Askeri Darbe ile
Şeriatçı Hükümet
Arasına Sıkışanlar
Ülkemizde AKP hükümetinin icraatları ve planları ile şeriatçılık arasında ilişki kurulmadığı bir gün bile geçmemektedir. AKP' lilerin söyledikleri sözlerden, çıkardıkları yasalara, anayasa değişikliklerine kadar hemen herşeyin şeriatçılıkla, "takiyyeci şeriatçılara" bağlantılandırılmadığı bir tek olay bile yoktur. AKP hükümetinin kendisini destekleyen sömürücü kesimler lehine aldığı kararlardan zarar gören diğer sömürücü kesimler bile, yapılanların "şeriatçılık" olduğunu söylemeye başlamıştır.
6. Uyum Paketi, 7. Uyum Paketi vs. diyerek "demokratikleşme paketleri"nin AKP tarafından birbiri ardına çıkartıldığı bir ortamda, AB'ye girilebilmesi için, AB'nin istediği ve söylediği herşeyin kayıtsız-şartsız yapılmasını isteyen AB taraftarlarının bir bölümü bile "takiyye" yapıldığından "şüphe" etmeye başlamışlardır.
Yıllarca YÖK'ün üniversiteler üzerindeki baskısından, rektör ve dekan atamalarında akademik kariyerden daha çok siyasal tercihlerin belirleyici olduğunu söyleyenler, YÖK yasasının değiştirilmesini ya da tümüyle kaldırılmasını isteyenler, AKP hükümetinin YÖK yasası değişikliği kararı alması üzerine "takiyye yapılıyor" diye konuşmaya başlamışlardır.
HADEP'in 3 Kasım seçimleri öncesinde "evrakta sahtekarlık" yaptığının Yargıtay tarafından onaylanmasıyla birlikte gündemin ilk sırasına yükselen, "seçimlerin tarafsız yapılmasını güvenceye" almakla yükümlü Yüksek Seçim Kurulu'nun alacağı karar beklenirken, hemen herkes YSK kararının "siyasi" nitelikte olacağını söylemeye başlamıştır.
Eğer "takiyyecilik", gerçek amaçlarını ve düşüncelerini gizleyerek ve bunları farklı biçimde göstererek kendi amacına ulaşmak ise, ülkemizdeki tüm düzen politikacılarının, partilerinin ve "ikbal arayışı" içindekilerin yaptıklarına takiyyecilikten başka bir tanım verilemez.
Eğer "takiyyecilik", "gizli" amaçlara ulaşmak için her yolun mübah olduğu demekse, ülkemizde hiçbir işadamı, tüccar, esnaf bu tanımlamanın dışında kalamaz.
Eğer "takiyyecilik", kapalı kapılar arkasında konuşulanlar ile kamuoyu karşısında konuşulanların birbirinden farklılığı ise, ülkemizdeki tüm borsacılar, borsa simsarları, borsa yatırımcıları, bankacılar "takiyye" ustası olarak anılmak zorundadır.
Eğer "takiyyecilik", Genelkurmay karargahında farklı şeyler konuşup planlayıp, resepsiyonlarda farklı şeyler söylemekse, Genelkurmay başkanlığının "takiyye" yaptığından hiç kimse şüphe edemez.
Bugün AKP hükümeti yeni hiçbir şey yapmamaktadır. Yaptığı tek şey, 3 Kasım seçimleri öncesine kadar, yıllar boyu "demokrasi" diye atıp-tutan politikacıların, "insan hakları" diye, YÖK'ün üniversiteler üzerindeki sultasının kaldırılması gerektiğini bağıran küçük-burjuva aydınların, AB'ye girmek için anayasanın değiştirilmesi gerektiğini söyleyen AB yandaşlarının, IMF ile ilişkilerin kesilmesini isteyen ekonomistlerin söylediklerini yapmaktan ibarettir.
Dün, Amerikan askerlerinin Irak saldırısı öncesinde ülkemizde konuşlandırılmasını isteyen, Amerikan emperyalizmi ile birlikte Irak saldırısına katılınması gerektiğini söyleyenlerin karşısına, bugün, bunları canla başla yapmaya hazır olduğunu söyleyen ve gösteren AKP hükümeti çıkmıştır.
AKP hükümeti ve onun şeriatçı-türkçü mehteran takımı oyunu düzenin koyduğu kurallara göre oynamaktadır. Öyle ki, bu düzen, kendi yasalarını, o çok sözü edilen "hukukun üstünlüğü"nün ifadesi olan yasalarını bir dakikada değiştirerek, oyunun kurallarının yeniden belirlendiği bir düzendir. Demirel'in ünlü sözü ile "226'yı bulan"ın her istediğini yapabildiği bir düzendir. Şimdi bu düzenin araçları AKP'nin eline geçmiştir. Olan ve değişen tek şey de budur.
Bu koşullarda, AKP'nin "takiyye" yapıp yapmadığının hiçbir önemi yoktur. Sorun, "türban sorunu" ise, AKP iktidarı doğrudan anayasa değişikliğine giderek türbanı serbest bırakmaya kalkışmayacak kadar deneyim sahibidir. Bunun yerine, kendilerinden öncekilerin yaptığı gibi, türban sorununu kamu yöneticilerinin insiyatifine bırakmaktadır. Yargıtay'ın ve Anayasa Mahkemesi'nin almış olduğu belirsiz türban kararlarıyla, uygulamada son sözün kamu yöneticilerine bırakıldığı koşullarda, AKP'nin yapacağı tek şey bu kamu yöneticilerini değiştirmek olmaktadır.
İşte YÖK yasası değişikliği de, dışişleri bürokratlarını değiştirmek için çıkarılan 61 yaş yasası gibi, bu uygulamanın bir parçasıdır.
AKP hükümeti, YÖK yasası ile, 61 yaş yasasında olduğu gibi, tüm YÖK üyelerinin, rektörlerin ve dekanların görevlerini bırakmak zorunda kalmalarını sağlamaktadır. YÖK yasası değişikliği gerçekleştirildiğinde, bugün görev yapan tüm YÖK üyeleri, rektörler ve dekanlar "istifa" etmiş kabul edileceklerdir. Bundan sonraki adım ise, "en demokratik biçimde" yeni YÖK üyelerinin, rektörlerin ve dekanların seçimine gelmektedir. Yıllarca üniversitelerde kendi yöneticilerini kendilerinin seçmeleri gerektiğini söyleyen akademisyenler, böylece isteklerine ulaşmış olacaklardır, kendi rektörlerini, dekanlarını kendileri seçeceklerdir.
Eğer AKP'nin çıkartmayı planladığı YÖK yasası böylesine "demokratik seçim" kuralı getiriyorsa, tüm üniversite rektörlerinin hep bir ağızdan "istemezük" diye haykırarak, "Kubilay gibi" olmayı göze almaları nasıl açıklanacaktır?
AKP'nin imam-hatipli demagoglarına göre, bunlar, özgür bir seçim ortamında bir daha seçilemeyeceklerini düşünen kariyeristlerdir. Onlar, seçimlerden, seçmenin "özgür iradesinden" korkmaktadırlar.
AKP'nin YÖK yasa tasarısı karşıtları ise, "takiyye" yapıldığından, kendilerinin "kemalist" olduklarından, bu yolla tasfiye edilmeye çalışıldıklarından dem vurmakta ve Genelkurmay'dan yardım istemektedirler.
Gerçek ise, bugün görevde bulunan YÖK üyelerinin, rektörlerin ve dekanların Genelkurmay'ın talimatlarıyla bugüne kadar yaptıklarında yatmaktadır.
Amerikan emperyalizminin "komünizm tehlikesi"ne karşı "yeşil kuşak" yaratma doktrinine uygun olarak, devrimci mücadelenin en yaygın olduğu üniversiteler başta olmak üzere, tüm kamu alanları "dindar" personelle doldurulmuştur. Birbiri ardına Anadolu'nun değişik kentlerinde açılan "Sütçü İmam Üniversitesi" gibi üniversitelerin tüm idari ve akademik personeli bu "dindarlar" tarafından doldurulmuştur. Ve bugün bu "dindar" akademik personel, YÖK yasa değişikliğiyle "özgür seçim" ortamında oylarını kullanacaklardır. Sayısal olarak bilinmektedir ki, bu "dindar" akademik personel çoğunluktadır ve "özgür seçimler" sonucunda pek çok üniversitenin yönetimini ele geçireceklerdir.
Bundan sonrası kolaydır.
Dün, türban sorununu üniversite yönetimine havale eden, üniversite rektör ve dekanları aracılığıyla türban yasağı uygulayan "atatürkçü devlet", aynı kurumların "dinci" kadrolar tarafından ele geçirilmesiyle, türbanın serbest bırakılması olayı ile yüzyüzedir. Ve herkes bilmektedir ki, üniversitelerde türbanın serbest bırakılmasıyla, tüm "kamusal alanlarda" türban serbest hale gelecektir.
Alık, alık olduğu kadar saf, saf olduğu kadar çok bilmiş "liberal" küçük-burjuva aydını ise, olaya hâlâ "giyinme özgürlüğü" çerçevesinden bakmayı sürdürmektedir. Bunlara göre, türban yasağı kalkmalıdır, önemli olan türban takıp takmamak değil, kişinin akademik ve yönetsel yeterliliğe sahip olup olmamasıdır. Eğer kişi, "işinin ehli" ve "işini lâyığı ile yapıyor"sa, türban bir engel olarak karşısına çıkartılmamalıdır!
Bu alık, saf ve çok bilmiş küçük-burjuva aydını, türban olayını basit bir "giyim zevki" olarak sunarken, kendi naifliği içinde, türbanı dini bir gereklilik olarak kabul edenler tarafından kullanıldığını görmezlikten gelirler.
Ama iş işten geçmiştir. İster "liberal", ister "diktatoryal", ister "kemalist", ister "şeriatçı" olunsun, her durumda mevcut düzenin anti-komünist korkusunun sonucu olarak, üniversiteler ve devlet kurumları dincişeriatçı kişilerle doldurulmuştur. Bunların "seçim hakkı" elde etmeleriyle birlikte türban yasağı kaldırılmış olacaktır.
Ali Babacan gibi jöleli saçlarla, "işadamı kılıklı" şeriatçılar ortalıkta dolaşırken, üniversite öğrencilerinin bu "şeriatçı" gelişme karşısında "laik üniversite"ye sahip çıkmalarını beklemek ise safdillik olacaktır.
Pragmatist dünya görüşüne yöneltilmiş, kariyer yönetimi ve planlamasını herşeyin üstünde gören üniversite öğrencileri için, "giden ağam, gelen paşam" olmaktan öteye geçmeyecektir. AKP'nin en az dört yıl hükümette kalacağına inanmış kariyer planlaması yapan bir üniversite öğrencisi, YÖK yasa değişikliğinin kendisine "yeni fırsatlar" yaratacağını düşünecektir. "Laik sermaye"de iş bulamayacağını düşünen kariyerist üniversite öğrencisinin kolayca "şeriatçı sermaye" ye yönelmesine hiç kimse şaşırmamalıdır.
Kısacası, bugün AKP, "madem siz türban sorununu üniversite yönetimlerine bıraktınız, öyle ise biz de üniversitelerin yönetimini ele geçirerek çözeriz" demektedir. Üstelik üniversitelerin yönetimlerini ele geçirirken, küçük-burjuva aydınlarının seslerini çıkaramayacakları bir "demokratik seçim" yolunu kullanacaklardır. Seçmenlerin çoğunluğu "dinci" ve "kariyer plancısı" olduktan sonra, seçimin sonucu bugünden bellidir.
Aynı gelişme HADEP'in "evrakta sahtekarlık" yaptığına ilişkin Yargıtay kararıyla birlikte başlayan seçim tartışmalarında da görülmektedir.
Tüm "medya"da yoğun biçimde "tek başına iktidar" koşullarında "yakalanan siyasi istikrarla" ekonominin "iyiye gittiği" propagandasının yapıldığı bir ortamda, AKP yöneticilerinin de açıkça söyledikleri gibi, yapılacak yeni bir seçim AKP'nin mutlak zaferi ile sonuçlanacaktır. AKP'nin, "orman niteliğini yitirmiş arazilerin satışı"na ilişkin anayasa değişikliğinin Cumhurbaşkanı tarafından veto edilmesi üzerine referandum tehdidinde olduğu gibi, bugün yapılacak bir seçim AKP' yi daha da güçlendirecektir.
3 Kasım seçimlerinde HADEP'in seçimlere katılabilmesi için gerekli olan 41 ilde örgütlenmeye sahip olmadığı bilindiği halde, AB ilişkilerinin zarar göreceği düşüncesi ile, Genelkurmay'ın onayı ile seçimlere katılmasına izin verirken YSK'nın aldığı karar ne denli siyasi karar idiyse, bugün alacağı kararın da aynı ölçüde siyasi karar olacağı kesindir. Aynı şekilde bu kararın da Genelkurmay onayıyla alınacağı kesindir. Ancak Genelkurmay'ın da alabileceği bir karar mevcut değildir.
YSK seçimlerin yenilenmesine karar verirse, yapılacak yeni seçimde birinci parti olarak çıkacağı öngörülen AKP'nin seçim sonrasında daha pervasız ve cüretkar olacağı açıktır.
Yok eğer YSK seçimlerin yenilenmesi yerine, 66 milletvekilliğini DYP'ye verilmesi gerektiği şeklinde bir karar alacak olursa, bu durumda AKP'nin seçime gitme kararı alması, seçimlerin yenilenmesi kararı ile aynı sonucu ortaya çıkaracaktır.
Bu durumda, Genelkurmay'ın "sakal-bıyık" arasına sıkıştığı ortadadır. Bu nedenle, YSK'nın alabileceği tek karar Yargıtay'ın HADEP'le ilgili aldığı kararı yok kabul etmekten ibarettir.
Herşeye rağmen, Genelkurmay, oligarşinin onayını alarak 66 milletvekilliğinin DYP' ye verilmesi yönünde YSK'nın karar almasını sağlayabilir.
Bu durumda, AKP'nin bu resti görüp görmeyeceği, yani seçim kararı alıp almayacağı, temsil ettiği sömürücü sınıfların çıkarlarına bağlı olacaktır.
YSK tarafından hangi karar alınırsa alınsın, yaşanılan süreç, "şeriatçılık", "takiyyecilik" tartışmalarının süregittiği, ekonomik çıkarlara uygun olarak siyasi ilişkilerin biçimlendiği, AKP iktidarından çıkar sağlayanlar ile çıkarlarını yitirenler arasındaki çatışmanın giderek şiddetlendiği bir süreç olacaktır.
Bu sürecin en önemli gelişmesi ise, oligarşi içindeki çelişkilerin büyümesi ve oligarşi dışındaki sömürücü sınıflarla yeni bir "konsensus" arayışına yönelmek zorunda kalması olacaktır.