KURTULUŞ CEPHESİ - Mayıs-Haziran 1998
Dünya Ekonomik Buhranı
Ya da
Yeni-Sömürgeciliğin Bunalımı
1997 yılının son aylarına girilirken Asya ülkelerinde birbiri ardına "kriz"ler patlak verdi. İlk anda pek fazla önemsenmeyen bu krizler, Wallstreet borsasında 27 Ekim1997 günü meydana gelen %7,2'lik gerileme ile dünya kamuoyunun gündemine girdi. Ancak Wallstreet borsasının bir hafta içinde "toparlanması" ve ardından "çıkış trendine" geçmesiyle birlikte, ortaya çıkan krizler "unutulmaya" başlandı. Bu krizlerin önemsiz olduğu, sadece "borsayı ilgilendiren" bir kriz olduğu düşüncesi kamuoyuna benimsetildi. Endonezya'da Suharto'nun istifası ile sonuçlanan "öğrenci eylemleri" ve "kitlesel yağmalamalar"ın ortaya çıkması, kamuoyuna benimsetilen bu düşünceyi fazlaca etkilemedi. Hemen herkes, olayları "yaşlı diktatöre" karşı "özgürlük ve ekmek" isteyen öğrencilerin ve halkın tepkisi olarak değerlendiriyordu. Olayları biraz yakından takip eden ve az çok ekonomi bilgisine sahip olan kimileri için, Endonezya olayları, "Asya krizi"nin yarattığı toplumsal huzursuzluğun bir ürünü olarak görüldü. Özellikle ülkemizde basın-yayın organlarında ekonomi tahlilleri yapan kimi küçük-burjuvalar için, "Asya krizi", "şişirilmiş ekonomilerin" kaçınılmaz bir sonucundan başka birşey değildi. 1980 sonrasında "Asya kaplanları" olarak büyük övgüler dizilen bu ülkeler, bu küçük-burjuva "ekonomistler" için onca önemsenecek şeyler değildi. İstanbul "menkul kıymetler borsası"nda geçen yıl sonlarına doğru meydana getirdiği %18'lik düşüşten öte sadece siyasal ve sosyal yönden değerlendirilecek bir olaydan başka birşey değildi. Böylece "Asya krizi", "işi" "ekonomi" olan, yani ticaret ve bankacılık alanlarında çalışan kesimler dışında sıradan bir olay gibi izlenildi. "Asya krizi"ni yakından izleyen bu kesimler için, olay asıl olarak "borsa" olayı idi ve onlar da bu alanda çalıştıkları için kendilerini ilgilendiriyordu.
Ve Mayıs sonuna gelindiğinde, "Asya krizi", "Rusya krizi"yle birleşerek yeni bir boyut almaya başladı. Ama yine de yukarda ortaya koyduğumuz "iyimserlik" varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Bu "iyimser tahminler", giderek kitlelerin günlük yaşantılarını "değiştirmelerini gerektiren herhangi bir gelişmenin olmadığı" kanısını güçlendirmiştir. Böylece dünya halkları emperyalizmin yeni dünya bunalımı karşısında ilgisiz kalmaktadırlar. Bu bunalımın ne olduğunu ve geçmiş bunalımlarla ne denli kıyaslanabileceğini bile bilmeden, kapitalizmin yeni bir mülksüzleştirme dalgası içine girmişlerdir.
Tüm bu ekonomik gelişmeler karşısında, gerek ülkemiz solunda, gerekse dünya solunda, ciddiye alınabilecek fazlaca değerlendirme ve tahlilin yapılmamış olması, aynı zamanda gelişen "kriz"in kitleler tarafından anlaşılmamasının diğer bir nedeni olmuştur. Yapılan birkaç değerlendirme ve tahlil ise, neo- liberalizmin ve globalizmin geri-bıraktırılmış ülkelere neye malolacağını söyleyen birkaç ajitasyondan öteye geçmemiştir. Bu konuda, Zapatistlerin (EZLN) başlattıkları "Neo-Liberalizme Karşı İnsanlık" kampanyası örnek olarak verilebilir.
Marksizm-Leninizmin pekçok alanda olduğu gibi, ekonomik alandaki ideolojik ve bilimsel gücü, tüm bu gelişmeler içinde bir yana bırakılmıştır. Doğal olarak Marksizm-Leninizmin kapitalizm üzerine yaptığı tüm değerlendirmeler ve saptamalar neredeyse "tozlanmaya" başlamıştır. 1980 yılına kadar, hemen her zaman dünya ekonomisini ayrıntılı olarak tahlil eden Marksist ekonomistler, bu tarihten itibaren tam bir "bunalıma" girmişlerdir. "Marksizmin bunalımı" teorileriyle pekiştirilen bu durum, 1980 dünya ekonomik buhranını tahlil etmekte Marksizmin yetersiz kaldığı "yargısı"yla birlikte ortaya çıkmıştır. 1980 ortalarından itibaren, özellikle SBKP revizyonizminin Gorbaçov'la birlikte başlattığı "revizyon"la birlikte, Marksist-Leninist belirlemeler ve tahliller tümüyle bir yana bırakılmıştır. Artık Marksist-Leninist klâsiklerin "dünyayı açıklamakta yetersiz kaldığı" savı, hemen her yerde yankı bulmaya başlamıştır. SBKP revizyonizminin diliyle söylersek, "Marksistler o güne kadar hep Marksist-Leninist klâsiklerden alıntılar yaparak ya da bu klâsiklerde ortaya konulanları ölçü olarak kullanarak dünyayı tahlil etmişlerse de, artık bu klâsikler 'yeni dünyayı' açıklayamamaktadır. Artık çağ değişmiştir, kapitalizm bile değişmektedir. Dolayısıyla Marksizm de değişmek zorundadır."
Böylece kendisine Marksist diyen herhangi bir kişi, düşündüğü her şeyi hiçbir bilimsel ölçütle, Marksist-Leninist saptamalarla ölçmeden ve onlara aykırı olup olmadığına, ters düşüp düşmediğine bakmaksızın, ortaya koyabi lecektir ve yine de kendisini "Marksist" olarak tanımlayabilecektir. Ve böylece, Marksizm-Leninizmin ortaya koyduğu bilimsel gerçekler bu tür "Marksist"ler tarafından bir yana bırakıldı. Artık her aklına geleni söyleyen, söylediğini bir süre sonra değiştiren, değiştirdiğini yeniden değiştiren, "sözünün arkasında durmayan" yeni bir "Marksist" tipi dünya çapında egemen oldu. "Şuna ters düşermiyiz, buna benzermiyiz" düşüncelerine "aldırmayan" bu yeni tip, en gelişmiş örneklerini her ülkede ortaya çıkarmaya başladı. Ülkemizde Y. Küçük bu konuda verilebilecek örneklerden birisidir. Çala kalem yazı yazmak (ki buna onlar "üretken olmak" demektedirler) ve bu yazıları büyük "tezler" ve "bilimsel belirlemeler" olarak ortaya sunmak, bu tiplerin ortak özelliği olmuştur. Onlara göre, kendisine Marksist-Leninist diyen örgütlerin kadroları hiç "yaratıcı" değillerdir, "üretken" değillerdir. Örgütün yapmış olduğu birkaç belirleme ile Marksist-Leninist klâsiklerin belirlemeleriyle yetinmişlerdir. Kendileri gibi "üretken" olunması gerekmektedir. Çünkü onlar, "kendilerine özgü Marksisttirler"! [1*]
Marksizm-Leninizmin saptamaları ve değerlendirmeleri bir kez bir yana bırakıldımıydı, artık herşey kolayca anlaşılır olacaktı. Bunun sonucu ise, gazetelerin günlük köşe yazarları gibi, günlük sözcüklerle ideolojik tahliller yapmak oldu. Süreç sonunda, tümüyle Marksizm-Leninizmden kopuldu, Marksizm-Leninizmin teorik bilgi birikimi bir yana bırakıldı. Böylece, ideolojik ve politik alanda geriletilen Marksizm-Leninizm, ekonomik planda da değersizleştirildi. Dünyada gelişen tüm olayların Marksizm-Leninizmin saptamalarını ve değerlendirmelerini haklı çıkardığını ortaya koymaya çalışan bir avuç devrimcinin dışında, bu durumdan hiç kimse rahatsızlık duymadı.
Kapitalizmin ve onun en yüksek aşaması olarak emperyalizmin bugüne kadar yapılmış en kapsamlı ve en bilimsel tahlilini ortaya koyan Marksizm-Leninizmin böylesine değersizleşmesi, Marksist-Leninist ideolojinin ve teorinin devrimci mücadeleden dışlanmasını da getirmiştir. Düşüncesiz eylem, yani teorisiz pratik, Amerikan emperyalizminin pragmatizmiyle birleşerek solda egemen bir kavrayış haline gelmiştir.
Bu süreç içinde, Marksist ekonomistlerin 1980 dünya ekonomik buhranı karşısında içine düştükleri tutarsızlık özel bir yere sahiptir. 1980'lere kadar emperyalist ekonominin tahlilinde tartışmasız bir yere sahip olan Magdoff, Sweezy gibi ekonomistler, 1980 dünya ekonomik buhranı patlak verdiğinde ortaya koydukları tahlillerde tümüyle yanılmışlardır. Bu yanılgılarında, emperyalist dünya ekonomisinin tahlilinde bu tarihe kadar fazlaca önemsenmeyen ikincil konulardaki hataları belirleyici olmuştur. Örneğin, Sweezy'nin "marjinal kâr oranları" teorisi, 1980 dünya ekonomik buhranı karşısında tümüyle işlemez hale gelmiştir. Yine aynı şekilde Varga başta olmak üzere pekçok Marksist ekonomistin üzerinde durdukları "tekel kârı", emperyalist sömürünün sınıfsal niteliğini açıklamakta yetersiz kalmıştır. Ancak 1980 dünya ekonomik buhranı koşullarında en fazla yanılgıya yol açan, emperyalizmin buhrandan çıkışa yönelik uygulamalarının (ekonomik tedbirler) değerlendirilmesinde ortaya çıkmıştır. Burjuva ekonomistlerinin üzerinde yoğun bir biçimde tartıştıkları "keynescilik" ile "monetarizm" bu dönemde tüm ekonomik tahlilleri belirlemiştir. Pekçok Marksist ekonomist, bu dönemde emperyalistlerin "keynesci" yöntemlere başvurarak buhrandan çıkacaklarını savunmuşlardır. Süreç ise, "monetarist" politikaların uygulanmasıyla belirlenmiştir. "Keynesci" ekonomistlerin saflarında yer alan Marksist ekonomistler, "monetarizmin" öne geçmesine paralel olarak "gözden düşmüşler"dir.
Sözün özü, 1980 dünya ekonomik buhranı döneminde Marksist ekonomistler, mevcut buhranın kapitalizmin klâsik ekonomik çevriminin (cycle) bir sonucu olarak ortaya çıkan "aşırı-üretim buhranı" olarak yaptıkları genel değerlendirmeyle yetinmişler ve burjuva ekonomistlerin ekonomik buhranın asıl içeriğinin 1967'den beri gelişen "mali kriz" olduğu saptamaları karşısında fazlaca etkili olamamışlardır. Marksist ekonomistlerin 1980 dünya ekonomik buhranının genel niteliği ile burjuva ekonomistlerinin üzerinde durdukları buhranın özgül koşulları arasındaki ilişkiyi doğru kuramamaları söz konusu olmuştur.
Ancak tüm bu tekil emperyalist ülkelere ilişkin yanılgılar ve eksiklikler, sistemin bir bütün olarak tahlil edilmesi gerekliliğindeki sapmalarla birleşerek, asıl sonucu ortaya çıkarmıştır. II. paylaşım savaşı sonrasında emperyalist sömürünün biçimindeki değişiklikleri ayrıntılı olarak ortaya koyan Marksist ekonomistler, 1980'lere gelindiğinde, buhranın asıl içeriğinin bu sömürü biçiminin işleyişindeki bir buhran olduğunu saptamış olmalarına rağmen, bunun yeni bir sömürü biçimi ortaya çıkarıp çıkaramayacağı konusunda doğru bir değerlendirme yapamamışlardır. Bu durumda, bu Marksist ekonomistlerin sınıfsal kökenleri, yani küçük-burjuva nitelikleri ağır basmış ve olayları "bekle-gör" anlayışıyla izlemeye başlamışlardır. Marksist ekonomistlerin bu kenara çekilişi, "sol söylem" kullanan bir kısım burjuva ekonomistlerinin etkili olması için uygun bir ortam yaratmıştır. Immenuel Wallerstein, Andre Gunder Frank, Samir Amin türünden ekonomistler 1980 dünya ekonomik buhranı koşullarında Marksist ekonomistlerin boşalttıkları yeri doldurarak, dünya solunu etkileri altına almışlardır. Bu dönemden itibaren yapılan tüm sol ekonomist tahliller, hemen her zaman bu burjuva ekonomistlerinin ölçütleriyle, kavrayışlarıyla yapılmıştır. Doğal olarak, 1980 dünya ekonomik buhranının kavranılmasında "işe yaramış" olan ölçütler ve kavrayışlar, daha sonraki yıllarda boş ekonomik söylemden öteye gidememiştir. Çünkü burjuva ekonomik kavrayışı, hiçbir zaman kapitalizmin tutarlı bir tahlilini yapabilecek bilimsel temellere ve ölçütlere sahip değildir. İ. Wallerstein'ın 1980 başlarında yaptığı şu saptama, bu durumu yeterince açıklamaktadır: (Bu sapmadan etkilenen pek çok "solcu" ekonomist, zaman içinde burjuva basın-yayın organlarında "etkili" ekonomist olarak iş bulmuşlardır. Ülkemizde Asaf Savaş Akat, Osman Ulugay türünden "ekonomist" lerin son yıllara kadar "yıldızlarının parlamasının" nedeni budur.)
"Tarihsel sistemimizin (kapitalizm kastediliyor-KC) bunalımına yolaçan onun başarısızlıkları değil, başarılarıdır... Sistemin ekonomik güçleri (kollektif ve özel girişimciler), bizzat kendilerinin yolaçtıkları darboğazların neden olduğu birikim yavaşlamasıyla her karşılaştıklarında her zaman bu boğazı aşmakta ya da çevresinden dolaşmakta ve toplam birikim yolunu yeniden bulmakta etkin olarak harekete geçmişlerdir... Kısacası, sistemin çelişkileri sürekli olarak aşılmıştır ve halen aşılmaktadır. Dünya ekonomisinin 1967' den bu yana tanık olduğu ekonomik durgunluk, 1990'lara kadar hemen hemen kesin olarak aşılacaktır ve o zaman dünyanın görünüşte yeni bir nispi refah dönemine ulaşma şansı yüksektir." [2*]
Gerek 1980 dünya ekonomik buhranı, gerekse sonraki yıllarda Sovyetler Birliği'ndeki gelişmeler ve sonuç olarak 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı, Marksist ekonomistlerdeki "bekle-gör" anlayışının sürmesini getirmiştir. Kaçınılmaz olarak emperyalist ekonominin 1987 ve 1993 yıllarındaki bunalımları ile 1996 sonrasında gelişen buhran Marksistlerce tam olarak değerlendirilememiştir.
Diyebiliriz ki, 1980 dünya ekonomik buhranı, emperyalizmin Marksizm-Leninizme karşı dünya çapında başlatığı ideolojik saldırıyla birlikte gelişmiştir. Bu yoğun ideolojik bombardıman altında, Marksistler, "yeni bir döneme mi giriyoruz?" sorusuyla karşı karşıya kalmışlardır. Pekçok "sol" görünümlü burjuva ekonomistin iddia ettiği gibi, "yeni bir birikim tarzı"nın emperyalist sisteme egemen olup olmadığı, bu dönemin en temel tartışması haline gelmiştir. Kondradiev'in kapitalizmin 50'şer yıllık devrelerine ilişkin tahlilleri, bu tartışmalarla birlikte yeniden keşfedilmiştir. Sözcüğün tam ifadesiyle söylersek, emperyalizmin III. bunalım dönemi tahlillerinde büyük bir başarı gösteren Marksist ekonomistler, "yeni bir bunalım dönemi mi" sorusu karşısında sessiz kalmışlardır. Amerikan emperyalizmi, bu sessizlik karşısında "yeni dünya düzeni" propagandasını yaygınlaştırmıştır. Ve bugün herkesin açıkca gördüğü gibi, bu salt ideolojik bir propagandadan başka birşey değildir ve Marksizm-Leninizmin kapitalizm ve emperyalizm tahlillerinden başka birşey ortada kalmamıştır.
Bugün Marksist-Leninistlerin karşı karşıya oldukları sorun, sadece mevcut ekonomik gelişmeleri değerlendirmek ve emperyalist sistemin içine girdiği buhranı tahlil etmek değildir. 1980 dünya ekonomik buhranı ve bu buhrandan bugüne kadar ortaya çıkmış olan tüm gelişmeleri doğru bir biçimde tahlil etmeksizin, günümüzdeki gelişmeleri değerlendirmek ne kadar olanaksızsa, aynı şekilde Marksizm-Leninizm dünden bugüne gelen kendi sorunlarını saptamadan bu yeni dönemi tam olarak tahlil etmesi o kadar olanaksızdır. Bu ise, öncelikle, Marksizm-Leninizmin değerden düşürülmesi yönündeki emperyalist propagandayla birlikte Marksizme içerilmiş tüm burjuva ölçüt ve kavrayışların sergilenmesini gerektirmektedir. Örneğin, Marksist-Leninistler, bilimsel bir temelde "interdependence" (karşılıklı bağımlılık) kavramının içerdiği tüm burjuva ideolojik kavrayışı ortaya koymadan, emperyalist bağımlılığı tahlil etmeleri olanaksızdır. Ve bu yapılmadığı sürece, anti-emperyalist mücadelenin doğru bir temelde sürdürülmesi de olanaksızdır. 1979 sonrasında İran'da ortaya çıktığı gibi, doğru bir Marksist-Leninist saptamaya bağlanmayan anti-emperyalizm, sonal olarak yeni-sömürgeciliğin gelişmesinin sonucu olarak gerileyen feodal sınıfların bir mücadele çizgisi haline gelebilmiştir.
Kısacası, doğru bir emperyalizm tahlili yapılmaksızın, doğru bir devrim teorisinden söz etmek olanaksızdır. Doğru bir devrim teorisi olmaksızın, devrimin yapılması ise boş bir yanılsamadan ibarettir. Bir başka deyişle, "bir ülkede devrim yapmanın ilk şartı doğru emperyalizm tahlilidir".
1997 yılının Ekim ayı sonlarında başlayan ve günümüzde derinleşerek gelişen "Asya krizi", Marksist-Leninsitler için yukarda ortaya koymaya çalıştığımız gibi, ideolojik, politik ve ekonomik boyutlarda bütünsel bir tahlil ortaya koymayı zorunlu kılmaktadır.
Emperyalist sistemin bütününde gelişen bunalımın doğru tahlil edilebilmesi için, öncelikle emperyalist propagandayla yaygınlaştırılan ideolojik saptırmaların ortaya çıkardığı kavrayışların ve kavramların bir yana bırakılması gerekmektedir. Örnegin "karşılıklı bağımlılık", "ihracata yönelik sanayileşme", "sermaye birikim modeli", "sermayenin büyük devreleri", "global ekonomi", "borsa endeksi" gibi kavramlar, ideolojik içerikleri bir yana bırakılarak, salt ekonomi-teknik kavramlar olarak kullanılamaz. Aynı şekilde, "teknokratlara dayalı devlet yapısı" anlayışının bir yansısı olan ekonomik tahlil ve önlem saptamaları içerdiği politik özelliği gözönüne alınmaksızın emperyalizm tahlilinde bir veri olarak kullanılamaz. Dolayısıyla, bu kavram ve verilere dayanarak yapılacak bir emperyalizm tahlili ya da mevcut ekonomik buhran belirlemeleri, baştan sakat doğmuş olacaktır.
Günümüzde emperyalist sistemin bütününü etkileyen "Asya krizi"nin doğru tahlil edilebilmesi için, yukarda ortaya koyduğumuz ideolojik saptırmalar bir yana bırakılırsa, öncelikle emperyalizmin sürekli ve genel bunalımı ve bu bunalımı ile ekonominin devrevi hareketi arasındaki ilişkinin doğru kavranılması zorunludur.
Bilindiği gibi, emperyalizm, kapitalizmin tekelci evresi olarak, aynı zamanda sistemin sürekli ve genel bunalımlar dönemidir. Kapitalizmin sürekli ve genel bunalımının içeriği, sistemin temel çelişkisinin keskinleşmesi ve süreklilik kazanmasıdır. Emperyalist aşamada kapitalizmin temel çelişkisinden (üretimin toplumsal niteliği ile ürünlerin kapitalist mülk edinilmesi tarzı arasındaki çelişki, emek-sermaye çelişkisi) kaynaklanan üç çelişki keskinlik kazanır:
1- Tekeller ile halk arasındaki çelişki,
2- Emperyalistlerle sömürge ülkeler arasındaki çelişki,
3- Emperyalist ülkeler arasındaki çelişki.
"Sonuç olarak tekelci kapitalizm döneminde:
1- Üretimin sosyal niteliğinin artması, buna karşılık üretim araçlarının mülkiyetinin özel ellerde daha da yoğunlaşması sonucu temel çelişki keskinleşir,
2- Üretici güçlerin gelişimi engellendiğinden keskinleşen temel çelişki sürekli olarak kendini hissettirir.
Üretici güçleri burjuva ilişkileri içinde de olanca hız ve bereketi ile geliştiremeyen kapitalizm çürümeye ve çözülmeye başlar. Kapitalizmin kendi zıttının varlığının objektif şartları bir bütün olarak kapitalist sistemde artık mevcuttur. Lenin kapitalizmin tekelci dönemde keskinleşen çelişkilerini saydıktan sonra şöyle der: Emperyalizm sosyalist devrimin arifesidir.
3- Tekelci kapitalizm döneminde temel çelişkinin şiddetlenmesi ve süreklilik kazanması ve temel çelişkiden kaynaklanan başlıca üç çelişkinin (tekellerle halk arasında, emperyalistlerle sömürge ülkeler arasında ve emperyalist ülkeler arasındaki çelişki) keskinlik kazanması sonucu kapitalizm çözülme, çürüme ve kendi zıttını (sosyalizmi) doğuran aşamaya girer. Kapitalizmin tekelci dönemde girdiği bu yeni evreye genel bunalım dönemi denir. Genel bunalım kesikli değil, süreklidir; bu anlamda tekelci dönem kapitalizmin sürekli ve genel bunalımlar çağıdır." [3*]
Kapitalizmin sürekli ve genel bunalım dönemi olarak emperyalist dönem, aynı zamanda emperyalist sistemin işleyiş biçiminde meydana gelen değişimlere göre değişen farklı dönemlere ayrılır. Emperyalist sömürünün sürdürülüş biçimi, emperyalistler arası çelişkinin durumu ve emperyalizmle alternatif ve potansiyel güçler arasındaki durumun bir sentezi olarak emperyalizmin değişik bunalım dönemleri ortaya çıkmıştır ve her bunalım döneminin işleyişi diğerinden farklı olmuştur.
Emperyalist ülkeler arasındaki II. yeniden paylaşım savaşından sonra emperyalizm, III. bunalım dönemine girmiştir. Kapitalizmin sürekli ve genel bunalımının bu üçüncü evresinin özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:
1- Emperyalist sistem ABD hegemonyası altında bütünsellik kazanmış ve emperyalist ülkeler tarihlerinde ilk kez sürekli ve resmi olarak örgütlenmişlerdir. (IMF, Dünya Bankası, IFC gibi) Bir başka deyişle, emperyalist ülkeler arasındaki bütünleşme-çelişki diyalektiğinde bütünleşme ağır basan unsur durumundadır. Emperyalist ülkeler arasındaki ilişkilerde, çelişki-bütünleşme diyalektiğinde bütünleşmenin ağır basması hiçbir zaman emperyalizmin saldırgan karakterinin değiştiği, emperyalizmin çelişkilerini savaşlara ihtiyaç duymadan halledebildiği anlamına gelmez; sadece artık savaşın da çelişkileri halledemeyeceği anlamına gelir. Bu ise, emperyalist ülkeler arasındaki eşitsiz gelişim yasasının işleyiş biçiminin değişmesi demektir.
2- Özellikle 1958 buhranından sonra ABD sermayesi diğer emperyalist ülkelere yoğun biçimde akmış, uluslararası işbölümünün artışı ve çokuluslu şirketlerin ortaya çıkışı hızlanmış ve zaman içinde üretimin çokuluslaşması gündeme gelmiştir.
3- Ekonomiye artan oranda devlet müdahalesi ve ekonominin askerileştirilmesi, üretim sürecinin çokuluslaşması ve yeni-sömürgecilik metodları sonucu emperyalist ülkelerde ekonominin devrevi hareketi iki aşamaya inmiştir. Ekonomik buhranın şiddeti azalmış, buna karşılık süreklilik kazanmış; sürekli ve genel bunalımın ekonomik bunalımdan etkilenmesi geçmişe göre azalmıştır.
4- Sosyalist bloka karşı yürütülen soğuk savaş sonucu dünyanın 1/3'ü emperyalist ticaret ve yatırım alanı dışına çıkmıştır.
5- Geri-bıraktırılmış ülkelerde uygulanan yeni-sömürgecilik metodları ile emperyalist işgal gizlenmiş, kapitalizm yukardan aşağıya geliştirilerek iç pazar genişletilmiştir.
II. yeniden paylaşım savaşından günümüze kadar geçen süre içinde, III. bunalım döneminin kimi özelliklerinde biçimsel değişiklikler olmuştur. Bu dönemdeki gelişmeler ve değişmeler, değişik zamanlarda ortaya çıkan ekonomik buhranların oluşumunu ve aşılmasını belirleyen özellikler ortaya çıkarmıştır. Ancak 1980 dünya ekonomik buhranı, emperyalist sistemin bütününde ortaya çıkardığı çelişkilerle, dönemin bazı özelliklerinin ikincil unsurlarının, yani geçmiş dönemde sistemin bütünsel işleyişinde etkin olmayan kimi unsurlarının öne geçmesini getirmiştir. Bu gelişme, 1980 dünya ekonomik buhranının tahlilini ve emperyalizmin bu buhrandan çıkış için aldığı önlemlerin değerlendirilmesini karmaşıklaştırmıştır. Bu karmaşıklık, Marksist ekonomistlerin içine düştüğü "bunalım"ın nedeni olmuştur.
1980 dünya ekonomik buhranı, 1967 yılında doların altına bağlı sabit fiyatının değiştirilmesiyle başlayan bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkmış ve bu sürecin özelliklerine göre biçimlenmiştir. 1944 yılında emperyalist ülkeler arasında Bretten-Woods'da yapılan anlaşmayla doların altına bağlı sabit bir fiyata bağlanması, aynı zamanda doları uluslararası alanda rezerv para haline getirmişti. Ancak Amerikan ekonomisinin geçen süre içinde gerilemesi ve diğer emperyalist ülke ekonomilerinin (özellikle Almanya ve Japonya) gelişmesi karşısında dolar, 1967 yılında devalüe edilmiş ve böylece altına bağlı sabit fiyat uygulaması sona ermiştir.
Doların devalüe edilmesiyle başlayan süreç içinde, emperyalizme karşı yürütülen ulusal ve halk kurtuluş savaşlarının gelişmesi, emperyalist sistem adına dünya jandarmalığı yapan Amerikanın dış ödemeler dengesi açığını sürekli büyütmüştür. 1974 petrol bunalımıyla birlikte sanayi üretiminde maliyetlerin artması, bu koşullar altında fiyat artışlarını hızlandırmıştır. Ancak 1974 petrol bunalımının en önemli sonucu yeni-sömürgecilik sisteminin yeni sorunlarla karşı karşıya kalması olmuştur. Emperyalist ülkelerde yükselen maliyetler ve buna paralel olarak yükselen meta fiyatları, ağırlıklı olarak geri-bıraktırılmış ülkelerde emperyalizme bağımlı olarak geliştirilmiş olan sanayilerin girdi fiyatlarını yükseltmiştir. Emperyalizmin taleplerine uygun olarak geliştirilmiş olan geri-bıraktırılmış ülkelerin iç pazarlarının bu yüksek maliyetli metaların satışında tıkanmayla yüzyüze gelmesi, emperyalizmi aşırı-üretim buhranıyla yüzyüze getirmiştir.
Öte yandan, Amerikan ekonomisinin dış ödemeler dengesi açığı büyümüş ve Alman ve Japon emperyalizminin yeni pazar istemi artmıştır.
Bu koşullar altında emperyalist ülkeler, geri-bıraktırılmış ülkelere yönelik kredileri artırmışlardır. Bir başka deyişle, geri-bıraktırılmış ülkelerin dış borçları bu dönemde olağanüstü artmıştır. Günümüzde gelişen ekonomik buhranın kavranılmasında özel bir yere sahip olan bu gelişmeyi biraz açalım:
Bilindiği gibi, yeni-sömürgecilik yöntemi, emperyalizmin II. yeniden paylaşım savaşıyla birlikte pazarlarının 1/3'ünü yitirmesiyle birlikte karşı karşıya kaldığı pazar sorununu çözmek için uyguladığı bir yöntemdir. Bu yöntemin temelinde, emperyalizmin taleplerine uygun olarak sömürge ülkelerde meta pazarının genişletilmesi, "yukardan aşağı kapitalizmin" bu ülkelerde egemen üretim biçimi olması yatmaktadır. Emperyalizmin bu dönemde sermaye ihracı, ağırlıklı olarak nakit sermaye dışındaki sermaye unsurlarının (isim, patent hakkı, yedek parça, teknik bilgi -know-how, teknik eleman gibi unsurlarının) ihracına dayanmıştır. Bunun sonucu olarak, geri-bıraktırılmış ülkelerde orta ve hafif sanayi geliştirilmiştir. Yüzde yüz emperyalizme bağımlı olarak geliştirilen bu sanayilerin temel girdileri, ara-mallar olarak emperyalist ülkelerden ithal edilmek durumundadır. İşte emperyalist ülkeler, gerek bu sanayilerin oluşturulması için, gerekse bu sanayilerin üretimleri için gerekli ara-malların ithalatı için parayı, "kredi" adı altında geri-bıraktırılmış ülkelere aktarmıştır. Böylece geri-bıraktırılmış ülkelerin dış borçları, geçmiş dönemlerle kıyaslanmayacak boyutlara ulaşmıştır.
1974 sonrasında emperyalist ülkelerde ortaya çıkan maliyet bunalımının yarattığı sanayi ürünlerindeki fiyat artışları, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki iç pazarların daralmasına neden olmuştur. Bu gelişme karşısında, Amerikan emperyalizmi geri-bıraktırılmış ülkelere yönelik uluslararası finans kuruluşlarının kredilerinin miktarının yükseltilmesini gündeme getirmiştir. Böylece geri-bıraktırılmış ülkelerin IMF ve Dünya Bankası'na olan borçlarında büyük bir artış ortaya çıkmıştır.
Öte yandan gelişen ekonomileri için yeni pazarlara ihtiyaç duyan Japon ve Alman emperyalizmi, Amerikan ekonomisinin dış ödemeler dengesindeki açığının artan büyümesinden yararlanarak, geri-bıraktırılmış ülkelere yönelik kredileri artırmışlardır.
1980'e gelinirken, dünya çapında en temel sorun, geri-bıraktırılmış ülkelere verilmiş olan kredilerin, ana para ve faiz olarak geri ödenmesinin tıkanması olmuştur. Gerek 1974 petrol bunalımıyla birlikte artan ara-malların fiyatları, gerekse dış borçların faizleri, geri-bıraktırılmış ülkelerde meta fiyatlarının olağanüstü artmasını getirmiştir. Yani geri-bıraktırılmış ülkelerde enflasyon oranı hızla yükselmeye başlamıştır. 1980'e gelinirken, Latin-Amerika başta olmak üzere pekçok geri-bıraktırılmış ülkede enflasyon oranları % 100'ü aşmıştır. Geri-bıraktırılmış ülkelerde yükselen devrim mücadeleleri, emperyalizmin maliyetlerdeki artışları doğrudan kitle tüketim mallarına yansıtmakta zorlanmasını getirmiş ve giderek bu ülkelere yönelik kredilerin miktarını daha da artırmak zorunda bırakmıştır. Bu ortamda, geri-bıraktırılmış ülkelerde devletin dış borçlanmasına dayalı sanayilere yönelik subvansiyonlar, bu ülkelerin paralarının değer yitirmesine yol açmış, ancak devrim mücadeleleri karşısında devalüasyonlar uzun süre ertelenmiştir. Geri-bıraktırılmış ülkelerin paralarının gerçek değerlerinin çok üstünde değerlendirilmesi, kaçınılmaz olarak emperyalist ülkelerin faiz ve kârlarının kur farklılıkları yüzünden daha da azalmasına neden olmuştur. Ve 1980 ekonomik buhranı düşen kâr oranlarıyla birlikte 1980 ortalarında patlak vermiştir.
1980 dünya ekonomik buhranı, Brezilya' nın dış borçların faiz ödemelerini yapamamasıyla başlamıştır. Brezilya'nın peşine Meksika'nın aynı duruma gelmesi, dünya ekonomik buhranını tüm emperyalist ülkeleri kapsayan bir mali bunalım olarak belirginleştirmiştir. Ve bu andan itibaren, emperyalist ülkeler ekonomik buhranı sınırlandırmak için bir dizi önlem almaya başlamışlardır. Bu önlemlerin temel amacı, dış borçlarını ödeyemeyen ülkelerin tekil düzeyde IMF'nin ekonomik istikrar önlemlerini uygulamalarını sağlamak olmuştur. Bu amaçla, Amerikan emperyalizminin yönetimi altında geri-bıraktırılmış ülkelerde siyasal yönetimler değişik yöntemler kullanılarak değiştirilmiştir. Birbiri ardına ortaya çıkan askeri darbeler, dünya ekonomik buhranı koşullarında, bir yandan devrim mücadelelerini ve kitlelerin tepkilerini zor yoluyla bastırmayı amaçlarken, diğer yandan IMF'nin ekonomik istikrar önlemlerini tam ve eksiksiz yerine getirmeyi hedeflemiştir.
Emperyalizm siyasal planda dünya ekonomik buhranına karşı alınacak önlemlerin hazırlıklarını tamamlarken, diğer yandan buhrana karşı bütünsel bir uygulama üzerinde yoğun bir çalışma başlatmıştır. Asıl olarak burjuva ekonomistleri arasında başlayan tartışmalar, mevcut buhrana karşı alınacak ekonomik önlemlerin temel yönelimini ve yöntemini ortaya koymaya yönelik olmuştur. "Keynescilik"e karşı "monetarizm" bu tartışmalar içinde öne çıkmış ve tüm uygulama "monetarist" bir çerçevede geliştirilmiştir.
"Sıkı para politikası" olarak adlandırılan ve teorisini M. Friedman'ın yaptığı "anti-buhran" önlemleri, geri-bıraktırılmış ülkelerin büyük dış borçlarının tahsilini temel almıştır. Buhranın ortaya çıkışı ve gelişiminin geri-bıraktırılmış ülkelerdeki emperyalizme bağımlı sanayinin kamu ve özel borç stoklarının büyüklüğünden kaynaklanması nedeniyle, öncelikle kamu harcamalarının kısılması, bu politikanın ilk halkasını oluşturmuştur. Ekonomik olarak söylersek, geri-bıraktırılmış ülke devletlerinin sosyal subvansiyonları kaldırması, "sıkı para politikası"nın ilk halkası olmuştur. Buna paralel olarak, dış borçların ödenebilmesi için geri-bıraktırılmış ülkelerin kendilerine "yeni kaynaklar" bulmaları için harekete geçirilmesi gündeme getirilmiştir. Tümüyle dışa bağımlı bir sanayiye sahip olan bu ülkelerin yeni bir kaynak bulabilmeleri için ellerindeki mevcut ekonomik değerleri satmaktan başka yolları bulunmamaktadır. Böylece geri-bıraktırılmış ülkelerin tarım ürünlerinden sanayi ürünlerine kadar hemen tüm üretiminin, "ihracata yönelik sanayileşme" adı altında maliyetlerinin altında bir fiyattan satılmaları gündeme gelmiştir. Ancak bunun için gerekli pazar fiilen mevcut bulunmadığından, bunun gerçekleşebilmesi için başka önlemler alınması gerekli olmuştur.
Bulunan yeni önlem, ekonomik buhranın emperyalist ülkelerde ortaya çıkardığı yüksek enflasyonla birlikte olmuştur. Yükselen enflasyon, emperyalist ülkelerin iç pazarlarındaki yükselen fiyat demek olduğundan, geri-bıraktırılmış ülkelerin ellerindeki tüm ürünler (tarımsal ve sanayi) için uygun bir pazar ortaya çıkmıştır.
Diğer taraftan, emperyalist finans kuruluşlarının, özellikle özel finans kuruluşlarının geri-bıraktırılmış ülkelere verdikleri borçları tahsil edememeleriyle başgösteren finans kuruluşlarının iflasları ya da ödemeleri durdurmaları, emperyalist ülkelerde tüketim malları sektörünü etkilemiş ve küçük ve orta sanayi kuruluşları, yükselen kredi maliyetleri nedeniyle metalarını değerlerinin altında satmak durumunda kalmışlardır. Geri-bıraktırılmış ülke metalarının dünya pazarlarına düşük fiyatla sürülmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan dünya fiyatlarındaki düşme, kısa sürede emperyalist ülkelerdeki küçük ve orta sanayilerin büyük oranda durmasını getirmiştir.
Böylece emperyalist ülkelerdeki küçük ve orta sanayinin içinde bulunduğu durum, emperyalist ülkelerin iç pazarlarında geri-bıraktırılmış ülkelerin düşük fiyatlı metalarının satılması için uygun bir zemin oluşturmuştur. Bu, aynı zamanda, emperyalist ülkelerin iç pazar fiyatlarının yükselişini durdurarak anti-enflasyonist sonuçlar doğurmuştur.
1980 dünya ekonomik buhranı, bu gelişim içersindeyken, ekonomik tartışmalar, ağırlıklı olarak emperyalist ülkelerde "sıkı para politikası"nın uygulanmasına kaymıştır. Bu tartışmaların nedeni, emperyalist ülkelerin küçük ve orta sanayilerinin karşı karşıya kaldığı yıkımdır. Dünya çapında gelişen buhranın finansal niteliği (borçların tahsil edilememesi), kaçınılmaz olarak emperyalist ülkelerdeki küçük ve orta sanayinin tüm kredi olanaklarını ortadan kaldırmıştır. Bu durumda yapılabilecek tek şey, emperyalist devletlerin subvansiyonlarını bu kesimlere kredi olarak yönlendirmeleri olmaktadır. İşte bu yönlendirme, bu ülkelerdeki her türlü sosyal subvansiyonların kaldırılmasını getirmiştir. Ancak sosyal yardım kuruluşlarına yönelik devlet yardımlarının kesilmesi, gerekli kaynağı yaratamamıştır. Bunun üzerine, emperyalist ülkeler "verimsiz devlet sanayi kuruluşlarının kapatılması"nı gündeme getirmişlerdir. Bunun en kapsamlı uygulaması, İngiltere'de Başbakan Teatcher'in kömür madenlerini kapatması olmuştur.
1980 dünya ekonomik buhranının geri-bıraktırılmış ülkelerin dış borçlarını ödeyememeleriyle başlaması, aynı zamanda emperyalist tekellerin, özellikle de finans tekellerinin ellerindeki büyük sermaye fonlarının varlığıyla belirlenmiştir. Sermayenin aşırı üretimi olarak ortaya çıkan bu fonlar, buhran koşullarında sürekli değer yitirme durumunda olmuştur. 1974-80 döneminde geri-bıraktırılmış ülkelere yöneltilen aşırı sermaye birikiminin karşı karşıya kaldığı bu durumda, bulunan yol, "özelleştirme" olmuştur. "Özelleştirme" ile kamunun elindeki sanayi kuruluşlarının tekellerin eline geçmesi, kısa dönemde emperyalist tekellerin sermayelerinin 1980 öncesinin kâr oranlarının altında bir getiriye sahip olsa bile, uzun dönemde buhran karşısında sağlam bir yatırım olarak öne çıkmıştır.
Böylece, uygulanan "monetarist" politikalar, geri-bıraktırılmış ülkelerde "ihracata yönelik sanayileşme" sloganı ile, emperyalist ülkelerde "verimsiz devlet kuruluşlarının kapatılması", "özelleştirme" sloganları ile sürdürülmüştür. Bu uygulamalar sonucunda mali kaynaklar yeniden dağıtıma sokulmuştur.
Emperyalist ülkelerde birbiri ardına kısıtlanan sosyal harcamalardan sağlanan "kaynaklar", bu ülkelerdeki küçük ve orta sanayinin maliyetleri düşürücü yatırımlarına yöneltilmiştir. "Hi-Tech" olarak sunulan yeni teknolojilerin üretime uygulanması, bu dönemde küçük ve orta sanayi kuruluşlarına yönlendirilen devlet kredileriyle yaygınlaştırılmıştır. Küçük ve orta sanayi kuruluşlarının teknoloji ağırlıklı yatırımları (sabit sermayelerini yenilemeleri), aynı zamanda askerileştirilmiş emperyalist ekonomi için yeni bir talep yaratmıştır. Bu teknolojiyi o güne kadar salt askeri mallar üretimine yönelik olarak kullanabilen tekeller, bu andan itibaren kendi iç pazarında yeni bir talep bulmuştur. Çokuluslu şirketlerin denetimindeki yeni teknolojiye dayalı üretim malları üretimi, emperyalist ülkelerdeki küçük ve orta sanayilerin maliyetlerini düşürücü yönde kullanılmasıyla, dünya ekonomik buhranının gelişimini sınırlandırmıştır. Ve dünya ekonomik buhranının emperyalist ülkelerdeki etkisi, 1982 sonlarına doğru giderek yavaşlamış ve sınırlandırılmıştır.
Emperyalist ülkelerde ekonomik buhranın yavaşlamasıyla birlikte küçük ve orta sanayi kuruluşlarının yeni teknolojiye dayalı yatırımlarının tamamlaması, sanayi ürünlerinin maliyetlerini düşürmüş ve giderek enflasyon aşağıya inmeye başlamıştır.
Ancak aynı gelişme geri-bıraktırılmış ülkelerde ortaya çıkmamıştır. 1982'ye gelindiğinde, geri-bıraktırılmış ülkeler mevcut temel sanayilerinin üretimlerini sürdürebilmesi için gerekli ithal malları bile satın alabilecek kaynaklara sahip değillerdir. Uygulanan "sıkı para politikası", fiyatların olağanüstü artması karşısında ücretlerin dondurulması demek olduğundan, çalışan nüfusun reel gelirleri büyük oranda düşmüştür. Bu koşullar altında, gerek dış borçların ödenmesi için, gerekse ithalat için gerekli kaynaklar kitlelerin daha geniş ölçekte mülksüzleştirilmesiyle sağlanmasını kaçınılmaz hale getirmiştir. Ülkemizde "bankerlik" olarak bilinen "yüksek faiz" uygulamasıyla, ellerinde az çok parasal birikime sahip olanların mülksüzleştirilmesi gündeme gelmiştir. Böylece 1980 ekonomik buhranı, geri-bıraktırılmış ülkelerde küçük-burjuvazinin mülksüzleştirilmesiyle tamamlanmıştır.
1987 yılına kadar, emperyalist ülkelerin, gerek geri-bıraktırılmış ülkelerin dış borçlarını ödemek için tüm ürünlerini maliyet altında fiyatlardan "ihraç" etmeleri, gerekse kendi iç sanayilerinin yüksek teknoloji yatırımlarıyla maliyetleri aşağıya çekmeleriyle başlayan enflasyonun %10'ların altına düşmesi, sermayenin yeniden değerlenmesini getirmiştir. Ancak geri-bıraktırılmış ülkelere verilmiş olan borçların önemli bir kısmının tahsil edilmesi, aynı süreçte sermayenin normalin ötesinde birikimini getirmiş ve yeniden 1980 öncesi koşulların oluşmasını sağlamıştır. 19 Ekim 1987 tarihinde New-York borsasında işlem gören hisse senetleri ve tahvillerin % 22.61 değer yitirmesi büyük bir paniğe neden olmuştur. Bu kez de sorun, yine finans kuruluşlarının verdikleri kredileri geri alamamalarıdır. Ancak bunun nedeni, bu kez geri-bıraktırılmış ülkeler değil, emperyalist ülkelerdeki küçük ve orta sanayinin kendisi olmuştur. 1980 sonrasında yeni teknolojiye dayalı sabit sermaye yatırımları için bu kesimlere yöneltilen krediler, bu kesimlerin metalarına pazar bulamamaları nedeniyle ödenemez hale gelmiştir.
1987 buhranı karşısında emperyalist ülkeler, sermayenin aşırı-üretimi sonucu ortaya çıkan "kaynakları" yeniden geri-bıraktırılmış ülkelere yöneltmek durumunda kalmıştır. Krediler, ağırlıklı olarak emperyalist ülkelerden tüketim malları ithalatı için verilmeye başlanmıştır. Amaç, emperyalist ülkelerdeki küçük ve orta sanayiler için yeni talep yaratmaktır.
Aynı dönemde, üretimin çokuluslaşmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan "serbest bölgeler", yani bir kısım geri-bıraktırılmış ülkelerin emperyalist tekellerin "marjinal kâr oranları" için bir yatırım alanı olarak kullanılması sözkonusu olduğundan, banka kredilerinin bir kısmı bu ülkelere yönelmiştir. Endonezya, Singapur, Tayvan, Güney Kore, Malezya gibi ülkeler, bu yıllar içinde emperyalist tekellerin atıl kalan sermayeleri için yeni alanlar olarak ortaya çıkmıştır. Ağırlıklı olarak Japonya'nın mali sermayeyi yeniden değerlendirme alanı olarak kullandığı bu ülkeler, aynı zamanda banka kredilerinin yatırım ve ticaret alanlarında yoğunlaştığı ülkeler olmuştur.
Böylece, 1987 buhranı koşullarında emperyalist finans kuruluşlarının denetimindeki krediler geri-bıraktırılmış ülkelere yönelik ticaret alanında yoğunlaştırılmıştır. Artık bu dönemden itibaren, hemen hemen her yılın Ekim ayı yeni para dalgalanmalarının ortaya çıktığı bir ay haline gelmiştir.
27 Ekim 1997 tarihinde Güney Doğu Asya ülkelerinde patlak veren "borsa" düşüşü, uluslararası kredilerin bileşiminde kısa vadeli borçlar olarak ticari kredilerin uzun vadeli borçlara oranının kapatılamaz bir büyüklüğe ulaşmasının sonucu olmuştur. Bu ülke ekonomilerinin "bir gecede" iflas noktasına gelmesinin nedeni, ticari kredi olarak dünya mali piyasalarında dolaşan para-sermayenin daha yüksek kâr oranı için bir başka yere yönlendirilmesidir. Bu gelişmede en temel unsur, kısa vadeli borçların ticari kredi olarak kullanılması ve bunun sonucu olarak da 1980 sonrasında tüm geri-bıraktırılmış ülkelerde faaliyete geçirilen "borsa"ların temel araç olarak kullanılmasıdır.
1993'den itibaren emperyalist tekellerin karşı karşıya kaldıkları talep yetersizliği, böyle bir ortamda para-sermaye hareketlerini hızlandırmıştır. Ağırlıklı olarak dayanıklı tüketim malları ile üretim mallarında ortaya çıkan talep yetersizliği, 1991'de SSCB'nin dağıtılmışlığıyla birlikte para-sermayenin sanayi sermayesi haline dönüşmesinin sonucu olarak gelişmiştir. "Eski sosyalist ülkeler"in emperyalist tekeller için yeni pazarlar olarak ortaya çıkmasının yarattığı meta ve sermaye talebi, dünya çapında ticari alanda dolaşan (kısa vadeli borçlar olarak) para-sermayenin yönünü değiştirmiş ve emperyalist ülkelerde sanayi yatırımlarını hızlandırmıştır. Bu dönemde emperyalist ülkelerde ortaya çıkan yüksek büyüme oranları bu yatırımların sonucu olmuştur.
Ama yeni sanayi yatırımlarının hızla tamamlanmasına rağmen, beklenilen talep ortaya çıkmamıştır. Bu da, kaçınılmaz olarak, gerek yeni yatırımlara yönelmiş kredilerin, gerekse bu yatırımların ticaretine yönelmiş kredilerin geri ödenmesini engellemiştir. Ancak gerek yatırımların tamamlanma süresinin, gerekse tamamlanmış yatırımların metalarının pazarlanmasının zamandaş olmaması, ortaya çıkan "tıkanmayı" sınırlamış ve yerelleştirmiştir. Bu sınırlılık ve yerellik içinde, kısmi borsa spekülasyonları gündeme gelmiş, ancak ekonomik buhran genelleşmemiştir.
1997'ye gelindiğinde, gerek sanayi yatırımlarının, gerekse ticari faaliyetlerin para-sermaye için yeterli kârlılık sağlayamadığı görüldüğünden, tümüyle faiz gelirlerine yönelmiştir. Özellikle geri-bıraktırılmış ülkeler ile "eski sosyalist ülkeler"in kısa vadeli dış borç gereksinmeleri, bu yönelimi hızlandırmıştır. Ülkemiz somutunda da görüldüğü gibi, bu ülkelerin hazinelerinin borçlanma gereksinmeleri, neredeyse aylık ve haftalık boyutlara ulaşmıştır. Birkaç aylık hazine bonoları çıkartılması, bu dönemde, tüm geri-bıraktırılmış ve "eski sosyalist ülkeler"in genel çizgisi haline gelmiştir.
Bütün bunlar, uluslararası mali işlemlerde, para-sermayenin çok kısa vadeli dolaşımı olarak somutlaşmıştır. Geri-bıraktırılmış ülkelerde oluşturulan borsalar, bu dolaşımın en temel aracı olarak ortaya çıkması, tüm gelişmelerin ilk planda borsa endekslerinde ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ama borsa endekslerinin bir süre sonra normal "trendi"ne girmesi, ekonomik buhranın gelişiminin üstünü örtmüştür.
1997 yılında emperyalist ülkelerdeki büyüme oranlarının düşmesi, emperyalist sanayi metalarının aşırı-üretimi olarak belirgin bir nitelik kazanmıştır. Bu gelişme, emperyalist ülkelerede işsizlik oranlarının hızla yükselmesini getirmiştir. 1997 sonu itibariyle, emperyalist ülkelerdeki işsizlik oranları şöyle olmuştur:
ABD .......... % 7.1
Japonya ....... % 4.9
Almanya ....... % 11.5
Fransa ....... % 12.5
İngiltere ....... % 5.6
Emperyalist ülkelerde işsizlik oranlarındaki bu yükseliş, şirketlerin küçülmeleriyle birlikte gelişmiştir. Pekçok tekelci kuruluş, bu dönemde yan kuruluşlarını elden çıkartmış ve bu satışlardan elede edilen gelirlerle ana sermayelerini güçlendirmişlerdir. Ancak tekellerin çokuluslu nitelikleri, bu durumun ana şirketlerin yıllık bilançolarına yansımasını engellemiştir. Bir başka deyişle, bu dönemde emperyalist tekellerin kârları sürekli olarak artmıştır. Bu kâr artışının ardındaki gerçek ise, emperyalist finans kuruluşlarının bu tekellerin ülke dışı yatırım ve satışları için geri-bıraktırılmış ülkelere artan oranda kısa vadeli borç vermeleridir. Emperyalist tekellerin kendi ülke içi yatırımlarında ortaya çıkan daralma, aynı tekellerin Uzak Doğu Asya ülkelerindeki yatırımlarını artırmalarıyla birlikte geliştiğinden, tekellerin kâr oranları yükselmeye devam etmiştir. Emperyalist ülkeler, bu ülkelerdeki sanayi yatırımlarının düşük maliyetlerinden yararlanarak, bu ülkelerden ithal edilen mallarla kendi iç fiyatlarını belli bir seviyede tutabilmişlerdir. Bu da, emperyalist ülkelerde düşük enflasyon oranı ortaya çıkarmıştır. Yükselen işsizlik oranlarına karşın düşük enflasyon oranları, ilk planda ekonomik buhranın salt bir "borsa spekülasyonu" olarak yorumlanmasını getirmiştir.
1980'lerin ortalarından itibaren Uzak Doğu Asya ülkelerindeki emperyalist yatırımların artışı, bu ülkelere yönelik kredilerin yoğunlaşmasını getirmiş olmakla birlikte, bu yatırımların metalarının emperyalist ülkelere ihraç edilmesi nedeniyle, ödemelerde önemli bir darboğaz ortaya çıkmamıştır. Ancak 1991 yılından itibaren emperyalist pazarların toprak olarak genişlemesi karşısında, bunun talep olarak genişleme ile tamamlanacağı beklentisiyle, bu ülkelerdeki yatırımlar artırılmıştır. Aynı şekilde, "eski sosyalist ülkeler"de yeni yatırımlar başlatılmış ve emperyalist metaların satışı için gerekli ticari krediler artırılmıştır.
Bu gelişme, emperyalistlerin beklediği gibi olmamış ve "eski sosyalist ülkeler"de önemli bir talep ortaya çıkmamıştır. Böylece aşırı-üretim buhranı kaçınılmaz hale gelmiştir. Bunun ilk yansısı, Uzak Doğu Asya ülkelerine yönelik kredilerin daralması olmuştur. Tümüyle kısa vadeli kredilerle üretimi sürdüren bu ülkelerdeki sanayi kuruluşları, bu kredi daralmasıyla birlikte kısa sürede iflas durumuyla karşı karşıya gelmişlerdir. Neredeyse tüm sermayeleri, fiili üretimin gerçekleştirilmesi için gerekli döner sermaye durumunda olan bu sanayilerin, kredilerin daralmasıyla birlikte, üretim yapamaz hale gelmeleri kaçınılmaz olmuştur. Zaten bu sanayilerin metaları için gerekli talep mevcut olmadığından, böyle bir gelişme emperyalist ülkelerce fazlaca önemsenmemiştir. Özellikle elektronik ve otomotiv sektörlerinde yoğunlaşmış olan bu sanayilerin üretimi durdurmaları, emperyalist tekellerin kısa vadede aşırı-üretim buhranıyla karşılaşmalarını engelleyici bir rolü olmuştur.
Uzun süredir dünya ekonomisindeki bu gelişmelerin farkında olan emperyalist tekeller, 1997 Ekim'inden önce, Uzak Doğu Asya ülkelerindeki yan kuruluşlarını küçültmeye ve kısmen kapatmaya başlamış olduklarından, Ekim 1997'deki sonuç fazlaca şaşırtıcı olmamıştır.
Yukarda da belirttiğimiz gibi, emperyalist tekellerin Uzak Doğu Asya ülkelerindeki yatırımlarını azaltmalarının ilk yansısı, emperyalist ülkelerde büyüme oranlarında artış beklentisi olmuştur. Bu beklenti, aynı zamanda işsizlik oranlarındaki bir düşüşle birlikte gelişeceğinden, emperyalist tekellerin gelişen buhranı geri-bıraktırılmış ülkelerde "lokalize" edebileceği beklentisini getirmiştir. 1998 yılının ilk aylarında emperyalist ülkelerde ortaya çıkan büyüme hızları ve inen işsizlik oranları bu beklentileri güçlendirmiştir.
İşte bu ortamda, 1980 dünya ekonomik buhranından buyana uluslararası ticaret alanında kısa vadeli borçlar olarak dolaşan para-sermaye, hızla bir ülkeden diğerine akmaya başlamıştır. Bu akış, kaçınılmaz olarak, Uzak Doğu Asya'daki buhranın yayılmasını getirmiştir. 23 Mayıs günü Moskova borsasında ortaya çıkan düşüş ve Rusya'daki faiz oranlarının %50'den %150'ye yükselmesi, buhranın yaygınlığını göstermekle birlikte, aynı zamanda "eski sosyalist ülkeler"in emperyalist tekeller için kısa vadede önemli bir pazar niteliğine sahip olmadığını göstermiştir.
Diyebiliriz ki, Uzak Doğu Asya ülkelerinde Ekim 1997'de patlak veren mali bunalım, emperyalist tekellerin karşı karşıya oldukları aşırı-üretim sorununa karşı kendi ülke içi sanayilerini koruma amacı temel belirleyici olmuştur. Böylece Uzak Doğu Asya buhranı, ağırlıklı olarak bu ülkelere kısa ve orta vadeli kredi veren ülkeler ile finans kuruluşlarını etkilemek durumundadır. Bu ülkelerin başında Japonya geldiğinden, buhran Japon ekonomisinde buhran olarak gelişme niteliğine sahip olmuştur. Japon finans kuruluşlarının bu yıl başından itibaren karşı karşıya kaldıkları bunalım, bunu açık biçimde ortaya çıkarmıştır. ABD ve Almanya'nın aynı bölgedeki kredi ve yatırımları önemli olmakla birlikte, gerek ülkesel olarak sınırlı olması (ağırlıklı olarak Endonezya), gerekse geçen iki yıl içinde alınan bazı önlemlerle buhrandan daha az etkilenme durumunda olmuştur. Ağırlıklı olarak Endonezya'ya yönelik yeni düzenlemeler, aynı zamanda ABD ve Almanya'nın bu ülkede yoğunlaşan kredi ve yatırımlarını korumayı amaçlamaktadır.
Bugün dünya ekonomik buhranının gelişme dinamikleri Japon ekonomisi temelinde ortaya çıkmıştır. Japon ekonomisinin uzun süredir içinde bulunduğu aşırı-üretim sorunu, Japon finans kuruluşlarının sağladığı kısa ve orta vadeli kredilerle aşıldığından, mevcut finansal gelişmeler birincil planda bu ülkeyi etkilemektedir. Bu nedenden dolayı, Amerikan emperyalizmi, gelişen buhran karşısında iç tedbirlerini artırmanın ötesinde fazlaca bir adım atmamaktadır. Geçen yılın son aylarında ABD ile Japonya arasında patlak veren "ticari savaş", Uzak Doğu Asya ekonomilerindeki buhranın bir sonucu olmuştur. Amerikan emperyalizmi, 1997 sonunda Japonya'nın Uzak Doğu Asya ülkelerindeki yatırımlarından gelen metaların ABD'ye sokulmasını sınırlandırmıştır. Böylece mevcut buhranın yükünü Japonya'ya yüklemek istemektedir. Amerikan emperyalizminin bu uygulaması, başta Almanya, Fransa ve İngiltere olmak üzere diğer "sanayi ülkeleri" tarafından desteklenilmiştir. Yapılan G-8'ler zirvelerinin, Japonya'nın tüm ısrarına rağmen, bu uygulamayı değiştirmemesinin nedeni de bu oluşumdur.
Bugün gelişen dünya ekonomik buhranı "lokalize" edilmeye çalışılmaktadır. Bu "lokalizasyon", ABD ve AB dışındaki alanlarda buhranın sınırlandırılması olarak belirginleşmektedir. ABD'nin özellikle üzerinde durduğu, Uzak Doğu Asya ülkelerindeki buhranın Latin-Amerika ülkelerine yansımasını engellemek olmaktadır. Aynı şekilde AB, özellikle Almanya, aynı şekilde bu buhranın kendi "nüfuz alanları"nda, yani Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan'da ortaya çıkmaması için önlemler almaya çalışmaktadır. Bu amaçla, uluslararası para-sermaye hareketleri içindeki kendi ticari kredilerini ağırlıklı olarak bu ülkelere yönlendirmeye başlamışlardır. (Bu, aynı zamanda, Uzak Doğu Asya'daki buhranı daha da derinleştirmektedir.) Petrol fiyatlarının düşük olması, bu ortamda Amerikan emperyalizminin işlerini kolaylaştırıcı bir durum yaratmaktadır.
Bu gelişme, Marks'ın yıllar önce kapitalizmi tahlil ederken ortaya koyduğu şu gerçeğin ışığında ortaya çıkmaktadır:
"Sermayenin hangi kısmının özellikle etkileneceğini rekabet savaşımı belirleyecektir. İşler yolunda gittiği sürece, rekabet, genel kâr oranının eşitlenmesi halinde gördüğümüz gibi, kapitalist sınıf arasında bir kardeşlik havası estirir ve böylece her biri ortak yağmadan kendi yatırımı oranında pay alır. Ama sorun, kârın değil zararın paylaşılması halini alır almaz, herkes kendi payına düşen zararı en aza indirme ve bunu bir başkasının sırtına yükleme çabasına düşer. Kapitalist sınıf için, kayba uğramak kaçınılmazdır. Her kapitalistin, bu zararın ne kadarını yüklenmek zorunda kalacağı, yani bunu ne ölçüde paylaşmak durumunda kalacağı, göstereceği güce ve kurnazlığa bağlıdır ve o zaman rekabet, düşman kardeşler arasında bir savaşa dönüşür. Her bireysel kapitalistin çıkarları ile bütünüyle kapitalist sınıfın çıkarları arasındaki uzlaşmazlık, tıpkı daha önce, aralarındaki çıkar özdeşliğinin pratikte rekabet yoluyla ortaya çıkması gibi, suyüzüne çıkar." [4*]
Böylece Uzak Doğu Asya ülkelerindeki buhran, giderek emperyalist ülkeler arasındaki çelişkiyi keskinleştirmektedir.
Tüm bu gelişim içinde gözden kaçırılmaması gereken temel nokta, tüm sürecin, emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemlerinin bir sonucu olduğudur. Bir başka deyişle, gerek günümüzde gelişen ekonomik buhran, gerekse 1980 ve sonrasındaki buhranlar, tümüyle yeni-sömürgecilik yöntemlerinin bunalımları olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, mevcut ekonomik buhran dinamikleri, daha öncekiler gibi, yeni-sömürgeciliğin alanı olan geri-bıraktırılmış ülkelerin içinde bulunduğu dışa bağımlı sanayileşmeyle ilintilidir. 1980 sonrasında "ihracata yönelik sanayileşme" propagandalarıyla üstü örtülmeye çalışılan bu bağımlı sanayileşme, emperyalist ülkelerin taleplerine uygun olarak geri-bıraktırılmış ülkelerin iç pazarlarının genişletilmesini amaçlamıştır. Bu bağlamda, bu ülkelerde kapitalizm yukardan aşağıya geliştirilmiş ve egemen üretim biçimi haline gelmiştir. Ancak gelişen kapitalizm iç dinamikle değil de, dış dinamikle, yani emperyalizme bağımlı olarak geliştiğinden çarpıktır. Dolayısıyla, ortaya çıkan kapitalist gelişim, bu çarpıklık tarafından belirlenmiş özelliklere sahiptir. 1980 dünya ekonomik buhranıyla birlikte geri-bıraktırılmış ülkelerde emperyalizme bağımlı sanayinin temel alınması, bir yandan sanayi üretiminin artışını getirmiş, diğer yandan tarımsal üretimin gerilemesine neden olmuştur. Uygulanılan ekonomi-politikaların ağırlıklı olarak kırsal nüfusun azaltılmasına yönelik sonuçlar vermesi, aynı zamanda tüm devlet kredilerinin sanayiye aktarılmasının ürünü olmuştur. Gelişen dünya ekonomik buhran dinamikleri, kaçınılmaz olarak bu uygulamayı etkileyecektir. Bu etkileme, ilk planda görece daha zayıf ekonomiye sahip olan geri-bıraktırılmış ülkelerde ortaya çıkacaktır. Hemen tüm geri-bıraktırılmış ülkelerin emperyalist tüketim malları pazarı haline dönüştürülme yönündeki gelişmenin bu süreç içinde yavaşlayacağı açıktır. Bu da, bu ülkelerin iç ticaret hacminin azalması olarak ortaya çıkacağından, emperyalist tekellerin pazar sorununu daha da ağırlaştıracaktır. Dolayısıyla, bugün Amerikan emperyalizminin gelişen buhranı "lokalize" etme yönündeki tüm çabaları, belirli bir süre için geçerlidir. Buhranın, kısa vadede gelişim hızının yavaşlatılması gündeme gelecekse de, orta vadede gelişim yayılarak sürecek boyutlara ulaşmıştır.
Bu durumda, Amerikan emperyalizminin kendi talep yetersizliğine karşı geliştirmeye çalıştığı en temel önlemi, askeri mallar üretimini artırmak ve bu mallara yeni talep yaratmak olmaktadır. Amerikan emperyalizminin askeri mallar talebini artırıcı yöndeki uygulamaları, kaçınılmaz olarak, geri-bıraktırılmış ülkelerin bu mallara olan talebini artırmayı gerektirmektedir. Bu da, bu ülkelerde emperyalizme bağımlı orduların siyasal olarak etkin bir duruma yönelmelerini gerektirmektedir. Bunun için, Amerikan emperyalizminin her türden bölgesel ve yerel çatışmaları öne çıkarıcı bir politika izlemesi gerekmektedir. Bu politikanın, bölgesel ya da yerel sıcak çatışmalara dönüşüp dönüşmeyeceği ise, tümüyle dünya buhranının gelişim düzeyine bağlıdır.
Diğer taraftan, gelişen buhran dinamikleri, Amerikan emperyalizminin 1990'lara kadar giderek azalan emperyalist ülkeler üzerindeki hegemonyasının görece güçlenmesini getirecektir. 1991 yılında SSCB'nin dağıtılmışlığıyla siyasal olarak hegemonyasını güçlendiren Amerikan emperyalizmi, buhranın gelişimine bağlı olarak ekonomik hegemonyasını da güçlendirebilecektir. Bu durum, aynı zamanda Amerikan emperyalizminin uluslararası finans kuruluşları (IMF, Dünya Bankası) üzerindeki gücünün artması demektir. Böylece Amerikan emperyalizmi 1967 yılından buyana sürekli azalan bu kurumlar üzerindeki denetimini geri alabilecektir.
AB olarak kendisini örgütleyen Batı-Avrupa'nın emperyalist ülkelerinin bu gelişmeler karşısında nasıl bir tutum takınacağı ve buhrandan nasıl etkileneceği bugün için tam olarak ortaya çıkmamıştır. Ancak Almanya ile ABD arasında gelişen siyasal ve ekonomik ilişkiler, bu ülkelerin tutumlarını ABD'ye bağlı olarak geliştireceklerini göstermektedir. Ama emperyalizme karşı sürekli bir alternatif olarak sosyalist sistemin mevcut olmaması, emperyalist ülkeler arasındaki ilişkileri geçmiş dönemden farklı bir biçim almaya yönelteceği kesindir. Bu nedenle, Amerikan emperyalizmi ile AB arasındaki çelişkilerin keskinleşmesi sözkonusu olabilecektir. Şu an için, gelişen buhranın "lokalize" edilmesi noktasında AB, tümüyle Amerikan emperyalizmi ile "mutabakat" içindedir. Kısa vadedeki gelişmeler, bu "mutabakat" çerçevesinde ortaya çıkacaktır.
Bugün emperyalist sistemin karşı karşıya olduğu ekonomik buhranın diğer bir özelliği de, emperyalist sisteme karşı bir gücün, yani sosyalist sistemin mevcut bulunmayışıdır. Aynı şekilde, geri-bıraktırılmış ülkelerde ve metropollerdeki devrim mücadelelerinin en alt düzeyde sürüyor olması, bu süreçte emperyalizmin diğer bir avantajı olarak ortaya çıkmaktadır.
İşte bu ilişki ve çelişkileriyle gelişen dünya ekonomik buhranı dinamikleri, emperyalizmin III. bunalım döneminin özelliklerine uygun olarak ortaya çıkmakta ve gelişmektedir. Gerek emperyalist ülkeler arasındaki çelişki, gerekse emperyalist sömürünün sürdürülüş biçimi, dönemin özelliklerine uygun olarak sürmektedir. Dolayısıyla sistemin bütün olarak işleyişi üzerinde önemli etkiye sahip bulunmamaktadır. Emperyalizme karşı alternatif ve potansiyel güçlerin, geçmiş döneme kıyasla önemli ölçüde zayıflamış olması emperyalizm için bir avantaj ortaya çıkarmakla birlikte, sadece ekonomik buhran karşısında tekil emperyalist ülkelerin alacakları önlemleri biçimlendirecek boyuttadır.
Şüphesiz gelişen dünya ekonomik buhranı dinamikleri, dünya çapında kitlelerin yoksullaşmasını beraberinde getirecektir. Bu durumun, kitle hareketlerinin artması yönünde etkide bulunacağı kesindir. Ancak devrim mücadelelerinin dünya çapında önemli bir gerileme içinde olması, bu gelişmelerin kendiliğindenci nitelikte kalmasına yol açacak dinamikler yaratmaktadır. Özellikle Amerikan emperyalizminin 1980 sonrasında geri-bıraktırılmış ülkelerde uyguladığı pasifikasyon yöntemleriyle ortaya çıkan depolitizasyon ve legalizm, devrimci potansiyelin etkinleşmesini engelleyecek özellikler taşımaktadır. Devrim güçlerinin, uzun yıllar süren pasifikasyon ve depolitizasyon süreci içinde karşı karşıya kaldıkları sorunların başında, bu engel önemli bir yere sahiptir. Marksizm-Leninizmin ideolojik ve politik olarak etkinliğinin azaltılmışlığı, kaçınılmaz olarak doğru bir çizginin izlenmesini engelleyecektir. Solda egemen olan popülizm, pragmatizm ve ideolojisizlik, doğru bir devrimci çizgiye yönelmeyi de engellediğinden, doğru devrimci çizginin geniş kitleleri etkilemesi baştan sınırlandırılmış olmaktadır. Dünya devrim mücadelelerinin karşı karşıya oldukları önemli ideolojik ve politik sorunlar çözümlenmemiş olsa da, gelişen olayların bu sorunların çözümlenmesi yönünde önemli bir eğilim ortaya çıkaracağı da açıktır. Bu bağlamda, Marksist-Leninist ideolojik ve teorik belirlemelerin, geçmiş döneme kıyasla daha fazla öne çıkacağını bugünden söylemek mümkündür. Ancak herşey gibi, bu gelişme de, sadece mücadele ve mücadeleyle olanaklıdır.
Yine de, dünya ekonomik buhranının gelişim dinamikleri incelenirken şu hiç gözden kaçırılmamalıdır: Emperyalizmin sürekli ve genel bunalımı, ekonominin devrevi hareketinden nispi olarak bağımsızdır. Dolayısıyla, ekonomik buhranın, dünya çapında devrim durumu yaratacağı beklentisi, ekonomist bir sapmadan başka birşey olmayacaktır.
Tüm bu süreç içinde, F. Castro'nun Küba Komünist Partisi'nin 5. Kongresi'nde söylediği şu sözleri bir kez daha anımsatmak istiyoruz:
"Fakat geçenlerde çok ilginç birşey oldu: Güneydoğu Asya'daki krizler, ekonomik krizler. O ülkeler, büyük yabancı yatırımlarla, IMF ve Dünya Bankası'nın desteğiyle, kapitalist kalkınmanın modelleri olarak, "kaplanlar" olarak tanıtılıyordu. Ve birden kirli işler yapan, o ülkeleri mahveden spekülatörlerin ağına düştüler. Bu spekülatörler, borsada hisse senetlerinin değerlerini yönlendiriyorlar, döviz kurlarını ayarlıyorlar ve o ülkeler bunlar olmadan hiçbir şey yapamazlar.
Geçenlerde, o ülkelerden birinin önemli bir lideri bizi ziyaret etti. Malezya'nın başbakanı, önemli ekonomik gelişim göstermiş bir ülke. Yılların emeğinin, birçok yılın emeğinin yokedilmesinin nasıl birkaç dakikalık bir mesele olduğunu açıkladı ve bunları Latin-Amerika'da da açıkladı. O ekonomiler spekülatörlere karşı savunmasız ve onlara bu spekülatif durumlara karşı kendilerini korumaları için hiçbir yol gösterilmemiş ve izin verilmemiş. Para rezervlerinde bazen milyarları oluyor ve birkaç gün içinde kaybediyorlar.
Hisse senetlerinde muazzam servetleri var ve bunların değer yitirmesi birkaç günlük bir mesele. Örneğin, Endonezya'nın tedavüldeki parası, çok kısa bir sürede değerinin yarısına düşürüldü. Globalizm ve neo-liberalizmle neyin başarılabileceğinin örneği olarak sunulan ülkelerin, Tayland, Malezya, Filipinler, hatta Singapur'un paralarının başına gelen, tüketici toplum modelinin nelere malolacağı gerçeğinden bağımsız gelişmelerdir ve tüketici toplumların hiçbir geleceği yoktur.
Çokuluslu şirketler ve uluslararası finans kurumlarının empoze ettiği ölçülerle bu tür kalkınma, dünyaya ideal gibi sunuldu. Doğal ne varsa ortadan kaldırılacaklar. Neo-liberalizm ve kapitalist globalizasyon kavramı, sermayenin büyük miktarlarda bir ülkeden diğerine, bir bölgeden diğer bölgeye transferini engelleyen tüm engellerin kaldırılması demektir. En zengin ve en gelişmiş ülkelerin yararına, çokuluslu şirketlerin elinde olan dünya pazarlarının azami ölçüde geliştirilmesidir. İleri teknoloji ve modern iletişim araçlarıyla yapılan borsa ve döviz işlemleri, gerçek ticari işlemlerden çok daha fazladır ve tek hedefi, hiçbir şey üretmeden, kendini zenginleştirmektir.
Ne oluyor? Ortamı hiç hesaplamadan, karmakarışık ve tüketici bir model teşvik ediliyor. Petrol, gaz, kömür ve diğer nesnelere bağlı olanların daha uzun süre yaşayamayacağını herkes biliyor.
Bu modele göre, Hindistan gibi ülkeler, tüketim toplumu olmak ve aile başına bir araba sahibi olmak için çalışacaklar. Aynı model Güney Doğu Asya'nın tüm ülkeleri için de geçerli. Bu kavrayışa göre, Çin ve Latin-Amerika'nın da aynı tüketici kalkınma modeline sahip olması gerekiyor. Ve onlar, dünyayı, yıkıma doğru sürüklüyorlar..."
Dipnotlar
[1*] tiplerin yeni yetişen devrimci kuşak üzerindeki etkisi çok daha önemli olmuştur. Ülkemiz solunda görüldüğü gibi, birbirleriyle ideolojik, politik ve pratik olarak hiçbir farkı olmayan bir düzine örgütlenme faaliyet yürütmektedir. Dergilerinin biçiminden, kitle eylemlerindeki "görsellik"lerine kadar birbirinin benzeri olan bu örgütlenmeler, bu gelişimin ortaya çıkardığı yeni bir devrimci kesime dayanmaktadırlar. Kurtuluş Cephesi'nin değişik sayılarında küçük atıflarda bulunduğumuz Hİ Kurtuluş'un "Selim abi"si ve sınıfı bu konuda sayısız örnekler üretmektedir. 77 haftalık dersler sonucunda "Selim abi"nin "çok yönlülük" adı verilen 78. dersinde yaptığı "sınav"da sorduğu şu sorular, neler öğretildiğini açıkça göstermektedir:
"1- Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri kimdir, hangi ülkedendir?
2- Küba'yı desteklediğini açıklayan, CIA'nın kendisini engellemek için çeşitli komplolar düzenlediğini söyleyen, kokain kullandığı iddiasıyla profesyonel futbol oynaması yasağı getirilen dünyaca ünlü futbolcu kimdir?
9- Şimdi yazdıracağım kısaltmaların açık anlamlarını karşılarına yazın; TİSK, TOBB, TESK, TMMOB, ÇHD, ÇGS, TÜSİAD; TZOB, MÜSİAD, ÖHD, ÖKK, TGS, OHAL.
10- Halk ekmeğin fiyatı nedir?"
[2*] Genel Bunalımın Dinamikleri, s: 16, Belge Yay.- 1984
[3*] THKP-C/HDÖ : Türkiye Devriminin Acil Sorunları-I, s: 26-27, 1975
[4*] Marks: Kapital, Cilt: III, s: 266