibi. Bu andan itibaren, dünya ekonomisi geri-bıraktırılmış ülkelerin borç kriziyle yüzyüze gelir. Ama emperyalist ülkelerdeki kriz atlatılmış olur. Eğer "finans krizi"nin "mortgage krizi" olarak başladığını göz önüne alarak ifade edersek, emperyalist ülkelerdeki konut sektörü canlanır. Fiyatları aşırı şişmiş konut sektörü "normal" fiyat seviyesine iner. Bu da, konut maliyetlerinin düşmesiyle sağlanır. İster kredi maliyetlerinin (faizlerinin) düşmesiyle olsun, ister doğrudan konut üretim maliyetlerinin (çimento, demir vb.) düşmesinden olsun, her durumda maliyetler düşer. Ancak zaten aşırı-üretim krizi içinde olan bu sektörlerin (çimento, demir vb. "reel sektör" olarak ve kredi vb. olarak finans kesimi) daha düşük fiyatla üretim yapabilmesi ise, ya emeğin yoğunlaştırılmasıyla, işçi ücretlerinin düşürülmesiyle ya da aynı sonucu doğuracak olan yeni teknolojik makinelerin üretim sürecine dahil edilmesiyle olanaklıdır. İşçi ücretlerinin düşürülmesinin ne anlama geldiği açıktır. Zaten ortada aşırı-üretim ve buna uygun talep yetmezliği vardır, bunun üzerine bir de işçi ücretlerinin düşürülmesi krizi daha da derinleştirir. Dolayısıyla bu geçerli bir yol değildir. Yeni teknolojinin üretim sürecine uygulanması ise, her şeyden önce ek bir finansmana ve zamana gereksinme gösterir. Oysa kriz ortadadır, içinde yaşanmaktadır. Ne bu finansmanı sağlayacak kredi mekanizması vardır, ne de zaman.
İşte "mortgage krizi" örneğinden yola çıkarak "krizden çıkış" yolunun tıkandığı yer de burasıdır. Ama dünya ekonomisi denilen şey, emperyalist ülkeler ve emperyalizme bağımlı ülkeler diye iki kesimden oluşur. Kriz bir kez bağımlı ülkelere ihraç edilmiş, onların borç krizi haline dönüştürülmüşse, artık emperyalist ülkelerin "reel sektörü"nün (örneğimizde konut sektörü) krizden çıkmasının yolu da açılmış demektir.
Krizin ihraç edildiği bağımlı ülkeler, içinde bulundukları krizden (ki ödemeler dengesi açığı, cari açık olarak sürekli vardır) çıkabilmek için tüm varlıklarını (ki emperyalist ülkeler zaten kendi borçları için bunları ipotek ettirmiştir) haciz yoluyla (IMF) satışa çıkartmak zorundadırlar. Bu varlıklar, örneğimizle bağlantılı olarak söylersek, kendi ürettiği çimento, demir vb. mallardır (ki bunların işlenmiş, mamul mal olması gerekli değildir, hammadde olarak varlıkları yeterlidir). İşte bağımlı ülkenin bu ve benzeri malları, ipotekli mallar olarak mezatta satışa çıkartılır. Her mezatta olduğu gibi, en düşük fiyata satılır. Bu fiyat, onun gerçek üretim maliyetlerinin de çok altında bir fiyattır. Üstelik emperyalist ülkelerin aynı ürünleri üretme maliyetlerinden de düşüktür. Böylece, emperyalist ülkelerdeki konut sektörü daha düşük maliyetle inşaatlar yapmaya başlar. Kısacası, denge kurulmuştur, konut sektöründeki "balon" sönmüştür, fiyatlar "normal" düzeye inmiştir.
Öte yandan ipotek altındaki bağımlı ülkeler, aynı zamanda gıda ürünleri, tekstil vb. tüketim malları ihracatçısıdırlar. Krizi ithal eder etmez, bu ürünlerin dünya pazarlarındaki fiyatları hızla düşer, emperyalist ülkelere ihraç edilir (Ve elbette bağımlı ülkenin hükümeti de "ihracat seferberliği" ilan eder, ihracatı nasıl artırdığıyla övünür.). Ucuz tüketim malları ithalatı emperyalist ülkelerdeki insanların alım gücünün artmasına yol açar. Düne kadar gıda vb. tüketim malları için yapılan bireysel harcamalar gelirlerin belli bölümünü kapsarken, bu bölüm azalır ve böylece başka mallar tüketilebilir hale gelir, ek bir talep ortaya çıkar. Bu ek talep, örneğin otomotiv sektörüne ek talep olarak yansıdığı oranda, otomotiv sektöründeki ("reel sektör") kriz sona erer. Öte yandan ödenemeyen tüketici kredileri, "mortgage kredileri"ni ödeyebilmek için ek bir olanağa sahip olurlar. İster "reel sektör"e yeni ve ek talep olarak yansısın, ister "finans krizi" içindeki finans kurumlarının kredilerinin ödenmesi olarak yansısın, her durumda ortaya çıkan ek tüketim olanağı "kriz"in atlatılmasını sağlar.
İşte yaşadığımız "finans krizi"yle birlikte Marks'ı "keşfedenler"in kapitalizmin "topyekün çöküşü"nü ilan etmelerinin saçmalığı da, bunlara karşı "kapitalizm bu krizi de atlatır" diyenlerin de dayanak noktası bu durumdur.
Marks'ın sözüyle, "Kapitalist üretim, sürekli olarak, kendi niteliğinden gelen bu engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir."[4*]
Evet, yoluna devam eder, ama sorunları daha heybetli olarak koyarak yoluna devam eder. Bu yüzden emperyalist ülkeler 2000 "kriz"ini kısa sürede atlatırken, 2008 "finans krizi"ni de bu boyutta üretmiştir. Üstelik 2000 krizini kısa sürede aşmaları, ülkemizde yaşandığı gibi (tüm geri-bıraktırılmış ülkelerde de aynı zamanda yaşandığı gibi) 2001 krizinin de kaynağı olmuştur. Şimdi krizin ihraç edilmesiyle belli bir sürede emperyalist ülkelerin krizi aşmaları, geri-bıraktırılmış ülkelerin olanca haşmetiyle yeni bir borç krizine sürüklenmelerinin başlangıcı olmaktadır.
Elbette insanlar için, gerçek ve üreten insanlar için sorun, kapitalistlerin ve kapitalist finans kuruluşlarının sorunlarıyla bir ve aynı değildir. Gerçek insanlar, gerçek ("reel") şeyler tüketirler. Onların tükettikleri, "mortgage kağıtları", hazine iç borçlanma bonoları, "toksik varlıklar" değildir. Bu nedenle de, krizin onlara yansıması "reel" bir yansımadır. Emperyalist ülkenin insanları, emekçileri de "reel" şeyler tüketirler. Ama geri-bıraktırılmış ülkelere kriz ihraç edildiği oranda, bunların "reel" tüketim sorunları da aşılır, yoluna girer. Asıl sorun geri-bıraktırılmış ülke insanlarınındır. Onları bekleyen sadece ürettiklerinin neredeyse yok pahasına emperyalist ülkelere ihraç edilmesi değildir. Onları bekleyen sadece işsizlik de değildir. Enflasyon başta olmak üzere, "kriz"in ortaya çıkardığı ve çıkaracağı her türlü sorun onları beklemektedir. Bir kez daha "yarınlar" olmaksızın, "somut bugün" için tüketileceklerdir. Bir kaç yıllık "tüketim çılgınlığı", belki on yıl sürecek tüketememe krizine dönüşecektir. Belki "bir kümeste kırk yıl tavuk olmaktansa, bir gün horoz olarak yaşamak iyidir" zihniyetine sahip bir toplumda ("erkek egemen toplum"), "bizi sosyal patlamalardan aile yapımız kurtardı" denilen toplumda, "biz 2001 krizinde dersimizi yaptık" denilen toplum için bu durum "alışılagelen" bir durum olarak bir karşı çıkışa, bir tepkiye yol açmayabilecektir.
Ama sorun sürekli yinelemektedir ve sorulması gereken soru vardır:
Bu, bizim, bu toplumun yazgısı mıdır? Bu, bizim, bu toplumun alınyazısı mıdır? Biz, her zaman emperyalist ülkelerin krizlerinin ihraç edildiği, onların krizlerinin bedelini ödeyen toplum olarak kalmayı sürdürecek miyiz? Biz, ihraç edecek bir şeyimiz kalmayınca, ülkemizin para eden her türlü varlıklarını satışa çıkartan bir toplum olmayı sürdürecek miyiz? Biz, para eden her türlü varlığı satarken, aynı zamanda ulusal ve insani onurumuzu da birlikte satmaya mahkum muyuz?
Eğer aynı şeyler tekrar tekrar yaşanmak istenmiyorsa, bu soruları sormak ve yanıtlarını bulmaya çalışmak gerekir.
[1*]Kurtuluş Cephesi, "'Finans Krizi' 'Reel Sektör'e Yansıyacak mı?", Sayı: 105, Eylül-Ekim 2008. [2*] Marks, Kapital, Cilt: III, s. 429.
"Elden geldiğince çok artı-emek sızdırılıp metalarda maddeleşir maddeleşmez, artı-değer üretilmiş olur. Ne var ki, bu artı-değer üretimi, kapitalist üretim sürecinin ancak birinci perdesini –doğrudan üretim sürecini– tamamlar. Sermaye, şu kadar miktarda karşılığı ödenmeyen emek emmiştir. Süreçte, kendisini kâr oranındaki düşmede ifade eden gelişme ile birlikte, böylece üretilmiş bulunan artı-değer kitlesi muazzam boyutlara ulaşır. Şimdi sürecin ikinci perdesi gelir. Tam metalar kitlesi, yani değişmeyen ve değişen sermayeyi yerine koyan kısmı ile artı-değeri temsil eden parçayı da içeren toplam ürünün satılması gerekir. Eğer bu yapılmaz ise, ya da kısmen veya üretim-fiyatlarının altında kalan fiyatlarla yapılırsa, işçi aslında sömürülmüştür, ama bu sömürü kapitalist için sömürü olarak gerçekleşmemiştir ve bu durum, işçiden sızdırılan artı-değerin, hiç gerçekleşmemesi ya da kısmen gerçekleştirilmesi, ve hatta, sermayenin kısmen ya da bütünüyle kaybedilmesi ile sonuçlanabilir. Doğrudan doğruya sömürü koşulları ile, bu sömürünün gerçekleştirilmesi koşulları özdeş değildir. Bunlar yalnız yer ve zaman olarak değil, mantıken de birbirinden farklıdır. Birincisi yalnız, toplumun üretici gücü ile, ikincisi ise, çeşitli üretim kollarının aralarındaki orantılı bağıntı ve toplumun tüketim gücü ile sınırlıdır. Ama bu son sözü edilen güç, ne mutlak üretim gücü ile ve ne de mutlak tüketim gücü ile belirlenmeyip, toplumun büyük bir kesiminin tüketimini, az çok dar sınırlar içersinde değişen bir asgariye indirgeyen uzlaşmaz karşıtlık halindeki bölüşüm koşulları temeline dayanan tüketim gücü ile belirlenir." (Marks, Kapital, Cilt: III, s: 216-217.) [3*] Bu sadece "tüccar zihniyeti"nin egemen olduğu toplumlara ilişkin bir "anlaşılmazlık"tır. Solu da kapsayan bu "zihniyet"e göre, kapitalist zenginlik, "yahudi"nin limon satıcılığıyla olur. Yani limon satıcısının limondan değil, sandığından kâr ederek zengin olduğuna inanılır. Bu inanç, değişik örneklerle de sürekli desteklenir. Bunun bir "örneği"ni Tayyip Erdoğan vermiştir: "Babam haftada 2,5 lira verirdi. Hafta sonlarında top sahasına gider, su satardım... nane, limon ve okaliptüs şekerlemeleri alıp satardım. Bunun yanında, akşamdan bayat simit alırdım, anneciğim onu buhara yatırırdı. O zaman simit 10 kuruştu. Ben 2,5 kuruşa tanesini alıp, 5 kuruşa satardım." Ve bir başka yerde bu "para kazanma" yolunu şöyle yorumlar: "Biz aile ekonomisi mantığıyla bakıyoruz. Ben mahalle aralarında su, simit sattım. Yüz simidi alıp bunu ben 200'e nasıl çıkarırım gayretiyle geldim." [4*] Marks, Kapital, Cilt: III, s. 263.