Mart ayında ABD’nin "5. büyük yatırım bankası" Bear Stearns’in, FED’in (ABD Merkez Bankası) desteğiyle JP Morgan Chase tarafından satın alınması, Merrill Lynch’in Bank of America’nın denetimine girmesi ve son olarak da Lehman Brothers’ın iflasıyla birlikte ABD yatırım bankalarının geriye kalan "büyük"lerinden Morgan Stanley ve Goldman Sachs’ın "mevduat bankacılığı"na dönüştürülmesiyle "bir dönemin sonu"na gelindiği pek çok burjuva ve küçük-burjuva "iktisatçı" tarafından kabul edilmeye başlanmıştır.
Diğer yandan iki "en büyük" "mortgage şirketi" (Türkçe’siyle emlakçı) Fannie Mae ve Freddi Mac’e FED tarafından el konulması, yani kamu kuruluşu haline getirilmesi, ABD’nin "en büyük" sigorta şirketi AIG’in yine FED tarafından "kurtarılması", aynı "iktisatçı"lar tarafından "devletin ekonomiye müdahalesi"ne (regülasyon) geri dönüş olarak tanımlanmaya başlandı.
"En büyük beş yatırım bankası", "iki en büyük mortgage şirketi", "en büyük sigorta şirketi" derken, Eylül sonuna gelindiğinde ABD’nin "en büyük mevduat bankası" Washington Mutual’in iflas ettiği açıklandı.
Bu gelişmelerden sonra ABD ekonomisinin "finans krizi" içinde olduğu herkes tarafından ve "resmen" kabul edilir oldu.
Tüm bu devlet müdahaleleri ve iflaslarla birlikte, Mart ayında "dünya merkez bankaları"nın "likit sıkışıklığı"na çözüm olarak piyasalara verdikleri 300 milyar doların ardından, Eylül ayındaki gelişmelerle birlikte piyasalara verilen "likit" miktarı bir trilyon doları geçti.
"Ekonomist"ler ya da "iktisatçı"lar, bu devlet müdahalesi ve buna bağlı olarak piyasalara verilen bir trilyon doları aşkın "likidite"nin ne anlama geldiğini, daha sonraki günlerde nelere yol açabileceği üzerine "yorumlar" yaparlarken, "globalizm" yandaşları ve vurguncuları bütün bunların "kapitalist ekonominin geçici dalgalanmaları" olduğundan, "piyasaların düzenlenmesine hizmet edeceği"nden ve nihayetinde Tayyip Erdoğan’dan Güler Sabancı’ya kadar, bilenler ve bilmeyenler, "krizlerin fırsata çevrilmesi"nden söz eder oldular.
"İyimser ekonomistler" ile "globalizm yandaşları", ABD ekonomisindeki bu "finans krizi" karşısında devletin ekonomiye müdahalesinin "gerekli" olduğunu, ama "abartılmaması" gerektiğini söylerken, "kötümserler", "bu kriz, o kriz" söylemiyle 1929 "büyük buhranı"na göndermeler yaparak dünyada pek çok şeyin değişeceği kehanetinde bulundular.
Bu süreçte "piyasalar"da bir "güven bunalımı" olduğu kanısına sahip olan yatırımcılar ve yatırım fonları tarafından "iyimserlik" rüzgarları estirilmeye çalışıldı. Öyle ki, FED’in bu operasyonlarda bir trilyon dolarlık "likit"i piyasaya vermesinin "halkı" etkilemeyeceğini, "likit" denilen şeyin öyle "nakit para" olmadığını, dolayısıyla doğrudan "vergi mükelleflerine" yansıyan sonuçları olmayacağını vs.den söz ederek, piyasalara güven pompalamaya kalkıştılar.
Kimileri bu "finans krizi"nin "reel sektöre" yansıyıp yansımayacağı üzerine tartışmalar yürütürken, bir başkaları bütün bunların sadece kağıt üzerinde yapılan operasyonlar olduğunu iddiasında bulunuyorlardı.
Doğal olarak bilinen bir kaç kavram dışında (devletin ekonomiye müdahale etmesi gibi), "globalizm"in içeriksiz ve boş kavramları ortalıkta uçuştu: Regülasyon, likit, likit sıkışıklığı, hadge fonları vs.
Şimdi tüm bu sözleri, tartışmaları, iddiaları, manipülasyonları, "iyimserlik" rüzgarlarını bir yana bırakarak, ortaya çıkan tabloya bakalım.
Görünen Köy
Ortaya çıkan tabloyu şöyle özetleyebiliriz: ABD mortgage (ipotekli konut kredisi) piyasasında başlayan "kriz", giderek tüm finans alanlarını etkileyen genel bir "finans krizi" halini aldı. "Finans krizi", sadece mortgage finansmanında kullanılan kredileri değil, tüm kredileri etkileyen genel bir niteliğe sahip olduğundan, krizin özü, kredi sisteminin çökmesidir. Bu nedenle "görünen köy"ü görebilmek için, her şeyden önce "kredi sistemi"nin ne olduğu konusunda bir "bilgi" sahibi olmak gerekir.
"En basit ifadesiyle kredi, bir kimsenin, bir başka kimseye, belli bir miktarda sermayeyi para olarak, ya da para olarak hesaplanan değeri üzerinde anlaşmaya varılmış mallar şeklinde, ve her iki halde de, belli bir vadenin sonunda ödenmek üzere, emanet vermesine yol açan, sağlam ya da çürük bir temele dayalı güvendir."
Kredi, "belli bir vade" sonunda geri ödenecek para olmakla birlikte, vade süresince belli bir faiz miktarı eklenerek geri ödenir. Genel kural olarak, faiz ve ana para ödemeleri, belli aralıklarla yapılır. Herhangi bir kredi kartı sahibinin borçlarını öderken kullandığı "taksit" sistemi, tüm kredi sistemi için geçerli bir ödeme şeklidir.
Kredi, aynı zamanda "borç verilen para"dır. Dolayısıyla devletler, şirketler ve bireyler, kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla borçlanmaya gittiklerinde, her durumda "kredi" kullanmış olurlar. Bu yüzden devletin iç ve dış borçları, aynı zamanda devletin kullandığı kredilerdir.
2001 Şubat krizinde herkesin yaşayarak gördüğü gibi, borçlar (krediler) geri ödenemez hale geldiğinde, ödemeyi yapamayan kesim (devlet, şirket ya da birey) önce "ödeme güçlüğü" içine girer, ardından ödeme yapamaz hale gelir ve nihayetinde iflas eder, malına-mülküne haciz konulur, bir bakıma "kamulaştırılır".
Ancak kredi sisteminin dayanağı olan bankalar açısından kredilerin ana para olarak geri ödenmesinden çok, faizlerinin düzenli ödenmesi önemlidir. Faizlerin ana paraya göre bu önceliği, aynı zamanda bankaların "gelirleri"nin faizlerden oluşmasından kaynaklanır.
Bu nedenle bankalar açısından, eğer bir "kredi sahibi", kredi faizlerini düzenli olarak ödeyebiliyorsa, ana para ödemesini daha uzun vadeye yaymak olanaklıdır. Asıl olan faizlerin düzenli olarak ödenmesidir.
Bu, Kemal Derviş"in söylemiyle "borçların çevrilebilirliği"dir.
Herkesin yaşayarak öğrendiği gibi, "borçların çevrilebilirliği", ülkenin iç ve dış borçlarının faizlerinin düzenli ödenmesinden başka bir şey değildir.
İflas eden ya da FED tarafından el konulan bankalar ve şirketler, kredi sisteminin parçası olarak asıl "gelirlerini" faizlerden sağlarlar. Eğer verilen kredilerin faizleri düzenli olarak ödenebiliyor ve ana para belli bir güvence altında bulunuyorsa, ortada bir sorun, sıkışıklık, ödeme güçlüğü vb. yoktur.
İster yatırım bankası olsun, ister mevduat bankası olsun, her türden banka, kendisinin faiz karşılığında topladığı paraları, bir başkasına faiz karşılığında kredi olarak verir.
Yatırım bankaları "fon" sahiplerinin parasını kullanırken, mevduat bankaları bankaya tasarruf vb. nedenlerle yatırılan paraları kullanırlar. Ama her durumda, bankalar gerek fon sahiplerine, gerekse mevduat sahiplerine belli bir faiz ödemek durumundadırlar.
Bunun yanında, her durumda fon ya da mevduat sahiplerinin değişik nedenlerle paralarını tümüyle bankadan çekmek istediklerinde, bu miktar para banka tarafından fon ve mevduat sahibine ödenmek zorundadır.
İşte bankacılık sisteminin birinci halkası, bankaların kredi olarak kullandırdıkları paraları toplarken belli bir faiz ödemesinde bulunmaları ve her an çekilebilir paralar için "yedek fon"da belli bir "rezerv"e sahip olmalarıdır.
Eğer bankalar, faiz ödemelerini ya da ana para ödemelerini yapamaz hale gelirse, sistem çökmüş, banka iflas etmiş demektir.
Bankacılık sisteminin ikinci halkası ise, faiz karşılığında toplanan paraların bir başkasına "kredi" olarak verilmesidir. Bu "kredi", her durumda belli bir zaman içinde ödenmesi gereken ana para ile faizlerden oluşur.
Bankacı, faiz karşılığında topladığı parayı, daha yüksek bir faiz karşılığında bir başkasına kredi olarak verir. Böylece "finans sistemi" ortaya çıkar.
"Finans krizi" ise, öncelikle kredi sahiplerinin faiz ve ana para ödemelerini yapamaz hale gelmeleriyle başlar. Banka, faiz ve ana paraları geri alamadığı için, ödemek zorunda olduğu faiz ve ana para ödemeleri için kendi öz kaynaklarını kullanmak ya da daha yüksek faizle bir başka bankadan kredi almak zorunda kalır. "Likit sıkışıklığı" denilen şeydir bu.
Mortgage piyasasında başlayan "likit sıkışıklığı", mortgage şirketlerinin konut kredilerini tahsil edemez hale gelmesiyle başlamıştır. Onlar konut kredilerini tahsil edemedikçe, kendilerine kredi veren bankalara olan taahhütlerini yerine getiremez olmuşlardır. Mortgage şirketlerine kredi veren bankalar da, bu şirketlerin ödeme güçlüğü içine girmeleriyle birlikte, kendi mükellefiyetleri olan faiz ve ana para ödemelerini yapamaz olurlar. Yani "likit sıkışıklığı" bankalara yansır.
Geri ödenmeyen kredi miktarı, yani "batık krediler", açıktır ki, bu kredilerin temin edildiği fon ya da mevduat sahiplerinin paralarının bir bölümünün karşılığının olmaması demektir. Kağıt üzerinde her şey yerli yerindeyken, pratikte belli paralar "batık kredi" haline gelmiştir.
İşte devletin müdahale ettiği yer, bu "batık kredi"lerin çok büyük miktarlara ulaştığı, dolayısıyla "en büyük bankalar"ın taahhütlerini yerine getiremez hale geldikleri noktadır.
"Likit sıkışıklığı" karşısında emperyalist ülkelerin merkez bankalarının piyasalara verdikleri ilan edilen trilyon dolarlık "likit", "batık krediler"in ortaya çıkardığı ödeme sorununu aşmaya hizmet eder. Ama bu, açıklanan miktarda bir gerçek paranın bankalara aktarılması demek değildir. 2001 Şubat krizi sonrasında "borçların çevrilebilirliği" için verilen IMF kredilerine benzer bir "likit" aktarımıdır bu. Eski deyimle, "likit" denilen şey "taze para"dır, yani bankaların ödemelerini düzenli olarak yapabilmeleri için gerekli para miktarıdır. Merkez bankalarının piyasalara verdikleri ilan edilen "likit" miktarı ise, "borçların çevrilebilirliği"ni sağlayan "taze para" ile "borç miktarı"nın toplamına eşittir. Bir başka ifadeyle, "likit", ödeme güçlüğüne düşen bankaların tüm yükümlülüklerinin devlet garantisi altına alınmasıdır. Burada toplam borç miktarı bir trilyon dolar ise, "borçların çevrilebilirliği", yani ödemelerin düzenli olarak yapılabilmesi için gerekli para miktarı, asgari faiz ödemeleri kadardır. Dolayısıyla "likit" operasyonunun merkez bankalarına kısa vadeli maliyeti, ödeme güçlüğü içindeki bankaların faiz borçlarını ödemelerine eşittir.
Ama en önemli sorun, devlet tarafından bankaların faiz ödemelerinin güvenceye alınması, yani bu ödemelerin yapılmasının sağlanması değildir. Önemli sorun, bankaların kullandıkları fon ya da mevduatların ana paralarının geri talep edilmesidir. Bugün için bu ana para miktarı bir trilyon doların çok üzerindedir ve kesin rakam bilinememektedir.
Merkez bankalarının piyasalara "likit" aktarımındaki amaçları, "yatırımcıların" ana paralarının devlet güvencesine alınmasını sağlayarak, "piyasalara güven vermek"ten ibarettir.
Devlet güvencesi altına alınan bir trilyon doların üzerindeki "finans krizi" yükü, aynı zamanda ödeme güçlüğü içindeki bankaların "varlıkları"nın karşılığıdır. Ama "varlık" denilen şey, "mortgage" kredileriyle geri ödenmesi mümkün olamayan krediler olarak tüketilmiştir. Dolayısıyla devletin müdahalesinin "faturası", sadece kısa dönemli faiz ödemelerinin karşılanmasıyla sınırlı kalmamaktadır. Asıl "fatura", geri ödenmesi mümkün olmayan kredi miktarının ne kadar olduğunun ortaya çıkmasıyla saptanabilecektir, ki bugün için bunu hiç kimse tahmin bile edememektedir.
Yine de, her durumda merkez bankaları (devletler) piyasalardaki "ödeme güçlüğünü" (likit sıkışıklığını) aşmak için vermek durumunda kaldıkları paraları devlet bütçe gelirlerinden karşılamak zorundadırlar. Ve devlet bütçe gelirleri ise, ya vergi gelirleri olarak vardır, ya da devletin iç ve dış borçlanması olarak vardır.
Bugün için FED’in "finans krizi" karşılığında piyasalara vermek durumunda kaldığı "taze para", ya vergilerin artırılmasıyla ya da devlet borçlanmasına giderek karşılanmak durumundadır. Şüphesiz "vergi mükellefi" ABD seçmenlerinin içinde bulundukları durum, vergilerin artırılmasını kısa vadede olanaksız kıldığından, devlet borçlanması tek yol durumundadır.
ABD’nin her zamankinden daha fazla borçlanmaya gitmek zorunda kalması ise, kaçınılmaz olarak faizlerin yükselmesine yol açacaktır. "Piyasalardaki güvensizlik"le birleşerek faizlerin yükselmesi ABD hazinesine yeni ve ek bir yükümlülük getirecektir.
1971-80 döneminde doların değer kaybetmesi karşısında çareyi yüksek faiz uygulamasında bulan ABD’nin içine girdiği ekonomik bunalım (ki "globalizm" söylemiyle "kriz"), bir kez daha gündeme gelmiştir.
Faizlerin yükselmesinin ilk sonuçları ise, geri-bıraktırılmış ülkelerin borçlanma maliyetlerinin (faizlerin) yükselmesinde görülecektir. Bizim gibi yüksek "cari açık" veren, cari açığı dış borçlanma yoluyla finanse eden ülkeler için faizlerin yükselmesinin maliyeti yanında yeni borçlanmaya gidememe riski de ortaya çıkartacaktır. Ya akıl almaz faiz oranlarıyla borçlanma sürdürülerek, belli bir zaman sonrasında topyekün bir krizin patlak vermesi göze alınacaktır, ya da Demirel’in eski sözüyle ülke "yetmiş cente muhtaç" hale gelecektir.
Faizlerin yükselmesinin ikinci sonucu ise, üretim maliyetlerinin artması ve bunun sonucu olarak da fiyatların genel seviyesinin yükselmesidir. "İktisatçı" söylemiyle, yüksek faiz "enflasyonist baskı" oluşturur.
Görünen odur ki, bugün ABD ekonomisinde başlayan "finans krizi", 1980’lerin ünlü "borç krizi"nin ön aşamasıyla büyük benzerliğe sahiptir.
Bu koşullarda ABD’nin karşılıksız dolar basımını artırması ve bu yolla "finans krizi"ni finanse etmesi, yüksek faizlerin ortaya çıkardığı "enflasyonist baskı"yı daha da artıracaktır. Bugüne kadar dünya merkez bankalarına zorla kabul ettirilen "yüksek rezerv"lerle emilen karşılıksız dolarlar, bu kez doğrudan finans sektörünün içine girerek, üstü örtülemez bir sorun haline gelme eğilimindedir. Bu eğilim içinde, petrol fiyatının 200 doların üstüne çıkması da şaşırtıcı olmayacaktır.
Bütün bunlar, ABD’deki "finans krizi"nin dünya ekonomik bunalımı ("kriz") haline dönüşmesinin dinamikleri durumundadır. Eylül ayının son günlerinde "finans krizi"nin Avrupa’da belirgin biçimde ve resmen ortaya çıkmasıyla birlikte, dünya ekonomik bunalımı bir gerçeklik halini almıştır.
Olan da budur.