"Sovyetler Birliği'ni Çökertmek"
Askeri Vesayetten
Sivil Vesayete Geçiş
Siyasal planda, bir zamanlar kendilerine "II. Cumhuriyetçiler" adını veren ve 28 Şubat "mağduru" olmakla övünen, bugün ise "amiral gemisi" Taraf'ta teori ve "yandaş medya"da kariyer yapan "liberaller" ile yine 28 Şubat "mağduru" şeriatçılar (nakşibentler ve nurcular) ittifakı, Ergenekon operasyonlarından itibaren neredeyse "mutluluktan" uçuyorlar. Bir yandan 28 Şubat'ın "rövanşı"nı alırken, diğer yandan seksen yıl "inananlara zulüm yapan" "kemalist elitler"le hesaplaşıyorlar. Ergenekon "davası" çerçevesinde bu hesaplaşma olanca hız ve bereketiyle sürerken, Genelkurmayın "darbe planları" bir bir ortaya çıkarılıyor, "darbeciler" teker teker teşhir ediliyor ve yer yer içeriye atılıyorlar. M. Ali Brand'ın sözüyle, "Ülkeyi uzun yıllardır yöneten Kemalist, laik kesim ve onu koruyup kollayan zinde güçler ile dindar-dinci kesim arasındaki bu hesaplaşmada... şimdi AKP, TSK'ya ince ayar yapıyor."
Açıktır ki, siyasal plandaki bu gelişme ve hesaplaşma bir iktidar mücadelesinden başka bir şey değildir. Liberal-islamcı (ya da liberal-cemaat) ittifakı[1*], "kemalist elitler"in elinden devlet iktidarını alabilmek için, görüntüsel ve biçimsel hukuku tümüyle bir yana bırakarak nihai bir savaşa girişmiştir. Bu savaşın nasıl sonuçlanacağı tümüyle "dış dinamiklere" bağlıysa da,[2*] bugün için liberal-islamcı ittifakı devlet aygıtının pek çok alanını denetime almış ve buradaki "kemalist elitler"i büyük oranda tasfiye etmiştir.
"Ulusalcılar"dan olabildiğince uzak duran "Kemalist elitler", yani küçük-burjuva asker-sivil bürokrat ve aydın kesim ise, bu gelişmeler karşısında "merak etmeyin ordu var" söyleminde ifadesini bulan beklentisel pasiflik[3*] içinde olayları izlerken, Seferberlik Tetkik Kurumu baskınıyla "işin başa düştüğünü" görmeye başlamışlardır.
Asıl olarak Cumhuriyet gazetesinde kendilerini ifade eden "ulusalcılar", AKP iktidarının "ılımlı islam" görünümü altında "laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçladığı"nı ilk baştan itibaren söylemelerine rağmen, beklentisel pasiflik küçük-burjuva "laik" kesimdeki egemenliğini günümüze kadar sürdürmüştür. Ama şimdi "iş, başa düşmüştür!".
Ancak "laik" kesim, küçük-burjuva sınıfsal özellikleri gereği parçalı, dağınık ve heterojen bir topluluk oluşturur. Bu nedenle de, "iş" ne kadar "başa" düşürse düşsün, birleşik ve bütünsel bir güç olmaktan uzaktırlar. Bu "laik" kesimin, kendilerini "solcu" ya da "demokrat" olarak tanımlayan bölümü, uzun süre "demokrasi" ve "insan hakları" adına AKP iktidarının temelindeki siyasal güçleri ve bu güçlerin "nihai amacı"nı görmezlikten gelmiştir. "Solcu" yanlarıyla, AKP'nin "T.C."yle hesaplaşmasını desteklerken, "demokrat" yanlarıyla da bu hesaplaşmadan "demokrasi"nin çıkabileceği umudunu (beklentisini) taşımışlardır. Bu tutum içindeki küçük-burjuva aydınları, AKP'nin, arka planda "merak etmeyin ordu var" olduğu için "fazla ileri gidemeyeceğini" düşlemişler ve AKP'nin çevresinde toplaşan "iktidar özlemi" içindeki sınıf ve tabakaların gücünü küçümsemişlerdir.
Ekonomik planda, AKP, 1960'ların sonlarında gelişen Erbakan hareketinin üzerinde yükseldiği sınıflara, yani orta ve küçük sermaye kesimine dayanır ve bu kesimlerin gelişme ve tekelleşme özlemlerine denk düşer.
Erbakan hareketi (MNP ve MSP dönemi), giderek Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ile tefeci-tüccar sermayesinin desteğini de almıştı. Erbakan'ın "milli görüş"ünün özünü oluşturan "milli sanayi", bu bileşimde orta-sermayenin çıkarını ifade eder. Bu hareketin temel amacı, orta-sermayenin, yani tekelleşememiş burjuvazinin gelişmesi ve tekelleşmesiydi. Bu bağlamda, Erbakan hareketi, anti-tekelci söylemle orta sermayenin tekelleşme özlemini dile getiriyordu. Yine bu sermaye kesimi açısından gelişimini ve tekelleşmesini önleyen en temel unsur olarak, işbirlikçi-tekelci burjuvazi ve emperyalizm ikilisinin elinde bulundurduğu finans sistemi görülüyordu. Yüksek faizli kredi sistemi orta-sermayenin gelişmesini engelleyen en temel unsurdu. Dolayısıyla da Erbakan hareketinin faizlere karşı oluşu, çıkarını savunduğu kesimlerin gelişimini sağlamayı amaçlıyordu. Diğer bir ifadeyle, Erbakan hareketinin anti-tekelci ve anti-faizci tutumu aslında, tekellere ve faize karşı oluşundan değil, temsil ettiği orta-sermaye kesimlerinin ekonomik olarak gelişmesini ve tekelleşmesini sağlamak için kendi politikasını sürdürmek istemesindendi.
12 Eylül döneminde Amerikan emperyalizminin "yeşil kuşak teorisi"[4*] çerçevesinde islamcı kesimleri destekleme politikasının bir sonucu olarak Al-Baraka Türk, Faisal Finans vb. islami finans kuruluşları devreye sokulmuş ve orta-sermaye kesimleri tarihlerinde ilk kez "kendi" finans olanaklarına sahip olmuşlardır.
Ancak 1980 ekonomik bunalımı, emperyalist ülkelerdeki tüketim malları sektöründeki gelişmeler ve bu sektördeki pazar sorunu, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki orta ve hafif sanayinin geliştirilmesini esas alan politikalarda önemli bir değişikliğe yol açmıştır. Artık temel amaç, geri-bıraktırılmış ülkelerde iç pazarı genişletmek amacıyla orta ve hafif sanayinin geliştirilmesi değil, emperyalist ülkelerin tüketim malları için pazar bulunması olmuştur.
İşte emperyalist ülkelerin tüketim mallarının bu pazar sorunu, geri-bıraktırılmış ülkelerde iç ticaretin geliştirilmesini ve emperyalist metaların ülkenin en ücra köşelerine kadar götürülmesini zorunlu hale getirmiştir. Bu da, geçmiş dönemden farklı olarak, orta ve küçük sermayeden daha çok orta ve küçük tüccarın (tefeci-tüccar ile esnaf ve zanaatkar) öne geçmesine yol açmıştır. İslami finans kuruluşları aracılığıyla bu tüccar kesimi desteklenmiştir. Turgut Özal döneminde başlayan bakkalların marketleşmesi, marketlerin süpermarketleşmesi ve hipermarketlere dönüşmesi bunun sonucu olmuştur.
Böylece Erbakan hareketinin üzerinde yükseldiği sınıfsal ittifakta, yani orta ve küçük sermaye (sanayi sermayesi) ile tefeci-tüccar ve Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ittifakında tefeci-tüccar sermayesi ağır basan yan haline gelmiştir. Bugün AKP'nin "milli görüş gömleği"ni terk etmesi, "milli sanayi" hedefinin yerine ticaretin geçmesinden başka bir şey değildir.
AKP'nin üzerinde yükseldiği sınıfsal ittifakta tefeci-tüccar sermayesi belirleyici olmakla birlikte, nicelik olarak fazla olan kesim Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesidir. "Temsili demokrasi" koşullarında bu niceliksel güç, aynı zamanda siyasal bir güç ortaya çıkardığından, AKP'yi iktidara taşıyan asıl unsur da bu Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi olmuştur.
Tüm bu sınıf ve tabakaların ortak özelliği, mevcut oligarşiye ve oligarşik yapıya tepkili olmalarıdır.
Emperyalist ülkelerin tüketim malları ticaretinin gelişmesi Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ile tefeci-tüccar sermayesinin oligarşiyle olan ilişkisini değiştirmiş ve oligarşiye olan bağımlılığını azaltmıştır. Artık onların doğrudan muhatabı oligarşi değil, onun "efendisi" olan emperyalizm olmuştur. Dolayısıyla orta ve küçük sermaye kesiminin yerli işbirlikçi-tekelci burjuvaziye olan bağımlılığı nispi olarak azalmış, doğrudan emperyalizmle işbirliği yapabilme olanağı ortaya çıkmıştır. Böylece düne kadar orta ve küçük sermaye kesimi ile işbirlikçi-tekelci sanayi burjuvazisi arasındaki çelişkinin yanında çok daha güçlü bir çelişki görünür hale gelmiştir: İşbirlikçi ticaret burjuvazisi ile tefeci-tüccar sermayesi çelişkisi.
2001 kriziyle birlikte, değişik siyasal partilere dağılmış olan Anadolu esnaf-zanaatkar kesiminin niceliksel gücü AKP çevresinde bir araya gelmiştir. Bu nedenle AKP, tekelleşememiş orta ve küçük sermaye ve tefeci-tüccar kesiminin yönlendirici ve egemen güç olduğu bir ittifakta, Anadolu esnaf-zanaatkarının niceliksel gücünün birleşmesinin ürünüdür.
Bu ittifakın ortak paydası, mevcut oligarşiye ve mevcut oligarşik düzene tepkidir. Ortak özelliği ise, emperyalizmin tüketim malları ticaretiyle güçlenmiş olmalarıdır. Bir yandan orta-sermayenin tekelleşme özlemini yerine getirmek amacıyla mevcut işbirlikçi burjuvazinin alanlarını daraltmayı amaçlarken, diğer yandan emperyalizmin somut çıkarları ile kendi çıkarlarını özdeşleştirmiştir. (Bugün "açılım" olarak sözü edilen herşey bu özdeşleşmenin ürünüdür.)
Bu ittifakın diğer bir özelliği ise, 12 Eylül döneminde emperyalizm-işbirlikçi tekelci burjuvaziyle oluşturmuş oldukları "consensus"un sona ermiş olmasıdır. Pratikte 1990'ların başında fiilen sona eren bu "consensus", ancak Türki cumhuriyetler ya da islam ülkeleri "açılımları"yla bir süre ötelenmiştir.
1996'da kurulan Refah Partisi-DYP koalisyon hükümeti, belli ölçülerde yeni bir "consensus" oluşturma girişiminin bir ürünüdür. Ancak işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile gelişen ve güçlenen tefeci-tüccar sermayesi arasında oluşacak yeni "consensus"un kendi çıkarlarına ters düşeceğini hesaplayan işbirlikçi ticaret burjuvazisi ile onun Anadolu'daki uzantısı esnaf-tüccar kesiminin karşı çıkışı sonucu bu "consensus" girişimi 28 Şubat süreciyle sona ermiştir.[5*] Ancak eski "consensus", yani 12 Eylül döneminde oluşturulan "consensus" sona ermişken, ama yerine yeni bir "consensus" geçirilememişken 2001 Şubat krizi patlak vermiştir. Bugün yaşanılan olayların temelinde bu belirsizlik yatar.
Bugün kesin olan, emperyalizmin kendi tüketim malları için pazara çok büyük gereksinme duyması ve bu temelde tefeci-tüccar ve Anadolu esnaf-zanaatkar kesimiyle işbirliğini geliştirmesidir. Düne kadar işbirlikçi-tekelci burjuvazi aracılığıyla yürütülen bu ilişki, bugün tefeci-tüccar sermayesiyle geliştirilmektedir. Bu nedenle de, son gelişen siyasal olaylar içinde işbirlikçi-tekelci burjuvazi sadece "izleyici" konumundadır.[6*] Bu nispi olarak değişen ilişki ve çelişkiler altında yeni bir "consensus" oluşturulamamıştır. Eski "consensus", sözcüğün güncel anlamıyla, "askeri vesayet" altında gerçekleştirilmiştir. Bu "askeri vesayet"in belirleyicisi ise, 1970'lerde yükselen devrimci mücadeleden duyulan korkudur. Ama bugün sömürücü sınıflar arasında yeni bir "consensus"un oluşturulmasını sağlayacak böyle bir "düşman" ya da zorunluluk mevcut değildir. Bu nedenle de, yeni "consensus", AKP tarafından doğrudan fiili güç ilişkileriyle kurulmaya çalışılmaktadır. AKP'nin bu fiili "consensus" oluşturma çabası, temsil ettiği sınıfların doğrudan emperyalizmle işbirliğine girmiş olmalarıyla güç kazanmıştır.
"Sivil vesayet" denilen şey, AKP hükümeti aracılığıyla, yani fiili ve siyasal zorlamayla sömürücü sınıflar arasında bir "consensus" kurulmaya çalışılmasıdır. Bunun, yani fiili "consensus"un kendisini bir anayasa metniyle resmi ve hukuki hale getirip getiremeyeceği de belirsizdir.
Burada "devlet içindeki Sovyetler Birliği'ni çökertmek" söylemi, resmi ve hukuki bir durumdan daha çok fiili durumu ifade eder. Diğer bir ifadeyle, eski "consensus" çerçevesinde emperyalizmin yeni ilişkilerinin tanımlanması ve tanınması söz konusudur ve devlet kurumlarının işleyişi fiilen bu yeni ilişkilere uyarlanacaktır.[7*] Ancak AKP'de temsil edilen sınıf ve tabakaların bazı kesimleri bu durumu yeterli görmemektedir. Kendi egemenliklerinin kayıtsız-şartsız kabul edildiği yeni bir "consensus" talep etmektedirler. Bu talep, ağırlıklı olarak küçük ve orta (sanayi) sermaye kesimlerinden gelmektedir. AKP'nin emperyalist ülke mallarının ticaretine dayanan tefeci-tüccar sermayesinin çıkarlarını yalın biçimde savunur hale gelmesi bu kesimleri rahatsız etmektedir. Orta sermayenin tekelleşme talebi tam olarak yerine getirilememiştir ve ticaret sanayinin önüne geçmiştir. Öte yandan, işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile "islami sermaye"nin Ülker gibi en irileri arasında belli bir "uzlaşma", bir çeşit "consensus" oluşmaya başlamıştır. Küçük ve orta sermaye kesimlerinin bu gelişmeler karşısında gösterdikleri tepki, bir yandan Saadet Partisi'nin "4x4 çekerli müslümanlar" söyleminde ifadesini bulurken, diğer yandan Bülent Arınç'ın başbakan yardımcılığına getirilmesine yol açmıştır.
Bugün Amerikan emperyalizminin gözetim ve yönetimi altında oligarşi yeniden biçimlendirilmeye ve bu yeni biçim altında "consensus" oluşturulmaya çalışılmaktadır. Her zaman olduğu gibi emperyalizmin temel müttefiki işbirlikçi-tekelci burjuvazinin ekseninde tefeci-tüccar sermayesinin en irilerinin içinde yer alacağı olası yeni oligarşik yapının, ne ölçüde tekelleşememiş orta-sermaye kesimleriyle yeni bir "consensus" sağlayabileceği ise belirsizdir.
Şüphesiz oluşturulabilse bile, bu "consensus" da, eskileri gibi geçicidir. Bu da, tefeci-tüccar sermayesinde bu "consensus"un bir "komplo" olduğu düşüncesine yol açmaktadır ve AKP içinde bir "darbe korkusu" olarak ortaya çıkmaktadır. Verilen her türlü sözlü teminata inanmayan AKP, elindeki devlet olanaklarıyla bu süreci anlamaya ve referandum gibi araçlarla kendi konumunu güçlendirmeye çalışmaktadır. "One minute" çıkışı, Aydın Doğan'a kesilen yüksek vergi cezası, açık biçimde "consensus"un bozulmasından kuşkulanan orta-sermayenin ve bir bütün olarak tefeci-tüccar kesiminin, "uyum"un yerine "çatışma"yı öne çıkararak pazarlık gücünü artırma amacının siyasal görünümüdür.
Öte yandan tefeci-tüccar sermayesinin en irilerinin oligarşi içinde yer alması, geriye kalanlarla bugüne kadar sürdürdükleri "kader birliği"nin de sona ermesini getirecektir. Ülkerlerin Godiva'yı satın almalarıyla birlikte başlayan yeni süreçte, bu "kader birliği" önemli ölçüde dağılma belirtileri göstermektedir. Son aylarda, özellikle Konya merkezli orta büyüklükteki şirketlerin iflası bu süreci hızlandırma eğilimindedir.
Kaçınılmaz olarak bu ayrışma AKP içine de yansımaktadır. Bülent Arınç'ın temsil ettiği "milli görüş"çü kesim, Ülkerler gibi eski "kader birliği" içinde oldukları kesimlere karşı güvensizlik içindedir. Son Seferberlik Tetkik Kurumu "baskını"nda Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül'ün ikinci planda kalışı ve sessizliği, bu ayrışmanın ve güvensizliğin dışa vurumudur.
Öte yandan Saadet Partisinin dile getirdiği "4x4 çekerli muhafazakarlar"a karşı gelişen tepkiler AKP'nin giderek zayıflamasına yol açmaktadır. İster istemez böylesi bir durumda "erken seçim" Tayyip Erdoğan'ın işine gelmemektedir. "Milli Görüş" tabanında böylesi çekişme ve güvensizliğin olduğu bir ortamda yapılacak bir seçimde IMF'nin vereceği krediler de işe yaramayacaktır.
Bugün AKP, gerek içte, gerekse emperyalizm-işbirlikçi tekelci burjuvazi ikilisiyle olan ilişkilerinde bir yol ayrımındadır. AKP ya kendisini vareden tüm sömürücü sınıf ve tabakaların "ortak özlemi"ni gerçekleştirmek için fiili olarak yaratılan durumu resmi ve hukuki bir temele oturtacaktır, ya da eski "consensus" temelinde fiili durumu sürdürmeye çalışacaktır.
AKP'nin birinci yolu seçmesi, açık biçimde işbirlikçi-tekelci burjuvaziyle çatışmaya girmesi ve onu tasfiye etmeye yönelmesi demektir. İşbirlikçi-tekelci burjuvazi varlığını ve gücünü sürdürdüğü sürece orta-burjuvazinin tekelleşme özlemi yerine getirilemez. Bu özlemi yerine getirmek ise, emperyalizmle çatışmayı göze almak demektir. Bu da, açıktır ki, AKP'nin fiili gücünü oluşturan temel unsurun (emperyalizmin) desteğini kaybetmesi anlamına gelir.
İşte bu yol, "sivil vesayet"in somut gerçekliğidir. Böyle bir "sivil vesayet" de, resmi ve hukuki ifadesini ancak şeriatta, şeri hukukta bulabilir.
İkinci yol ise, sözcüğün tam anlamıyla belirsizlik demektir.
Sorunun özü, sömürücü sınıflar arası yeni ilişkinin siyasal planda ve siyasal müdahalelerle düzenlenmeye çalışılmasıdır. Ergenekon operasyonundan İsrail çatışmasına kadar tüm gelişen olaylar bu siyasal düzenleme çabasının ürünleridir. Diğer bir ifadeyle, AKP'de bir araya gelen sömürücü sınıfların birliği, "siyasal düşmanlar"a karşı birlik olarak ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. (MÜSİAD'ın bu süreçte devre dışı kalışının nedeni de budur.)
İşte bu siyasal düzenleme çabası, ekonomik ve sınıfsal ilişkilerin bir yana itilmesini getirmiştir. Bu siyasal düzenleme çabasının en büyük destekçisi ise, Anadolu esnaf-zanaatkarı ile küçük sermaye kesimidir. "Durmak yok, yola devam" demektedirler.
Böylece, bir bütün olarak AKP'yle çıkarlarını özdeşleştirmiş sömürücü sınıf ve tabakalar arasında "yol"a ilişkin farklılaşmalar belirginleşirken, diğer taraftan siyasal düzenlemeler ile ekonomik ilişkiler arasındaki çatışkı büyümektedir. Bu gelişmelerin en tipik olgusu ise, her iki durumda da siyasal müdahalenin belirleyici konumda bulunması ve bir çeşit "bonapartist" bir çözümün tek seçenek haline gelmesidir. Diğer bir ifadeyle, "sivil vesayet"in, kendi gerçekliğini "bonapartist" bir iktidarda bulabileceğidir. Bu ise, "askeri vesayet"in kurulmasından, yani askeri bir darbenin yapılmasından başka bir şey değildir.
[1*] Hiç bir niceliksel gücü olmayan ve sınıfsal tabana dayanmayan "Taraf liberalleri"nin bu ittifaktaki rolü, 12 Mart döneminde Nihat Erim'in oynadığı rolle benzeştir. Nihat Erim, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin feodal kalıntıları tasfiye etmek amacıyla gereksinme duyduğu kitle tabanını sağlamak için, "ilerici, Atatürkçü, reformcu" görünüm altında küçük-burjuva aydın kesimi oligarşiye yedeklemeye çalışmıştır. Bugün "liberaller", benzer bir yedekleme işleviyle "cemaat"in müttefiki konumundadır. "Cemaat"in bu "liberaller"den beklentisi, küçük-burjuva aydın kesimin bir bölümünü kendisine yedeklemek ve "entelektüel baskı"yla diğer kesimlerini sindirmektir. [2*] Emperyalizmin talep ve çıkarına göre yukardan aşağıya doğru geliştirilen kapitalizm kendi dengesini emperyalist metropollerde bulur. [3*] Ekonomide "beklentiler teorisi", enflasyonun son tahlilde "psikolojik olgu" olduğu tezine dayanır. Buna göre, eğer bireylerin enflasyon beklentileri azalırsa, enflasyon da düşer. Bu nedenle enflasyonla mücadelenin temel unsuru, kitlelerde "olumlu beklenti" yaratmaktır. Bu da, açıktır ki, manipülasyondan başka bir şey değildir. "Medya"nın ekonomi sayfalarının temel işlevi budur. Siyasal ve toplumsal alanda bu teori "yükselen beklentiler devrimi" olarak adlandırılır. AKP iktidarının ilk döneminde, asıl olarak "liberaller" aracılığıyla AB beklentisi yaratılarak küçük-burjuva aydın kesimin pasifize edilmesi sağlanmıştır. [4*] Bilineceği gibi, "yeşil kuşak teorisi", Amerikan emperyalizminin "komünizmle mücadele stratejisi" çerçevesinde, Sovyetler Birliği'ne komşu olan müslüman ülkelerde "islamcı" hareketler ve iktidarlar oluşturarak Sovyetler Birliği'nin müslüman ülkeler tarafından kuşatılması teorisidir. Usama bin Ladin, Taliban ve Çeçenler bu strateji çerçevesinde örgütlenmiştir. Yine bu strateji çerçevesinde müslüman ülkelerde "islamcı" (11 Eylülden sonra bunlara "radikal islamcı" denilmektedir) yerli gruplar oluşturulmuştur. ABD'nin kontr-gerilla stratejisinde bu tür "örtülü operasyonlar"ın giderleri dolaylı biçimde karşılanır. Al-Baraka Türk, Faisal Finans gibi islami finans kuruluşları Türkiye'deki islami hareketin finansmanı için kullanılmıştır. Bahriye Üçok, Muammer Aksoy ve Uğur Mumcu'nun öldürülmesi de bu oluşumların ve finansmanın ürünüdür. [5*] 28 Şubat sürecinde esnaf ve tüccar kesiminin mesleki örgütlenmesi olan TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) etkin bir unsur olmuştur. 1990-1995 arasında TOBB başkanlığını yapan ve RefahYol hükümetinde Sanayi ve Teknoloji Bakanı olan Yalım Erez'in istifası ve ardından Hüsamettin Cindoruk'un kurduğu DTP'ye (Demokratik Türkiye Partisi) katılması RefahYol hükümetinin düşürülmesinde belirleyici yere sahiptir. [6*] Bu işbirlikçi-tekelci burjuvazinin emperyalizm tarafından gözden çıkarıldığı demek değildir. Tersine işbirlikçi-tekelci burjuvazi emperyalizmin hala temel müttefikidir. Sadece orta ve küçük sermaye ile tefeci-tüccar kesimiyle ilişkiler işbirlikçi-tekelci burjuvazi üzerinden değil, doğrudan emperyalizm tarafından yürütülmektedir. Düne kadar ülke içindeki sınıfsal ve siyasal ilişkilerde ve "consensus"ların oluşturulmasında belirleyici rol oynayan TÜSİAD ve TOBB'un rolünün önemsizleşmesinin nedeni de budur. [7*] AKP'nin referandum süresini kısaltma girişimi ve Tayyip Erdoğan'ın "Türkiye referanduma alışmalı" sözü bunun da fiili olarak gerçekleştirilmeye çalışılacağının belirtisi olarak kabul edilebilir.