Bugün bir ekonomik "kriz" yaşanmaktadır. Ancak bu ekonomik "kriz"in en tipik özelliği, tüm ekonomistlerin, devlet yetkililerinin ve finans kuruluşlarının "kriz"in çok büyük boyutta olduğunu söylemelerine rağmen, insanların günlük yaşamlarında "kriz"i hissetmemeleridir. Hissetmedikleri için de, bu "kriz"in ne olduğunu da, "kriz"in varolup olmadığını da bilmemektedirler. Ama ortada bir "kriz" olduğu kesindir.
Adını koymak gerekirse, 2008 dünya ekonomik krizi herkesin "ezbere" bildiği gibi, konut sektöründeki aşırı-üretim ve buna bağlı olarak konut kredilerinin anormal boyutlara ulaşmasıyla birlikte başlamıştır. Genel kural olarak kapitalist ekonomide bunalım, tüketim malları sektöründe başlar ve giderek üretim malları sektörüne yayılır. Bunalımın (ya da popüler ifadeyle krizin) üretim malları sektörüne yansıması, bir bütün olarak bunalımın derinleşmesine, yayılmasına neden olur. Daha tam ifadeyle, ekonomik bunalım ("kriz"), tüketim malları sektöründe başlayan bunalımın üretim malları sektörüne ne şiddette yansıdığına bağlı olarak derinleşir.
Kapitalist ekonomik bunalımın bu özelliği bilindiğinden, doğrudan tüketim malları sektöründeki bunalımın üretim malları sektörüne şiddetle yansımasını engellemek (ya da daha az şiddetle yansıması) amacıyla devlet ekonomiye müdahale eder. Bu müdahale, tüketim malları sektöründeki aşırı-üretime devlet olanaklarıyla yeni ve ek talep yaratmayı amaçlar. Devletin ekonomiye bu yöndeki müdahalesi, kimi durumda "çukur kazdırıp, çukur doldurtarak" (ünlü Keynesci teori), kimi durumda üretken olmayan yatırımları artırarak gerçekleştirilir.
Birincisi, devletin yeni istihdam yaratmaktan daha çok, varolan işgücünü sürekli çalışır halde tutarak, onlara sürekli (ama her zamanki gibi asgari) gelir sağlayarak tüketim mallarına olan talebi canlı tutmaya çalışmayı amaçlar. Genel söylemle, bu, piyasalardaki durgunluk (resesyon) karşısında kullanılan bir araçtır.
İkincisi ise, hem yeni istihdam yaratarak tüketim malları sektörüne, hem de devlet siparişleriyle üretim malları sektörüne yeni talep yaratmayı amaçlar. Böylece tüketim malları sektöründeki bunalım ya da durgunluğun bir sonucu olarak üretim malları sektörünün düşen talebi canlandırılır. Burada esas olan üretken olmayan yatırımların artırılmasıdır. Öyle yatırımlar olmalıdır ki, hem istihdam, hem de üretim malları sektörüne talep yaratmalıdır. Ve genel kural olarak, emperyalizmin III. bunalım döneminde bu konuda bulunan çözüm ekonominin askerileştirilmesidir. Yani askeri mallar üretiminin artırılmasıdır.
Askeri mallar üretiminin artırılması, açıktır ki, başta demir-çelik sanayi olmak üzere (üretim malları sektörünün ana bölümü) pek çok alanda talep yaratır. Bunun yanında askeri araç ve gereçlerin, askeri altyapı tesislerinin yenilenmesi, otomotiv sektöründen inşaat sektörüne kadar dayanıklı tüketim malları üreten kesimler için yeni talep ortaya çıkartır.
Bütün bu devlet müdahalesi genellikle bütçe açıkları ve devlet borçlanmasıyla finanse edilir. Vergiler yoluyla yapılacak finansman toplumun satın alma gücünü azaltacağı için, talep artırmaktan çok talebin düşmesine yol açar. Bu nedenle devletin ekonomiye müdahalesi, kesinkes bütçe açıkları ve devlet borçlanmalarıyla gerçekleştirilir.
Bütçe açıklarının devlet borçlanmasıyla kapatılması ve yeni yatırımların yine devlet borçlanmasıyla finanse edilmesi, açıktır ki piyasalardaki para miktarını artırır. Mal ve hizmetlerin değerinde artış olmaksızın para arzındaki artış, kaçınılmaz olarak paranın değer kaybetmesine, fiyatların yükselmesine, yani enflasyona yol açar.
Ancak burada kaçınılmaz sonuç olan enflasyon, birden ve kısa sürede etkisini göstermez. "Kabul edilebilir bütçe açığı" düzeyi esas alınarak (ki AB ülkeleri için bu GSMH'nın %3'ü olarak saptanmıştır) piyasalara para arz edilmesinin enflasyonist etkisi, yani topluma ve fiyatlara yansıması "kabul edilebilir" boyutta kalır. Bunalım ("kriz") patlak verdiğinde "kabul edilebilir bütçe açığı" oranları da yükseltilir. Keynesci uygulamaya göre, bu oran %10'a kadar yükseltilebilir.
Böylece "sınırlandırılmış" ve "planlanmış" bir enflasyon limiti içinde ekonomiye yapılan müdahale, ekonomik bunalımın şiddetini azaltır, zamana yayar. Zaman ilerledikçe, bir önceki dönemin ertelenmiş bunalımları bir sonraki dönemin ertelenecek bunalımlarıyla çakışır ve aynı zaman dilimi içinde birleşir. İşte bu birleşme zamanlarında, enflasyonist politikalar denetimden çıkar.
1980 dünya ekonomik bunalımında görüldüğü gibi, enflasyonist politikanın (Keynescilik adı verilen ekonomi politika) denetimden çıkması çok daha uzun ve şiddetli bir ekonomik bunalımın ortaya çıkmasına yol açar. 1980-93 döneminde tüm geri-bıraktırılmış ülkeleri şiddetle etkileyen "borç krizi", aşırı-üretim bunalımlarını engellemek amacıyla devletin ekonomiye müdahalesinin zaman içinde ortaya çıkardığı şiddetli sonuç olmuştur.
Ama uzun dönemde devlet müdahalesinin daha büyük ve yaygın bir bunalıma neden olması, kısa ve orta dönemde aşırı-üretim bunalımlarının şiddetinin azaltılmasıyla birlikte görülür. Devlet müdahalesi, kısa ve orta dönemde bunalımın şiddetini zamana yaydığı için, toplumsal dengeler bundan önemli ölçüde etkilenmez, iflaslar daha sınırlı ve zamana yayılmış olarak ortaya çıkar, işsizlik yavaş yavaş artar. Bu yüzden de toplum tarafından "alışılan/olağan" bir durum meydana gelir.
Ekim 2008'de daha şiddetli biçimde ortaya çıkan "finans krizi" (her ne kadar "finans krizi" adı verilmişse de, bugün herkesin açıkça gördüğü gibi aşırı-üretim bunalımıdır) karşısında emperyalist ülkelerin 3-4 trilyon doları bulan müdahaleleriyle finans kuruluşlarının topyekün yıkıma uğramasının önüne geçilmiştir. Kendi söylemleriyle "toksit" kağıtların devlet tarafından satın alınması ya da devlet güvencesine bağlanması, ilk planda finans sektöründeki kırılmayı ve yıkımı önlemiştir. Doğrudan piyasalar ve kitle açısından hiç bir şey ifade etmeyen, ne olduğu bile anlaşılmayan bu devlet müdahalesinin ardından asıl sorun, yani aşırı-üretim sorunu olanca haşmetiyle ortaya çıkmıştır. Herkesin çok iyi bildiği gibi, otomotiv sektörü bu sorunu olanca ağırlığıyla yaşamaya başlamıştır.
Şimdi yapılmaya çalışılan, başta otomotiv sektörü olmak üzere pek çok sektöre yeni ve ek talep yaratmaktır. Emperyalist ülkelerin birbiri ardına açıkladıkları "önlem paketleri" de bu talebi yaratmaya yöneliktir. Fakat emperyalist ülkeler, 1980 bunalımından sonraki her ekonomik bunalımda görüldüğü gibi, enflasyon/bunalım ikilemi arasına sıkışmış durumdadırlar. Mandel'in sözüyle, "... resesyon ne kadar şiddetli ise ‘ikame' satın alma gücünün yaratılması o kadar gerekli olur ve enflasyon yaratıcı eğilimlerin patlak vermesine yol açar. Kapitalizmin çöküş çağında devletin karşısına çıkan ikilem, buhran ile enflasyon arasındaki seçmedir. İkincisi belirlenmedikçe (artmadıkça) birincisi önlenemez."[1*] 1980 bunalımıyla birlikte enflasyon/bunalım ikileminde enflasyona ağırlık veren ekonomi politikalar terk edilmiş ve yerine "monetarist" politikalar geçirilmiştir. Ancak bu politika değişikliği, emperyalist ülkelerdeki bunalım geri-bıraktırılmış ülkelere ihraç edilebildiği oranda etkili olmuştur. Bunun sonucu ise, 1990'ların ortalarına kadar geri-bıraktırılmış ülkelerin ağır bir borç krizine sürüklenmeleridir.
Bugün emperyalist ülkeler nasıl bir politika uygulayacakları konusunda kararsızdırlar. Biraz enflasyonist, biraz "monetarist" politika izleyerek mevcut bunalımın ("kriz") şiddetini azaltmayı ummaktadırlar. Öte yandan şimdilik finans kuruluşlarının "toksit" kağıtlarının devlet güvencesine alınmasıyla finans dünyasındaki zincirleme iflasların önüne geçilmişse de, her geçen gün bankaların "kriz"den etkilenme boyutları büyümektedir. Ortalıkta bir yığın borç kağıdı dolaşmakta, ama hiç birisinin karşılığı bulunmamaktadır. Bankalar öylesi bir duruma gelmişlerdir ki, belli büyüklükte bir meblağın çekilmesi ya da talep edilmesi durumunda bir dizi iflasın ortaya çıkması kaçınılmazdır. Diğer yandan dayanıklı tüketim mallarına olan talep (ki kredili satışlarla sağlanan bir taleptir) 2008'de keskin bir biçimde düşmüştür. Otomobil şirketlerinin birbiri ardına üretimi durdurmaları da talep daralmasının büyük boyutlarda olduğunu göstermektedir.
Oysa, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, insanlar "kriz"i hissetmemektedirler. Otomobil şirketlerinin içinde bulundukları aşırı-üretim "kriz"i, insanların eskisi gibi otomobil talebinde bulunmadıklarını açıkça göstermesine karşın, yani otomobil almaktan uzak durmalarının bir sonucuyken, aynı insanlar "kriz"i hissetmemektedir. Açıkçası "kriz"i hissetmeyen insanlar, aynı zamanda "kriz"e yol açan talep daralmasının somut karşılığıdırlar. Konunun özü de bu çelişkide yatmaktadır.
İnsanlar başta otomobil olmak üzere dayanıklı tüketim mallarına eskisi gibi talepte bulunmamaktadırlar. Bu, ya insanların bu malları tüketmeye "doydukları" ya da bunları satın alacak gelire sahip olmadıkları anlamına gelir. Hiç kimsenin otomobil, konut vb. malları tüketmenin "gereksiz" olduğuna ilişkin bir eğilimi ya da kanısı olmadığına göre, açıktır ki bu malları satın almak için yeterli gelire sahip değillerdir. Daha da önemlisi, kredili satışlar söz konusu olsa da, insanlar mevcut gelirleriyle bu kredi taksitlerini ödeyebilecek durumda olmadıklarını görmektedirler.
İşte yaşanılan ekonomik bunalım ("kriz") karşısında burjuva ekonomistlerinin "mikro ölçekte" içinden çıkamadıkları olgu da budur.
Gelirlerde önemli bir değişiklik yokken, yıllık enflasyon oranları %2-3'lerde seyrederken, birden bire dayanıklı tüketim mallarına olan talebin keskin biçimde düşmesi ekonomistleri şaşırtmıştır. Bir yandan talep düşerken, öte yandan eski "projeksiyonlar"a göre sürüp giden üretim, aşırı-üretim sorununu içinden çıkılamaz hale dönüştürmüştür.
Oysa sorunun kaynağı çok yalındır.
Yıllık olarak "hissedilmeyen" ya da "alışılmış" olan küçük enflasyon oranları, özellikle temel tüketim maddelerinde birikime yol açmıştır. Son on yıl içindeki gıda vb. maddelerin fiyatlarındaki "küçük" artışlar geometrik bir artışla büyük boyuta ulaşmıştır.
Basit bir hesaplamayla, yıllık "normal" %3 enflasyon oranıyla on yıl sonunda herhangi bir malın fiyatı %35 artmaktadır. Tüketicinin gelirlerinde aynı oranda artış olmadığı sürece, her on yılın sonunda tüketicinin alım gücü bu oranda azalmış olmaktadır.
Diğer yandan geçmiş dönemlerle kıyaslanmayacak boyutta yeni tüketim çeşitleri ortaya çıkmıştır. Çok sevilen sözle "yaşamın ayrılmaz parçası" olmuş olan cep telefonları, internet, klasik kapitalist mallara olan talebin düşmesine yol açmıştır.
Üçüncü olgu ise, konut vb. mallara yönelik olarak kredilerin vadelerinin uzamasıdır. Eski dönemde 4-5 yılı aşmayan kredi borçları, bugün 20-30 yıllık kredi borçlarına dönüşmüştür. Özellikle konut kredilerindeki büyük artış, kitlenin uzun dönemli alım gücünde düşmeye neden olmuştur.
İşte bu temel olgular, uzun dönemde tüketim mallarına olan talebi göreceli olarak düşürmüş ve belli bir aşamada bu talep düşmesi belirginleşmiştir. Ancak "tüketici", yani insanlar, kendilerinin standart kabul ettikleri bir tüketim normunda yaşamayı sürdürmektedirler. Gelirlerinin belli bir bölümü uzun vadeli kredi ödemelerine, belli bir bölümü geometrik olarak artan temel tüketim maddelerine ve bir bölümü de "yeni yaşam gereksinmeleri"ne harcanmaktadır. Artık insanlar, kendilerine ait bir konutla, cep telefonuyla, "sınırsız" internetle ve fast foot yiyecekleriyle belli bir "standart"ta yaşam sürdürmektedir. Yaşamını değiştirmeyi gerektiren yeni bir "beklentisi" de mevcut değildir. Asya ülkelerinden, özel olarak Çin'den gelen kalitesiz, ama ucuz tüketim malları da varolan geliriyle yaşamını sürdürmesi için yeterli olmaktadır. "Aç değildir, açıkta değildir".
Ama öte yandan üretim, kapitalist üretim olanca hızıyla sürmektedir. Ekonomistlerin söylemiyle, kapitalistler "stok"a çalışmaktadırlar. Her gün devasa üretim fazlası birikmektedir.
İşte bu gerçeklik, yaşanılan ekonomik bunalımın ("kriz") nedeni ve sonucudur. "Elden geldiğince çok artı-emek sızdırılıp metalarda maddeleşir maddeleşmez, artı-değer üretilmiş olur. Ne var ki, bu artı-değer üretimi, kapitalist üretim sürecinin ancak birinci perdesini –doğrudan üretim sürecini– tamamlar. Sermaye, şu kadar miktarda karşılığı ödenmeyen emek emmiştir. Süreçte, kendisini kâr oranındaki düşmede ifade eden gelişme ile birlikte, böylece üretilmiş bulunan artı-değer kitlesi muazzam boyutlara ulaşır. Şimdi sürecin ikinci perdesi gelir. Tam metalar kitlesi, yani değişmeyen ve değişen sermayeyi yerine koyan kısmı ile artı-değeri temsil eden parçayı da içeren toplam ürünün satılması gerekir. Eğer bu yapılmaz ise, ya da kısmen veya üretim-fiyatlarının altında kalan fiyatlarla yapılırsa, işçi aslında sömürülmüştür, ama bu sömürü kapitalist için sömürü olarak gerçekleşmemiştir ve bu durum, işçiden sızdırılan artı-değerin, hiç gerçekleşmemesi ya da kısmen gerçekleştirilmesi, ve hatta, sermayenin kısmen ya da bütünüyle kaybedilmesi ile sonuçlanabilir. Doğrudan doğruya sömürü koşulları ile, bu sömürünün gerçekleştirilmesi koşulları özdeş değildir. Bunlar yalnız yer ve zaman olarak değil, mantıken de birbirinden farklıdır. Birincisi yalnız, toplumun üretici gücü ile, ikincisi ise, çeşitli üretim kollarının aralarındaki orantılı bağıntı ve toplumun tüketim gücü ile sınırlıdır. Ama bu son sözü edilen güç, ne mutlak üretim gücü ile ve ne de mutlak tüketim gücü ile belirlenmeyip, toplumun büyük bir kesiminin tüketimini, az çok dar sınırlar içersinde değişen bir asgariye indirgeyen uzlaşmaz karşıtlık halindeki bölüşüm koşulları temeline dayanan tüketim gücü ile belirlenir."[2*] (abç)
"Bütün gerçek bunalımların nihai nedeni, her zaman, kapitalist üretimin, üretim güçlerini, sanki, onlar için en son sınırı, sadece toplumun mutlak tüketim gücü teşkil ediyormuş gibi geliştirmeye yönelişine karşılık, yığınların yoksulluğu ve kısıtlı tüketimidir."[3*]