... Ve Genelkurmay Devreye Girer:
"Postmodern Darbe"
2001 yılına girildiğinde Jandarma Genel Komutanlığı'na bağlı Kaçakçılık ve Organize Suçlar Dairesi'nin TEDAŞ operasyonuyla birlikte başlayan ”düğmeye kim bastı” tartışmalarının M. Yılmaz ile Genelkurmay arasında yeni tartışmalar başlattığı bir ortamda, 1997 yılında Genelkurmay Genel Sekreterliği görevinde bulunan emekli Tümgeneral Erol Özkasnak'ın ”28Şubat,gününkoşullarınauygunbiryöntemdegerçekleştirildi.Ogünündünyaveülkekoşullarında12Martve12Eylülgibiklâsikbirmüdahaleyapılamazdı” diyerek ”28Şubatpostmodernbirdarbedir” beyanıyla ordunun ”ülke yönetimindeki yeri” yeniden gündeme gelmiştir. Tüm ”medya”, 1997 yılının ”28 Şubat”ında ”üstü örtülü” bir askeri darbe olup olmadığı üzerine yapılan tartışmalarla uğraşırken, ”askerler”in ”ülke sorunları üzerine” birbiri ardına yaptıkları açıklamalarla ilgilenen olmadı.
Oysa ki, 11 Ocak 2001'de Harp Akademileri Komutanlığı tarafından düzenlenen ”AvrupaGüvenlikveSavunmaKimliği,ABveNATOİlişkilerininGeleceğiveTürkiye'yeEtkileri” konulu sempozyumda, Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Nahit Şenoğul ile Harp Akademileri Komutanlığı Silahlı Kuvvetler Akademisi Komutanı Tuğ. Halil Şimşek'in konuşmaları, 28 Şubat 1997 sonrasında Genelkurmay'ın ülkenin siyasal yönetimi üzerindeki denetimini bir kez daha açık biçimde ortaya koymuştur.
Harp Akademileri Komutanlığı'nın düzenlediği sempozyum, tümüyle devletin orta ve uzun vadeli hedefleri konusunda Genelkurmay'ın bakış açısının ortaya konulduğu bir ”brifing” olmuştur.
Orgeneral Nahit Şenoğul'un sempozyum açış konuşmasının ana konusu Avrupa Birliği oluştururken, ortaya koydukları Avrupa Birliği konusunda izlenecek politikaları içermektedir. Hiyerarşik sıraya göre Orgeneral N. Şenoğul'dan sonra konuşan Tuğgeneral Halil Şimşek, gerek AB konusunda, gerekse ekonomik ve siyasal gelişmeler konusunda bütünsel bir program ortaya koyarak, Genelkurmay'ın tüm bakış açısını sergilemiştir. Özellikle AB ile imzalanacak olan ”Katılım Ortaklığı Belgesi”nin Türkiye'yi ”böleceği”nin altının çizildiği konuşma tam bir AB karşıtlığı oluştururken, DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin AB'ye katılım konusundaki girişimleri ”ad verilmeden” açık biçimde ”uygulanamaz” olarak ilan edilmiştir.
Ancak Tuğgeneral H. Şimşek'in konuşmasında en dikkat çeken yan, ”global seviyede tehdit nedenleri” başlığı altında ortaya konulanlardır: ”Süper güçlerin içersinde yeraldığı, büyük orduların kullanılarak toprak işgali ve sınırları değiştirecek istilacı tehditler şimdilik ortadan kalkmıştır. Ancak gelişmiş ülkelerin modern eğitimli ve iyi donatılmış orduları varlığını sürdürmektedir. Bu ordular öncelikle enerji kaynakları, hammadde ve tüketim pazarları ile ulaşım hatlarının emniyetini sağlamak üzere kullanılacaktır. Bu nedenle, gelecekteki tehditlerin temel sorunlarından birisi, enerji ve hammaddel kaynaklarıdır.” Görüldüğü gibi, Genelkurmay'ın üzerinde durduğu temel konuların başında enerji, hammadde, ulaşım ve tüketim pazarları gelmektedir. Böylece Jandarma Genel Komutanlığı tarafından yürütülen TEDAŞ operasyonunun nedenleri, IMF'nin TELEKOM'un, TEDAŞ'ın ve bor yataklarının özelleştirilmesine karşı çıkışlar belli bir temele oturtulmuş olmaktadır.
Diğer yandan, konuşmalarda, AB konusunda ortaya konulanlar, Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK) konusunda Ecevit hükümetin tüm çabasına karşın Genelkurmay'ın ”veto”su gözönüne alındığında, oligarşik yönetimin askeri kanadının Balkan ve Kafkas ülkeleri pazarları ile ülke içi pazar konusunda Fransız ve Alman emperyalizmi ile açık bir karşıtlık içinde olduğu ifade edilmiştir. Böylece gelişen dünya ekonomik buhranı koşullarında enerji ve hammadde kaynakları ile pazarların emperyalist ülkeler tarafından yeniden paylaşımı konusundaki çatışmanın oligarşi içindeki çelişkileri keskinleştirdiği ve bunda Genelkurmay'ın taraf olduğu bir kez daha ortaya konulmuş olmaktadır.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, gerek eğitim açısından, gerek donanım açısından tümüyle Amerikan emperyalizmine bağımlı olduğu ve son askeri ihalelerin Amerikan silah tekellerine verilmesi gözönüne alındığında, mevcut çatışmanın temelinde ABD ile AB arasındaki çelişkinin yattığı hemen görülmektedir. Bu, aynı zamanda, SSCB'nin dağıtılmışlığı koşullarında ”yeni pazarların istikrara kavuşturulması” konusunda ABD ile AB arasındaki uzlaşmanın sona erdiğinin de bir göstergesidir. ABD'nin yeni başkanı W. Bush'un dış politikasının da bu yönde olduğu ve içte askeri mallar üretimine ağırlık vereceği gözönüne alındığında, Genelkurmay kaynaklı tüm açıklamaların amacı daha belirgin hale gelmektedir. Gazetelere yansıdığı gibi, AB'nin güvenlik ve dış politika işlerinden sorumlu yetkilisi Javier Solana'nın W. Bush yönetimiyle yaptığı son görüşmelerde ”anlaşma sağlanamamış” ve Solan, Powell ile yaptığı görüşme sonrasında ”AGSK konusunda ABD'yle ciddi görüş ayrılıkları bulunduğunu ve bu konuda ABD'yi eğitmek” gerektiğini açıklamıştır. Bu da, ABD ile AB arasındaki çelişkilerin keskinleştiğini ve eski ”uzlaşma” günlerinin sona erdiğini bir kez daha göstermiştir. ”Ermeni soykırımı yasası” sonrasında Fransa'nın Türkiye' nin ”stratejik konularda” ”partneri” olamayacağı konusundaki açıklamalar da gelişimin boyutunu gösteren diğer bir olgu olmaktadır.
Ülkemizde devam eden depolitizasyon ve ideolojisizleştirme süreci, ister istemez tüm bu gerçeklerin bir yana bırakılmasını ya da çarpıtılmasını gündeme getirmiştir. Olayların ve olguların kendi bütünselliğinden koparılarak ele alınması ve değerlendirilmesinin başlı başına bir ”yöntem” haline geldiği bir ortamda, Amerikan emperyalizmi ile Genelkurmay'ın bakış açıları arasındaki özdeşlik kolayca bir yana itilebilmektedir. Şöyle ki:
Yukarda ifade ettiğimiz gibi, oligarşik yönetimin askeri kanadı, açık biçimde IMF'nin olmaz-sa-olmaz koşul olarak ortaya koyduğu Telekom, TEDAŞ ve bor yataklarının özelleştirilmesi konusunda açık bir karşıtlık içindedir. Dolayısıyla, Amerikan emperyalizminin ”kesin denetimi” altında olduğu varsayılan IMF ile Genelkurmay arasındaki çelişki, kolayca Amerikan emperyalizmi ile olan çelişki olarak sunulabilmektedir.
Gerçeklikte ise, IMF ile Genelkurmay arasındaki çelişki, IMF yönetiminde yer alan emperyalist ülkeler arasındaki çelişki ile çokuluslu şirketlerin kendi aralarındaki çelişkinin bir yansısı durumundadır. IMF'nin tüm uygulamalarının kesinkes Amerikan emperyalizminin çıkarlarına denk düştüğünden sözedilemeyeceği gibi, çokuluslu ABD tekelleri arasında çelişki olmadığından da sözedilemez. Ancak buradaki sorun IMF-Genelkurmay karşıtlığı değil, enerji ve hammadde kaynakları ile pazarlar konusunda emperyalist ülkeler arasındaki çelişkinin IMF düzeyinde ortaya çıkmasıdır.
Örneğin, Kafkas bölgesinin paylaşımına ilişkin olarak emperyalist ülkeler arasındaki rekabet ve mücadelenin en somut olgusu Ermenistan olmaktadır. ”Ermeni soykırımı” konusunda emperyalist ülke parlamentolarında alınan kararlar, doğrudan Kafkas bölgesinin paylaşımına ilişkin çelişkinin dışavurumlarıdır. Keza, Bakü-Ceyhan boru hattı ile Mavi Akım projeleri konusundaki çelişkiler, ABD petrol tekelleri ile petrol dışı yeni enerji kaynakları ihtiyacı içindeki AB tekelleri arasındaki çelişkinin yansımalarıdır.
Aynı şekilde, Genelkurmay'ın ”bazı çekincelerle” özelleştirilmesine karşı çıktığı TELEKOM'un satışında ”alıcı”nın Alman Telekom'u olması, ”çekince”nin niteliğini ortaya koymaktadır. Bor yataklarının özelleştirilmesi konusu da bundan farklı değildir. Doğrudan devlet tarafından ABD'ye ihraç edilen bor madenlerinin özelleştirilmesinin AB'nin bu alana girebilmesine olanak sağlayacağı açıktır.
Tüm bunlar, emperyalist ülkeler arasındaki çelişkinin ülke içine yansımasından başka birşey değildir. Dolayısıyla, emperyalist ülkeler arasındaki çelişkinin durumu, ülke içindeki siyasal gelişmeleri ve siyasal yönetimi belirlemektedir. Bu da, ülkemizdeki kapitalizmin iç dinamikle değil de, emperyalizmin taleplerine uygun olarak yukardan aşağıya (dış dinamikle) geliştirilmesini, dolayısıyla düzenin tüm dengelerinin içte değil, dışta dengesini bulduğunu göstermektedir.
KurtuluşCephesi'nin değişik sayılarında ifade ettiğimiz gibi, gelişen ve süreklilik arzeden dünya ekonomik buhranı koşullarında, buhranın şiddetle yansıdığı bizim gibi ülkelerde yönetimin askerileştirilmesinden başka bir seçenek yoktur. Sadece IMF ile Aralık 1999'da imzalanan stand-by anlaşmasının ”tam olarak uygulanması” için bile ”otoriter” bir yönetim gerektiği ortadadır. İşte E. Özkasnak'ın ”postmodern darbe” tanımlaması, ”globalizm” ve ”demokrasi” söyleminin alabildiğine yaygınlaştırıldığı SSCB'nin dağıtılmışlığı koşullarında yönetimin askerileştirilmesinin bir biçimi durumundadır. Ülkemiz somutunda bu biçim değişikliği 1997 Şubat'ında başlamıştır.
Tüm orta ve uzun vadeli politikalarda Genelkurmay'ın doğrudan ya da MGK aracılığıyla belirleyici konumda bulunduğu bu yeni ”yönetim biçimi”, her zaman olduğu gibi, ilerici, Atatürkçü, halkçı ve laik bir söylem üzerine oturtulmuştur.
Anımsanacağı gibi, Genelkurmay'ın 28 Şubat 1997 sonrasında ”özelleştirme” konusunda yaptığı stratejik belirlemeler, ”iç ve dış tehdit” belirlemeleriyle birlikte kamuoyuna sunulmuştur. Bu gelişmeyi KurtuluşCephesi'nin Temmuz-Ağustos 1998 tarihli 44. sayısında şöyle ifade etmiştik: ”Harp Akademileri Komutanlığı' nın 'Özelleştirme ve Türk Silahlı Kuvvetleri' başlıklı raporu, 29 Temmuz 1998 günü gazetelerde yayınlandı. Bu raporla birlikte, 28 Şubat 1997 tarihinden günümüze kadar gelişen olaylar içinde Genelkurmay'ın nasıl 'devreye' girdiği açık biçimde gözler önüne serilmektedir. Ancak bu, A. Öcalan'ın düşündüğünden farklı olarak, 28 Şubat 1997'de 'şeriatçılık' konusunda 'devreye giren' Genelkurmay'ın girişiminin ikinci perdesini oluşturmaktadır.
Bilindiği gibi, oligarşi, herzaman karşı karşıya bulunduğu sorunları kendi 'siyasal kadroları' aracılığıyla çözemediği her koşulda kendi silahlı güçlerini, yani orduyu devreye sokmuştur. Bugüne kadar gerçekleştirilen tüm askeri darbeler, oligarşinin kendi yönetimini ve sömürüsünü sürdürebilmek için, siyasal zoru alabildiğine kullandığının açık olgularıdır. Geçen yıldan bugüne kadar gelişen süreçte, oligarşi, kendi dışındaki sömürücü sınıflarla olan çatışmasına karşı, sürekli olarak Genelkurmay'ı devreye sokmuştur. 'Sömürüyü disipline etme' amacıyla askeri zor aygıtının devreye bu sokuluşu gazetelerde yayınlanan son 'rapor'la birlikte daha da belirginleşmiş bulunmaktadır. Ancak bu kez, Genelkurmay, 'anti-emperyalist' ve 'anti-tekelci' bir söylemle kamuoyunun karşısına çıkmaktadır ve bu bağlamda 'ideolojik dayatmalar'dan sözetmektedir. (12 Mart 1971 muhtırası da 'ilerici', 'laik', 'Atatürkçü' söylemle kaleme alınmıştır.)
'Özelleştirme' konusunda, Harp Akademileri Komutanı Orgeneral Necati Özgen imzasıyla kamuoyuna sunulan 'rapor' şunları söylemektedir:
- Özelleştirme Batılı ülkeler veya bunların etkin oldukları uluslararası sermaye tarafından gelişmekte olan ülkelere telkin edilmekte, hatta dayatılmaktadır.
- Bu dayatmanın nedeni, uluslararası sermayenin bu ülkelere girmesi ve özellikle üretim ünitelerine girmelerinin koşullarını yaratmaktadır.
- Özelleştirme günümüzde özel kesime kaynak aktarma politikalarına dönüşmüştür.
- Özelleştirme ile kamu tekelinden çok daha vahim sonuçlar doğuracak olan özel tekeller yaratılır. Arjantin, Meksika ve Şili örneğinde görüldüğü gibi, ülke ekonomisi az sayıda holdinge teslim edilmiş olur.
- Özelleştirme ve yabancılaştırma ideolojik bir dayatmadır.
- Devletin küçültülmesi teziyle, sosyal devlet olgusu budanacak, bu da gelir dağılımının daha da bozulmasına ve çok ciddi sosyal patlamalara neden olacaktır.
Görüldüğü gibi, oligarşinin ordusu, 'uluslararası sermaye'den sözetmekte ve bu sermayenin geri-bıraktırılmış ülkelere yaptığı 'dayatmalar'dan yakınmaktadır. Biraz sol yayınları izleyen herhangi bir yurttaşın bile kolayca görebileceği gibi, 'rapor' tümüyle 'sol' bir 'anti-emperyalist' söylem içermektedir. Oligarşinin işbirlikçi tekelci burjuvazinin ağırlıkta olduğu bir avuç sömürücü azınlıktan oluştuğu ve bunlarında emperyalizmin ülke içindeki uzantılarından başka birşey olmadığı gerçeği düşünüldüğünde, 'rapor'daki 'anti-emperyalist' söylemin ardında bir başka şeylerin yattığını herkese düşündürtecektir.
KurtuluşCephesi'nin çeşitli yazılarında ortaya koyduğumuz gibi, son yıllarda sömürücü sınıflar arasındaki çıkar çatışması giderek keskinleşmiştir. Bu keskinleşen çatışma, bir yandan oligarşinin siyasal kadroları arasında ayrışmaya neden olurken, diğer yandan oligarşi içinde çeşitli çatışmalar ve uyumsuzluklar ortaya çıkarmıştır. Özellikle başını Koç Holding' in çektiği bir kesim, AB konusundan özelleştirmeye kadar pekçok konuda izlenen 'popülist politikalar'a karşı çıkmaktadırlar. Sabancıların muhalefetine rağmen, Genelkurmay, yönetimin askerileştirilemediği koşullarda farklı bir biçimde devreye sokulmuştur. 'Asya Krizi'nin patlak verdiği koşullarda oligarşinin askeri kadroları aracılığıyla bir kez daha devreye girişi kaçınılmaz olmuştur. Bilinebileceği gibi, 'Asya Krizi'yle birlikte aşırı-sermaye birikimi, Uzakdoğu Asya ülkelerinden başka alanlarda kendisine yeni kaynaklar bulmak durumundadır. Bu konuda, Latin-Amerika ve Türkiye 'önde gelen' ülkeler konumundadır. Özelleştirme konusunda Latin-Amerika ülkelerine nazaran daha geriden gelen Türkiye, 'Asya Krizi' ile açığa çıkan para-sermaye için kısa ve orta vadeli önemli bir alan olarak ortaya çıkmaktadır. Özelllikle bazı Japon tekelleri ile bankaları ellerindeki para-sermayeyi bu yönde değerlendirmek istemektedirler. Son haftalarda kamuoyuna yansıdığı gibi, TOYOTA, para-sermayesini Türkiye üzerinden Batı-Avrupa'ya yönlendirme kararı almış bulunmaktadır. Bunun gibi, doğrudan kamuoyuna yansımayan gelişmeler, Türkiye'ye kısa vadede önemli bir para-sermaye akımının ortaya çıkmasına neden olabilecektir. Bunun gerçekliği ise, sanılanın tersine, borsa değil, doğrudan doğruya ülkedeki sanayi kuruluşlarıdır. Bu bağlamda, 'özelleştirme', bu para-sermayenin ülkeye girişinin önkoşulu durumundadır. Son Petrol Ofisi 'özelleştirmesi'nde de görüldüğü gibi, adı sanı duyulmamış 'Türkiye vatandaşı', milyarlarca dolarlık 'özelleştirme' ihalelerine girebilmektedir. İşte bu gelişmelerle, Genelkurmay'ın 'devreye' girişinin ikinci perdesi açılmış oldu.”[*] 2000 yılının Kasım sonunda patlak veren ”finans krizi” sonrasında IMF'nin ”acil yardım paketi”yle ekonomi yönetiminin doğrudan IMF'ye bırakılması ile birlikte Genelkurmay'ın ”devreye girişi” daha açık ve görünür hale gelmiştir. Özellikle W. Bush'un ABD'nin yeni başkanı olduğunun kesinleşmesine paralel olarak Genelkurmay'ın bu görünür ve açık konumu daha da belirginleşmiştir. Sessiz sedasız TBMM'den geçirilen Jandarma Genel Komutanlığı yasasında yapılan değişiklikle birlikte tüm polisiye işlerin doğrudan askerler tarafından yerine getirilmesinin ”yasallaştırılması” sonrasında yapılan cezaevleri ve TEDAŞ operasyonları, Genelkurmay'ın başlı başına bir icra (hükümet) gücü haline geldiğini kanıtlamıştır.
Bu ”hükümet gücü”nün cezaevleri operasyonu sırasında açık hale geldiği gibi ”medya” üzerindeki kesin ve tartışmasız denetimi, aynı zamanda, tüm propaganda ve desinformasyon faaliyetlerinin Genelkurmay tarafından planlanmasını ve yürütülmesini de olanaklı kılmıştır. Özellikle Genelkurmay bünyesinde oluşturulan Ekonomik ve Mali İzleme Merkezi (EMİM) ”medya patronları”nın tüm ”kirli çamaşırlarının” dosyalanmasını sağladığından, ”medya” denetiminin salt ”zor” ve ”tehdit”le değil, aynı zamanda ”şantaj”la sürdürüldüğünü de göstermektedir.
Tüm bu gelişmeler ve olgular karşısında ülkemizdeki siyasal yönetimin bu dönüşümünü gözönüne almaksızın doğru bir siyasal tahlilin yapılması olanaksızdır. ”Postmodern darbe”, söyleminden çok bu içeriği ile ülkemizdeki mevcut durumun tüm gelişim