"Laik-Şeriatçı" Kamplaşması,
Askeri Darbe,
Demokrasi vs.
Herkesin bildiği gibi, 3 Kasım seçimleri sonrasında AKP'nin tek başına büyük bir çoğunlukla iktidara gelmesiyle birlikte şeriatçılık ve cumhuriyetin laiklik temeli en sık konuşulan ve tartışılan konuların başında gelmiştir.
"Muhafazakar demokratlar" söylemiyle, AKP'nin şeriat istemi ve yönelimi "ılımlı islam" tanımlamalarıyla yumuşatılıp, kabul edilebilir bir biçime sokulmaya çalışılırken, laikliğin "ılımlı islam"la çelişmediği propagandası yürütülmektedir. Özellikle Amerikan emperyalizminin beslediği "medya" propagandistleri tarafından yönlendirilmeye çalışılan bu faaliyetler, işbirlikçiğin yeni adresi olarak görülen AB yandaşları tarafından da (belli oranlarda) desteklenmektedir.
Bu faaliyetler karşısında yer alan "laikçiler" ise, kendilerini "kemalist" ya da "ulusalcı" olarak tanımlamakta ve ülkenin "şeriat tehlikesi ile karşı karşıya olduğu"nu söyleyerek, "laik güçlerin", şeriatçılığa ve AKP iktidarına karşı birleşmeleri gerektiğini savunmaktadırlar. "Laik güçler"in vazgeçilmez ve asli unsuru olarak ordu kabul edildiği için, bu kesimlerin tüm propaganda ve faaliyetleri "askeri darbe istemi" olarak değerlendirilmektedir.
Kurtuluş Cephesi'nin değişik sayılarında ortaya koyduğumuz gibi, AKP iktidarının "ılımlı islam" vb. sözcüklerle önemsizleştirilmeye çalışılan şeriatçılığı karşısında, ordunun temel güç olarak görülmesi ve gösterilmesi, AKP iktidarının Amerikan emperyalizminin tüm isteklerini kayıtsız-şartsız yerine getirme çabasıyla kendi karşıtını yaratmıştır. "Tayyip Erdoğan'ın başını çektiği şeriatçı mehteran takımı, emperyalist ülkelerin her istediğini yaparak kendi hükümetlerine karşı olası 'iç darbeyi' akılları sıra önlemeye çalışmaktadırlar. Onların tüm korkusu, ikinci bir 28 Şubat olayının yaşanmasıdır. Bilebildikleri tüm tarih ve dış politika bilgisine göre ülkemizde, Amerikan emperyalizminin desteği olmaksızın hiçbir siyasal parti iktidarda kalamaz ve Amerikan emperyalizminin desteği ve onayı olmaksızın Genelkurmay askeri darbe yapamaz.
Bu tarih ve dış politika bilgisiyle AKP mehteran takımı iktidarlarını garantiye alabilmek için, öncelikle Amerikan emperyalizminin desteğinin alınması gerektiği konusunda oybirliğine sahiptirler. Gerisi Amerikan emperyalizminin bu destek karşılığında ne isteyeceğine kalmıştır."[1*] AKP hükümetinin Kıbrıs, İncirlik üssü, Kuzey Irak vb. konularda birbiri ardına yaptığı "açılımlar", Amerikan emperyalizminin desteğini almaya ve bu yolla askeri darbeyi engellemeye yönelik çabalardır.
Benzer biçimde, "laik" bir askeri darbenin Amerikan emperyalizminin onayı olmaksızın gerçekleşemeyeceğini düşünen "sivil laik güçler" ise, bir yandan Amerikanın desteğini almak amacıyla Irak konusunda Amerikan emperyalizminin isteklerinin yerine getirilmesini isterken, diğer yandan puslu havayı seven kurt gibi AKP ile Amerikan emperyalizmi arasındaki balayı döneminin bitmesini beklemektedirler. Bu bekleyiş içinde anti-şeriatçı askeri darbenin "diri güçleri" olarak kabul edilen "genç subaylar"ın bir "çılgınlık" yapmalarının önüne geçmek amacıyla ordu komutanları, kuvvet komutanları "ordunun geleneklerine, temayüle ve askeri hiyerarşiye" aykırı görülen demeçler ve açıklamalar yapmaktadırlar.
Böylece şeriatçılar ve laikler, Amerikan emperyalizminin onayı olmaksızın askeri darbe yapılamayacağı konusunda ortak bir paydaya sahip olmuşlardır.
Şeriatçıları ve laikleri birleştiren bu ortak payda, ülkedeki hiçbir şeyin kendi iç dinamiği ile gelişmediğinin, tümüyle dış dinamiklere bağımlı olunduğunun açık kabulünden başka birşey değildir. Bu, aynı zamanda "ülkenin ve ulusun onuru ve gururu" Türk Silahlı Kuvvetleri'nin de Amerikan emperyalizmine bağımlılığının açık bir itirafıdır.
Bu gerçeğe rağmen, aynı çevreler, tüm yaptıklarının ve yapacaklarının ülke için (Türkiye için) ve halk için olduğunu söylemekten de geri kalmamaktadırlar.
2004 yılına girildiğinde AKP önderliğindeki şeriatçılarla "laikçiler" arasındaki mücadele giderek keskinleşmeye ve yaygınlaşmaya başlamıştır.
AKP, hükümetinin ikinci yılında, yerel seçimler yaklaşırken şeriatçı "çekirdek kadro" nun istemlerine uygun olarak yasal düzenlemelere yöneldiğinde, "laikçiler" generaller aracılığıyla "tavır"larını ortaya koymaktan bir an için geri kalmamışlardır.
Ege Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolon, "Bu memleket hep güzel insan yetiştirirdi. Son zamanlarda hain de yetiştirmeye başladı" diyerek bugüne kadar "laikçiler" adına söylenmiş en ağır sözleri söylerken, Tayyip Erdoğan, padişah torunlarıyla görüşmeler yaparak, "Beyaz Saray"da beyazlar içindeki türbanlı karısıyla W. Bush'un karısının fotoğraflarını çektirerek karşı hamlesini yapmıştır.
Org. Hurşit Tolon, "Bu memleket hep güzel insan yetiştirirdi. Son zamanlarda hain de yetiştirmeye başladı"derken, o "güzel insanlar"ın kendileri tarafından nasıl işkenceden geçirildiğini, katledildiğini unutmuş görünürken, "hainler"in Rabıta paralarıyla 1980'lerde nasıl kendileri tarafından beslenildiğini de anımsamak istememiştir.
Aynı şekilde Tayyip Erdoğan, beyazlar içinde türbanlı karısının "Beyaz Saray"da poz vermesini sağlarken (büyük "halkla ilişkiler uzmanları"nın akıllarıyla) Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanı olduğunu ve şeriatın kurulacağı ülkenin Türkiye olduğunu unutmuştur.
Soldan devşirilmiş birkaç küçük-burjuva aydınının ve saçlara jöle sürmenin "karizma" artırdığını sanan birkaç "yuppi" taklidi küçük-burjuvanın "derin tahlillerine" inanıp, bu ülkede Amerikan emperyalizminin onayı olmaksızın askeri darbe yapılamayacağını sananların bilmeleri gereken ilk gerçek, Amerikan emperyalizminin "onayı" dedikleri şeyin bizzat Amerikan emperyalizminin çıkarlarından başka birşey olmadığıdır.
Amerikan emperyalizmi, (isterse "global" olsun) çıkarları Türkiye'de "islam cumhuriyeti" kurulmasını gerektirdiğinde, "laik güçlerin" temel gücü kabul edilen ordu aracılığıyla bu "islam cumhuriyeti"ni kurdurtmakta bir an bile tereddüt etmeyecektir. Aynı şekilde, Amerikan emperyalizminin çıkarları "islam cumhuriyeti"ni gereksiz kıldığında da, aynı ordu, bu kez şeriatçıların tepesine "balyoz" gibi inecektir.
Amerikan emperyalizminin desteğinde şeriat yönetimi kuracaklarını sanan şeriatçılar şunu da çok iyi bilmelidirler:
Bugün, Afganistan'da islam cumhuriyeti kurdurtan, Irak'ta islam cumhuriyeti kurulmasının planlarını yapan Amerikan emperyalizmi, öte yandan İran'daki islam cumhuriyetini yıkmak için tüm olanakları seferber etmiştir. İran'daki molla yönetimini devirmeyi en yakın hedefler arasına almış olan Amerikan emperyalizminin bu faaliyeti "radikal islama karşı ılımlı islam" propagandasıyla desteklenmektedir. Bu amaçla "ılımlı islam"ın "radikal islam"dan çok daha "güzel" olduğunun propagandası yürütülmektedir. Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı bu propagandanın basit bir aracı olarak "medya" karşısına çıkartılmıştır. Beyaz Saray'da beyazlar içinde türbanlı kadın görüntüleri Amerikan emperyalizminin bu amaçlarıyla ve propagandasıyla örtüşmektedir. Mesaj, İran'daki "ılımlı islamcılar"adır.
Ancak "ılımlı islamcılar", "reformist Kürtler" gibidirler. Radikalleri ortalıkta varoldukları sürece itibar görürler, radikalleri yokedildikten sonra, onlar da kullanılmış mendil gibi bir yana atılacaklardır. Nasıl ki, komünizme karşı "radikal" islamcılar (Usama Bin Laden başta olmak üzere) kullanılmış ve sonra dünya çapında Amerikan emperyalizminin "terörizme karşı savaş"ının hedefi haline getirilmişlerse, bugün "ılımlı islamcılar" da "radikal islamcılar"ın tasfiye edilmesinin basit birer piyonu, aracıdırlar.
Yine Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının unutmamaları gereken bir olgu da, Pakistan'dır.
Bugün Pakistan İslam Cumhuriyeti'nin başında yer alan Pervez Müşerref askeri darbeyle iktidara gelmiştir. Yerli "medya"da da bolca yazıldığı gibi, Pervez Müşerref'in eşinin başı açıktır ve Benazir Butto gibi beyaz bir örtü bile takmamaktadır. Bu da göstermektedir ki, Amerikan emperyalizmi için, laik askeri darbe ile "islam cumhuriyeti" birbiriyle çelişmemektedir.
İşte Amerikan emperyalizminin bu laik asker-sivil şeriatçı karması yönetim biçimi AKP teorisyenleri tarafından da algılanmış görünmektedir.
Şeriatçılara "muhafazakar demokrat" tanımı getirerek "imajmaker"lık yapan Tayyip Erdoğan'ın danışmanı Yalçın Akdoğan, 8 Aralık 2003 tarihli Yeni Şafak gazetesinde bu algılamayı şöyle açıklamaktadır: "-Devlet mi toplumu Müslümanlaştırmalı,
- Müslüman toplum mu devleti dinileştirmeli,
- Yoksa her ikisi de mi birbirini ideolojik bir dönüşüme tâbi
tutmamalı?" "Muhafazakar demokrat" Yalçın Akdoğan'ın "siyasal islam"ın dönüşümüne ilişkin verdiği bu üç seçenekten birincisi, açık biçimde "yukardan" devletin ele geçirilmesini ve bu devlet aracılığıyla "yukardan aşağıya" şeriatın kurulmasını öngörür (şeriatçı askeri darbe). İkincisi ise, "aşağıdan yukarı" devletin ele geçirilmesini ("islam devrimi") öngörürken; üçüncü "seçenek", "her ikisinin de", yani "laik devlet" ile "şeriatçılığın" birbirini ideolojik olarak dönüştürmeleri ve ortalamada birbirlerine yaklaşmalarıdır (ortak ve karma yönetim).
Tayyip Erdoğan'ın "akıl hocası" (danışmanı) Yalçın Akdoğan'ın "siyasal islamın demokratik versiyonu" adını verdiği Milli Görüş'ün, üçüncü seçeneği sahiplenmesi gerektiğini söylemektedir.
Görüldüğü gibi, "üçüncü seçenek", Pakistan İslam Cumhuriyeti'nde Pervez Müşerref'in askeri darbesiyle uygulamaya sokulan, "laik" ordu tarafından denetlenen "ılımlı islam" modelinden başka birşey değildir.
Tüm "medyatik" gözboyamalara karşın bugün Amerikan emperyalizminin "ılımlı islam modeli"nin uygulandığı tek ülke olan Pakistan, ekonomiden sorumlu jöleli bakana sahip olan AKP hükümetinin önündeki tek seçenek olarak durmaktadır. Ve sorun şudur: Pakistan, Türkiye için bir model olabilir mi?
"Medya"da yer aldığı biçimiyle söylersek, bugün Pervez Müşerref, "ikinci vatanım" dediği Türkiye'ye geldiğinde bile çelik yelekle dolaşmak durumundadır. "Siyasal islam" her geçen gün Pervez Müşerref'in iktidarını daha fazla sıkıştırmakta ve iktidardan düşürmeye yönelik faaliyetlerini yoğunlaştırmaktadır.
Şurası açıktır ki, "nüfusunun %99'u müslüman olan bir ülkede", kendisini "globalizm" çağına uydurduğunu sanan birkaç "şeriatçı entelektüel"in teorileri ile "nüfusun %99'unu oluşturan"ların pratiği arasında hiçbir ortak nokta yoktur. İster Pakistan'da, ister Türkiye'de, isterse bir başka "müslüman ülke"de olsun, şeriatçılar için tek amaç, siyasal iktidarın (hükümetin değil, devletin) ele geçirilmesidir. Bu amaç, birkaç "şeriatçı entelektüel"in isteminden ve teorisinden etkilenmeyecek kadar köklüdür (radikaldir). Bunu anlamayanların başına gelecekler, en hafifiyle, İran'da molla yönetiminin ilk yılında "İran İslam Cumhuriyeti cumhurbaşkanı" sıfatını taşıyan Beni Sadr'ın başına gelenlerden farklı olmayacaktır.[3*] İran'daki molla yönetiminin ilk yıllarının gösterdiği bir diğer gerçek ise, Şah döneminin "laik" şehir küçük-burjuvazisinin "ılımlı islam" yandaşı haline gelmesidir. Bu dönüşüm, Şah ordusunun saf değiştirmesini de beraberinde getirmiştir. Özellikle "radikal islamcılar"ın sola karşı giriştikleri imha saldırılarında başarılı olmaları şehir küçük-burjuvazisinin saf değiştirmesinde belirleyici olmuştur. Mollaların gücü karşısında çaresiz kalan bu küçük-burjuvalar, "Avrupai" görünümlü, kravatlı Beni Sadr'ın temsil ettiği "ılımlı islam" tarafına geçerek kendilerini koruyabileceklerini, "radikal islamcıları" dizginleyebileceklerini ummuşlardır. Sonuçta ise, herkesin bildiği gibi, molla yönetimi 25 yıldır İran'da iktidarını sürdürmektedir.
İran'daki "islam devrimi"nin diğer bir gerçeği de sola ilişkindir.
İran solu, İran komünist partisi olan TUDEH'ten sosyal-demokratlara ve silahlı mücadele sürdüren devrimci örgütlere kadar değişik örgütlerden oluşmakla birlikte, "islam devrimi"nin ilk yıllarında oldukça geniş bir kitlesel desteğe sahiptir. Başını TUDEH'in çektiği kesim, laikliğin önemli bir sorun olmadığını, önemli olanın "toplumsal ilerleme" ve ülkenin kalkınması olduğunu ileri sürerek, "ılımlı islamcılar"la ittifaka girerek Beni Sadr yönetimini desteklemiştir. Şeriatçılığa karşı sözel ve yazılı birçok şey söylemiş olmakla birlikte, sorunun laiklik-şeriatçılık sorunu olmadığını düşünen TUDEH ve müttefikleri, 1981 yılı itibariyle tümüyle yok edilmiştir.
Şah döneminde silahlı mücadeleyi sürdüren ve Marksist-Leninist bir örgüt olan Halkın Fedaileri ise, "radikal islamcılar"ın anti-Amerikancı tutumları karşısında kararsız kalmış ve bu kararsız tutumuyla molla yönetiminin iktidarını pekiştirmesi için zaman kazanmasına yol açmıştır. Halkın Fedaileri de, laikliği "ikincil bir sorun" olarak görmüştür.
Bugün ülkemizde de benzer olaylar gelişmektedir. Kendisini "ılımlı islam", "muhafazakar demokrat" vs. şeklinde sunan ve "medya"daki (Amerikan emperyalizminin paralı kalemşörleri başta olmak üzere) pek çok küçük-burjuva yazar tarafından desteklenen AKP iktidarı karşısında, "sol" adına, "halkımız 'laik ve şeriatçı' kamplaşmasının kıskacına mahkum değildir" diye başlayan açıklamalar yapılmaya başlanmıştır.
Örneğin, "sol ittifak" adıyla işe başlayıp, M. Karayalçın'ın sadece kendi adına bağlı varlığa sahip olan SHP "çatısı" altında "Demokratik Güçbirliği" oluşturanlar yayınladıkları "deklarasyon"da, "halkımız 'laik ve şeriatçı' kamplaşmasının kıskacına mahkum değildir" dedikten sonra şöyle devam etmektedirler: "Ülkemizin en önemli sorunlarında; Kürt sorununun demokratik çözümünde, ülkemizin bağımsızlığı ve demokratikleşmesinde, halkımızın IMF ve emperyalist güçlerin boyunduruğundan kurtarılmasında, ülke kaynaklarına sahip çıkmada, gericiliğe karşı aydınlığı savunmada tek alternatif; oluşturduğumuz Demokratik Güçbirliği'dir." (abç) Şeriatçılığa karşı laikliği savunmayı "yapay bir kamplaşma" gibi algılayan ve algılatmaya çalışan, şeriatçıdan AKP'yi, laikten CHP'yi anlayan "güçbirliği", bir dizi "önemli hedef" sıraladıktan sonra, sadece "gericiliğe karşı aydınlık"tan söz etmekle yetinmiştir. Böylece "gericilik" sözcüğü ile karanlığı temsil eden (ve adı konulmayan) şeriatçılığın karşısında, ne anlama geldiği belirsiz, muğlak, amorf bir ifadeyle "aydınlık" savunuculuğuna soyunmuşlardır.
Oysa "muhafazakar demokratlar"ın, diğer ifadeyle "siyasal islamın demokratik versiyonu" Milli Görüşçülerin yayın organı olarak faaliyet gösteren Yeni Şafak gazetesinin alt başlığında da şunlar yazılıdır:"Aydınlık Türkiye'nin Habercisi".
"Demokratik Güçbirliği"nde kendilerini ifade ettiklerini düşünen şehir küçük-burjuvazisinin 1980 öncesinin "sol" kanadının laiklik karşısındaki bu "aydınlık" yandaşlığı, aynı zamanda "ılımlı islam"la olan onbeş yıllık ittifakının bir devamı niteliğindedir. Bugün bu ittifak yokmuş gibi davranılmaktadır. İlk zamanlar, bir yanında Toktamış Ateş' in, diğer yanında Abdurrahman Dilipak'ın sözcülüğünü yaptığı "sol-islamcı" ittifakı bugün unutulmuş, bir yana bırakılmış görünmektedir. Aynı şekilde HADEP'in Refah ya da Fazilet Partisi'yle yürüttüğü "seçim ittifakı" görüşmeleri de unutulmuştur. Daha birkaç ay önce, "küresel intifada" mitinglerinde şeriatçılarla kolkola yüründüğü de unutturulmaya çalışılmaktadır. "Anti-globalist" islamcı Haksöz dergisinin yazarı Hamza Türkmen'in mitingte söylediği "büyük Şeytan ABD'ye değil Allah'a kul olun" sözlerini alkışlarken, Haksöz'ün alt başlığında da "Kur'anın Aydınlığına Doğru" yazılı olduğu bilinmezlikten gelinmiştir.
Tüm bu unutulmuşluk ve unutturulmuşluğun arka planında, "sol" şehir küçük-burjuvalarının, şeriatçılarla kurdukları "iyi ilişkiler" nedeniyle kendilerine dokunmayacaklarına olan inanç yatmaktadır.
Kürt hareketi açısından ise laiklik, "demokratik-ekolojik toplum" içinde fazlaca bir öneme sahip değildir. PKK, birbiri ardına kurduğu "Kürt Aleviler Birliği", "Kürt İslam Hareketi" vb. örgütlenmelerle, Kuran ayetlerinin altına Mustafa Karasu'nun imzasını atarak laikliğin kendileri için hiçbirşey olduğunu yıllar önce ortaya koymuştur.
Bu ilişkiler içinde, kendilerini "sol" olarak tanımlayarak "güç birliği" yapanların, şeriatçılığı "gericilik" olarak sunmaya çalışmaları şaşırtıcı olmamaktadır.
Böylece ortalıkta, kendilerini "ulusalcı" ya da "kemalist" olarak tanımlayan ve "zinde güç", "vurucu güç" olarak orduyu gören laikler dışında şeriatçılığa karşı hiç bir kesim kalmamaktadır. Bunların da tek tesellisi, %5'lik Ertuğrul Özkök'ün ifadesiyle, "merak etmeyin ordu var!" oluşudur.
Amerikan emperyalizminin "radikal islama" karşı geliştirdiği "ılımlı islam" modelinin ülke içindeki propagandistleri ise, her zaman olduğu gibi, Amerikan emperyalizminin güzide "medya tetikçileri"nden oluşmaktadır.
Bu "ılımlı islam" propagandisti işbirlikçi "medya" yazarlarının tüm işlevi, bir süre için şehir küçük-burjuvazisini "islamcı" bir yönetime alıştırmak ve "ılımlı islamcılar"la "radikal islamcılar" arasındaki ittifakı bozmaktan ibarettir. Diğer bir ifadeyle, Amerikan emperyalizminin işbirlikçi "medya"sının ve yazarlarının faaliyet alanı, "ılımlı islamcılar"ı yüreklendirmek, onlar tarafından "radikal islamcılar"a verilecek olası tavizleri engellemektir. Bu nedenle, zaman zaman "ortamı germeyelim" türünden yazılar yazarak ortalığı yatıştırmaya çalışırlar. Ancak kerameti kendilerinden ve Amerika'dan menkul bu çabaların, ülkenin somut gerçekleriyle çakışmadığı da açıktır. Herşeyin "radikal"i olmakla övünen, "başörtüsü radikali" İsmet Berkan, bu somutluk karşısında şunları yazmaktan "kendini alamamış"tır! "Bu köşeyi sürekli izleyenler biliyor, başörtüsü ya da türban, ne isim verirseniz verin, konusunda özgürlüğü savunuyorum; yasaların ve kamu düzeninin insanların kılık kıyafetlerine karışmaması gerektiğini söylüyorum. Bunları söylüyorum ve söylemeye de devam edeceğim ama bunu yapıyor olmam benim başörtüsünün arkasındaki bütün ideolojiye de sempatik yaklaştığım anlamına gelmez.
Daha yazının başında bu açıklamayı yapıyorum; çünkü, geçen gün tanık olduğum bir şey beni fena halde sinirlendirdi, o yüzden."[4*] Doğal olarak "okuyucu", İsmet Berkan'ı böylesine sinirlendiren olayın ne olduğunu merak edecektir. Şöyle devam ediyor "radikal başörtücü" İsmet Berkan: "Birkaç gün önce, akşam saat sekiz sularında gazeteden çıktım, eve doğru gidiyorum. İstanbul'un trafiğinde radyoyu karıştırmaya başladım. Şimdi FM frekansını burada vermek istemediğim bir radyoda durakladım. İslamcı bir radyoydu bu ve ismini bilmediğim bir kişi dinleyicilerine bir nevi konferans veriyordu. Kulak kesildim...
Derken örtünme-hayâ ilişkisine zıpladı programcı. Elbette bütün kadınların örtünmesi gerektiğini söylüyordu, hatta çarşafa girmesi gerektiğini. Bunu söylerken, bugün takılan başörtülerinin aslında örtünmeye ilk başlangıç aşaması olduğunu belirtmeyi ihmal etmedi.
Derken peygamberin eş ve kızlarının 'hayâlı Müslüman örnekleri' olduğunu söyledi ve eski bir Nakşi şeyhinden naklen peygamberin eş ve kızlarının 'hayâlı yürüyüş'ünü tarife koyuldu:
'Baş öne eğik olacak, gözler ayak uçlarından ötesini görmeyecek.'
İşte o an sinirim tepeme çıktı, kanalı değiştirdim." İşte "kulelerden"[5*] bakarak "ılımlı islam" la işlerin yürüyebileceği propagandası yapan "radikal başörtücü", "haya"lardan sözedilince (hadım edilmek korkusuyla olsa gerek) islamcı radyonun yayınına böylesine kızmıştır.
Ancak İsmet Berkan şecaat arz ederken sirkatini de söylemiştir: "bugün takılan başörtülerinin aslında örtünmeye (çarşafa girmeye) ilk başlangıç aşaması olduğunu".
Ne yazık ki, şeriatçılıktan, İsmet Berkan' ın yaptığı gibi, "kanal değiştirerek" kurtulmak olanaklı değildir.
Hiç kimse, "nüfusunun %99'u müslüman olan" bir ülkede şeriatçılık tehlikesi abartılıyor diyerek, ya da "laik-şeriatçılık kamplaşmasına mahkum değiliz" diyerek kendini ve başkalarını aldatmamalıdır.
Bu ülkede, Türkiye'de, şeriatçılık, yıllar boyunca devrimci mücadeleye karşı bir güç olarak "laik devlet" tarafından yaşatılmış, korunmuş ve geliştirilmiştir. Amaç, her zaman, "laik devleti" korumak değil, oligarşik yönetimin bir devrimle yıkılmasını engellemek olmuştur. Amerikan emperyalizminin "karşı ayaklanma"yı bastırma "konsepti"ne uygun olarak, iç savaş koşullarına göre biçimlendirilmiş ordunun subay kadrolarının "laiklik" masalıyla eğitilmeleri bu gerçeğin bir parçası olmuştur. Yıllar boyu "son Türk devleti"ni "komünizmden korumak" için "cansiperane" savaşmayı göze alan, "komünizm nerede görülürse ezilmelidir" talimatıyla görev yapan, bu talimat gereğince devrimcileri katleden, milyonlarca insanı işkenceden geçiren bu "laiklik" masalıyla büyütülmüş subaylar, bugün şaşkınlık ve İsmet Berkanvari "sinir" içinde olayları izlemektedirler. Dün "vatan haini" diyerek idam ettikleri, katlettikleri, işkenceden geçirdikleri devrimcileri unutup, "bu memleket hep güzel insan yetiştirirdi" diyecek kadar şaşkın durumdadırlar. (Bir kez daha belirtelim ki, ordu komutanlarının, kuvvet komutanlarının birbiri ardına yaptıkları açıklamalar, kendi kişisel tepkilerinden daha çok, AKP hükümetine büyük tepki duydukları söylenen "genç subaylar"ı yatıştırmayı amaçlamaktadır.)
Bugüne kadar defalarca belirttiğimiz gibi, islamiyet, hıristiyanlığın tersine, içerdiği feodal ve ortaçağ dogmalarından kendisini arındırmamış ve toplumsal, siyasal ve ekonomik düzeni düzenlemeye yönelik siyasal iktidar olma çabaları ve koşulları kesin olarak yenilgiye uğratılmamıştır. Demokratik devrimin tamamlanmadığı, feodalizmin ve feodal ideolojilerin devrimci tarzda tasfiye edilmediği, emperyalizm ve oligarşi tarafından bilinçli olarak varlıklarına izin verildiği bizim gibi ülkelerde sorun, feodalizmden kapitalizme geçiş sorunu olarak varlığını sürdürmektedir. Burjuvazinin devrimci niteliğini yitirdiği tarihsel koşullarda, dışa bağımlı bir kapitalizmin egemen olduğu bizim gibi ülkelerde, varolan burjuvazi ulusal nitelikte olmayıp, tümüyle işbirlikçi-tekelci niteliğe sahiptir. Dolayısıyla burjuva demokratik devrimin tamamlanması, feodal kalıntıların altyapıdan üstyapıya kadar tümüyle tasfiyesi, proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilecek bir halk devrimi ile olanaklıdır.
Devrim durumunun sürekli varlığını sürdürdüğü ülkemiz koşullarında, emperyalizm ve yerli işbirlikçi-burjuvazi, feodallerle ve köylülükle "uyum" sağlamak zorundadır. Bu da, ülkedeki nispi demokratik ortamın sürmesinin temel nedenidir. "Ülkedeki nispi demokratik ortam, feodallerin üst yapısal olarak varlıklarını sürdürmeleri için gerekli bir 'demokratik' ortam olduğu gibi, köylülüğe de o iktisadi 'uyum' için gereklidir.
Tarihi gelişim içinde bu nispi 'demokratik' ortamın yaşatılmasında feodallerin varlıklarını üst yapıda devam ettirme gerekçesi, emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin feodal üretim ilişkisi ile çatışmasının artması ve feodallerin tasfiyesi oranında ortadan kalkmaktadır. Ancak, bu durumdan dolayı, nispi demokratik ortamın kaldırılma durumlarında, tekelci burjuvazinin feodallere tavır alışını 'tek başına' ele almak, hele hele 'uyum' için buna başvurduğunu söylemek, son derece büyük hatadır... Bugün ülkemizde nispi demokratik ortamın yaşamasının temel nedeni, köylülüğün (ve ülkemizde tarihi bir etkinliği olan şehir küçük burjuvazisinin sosyal ve siyasal olarak) iktisadi 'uyum' içinde siyasal olarak yedeklenmesindendir."[6*] Bu nedenlerden dolayı, emperyalizm ve oligarşinin, "siyasal islam"ın, şeriatçıların seçim başarıları karşısında nispi demokratik ortamı sona erdirmesi, yani askeri bir darbeyle "siyasal islamı" tasfiye etmesi söz konusu değildir. Feodal ideoloji sahipleri ("siyasal islam") gelişen emperyalist üretim ilişkileri ile radikal tarzda çatışmaya girmedikleri sürece, bunun yerine "uyum"u tercih ettikleri ve köylülük bu feodal ideolojiler aracılığıyla (şeriatçılık) oligarşik yönetime yedeklenebildiği sürece, "sistem dışına" atılmalarından söz edilemez. Amerikan emperyalizminin "uyum" göstermeyen feodal kesimleri "müslüman ülkeler"de tasfiye etme amacı (ki bu amaç, Condoleeza Rice tarafından açıkça ifade edilmiştir) bulunsa da, bu amacına "siyasal islam"ı "radikal-ılımlı" ayrışması ile parçalayarak ulaşmaya çalıştığı bir evrede bu olanak dışıdır.
Bu yüzden AKP'nin iktidar oluşu kadar iktidarda kalış süresi de, temsil ettikleri sınıfların emperyalist üretim ilişkilerine gösterdikleri "uyum"la belirlenmiştir. Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının emperyalist sömürünün daha fazla gelişmesi ve yaygınlaşması için gösterdikleri çaba bu "uyum"un bir göstergesi niteliğindedir. (Amerikan emperyalizminin Tayyip Erdoğan ve şürekasını "islama karşı olmadıkları" görüntüsü vermek amacıyla bir propaganda aracı olarak kullanmasının burada hiçbir işlevi ve değeri yoktur..)
Bu süreçte meydana gelebilecek olası gelişmelerden ilki, AKP'de toplaşmış olan bütün "siyasal islamcı" kesimlerin kendi içlerinde ayrışmasıdır. Tayyip Erdoğan'ın emperyalist üretim ilişkileri ile olan "uyum" çerçevesinde yaptıkları ve söyledikleri bu ayrışmayı hızlandırıcı niteliktedir. Tayyip Erdoğan'ın "paranın dini, imanı olmaz" sözü, "islam ortak pazarını doğru bulmuyorum"[7*] sözleri bu yöndeki gelişmeleri hızlandırma potansiyeline sahiptir. Geçen sayımızda ifade ettiğimiz gibi, sorun, AKP'nin "globalizm" hayaliyle oluşturduğu yeni ticari hedefleri ile şeriatçılığın "hassasiyetleri" arasında nasıl bir denge kuracağıdır. Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının, kendilerini vareden "radikal" şeriatçıları, bu ekonomik "uyum" çerçevesinde, ne ölçüde ve nasıl tatmin edebilecekleri ise belirsizdir.
Diğer bir belirsizlik ise, "radikal" kesimlerin AKP içinde ne ölçüde etkin oldukları ve ne ölçüde bölünecekleridir. Şüphesiz böyle bir ayrışma AKP'ye büyük bir güç kaybettirecektir. Geçmişte Erbakan'ın başına geldiği gibi, gösterilen her "uyum" beraberinde "çatışmayı" doğurmaktadır. Siyasal olarak güç kaybettikleri oranda, "uyum" yerine "çatışma"yı öne çıkartmak, yani "radikal" söyleme geri dönmek zorundadırlar. Aksi halde AKP'nin yeni bir ANAP ve Tayyip Erdoğan'ın ikinci bir Özal rolüne soyunmaktan başka bir seçenekleri yoktur. Bu da "ılımlı islam" projesinin sonu demektir.
Bu ortamda "laikliğin yılmaz savunucusu Türk silahlı kuvvetleri"nin yönetime el koymasını bekleyenler, yani askeri darbeyle şeriat tehlikesinin bertaraf edilmesini bekleyenler, sürecin basit izleyicisi olmaktan öteye geçemeyeceklerdir. "Siyasal zor, oligarşinin elinde ilk şart olarak, oligarşinin siyasal hakimiyetini koruması şeklinde görevini somutlaştırır. Kuşkusuz en önemli araç, devlet aygıtıdır. Devlet, bu dönemde, hakim sınıfların karakterine bürünerek, oligarşik devlet niteliğini almıştır. Siyasal zorun bu biçimdeki görevi ona, üretim ilişkileri tarafından verilmiştir. Ve temel görevi, mevcut üretim ilişkilerinin devamını sağlamayı yerine getirmektir. Bu görevin yerine getirilişinde 'zor'un askeri bir biçimde maddeleşmesi ve görünür olması, a) Hakim sınıfların kendi iç çelişkileri yüzünden idare edememeleri, b) Gelişen sınıfsal muhalefetlerin mevcut üretim ilişkilerini tehdit eder bir nitelik almaları, c) Doğrudan doğruya iktidara yönelik bir siyasal alternatifin ortaya çıkması durumlarında olur. Ülkemizde özellikle 12 Mart ertesi uygulamalardan sonra, hakim sınıfların kendi iç çelişkilerinden dolayı yönetimin askerileşmesi beklenemez. Bu nedenle, siyasal zorun askeri bir biçimde kendini göstermesi, mevcut üretim ilişkilerine yönelik muhalefetin görüldüğü yerlerde ve oligarşiye alternatif bir gücün ortaya çıkması zamanlarında olacaktır. Bir başka deyişle, oligarşi emekçi yığınların muhalefetinin topyekün muhalefete dönüşmesine hiçbir zaman izin vermek istemeyecek ve daha mevzi durumlarda iken uygulayacağı zor ile onu sindirerek, kitleleri pasifize etmeye çalışacaktır. Ülkedeki şekli demokratik ortam içinde gündemde olan bu uygulamada oligarşi, gerek nispi demokratik ortamın maddi koşullarını kullanarak yapacağı ideolojik ve politik saptırmalarla, gerekse de gelişen muhalefeti icazetli sosyalistler ve küçük-burjuva demokratlarına kanalize ederek, mevcut üretim ilişkilerine ve iktidara yönelik siyasal bir nitelik almasını engellemeye çalışacaktır."[8*] İşte bu ilişki ve çelişkiler içinde, "şeriatçılığın", demokratik devrimin devrimci tarzda tamamlanmamış olmasının, gelişen kapitalizmin dışa bağımlı niteliğinin bir ürünü olduğunu görmezlikten gelmek ne denli aymazlık ise, laikliğin demokratik bir devletin ayrılmaz bir parçası olduğunu bilmezlikten gelmek de o denli tehlikelidir. Mevcut koşullarda, laikliğin önemi üzerine yapılacak her vurgunun, "laik-şeriatçı kamplaşması"nı hızlandıracağı, dolayısıyla "askeri darbe"nin koşullarını olgunlaştıracağı düşüncesi su katılmamış bir oportünizmden başka birşey değildir.
Marksist-Leninistler için laiklik öylesine bir ilkedir ki, Paris Komünü'nün ilk aldığı kararlardan birisi, "kilise ile devletin ayrılması ve din işleri bütçesinin kaldırılması, bütün kilise mallarının ulusal mülkiyete dönüştürülmesi" şeklinde olmuştur. Ancak Komün bununla da yetinmemiş, 8 Nisan 1871 günü aldığı kararla "bütün dinsel simge, imge, dua ve dogmaların, kısacası 'herkesin bireysel vicdanı ile ilgili herşeyin' okullardan uzaklaştırılması"nı sağlamaya yönelmiştir. Bu gerçekleri bir yana bırakarak, laikliğin ikincil bir konu gibi gösterilmeye çalışılması, solda bilinç çarpılmasına yol açacağı gibi, devrimci iktidar perspektifinin yitirilmesine de yol açacaktır. Bu nedenle, her durumda, devrimci iktidarın laik, demokratik bir halk cumhuriyeti olacağının altı çizilmelidir. Bu, sadece din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması değil, aynı zamanda islam ülkelerinde iktidar olma mücadelesi yürüten şeriatçılığa karşı bir savaştır. "Siyasal islam"ın (ister "şeriatçılık" şeklinde olsun, ister "muhafazakar demokrat" görünümünde olsun) siyasal niteliğinden ayrıştırılması, siyasal iktidar mücadelesinde kesin ve tarihsel bir yenilgiye uğratılması proletaryanın ve onun öncüsünün ilk başta gelen görevidir. Ülkemizde laikliğin oligarşik yönetim tarafından şehir küçük-burjuvazisinin siyasal olarak yedeklemesinin ideolojik bir aracı olarak kullanılıyor olması bu görevi değiştirmemektedir.
Şeriatçılığa karşı laikliği savunmanın devrimci örgütleri "ulusalcılar"ın, "kemalistler"in ve sonuç olarak ordunun saflarına iteceği kaygısı ise, tümüyle "düşmanımın düşmanı dostum"da ifadesini bulan pragmatist küçük-burjuva "sol" görüntülü ittifak politikalarının bir ürünüdür. Proletaryanın bağımsız siyasal tavrından bolca sözedenler, proletaryanın laiklik karşısındaki bağımsız siyasal tutumunu ortaya koyabilecek ve bunun kendi sınıfsal tavrı olduğunu gösterebilecek olgunlukta olmalıdırlar. "Hedef küçültmek", "güçleri bir alanda yoğunlaştırmak" vs. söylemlerle, iki cephede (şeriatçılığa ve oligarşiye karşı) savaşılamayacağını ya da savaşılmaması gerektiğini söyleyenler, dahiyane taktikler ve ittifak politikaları üretebilirler, ancak asla gerçek bir devrimci mücadele yürütemezler ve devrimi gerçekleştiremezler. Bilinmelidir ki, devrimciler, iktidarda olsunlar ya da olmasınlar, Türk-İslam sentezcilerine de, Türkçülere de, İslamcılara da karşıdırlar. Bizim yolumuz, emperyalizme bağımlılığın sona erdirilmesi, demokratik devrimin tamamlanması, bağımsız, demokratik, laik bir ülke kurulmasıdır. Bu yolda, emperyalizme ve oligarşiye karşı yürütülen devrimci mücadelenin önüne kim ve hangi kılıkla çıkarsa çıksın, onlara karşı savaşacak bilinç ve kararlılığın varolduğu açık ve net bir biçimde ortaya konulmak zorundadır. Bırakın başkaları devrimcileri Jakoben laikçiler olarak suçlasınlar. Bizler, Marksist-Leninistler olarak, hiçbir zaman Jakobenlikle suçlanmaktan dolayı utanç duymamışızdır. Lenin' in deyişiyle, "Bu 'berbat sözler' -jakobencilik ve öteki sözler- yalnızca oportünizmin kanıtıdır, başka hiç bir şeyin değil. Kendisini proletaryanın -kendi sınıf çıkarlarının bilincinde olan proletaryanın- örgütüyle tam olarak özdeşleştiren bir jakoben, devrimci bir sosyal-demokrattır."[9*]
[1*]Kurtuluş Cephesi, "AKP Mehteranı Eşliğinde 8,5 Milyar Dolarlık Bağdat Seferi", Sayı: 75, Eylül-Ekim 2003. [3*] Bombalı arabalar en yoğun biçimde 1981 yılında İran'da kullanılmıştır. Sola ve laik küçük-burjuvalara karşı kurulan "ılımlı islamcı"-"radikal islamcı" ittifakı, ilk başarılardan sonra bozulmuştur. Radikal islamcıların "ılımlı" islamcılara karşı saldırıları, "ılımlı islamcılar" safına geçen Halkın Mücahitleri örgütünün bombalı saldırılarıyla sürmüştür. Ve bu çatışmada "ılımlı islamcılar" yenilmiş, ezilmiş ve sağ kalanları yurtdışına kaçmıştır. [4*] İsmet Berkan, "'Hayâ'lı yürümeyi biliyor musunuz?", Radikal, 22 Ocak 2004. [5*] 2004'ün ilk günlerinde "medya"da ekonominin nasıl düzlüğe çıktığına ilişkin haberler karşısında Alman Metro Cash & Carry'nin Türkiye Genel Müdürü Hakan Ergin şöyle demektedir: "Bizim gördüğümüz genel tablo kulelerde durum iyi gözüküyor, ama sokakta durum pek parlak değil. Belki normal geçiş süreci bu, eleştirmek için de söylemiyorum, ama sokaklarda henüz o kulelerde görünen pembe tablo görünmedi ne yazık ki." İşte İsmet Berkan bu "kulelerde" oturan işbirlikçi küçük-burjuvalardan sadece birisidir. [6*] İlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz. [7*] Tayyip Erdoğan'ın 18 Ocak tarihinde Suudi Arabistan'da yaptığı açıklama şöyledir:
"Aslında yanlış anlaşılmaktan korkuyorum, ama islam ortak pazar anlayışını doğru bulmuyorum. Bu birliktelikleri ne etnik ne dini köken ne de coğrafyaya bağlı olarak düşünebiliriz. Dünyada artık böyle bir şey kaldı mı? Bu kamplaşmaları başlatır.
Ortak payda dayanışma olabilir. Ya da çok farklı bir üst değer bulunabilir. Ama bu dünyadaki küreselleşme ile doğru orantılı olmalıdır."
Görüldüğü gibi, Tayyip Erdoğan dersine iyi çalışmıştır. İktidarda kalışlarının "küreselleşme" ile, yani emperyalist üretim ilişkileriyle uyum göstermeleriyle doğru orantılı olduğunu iyi ezberlemiştir. [8*] İlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz. [9*] Lenin, Bir Adım İleri, İki Adım Geri, s. 229, Sol Yay., 1979.