Kapitalizm ve "Modernizasyon"
Bugün, Türkiye oligarşisi kendisi için orta vadeli planlar yapmaktadır. Bu planların asıl içeriği, uzun dönemde devrimci mücadelenin kitlelerin üzerindeki etkisini kırmak, halk kitlelerinin mevcut düzene karşı tepkilerini 12 Eylül sonrasında sağlanmış olan kitle pasifikasyonunun özel bir ifadesi olan DEPOLİTİZASYON içinde etkisizleştirilmesinin ve pasifize edilmişliğinin devam ettirilmesi olmaktadır. Ancak, 1990 yılına girildiğinde, kitle pasifikasyonunun özel biçiminin eskisi tarzda sürdürülmesi olanaksız olduğu açığa çıkmıştır. Bu düzeyde, özellikle 1989 Nisan-Mayıs aylarındaki işçi eylemleri ve demokratik hak ve özgürlükler sorununda önemli kitle katılımının ortaya çıkması bunu açıkça ortaya koymuştur.
Oligarşinin düzen içi partileri aracılığıyla ya da reformist-revizyonist partiler aracılığı ile kitlelerin tepkilerini düzen sınırları içinde tutmak için çaba gösterilmektedir. Bu amaçla, TCK'nın 141-142. maddelerinin değiştirilmesi gündeme getirilmektedir. Buna paralel olarak düzenin en temel kurumu olarak parlamentonun güncelleştirilmesi için TBMM'de sürekli insan hakları komisyonu kurulmak istenmektedir.
Böylece, emperyalist-kapitalist ülkelerde ortaya çıkan bazı uygulamalara benzer uygulamalar, ülkemizde, toplumsal muhalefetin devrimci bir siyasal mücadeleye yönelmesinin önleneceği, en azından belli bir süre geciktirileceği varsayılmaktadır. T. Özal'ın geçmiş yıllarda sık sık sözünü ettiği "transformasyon"un bir devamı olan bu yeni politikaya göre, demokratik hak ve özgürlüklerden söz eden her kişi ya da oluşumun düzen sınırları içinde, bunların gerçekleştirilmesi için çalışmalarının sağlanması ve çalışmalarının sürekliliğine bağlı olarak ve de oligarşinin istediği zamanlarda demokratik hak ve özgürlükleri geliştirmek olanaklı olduğu düşüncesini yerleştirmek söz konusudur.
Bu politikanın tam olarak anlaşılabilinmesi için, emperyalist-kapitalist ülkelerde ortaya çıkmış bulunan MODERNİZASYON politikasının iyi bilinmesi gerekir.
1980 dünya ekonomik buhranı karşısında, emperyalist ülkelerdeki sosyal-demokrat partilerin programlarından kaynaklanan herhangi bir çözüm ortaya atılamamıştır. Onların programlarındaki ekonomi, politikalar, son tahlilde, "keynesci" anlayış ile inşa edilmiş bulunuyordu. Dolayısıyla kapitalizmin aşırı-üretim buhranı karşısında herhangi bir işlerliğe sahip değildir. Zaten 1980 ekonomik buhranı, "Keynesci" anlayışın iflasını göstermekteydi ve aynı zamanda, kapitalizmin irsi hastalığı olan aşırıüretim buhranlarının herhangi bir çözüme sahip olmadığını da açığa çıkarmıştır.
Böylece, 1980 ekonomik buhranı karşısında çaresiz kalan sosyal-demokrat partiler "monatarist" politikaları -istemeye istemeye- kabul etmek durumunda kalmışlardır. Yapabildikleri tek şey, bu politikanın getireceği varsayılan "sosyal" sorunların çözümlenmesini istemek olmuştur. Çoğu durumda, monatarist politikanın insan unsurunu dışladığını ileri sürerek, kısmi düzenlemeler yapılmasını istemişlerdir. İşte bu düzenleme talebi, emperyalist burjuvazinin yeni ideolojik perspektifinin ana çıkış noktası olmuştur.
Emperyalist tekellerin ve onların siyasal temsilcilerinin, bir kenara itilmiş toplumsal muhalefetin radikalleşme eğilimi taşıdığını görmeleri, özellikle de İngiltere'deki maden işçilerinin grevi, bu açıdan özel bir yere sahip olmuştur.
Revizyonist "komünist" partilerinin, işçi eylemleri karşısında hiçbir şey yapamamaları ve diğer partilerin bu politikaya, özde karşı çıkamaz durumda bulunmaları koşullarında, emperyalist burjuvazinin ideologları, komünist partilerin programlarından yararlanarak bazı sosyal tedbirler planlamışlardır. Böylece, eğer "sosyal adalet" gerekiyorsa, bunu da, emperyalist burjuvazinin kendisinin yapacağı mesajı kitlelere iletilmiş olacaktır.
BU POLİTİKA, MEVCUT DÜZENİN MODERNİZASYONU POLİTİKASIDIR.
Emperyalist burjuvazinin dilinde "modernizasyon", bilimsel ve teknolojik devrimin kazanımlarının, üretime ve tüketime uygulanması ve bu uygulama yoluyla, yeni bir "refah" döneminin başlatılmasıdır.
II. yeniden paylaşım savaşından sonra genel olarak emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemlerinin uygulanmasıyla birlikte, ama "keynesci" politikalar sayesinde, gerçekleştirildiği savıyla sunulun "refah" dönemi, büyük ölçüde, burjuvazinin saptırmalarıyla, "refah toplumu" kavrayışına dönüştürülmüştür. Ancak 1980 ekonomik buhranı, "keynesci" ekonomi-politikanın gerçekte olmayan bir refah sağladığını ortaya koymuş ve burjuva ekonomistlerince de kabul edilmiştir. Pek çok burjuva ekonomistin Keynes politikalarına karşı tavır alışı, en geniş ölçüde basında işlenmiş ve böylece kitlelere ulaştırılmıştır. Bunun sonucu olarak, halk kitlelerinin, eskisi gibi bir "refah toplumu" yerine, daha "kalıcı" ve daha "gerçek" bir "refah toplumu" istemeleri için uygun bir ortam yaratılmıştır.
İşte bu yeni "refah toplumu", bilimsel ve teknolojik devrimin ürünlerinin en geniş ölçüde ekonomik ve sosyal alanda uygulanmasıyla kurulabileceği düşüncesi, hemen hemen tüm toplumsal kesimler arasında kabul görmüştür. Öyle ki, bunlar, sosyal-demokrat ya da "komünist" muhalefet tarafından bile benimsenmiştir. Bilimsel ve teknolojik devrimin, emperyalist ülkelerde ne ölçüde uygulanabileceği ve bunların emperyalist aşamada kapitalist üretim ilişkileriyle ne oranda uyuşabileceği, hiçbir biçimde tahlil edilmemiştir. Ortada, sadece bir iddia vardır: Toplumları bilimsel ve teknolojik devrimin kazanımlarına göre yeniden biçimlendirmek!
"Modernizasyon"un asıl içeriği ve oluşumu budur.
"Modernizasyon", sadece, üretime ilişkin bir değişiklik iddiası değildir. Üretim araçlarındaki değişim, kaçınılmaz olarak, üreticilerin de değişmesini getireceği kesindir. Dolayısıyla, üretici bir güç olarak insan unsurunun da değişmesi gerekmektedir. Fakat bilimsel ve teknolojik devrimin, kol-emeğinden çok, zihni-emeğe olan gereksinmeyi artırması olgusu, sorunu, fabrika ölçeğinde yapılacak bir düzenlemeden çıkartmıştır. Sorunun "toplumsal eğitim" ile olan bağlantısı, kaçınılmaz olarak "modernizasyon" olayının, büyük ölçüde, fabrika dışı ilişkide, toplumun "sosyal" ilişkileri alanında gerçekleştirilebilineceğini ortaya koymuştur. Artık, "üretici insan"ın, aynı zamanda, "zihni-emek sahibi insan" olmasını zorunlu kılan koşullar ortaya çıkmış ve bu da, "klâsik" proletaryanın "değişmesi"ni getirmektedir. Burjuva ideologlarının sözü ile söylersek, "elveda proletarya"!
Emperyalist burjuvazinin bu yeni politikasının sosyal-demokrat partiler tarafından tam olarak benimsendiğini söylemek zordur. Ancak, onlar, bir süre sonra bunu benimsemek zorunda bırakılmışlardır. Yıllar boyu komünist partilerin ürettiği politikaları, kapitalist üretim temelinde yeniden biçimlendirerek "politika üreten" sosyal-demokrat partiler, revizyonist "komünist" partilerin, bu konudaki yetersizlikleri yüzünden, çaresiz kalmışlardır; dolayısıyla burjuvazinin tüm katmanları, hep bir ağızdan, Marksist-Leninistlerin 1980 ekonomik buhranı karşısında "çaresiz" kaldıklarını ilan etmeye başlamışlardır.
Emperyalist ülkelerde revizyonistlerin yarattığı boşluğu, bazı "sol" aydınlar doldurmaya başlamış ve bunlar çeşitli teoriler üretmişlerdir. Ancak onların tüm teorileri, emperyalist ülke küçük-burjuvazisi ile işçi aristokrasisinin gereksinme ve beklentilerine dayalıdır. Bu nitelikteki politikaları benimseyen revizyonistler, kaçınılmaz olarak, emperyalist burjuvazinin kendi sistemini "modernizasyon"una katılmak durumunda kalmışlardır. Yıllardır proletarya devrimini ikincil plana koymuş bu revizyonistlerin, düzenin restore edilmesine yönelik politikalara katılmayı benimsemeleri, 1988 yılında SBKP tarafından da onaylanmıştır. Ancak 1989 yılındaki gelişmeler, bu politikanın, emperyalist-kapitalist ülkelerde pratik bir değere sahip olmadığını, sadece, kitlelerin "depolitizasyonu" için ideolojik bir araç olduğunu açık biçimde göstermiştir.
"Modernizasyon"un özü, proletaryanın depolitizasyonudur ve üretici güçlerin üretim ilişkileri ile olan antagonizmasının getirdiği çatışmaları, bizzat bu çatışmanın temel gücü olan proletarya ve partisinin "yardımı"yla hafifletilmesidir.
Emperyalist ülkelerde "modernizasyon" uygulamalarına örnek olarak İngiltere'deki maden ocaklarının "geri teknoloji" gerekçesiyle kapatılmasını verebiliriz. Tekellerin dilinde "verimsiz" maden ocaklarının kapatılarak devlet harcamalarının azaltılması olan bu uygulamanın, enflasyona karşı "monetarist" politika olarak sunulması, tümüyle hükümete bırakılmıştır. Maden ocaklarının %80'inin, bu gerekçelerle kapatılmasıyla başlayan maden işçilerinin grevi, aynı zamanda tekelci burjuvazinin amacının ne olduğunu da ortaya koymuştur. Madencilerin aylarca süren grevleri, gerek İngiltere' de, gerekse dünya da büyük bir ilgisizlik ile karşılanmış ve grevci işçiler yalnız bırakılmışlardır.
İşçi sınıfının ortadan kalkmadığını, sadece bilimsel ve teknolojik devrim ile "yeni bir biçimde" geliştiğini ileri süren SBKP revizyonizmi, bu değerlendirmeleri ile emperyalist "modernizasyon"u destekleyenlerin arasında yer almıştır.
Oysa, emperyalist ülkelerdeki gelişmelerin tanıtladığı gibi, emperyalist aşamada, kapitalist üretim ilişkileri, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri üretime uygulayabilme yeteneğine sahip değildir. Bu nedenle, emperyalist aşamada, kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiği tezi, önemli bir sapmaya denk düşmektedir. Emperyalist ülkelerde görülen ilerlemeler ya da ilerleme olarak sunulanlar, üretici güçlerin gelişmesinin engellendiği her toplumsal düzende görülen "ilerleme"den öte değildir. Bir üretim ilişkisi, üretici güçlerle antagonizma içine düştüğünde, toplumsal üretimin tümüyle yıkılmasına yol açmadığı koşullarda gerçekleşmesine olanak tanımak zorunda olduğu belli bir gelişme söz konusudur. Emperyalist aşamada kapitalizmin ortaya çıkardığı gelişmeler de, bu türden, zorunlu gelişmelerden başka bir şey değildir. Tek farkla ki, sermaye ihracına dayanan emperyalist sömürgecilik, bu yolla, dünya çapında kapitalizmin gelişmesine yol açmıştır. Bunlar, I. bunalım döneminde demiryolları olarak, II. bunalım döneminde otomobil ve karayolları olarak, önemli bir pazar olanağı yaratan gelişmelerdir. Ancak III. bunalım döneminde, aynı türden bir gelişme ortaya çıkmamıştır. Bilimsel ve teknolojik devrimin en önemli ürünü olarak kabul edilen bilgisayar ve robot teknolojisinin emperyalist ülkelerdeki uygulamaları ise ortadadır. Bunlar, sözcüğün gerçek anlamında, üretici güçlerin geliştirilmesinin söz konusu olmadığını göstermektedir. Ortaya çıkan gelişmeler, toplumsal üretimin yıkımına yol açacak üretim ilişkilerinin, zorunlu olarak üretici güçlerin nispi gelişmesine boyun eğmesinin ürünleridir.
İkinci olarak, üretici güçlerin geliştirilmesi olgusu, doğrudan üretim ilişkilerine bağlı olmakla birlikte, yani onların içinde hareket ettikleri çerçeve tarafından belirlenmekle birlikte, sadece bu ilişkilerden aldıkları güç ve dinamikle iş görmezler. Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin antagonizma kazandığı dönemlerde, yeni üretim ilişkileri, mevcut düzenin gözenekleri arasında ortaya çıkar ve bunlar, aynı zamanda, üretici güçlerin gelişimi üzerinde etkide bulunurlar. Buna en açık örneği, feodalizmin bağrında doğup gelişen kapitalizmin tarihi vermiştir.
Kapitalizm, henüz egemen üretim tarzı değilken, feodal üretim ilişkileri üretici güçlerin gelişmesinin engeli olduğu dönemde, bazı bilimsel ve teknik gelişmeler ortaya çıkmıştır. "Sanayi devrimi" olarak bu gelişme, kapitalist üretim ilişkilerinin içinde bulundukları feodalizme karşı üstünlük kurmasını getirmiştir. Bu durum, herhangi bir biçimde, feodalizmin üretici güçleri geliştirmesi olarak yorumlanmamıştır. Bugün emperyalist ülkelerde ortaya çıkan bilimsel ve teknolojik gelişmeler ve bunların kısmen üretime uygulanması, sadece kapitalist üretim ilişkilerinden gelen dinamiklerle açıklanamaz. Emperyalist ülkelerde ortaya çıkan nükleer enerji santralleri ve otomasyon bilgisayar uygulamaları, tümüyle kapitalist üretim ilişkilerinin kendi dinamiğiyle açıklanamaz. Bunlar, III. bunalım döneminde emperyalist ekonominin askerileştirilmesiyle ortaya çıkmış bazı dinamiklerle belirlenmiştir. Alternatif ve potansiyel güçlerin yarattığı dinamikler olarak yeni toplumsal düzenin dinamikleridir.
Emperyalizm, günümüzde, "modernizasyon"u, sadece, kitlelerin sisteme karşı hareketini engellemenin bir unsuru olarak ele almaktadır ve en önemli bölümünü ideolojik motivler oluşturmaktadır. Bu ideolojik motivlerden arındırılmış olarak "modernizasyon", sadece kapitalist üretimin aşırı-üretim buhranlarının ortaya çıktığı zamanlarda, sabit sermayesini yenilemesinin sınırlılığını göstermektedir. Hiçbir biçimde üretici güçlerin kendi dinamiği ile geliştirilmesi değildir ve mutlaka bir geliştirmeden söz edilecekse, yukarda ortaya koyduğumuz gibi, kapitalist üretim ilişkilerinin, üretim sürecini ve üretici güçleri topyekün yok edemediği koşullarda, üretici güçlerin zorlamalarına, kısmi olarak, boyun eğmesinden söz etmek gerekir.
Bugün, kapitalist anlamda "modernizasyon"un ikinci yanı, kapitalizmin tüketim malları üretiminin talep gereksinmelerini karşılamaktır.
III. bunalım döneminde ekonomisini askerileştiren emperyalizm, askeri mallar üretimi ile üretim malları üreten sektörlere sürekli bir talep yaratabilmeye çalışmıştır. Böylece, tüketim malları üretimi kesiminde ortaya çıkan buhranın, I. kesime yayılması, nispi olarak engellenmekte ve zamana yayılmış bir biçimde gelişmesi sağlanmaktadır. Ancak, 1971 sonrasında tüketim malları sektörünün daha fazla pazara gereksinme göstermeye başlaması, ekonominin askerileştirilmesiyle sağlanan gelişmeleri etkisizleştirmeye başlamıştır. Böylece, bu kesime de, artan oranda pazar sağlama sorunu önem kazanmıştır. "Modernizasyon", bu kesimde, maliyetlerin düşürülmesi yoluyla yeni talep yaratılması için bir anlama sahiptir. Asıl olarak yeni teknolojinin üretime uygulanmasıyla sağlanacak düşük maaliyet yoluyla tüketim malları üretiminde artış sağlayarak kitlelerin "yaşam" düzeylerinde belli bir genişleme sağlanması amaçlanmaktadır. Ancak, bu "modernizasyon" yoluyla sağlanacak üretim artışı, mevcut pazarların nispi genişletilmesiyle bile eritilemeyecek boyutlar kazanması söz konusudur. Bu nedenle, emperyalizmin, özellikle tüketim malları için yeni ve ek pazarlara gereksinmesi bulunmaktadır. Eğer böyle bir pazar ortaya çıkmazsa, "modernizasyon" kısa bir sürede aşırı-üretim buhranlarına neden olacaktır ve belki de emperyalist sistem, tarihinin en ağır ekonomik buhranını yaşayacaktır. Bu açıdan, emperyalizm için, sistem dışına çıkmış ülkelerin, en azından tüketim malları için yeni bir pazar olanağı sağlaması yaşamsal öneme sahiptir.
Bizim gibi geri-bıraktırılmış ülkelerde ise, "modernizasyon", emperyalistlerin tüketim malları için ek talep yaratılmasına yönelik ("tüketim toplumu" oluşturmasına yönelik) bir propaganda malzemesidir.
Geri-bıraktırılmış ülkelerde oligarşinin siyasal temsilcileri tarafından dile getirilen "modernizasyon", çoğu durumda siyasal hak ve özgürlüklerle bağlantılı olarak işlenmektedir. Böylece toplumun, bir bütün olarak, "modern" bir toplum haline getirilmesi için, "elbirliğiyle", yani demokratik haklardan söz eden her kişinin oligarşinin siyasal temsilcileriyle birlikte ya da onların paralelinde "çalışması"yla olanaklı olduğu düşüncesi yayılmaktadır. Böylece "demokrasi sorunu", devrim konusu olmaktan çıkartılacak ve "zaman içinde" elde edilebilir haklar haline dönüşecektir.
Bizim gibi ülkelerde "modernizasyon"un amacı, son tahlilde, emperyalist ülkelerdekiyle bir ve aynıdır: Kitlelerin depolitizasyonu ve bir süre için devrim sorununun "ortadan kaldırılması".
Ülkemizde, ekonomiden kültüre kadar her alanda üretici güçlerin günümüzde ulaştığı seviyeye uygun bir toplumsal yapının kurulabilinmesinin en büyük engeli, emperyalizm ve oligarşidir. Bunların egemenliklerine son verilmeden, toplumumuzun kendi iç dinamiğiyle gelişmesi ve çağdaş bir toplumsal yapıya kavuşması olanaksızdır. Bu nedenle, onların "modernizasyon" planları, bir aldatmacadır, saptırmadır.
Bu nedenle, bizim gibi geri-bıraktırılmış ülkelerde, ister emperyalist ideologların ortaya koyduğu gibi "modernizasyon" olarak; ister sosyal-demokratların ileri sürdüğü gibi "çağdaşlaşma" olarak; isterse reformist-revizyonistlerin tanımladıkları gibi "toplumun demokratikleştirilmesi ve yenilenmesi" olarak dile getirilsin, bu tür anlayışlar, emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemlerinin yarattığı ekonomik, sosyal ve siyasal bunalımları aşmak için, halk kitlelerinin mevcut düzene karşı tepkilerini pasifize etmenin ve bu tepkileri düzen sınırları içinde tutmanın basit araçları durumundadırlar. Bu nedenle düzeni değiştirmek yerine, onu devam ettireceklerdir.
Bu anlayışlar, suni dengeyi, kendi ekonomik gücüyle destekleyemeyen oligarşinin, "siyasal zor" dışında başka (siyasal) güçler kullanarak, bu dengeyi sürdürmesinin araçlarının yaratılmasına hizmet etmektedir. Ve oligarşinin de desteklediği yan budur.
Emperyalist ülkelerde "modernizasyon" olayının ikinci yanı (tüketim malları üreten kesim için ek talep yaratma), geri-bıraktırılmış ülkeler açısından, üretime bağlı olmaksızın "tüketme" anlamı taşıması, genellikle ithal yoluyla emperyalist ülke metalarının iç pazara sunulması yeni-sömürgecilik yöntemleriyle, belli oranda sağlanmıştır. Ancak, geri-bıraktırılmş ülkelerde geleneksel tüketim normları tam olarak değiştirilememiş olması "modernizasyon" olayına daha fazla değer yüklemektedir. İşte "modernizasyon", tüketim normlarının bu tür değişikliğini kaçınılmaz kılmaktadır. Bu da yeni-sömürgeciliğin ilk dönemlerinde ortaya çıkmış olan "nispi refah"ın yeni biçimde üretilmesi olacaktır.
Böylece, emperyalizm ve oligarşi, geri-bıraktırılmış ülkelerde, bir yandan yeni ve çeşitli tüketim malları için pazar gereksinmesini karşılarken; diğer yandan, düzene muhalif bazı siyasal güçleri kendine çekerek, siyasal zorun uygulama alanını daraltmak istemektedir. Bu, "gizli faşizm"in belli bir yasallaşması olarak tanımlanabilir.
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi
Halkın Devrimci Öncüleri
Merkez Yayın Organı
KURTULUŞ
4. Sayı - 1990