Çuvallanan Subaylar,
Çuvallayan Genelkurmay,
Ulusal Onur
Resmi açıklamalara göre, "ABD'nin bağımsızlık günü olan 4 Temmuzda Irak'ın kuzeyindeki Süleymaniye kentinde 100 kişilik bir ABD birliği Kerküklü mahalli personelin de katılımıyla özel tim bürosunu" basarak, burada görevli 3 subay ve 8 astsubayı gözaltına almış ve başlarına çuval geçirerek Bağdat'a götürmüştür. Başlarına çuval geçirilen, tokatlanan ve hakarete uğrayan 11 askeri görevli 57 saat sonra "serbest" bırakılmıştır.
11 askerin gözaltına alınması olayının kamuoyuna yansımasından sonra "gerek hükümet seviyesinde, gerek askeri makamlarca" birbiriyle çelişen açıklamalar yapılmaya başlanmıştır.
"Hükümet seviyesinde" yapılan açıklamalarda, "olay"ın, "yerel bir olay" olduğu, "malum bir ABD'li albayın işgüzarlığı" olduğu, "fazla büyütülmemesi gerektiği", "ABD ile stratejik ortak olunduğu" belirtilirken, "askeri makamlarca" yapılan açıklamalarda ise, "olay"ın "kabul edilemez" olduğu, sözkonusu olanın "milli onurumuz ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin onuru" olduğu belirtiliyordu.
Üçü subay ve sekizi astsubay olan "11 asker"in ABD askerleri tarafından gözaltına alınması ve bu gözaltı süresince "terörist muamelesi" görmesi, tüm basın-yayın organlarında "ulusal onurun çiğnendiği" manşetleriyle yansırken, AKP hükümetinin "soğukkanlı ve olayı yatıştırıcı yaklaşımı", giderek "ne oluyor" sorusunun sorulmasına yol açmıştır.
Gazetecilerin, "ulusal onurumuzu çiğneyen bu davranış karşısında ABD'ye nota verecek misiniz?" sorusuna "T.C.'nin başbakanı" sıfatını taşıyan Tayyip Erdoğan'ın verdiği yanıt ise, "Bu müzik notası değil. Öyle aklınıza her estiğinde verilmez. Ağırlığı ve ciddiyeti vardır..." şeklinde olmuştur.
Ve ardından "olayı incelemek" amacıyla "ortak komisyon" kurulduğu, olayın "incelendiği" açıklamaları yapılmıştır. ABD'li generalin yaptığı söylenen "inceleme" sonrasında "ortak açıklama" yapılmasına sıra geldiğinde, ABD, "ortak açıklama"nın Washington tarafından onaylanmadığını gerekçe göstererek "Türk tarafının" açıklamasını 24 saat "teyit" etmemiştir. İşte bu 24 saat içinde ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld' in Tayyip Erdoğan'a yazdığı mektup ortaya çıkmıştır.
"Diplomatik teamüllere uygun olmayacak biçimde"[1*] ABD Savunma Bakanı Rumsfeld'in "Başkan Bush'un isteği üzerine" diyerek Başbakan Erdoğan'a gönderdiği mektup konusunda da, 11 askerin başına "çuval geçirilmesi" olayında olduğu gibi, birbiriyle hiçbir ilişkisi olmayan açıklamalar gazetelerde yer almaya başlamıştır.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Rumsfeld' in mektubunun "basında farklı yansıtıldığını", mektupta "Türkiye-ABD ilişkilerinin stratejik öneminin ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ne duyulan saygının vurgulandığını ve Süleymaniye'de yaşanan olaydan duyulan üzüntünün ifade edildiğini" belirterek, "Türkiye-ABD stratejik ortaklığı ve dostluğuna verilen önem"den sözetmiştir. Yine Abdullah Gül, gazetecilerin "Rumsfeld'in mektubundan yönetimin operasyondan haberdar olduğu mesajı çıkıyor mu?" sorusuna, "Yok, hayır" diye yanıt verirken, 11 askerin kafasına "çuval" geçirilmesi olayını "yerel bir olay" ve "yerel bir ABD subayının işgüzarlığı" olarak açıklamaya devam etmiştir.
Ve 18 Temmuz günü Rumsfeld'in mektubu gazetelerde yayınlanmıştır. "Umarım, askerlerimizin oluşturduğu ve gerçekleri araştıran Ortak Komisyon'un çabaları, bizim askerlerimizin ve subaylarımızın, Süleymaniye'deki tesise baskın yapmak için haklı ve acil nedenleri bulunduğu yolunda size güven kazandıracaktır. Bizim askeri güçlerimizin süratle hareket etmesinin temellerini, bir suikast tehdidi ve koalisyona karşı eylemlerin hızla destbalize edici sonuçları olabileceği oluşturdu. Ayrıca, hiç beklenmedik bir şekilde, çok sayıda silah, patlayıcı maddeler, detonatörler ve zamanlama cihazlarının gözaltına alınan üniformasız personel ile birlikte ele geçirilmesi mevcut kuşkularımızı daha da artırdı. Bizim anlayışımıza göre, ele geçirilen cihazların çoğu Türk güçlerinin genelde kullandığı türden değildi.
Türk Hükümeti'nin, Kuzey Irak'taki koalisyon faaliyetlerine karşı zararlı bir harekete yetki vermeyeceğini ve desteklemeyeceğini biliyoruz, ancak gerçekler de gözden geçirilmek üzere Ortak Komisyon'un önündedir. Bizim askeri güçlerimiz harekete geçti, çünkü gözaltına alınanlardan en az bazılarının Kuzey Irak'taki koalisyon faaliyetlerine karşı komplo içinde bulunduğuna yönelik zamana duyarlı bilgilerimiz vardı." (abç) Görüldüğü gibi, Rumsfeld, 11 askerin başına "çuval" geçirilmesi olayının, doğrudan ABD yönetiminin bilgisi dahilinde olduğunu ve "haklı nedenlere" dayandığını söylerken, aynı zamanda "Türk hükümeti"nin "Kuzey Irak'taki koalisyon faaliyetlerine karşı zararlı bir harekete yetki vermeyeceğini ve desteklemeyeceğini biliyoruz" diyerek AKP hükümetini olayın dışında tuttuğu mesajını vermektedir.
Mektubun metninin açıklanmasından önce Abdullah Gül'ün yaptığı açıklamaların tümüyle gerçek dışı olduğu da, böylece ortaya çıkmıştır.
4 Temmuz günü gerçekleşen olaydan sonra yapılan tüm spekülasyonlar böylece sona ererken, 11 askerin kafasına "çuval" geçirilmesi olayının doğrudan ABD yönetiminin bilgisi ve onayı ile gerçekleştiği, amacın "Türk özel timlerinin" "suikast tehdidi"ni ortadan kaldırmak olduğu "resmen" açıklanmış oldu.
Ancak Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün olay üzerine yaptığı "Türk-Amerikan ilişkilerine, Türk ve Amerikan silahlı kuvvetlerinin ilişkilerine önem veriyoruz, ama bu ilişkilerin önemi kadar önemli olan bir şey daha vardır, o da milli onurumuz ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin onurudur" açıklaması ise, gazetelerin sayfaları arasında unutulup gitmiştir.
Tarihler 20 Temmuzu gösterdiğinde ise, Amerikan emperyalizminin Türkiye'den asker istediği ve 10.000 kişilik askeri birliğin Irak'a gönderilmesi için hazırlıkların başlatıldığı haberleri gazete manşetlerinde yer almaya başlamıştır.
Doğal olarak, olayları izleyen herkes, "ne oldu?" sorusunu birkez daha düşünmek zorunda kalmıştır.
11 askerin kafasına "çuval" geçirilmişken ve Irak'ta hergün birkaç Amerikan askeri öldürülürken, 10.000 kişilik bir askeri birliğin Amerikan emperyalizminin hizmetinde ve yönetiminde Irak'a gönderilmesinin nedenleri boşlukta kalmıştır.
4 Temmuz günü 11 askerin kafasına "çuval" geçirilmesiyle başlayan ve 20 Temmuz günü Irak'a 10.000 asker gönderilmesine karar verildiğinin gazetelere yansıtılmasına kadar geçen süreçte yok olan "ulusal onur" iken, varolan Amerikan emperyalizminin hükümet ile genelkurmay üzerinde giderek ağırlığını ve gücünü göstermeye başladığıdır. "Wolfowitz'in açıklamasında ortaya konulduğu gibi, bir tarafta 'geçen yüzyılın anılarıyla beslenen' 'laik-milliyetçiler', diğer tarafta 'liberal-şeriatçılar' bulunmaktadır. Ordu ve sivil bürokrasi içindeki 'geçen yüzyılın anılarıyla beslenen milliyetçiler'e karşı AKP'nin 'liberalizm'i harekete geçirilirken, AKP'nin 'şeriatçılığına' karşı ordu ve sivil bürokrasinin 'laikçiliği' harekete geçirilmektedir. Ve her zaman olduğu gibi, bu 'savaş', 'medya' aracılığıyla yönlendirilmektedir.
Özellikle Doğan Holding'in yayın organlarında bir gün AKP'ye övgüler dizen sürmanşetler atılırken, ertesi gün kolaylıkla 'laiklik elden gidiyor' şürmanşetleri atılabilmesinin nedeni de bu savaşın 'iti ite kırdırma' taktiğinden kaynaklanmaktadır.
Bu 'savaşın' galibi yoktur. Amaç, 'savaşan güçler'i birbirlerini yıpratarak, tek başına bir güç olmaktan çıkartmaktır. Zayıflatılan tarafların, zayıfladıkları oranda, Amerikan emperyalizminden destek arayışına gireceği hesaplanmaktadır. AKP, 'laiklik' adına yapılacak bir askeri darbeye karşı Amerikan emperyalizmini 'müttefik' olarak kabul ederken, genelkurmay 'şeriatçılığa' karşı Amerikan emperyalizminin 'müttefik' olacağını varsaymaktadır. Böylece Amerikan emperyalizmi, taraflar arasındaki 'savaşın ve barışın' anahtarı durumuna gelmektedir."[2*] İşte bu "anahtar", ülkedeki tüm asker ve sivil bürokrasinin, siyasal ve askeri tüm kararların ve doğrudan ülkenin siyasal ve askeri yönetiminin anahtarıdır.
Emperyalizme bağımlı bir ülkede başka türlü bir ilişkinin var olması ise zaten olanaksızdır. Ancak "savaştırılan" tarafların inançlarına ve düşüncelerine göre, kendileri ve ülke "bağımsızdır", ülkenin "emperyalizme bağımlı" olduğunu söyleyenler "komünistler", "vatan, millet düşmanları"dır. Dolayısıyla, onlar, "bağımsız" olduklarına inandıkları bir ülkenin siyasal ve askeri yöneticileri olarak "işin gereğini" yapmaktadırlar. Ülkenin "âli çıkarları" neyi gerektiriyorsa onu yaptıklarına inanmaktadırlar. Ortadoğu' nun "en güçlü", "istikrarlı" ülkesinin siyasal ve askeri yöneticileri olarak, gerektiğinde "ulusal onuru", "silahlı kuvvetlerin onurunu" bir yana bırakabileceklerdir. Bunların doğru olmadığını söyleyen her kişi ve örgüt, "vatan, millet düşmanı"dır! "'Savaştırılan' kesimlerin bilmesi gereken tek gerçek, Amerikan emperyalizminin artık Türkiye'de siyasal ve ekonomik bir istikrar arayışı içinde olmadığıdır. 'Ortadoğu'da istikrarlı bir Türkiye' Amerikan emperyalizmi için bir ayakbağı durumuna gelmiştir. TÜSİAD'ın kendini akıllı zanneden 'patronlar'ının bilmesi gereken ise, Amerikan emperyalizminin 'yeni bir jeo-politik bölgesel güce' ihtiyacının olmadığıdır."[3*] Öte yandan, hükümet olmanın, temsil ettiği sermaye gruplarının güçlenmesini sağlamaktan başka bir anlamı olmadığını düşünen AKP yönetimi, Amerikan emperyalizminin desteğini alarak, Ortadoğu pazarında yer alabileceğini sanmaktadır. Amerikan emperyalizminin her istediğini yerine getirmekle, bir yandan ordudan gelebilecek "laikçi askeri darbe"den kendilerini koruyacaklarına inanırken, diğer yandan kendi sermaye grupları için geniş ticari olanaklar sağlayacaklarını sanmaktadırlar. Bunun karşılığı olarak, her türlü ekonomik, siyasal ve askeri karar alma gücünü Amerikan emperyalizmine devretmeye hazırdırlar.
Buna karşılık, "sivil" "laikçiler ve atatürkçüler"in "umudu" askeri bürokrasi, "medyatik" ifadeyle genelkurmay ise, "ulusal ve silahlı kuvvetlerin onuru" ile Amerikan emperyalizminin "stratejik ortağı" olma arasına sıkışıp kalmıştır. Görev sürelerinin sonuna gelmiş birkaç general ile "genç subaylar"ın "ulusal hassasiyeti" ve "atatürkçü dış politika" bağımlılığı Amerikan emperyalizminin "stratejik çıkarları"na ters düşmeye başlamıştır. Yıllarca Amerikan emperyalizminin askeri yardımları ile oluşturulmuş, Amerikan askeri eğitiminden geçmiş, tümüyle Amerikan emperyalizminin denetimi altına alınmış askeri güç (ordu) karar alamaz hale gelmiştir. Wolfowitz'in söylediği gibi, "Ordu, hangi nedenle olursa olsun, o önemli ve de oynamaları gereken liderlik konumuna tam olarak sahip çıkamaz" durumdadır. Genelkurmay başkanı Hilmi Özkök'ün "ılımlı ve yatıştırıcı" açıklamaları ile genelkurmayın "üst düzey görevlileri"nin "sert ve uzlaşmaz" açıklamaları bu durumun dışavurumları olmaktadır.
Bu durum karşısında, özellikle Cumhuriyet gazetesinde toplaşmış bulunan, "genç subayların hassasiyetinin" sözcülüğünü yaptıklarını sanan "ulusalcı"lar, bir yandan "ikinci kuvayı milliye"den sözederken, diğer yandan orduya "görev başına" çağrısı yapmakta karar verememektedirler. Bu nedenle, 1970'lerin anti-emperyalist devrimci kitle mücadelesinin yeniden yükselişini bekler hale gelmişlerdir. Fikret Bila, "'Süleymaniye baskını' da Türk Ordusu ve Türk Ulusu için onur bayrağını yükseltme fırsatı vermiştir. Türk askerinin, bu olaydan da alnının akıyla, onuruyla çıkacağına kuşku yok. Yeter ki, onur duygusuyla alay etmeyi alışkanlık haline getirenler de, orduyu içerde köşeye sıkıştırmak isteyenler de gerçeği görsünler ve artık engel olmasınlar" diye yazarken, Oral Çalışlar "olayın önemi"nden söz ettikten sonra, işlerin "usuletle ve suhuletle" halledilmesi gerektiğini; Ali Sirmen ise, "Türkiye bölgesinde ciddi bir durum ile karşı karşıyadır. Türkiye haklı, kararlı, ama soğukkanlı tutumunu ve tepkisini gösterirken gereksiz gürültüler ve sonuçsuz sertleşmelere yol açmamalıdır" diye yazabilmektedir.
Böylece "ulusal onur"un çiğnendiğinden söz eden Cumhuriyet gazetesi "ulusalcılar"ı, tıpkı Deniz Baykallı CHP'nin yaptığı gibi, "tepkilerini gösterirken gereksiz gürültüler ve sonuçsuz sertleşmelere yol açmamak" için, birkaç hamasi nutuktan öte birşey yapamayacak durumdadırlar. Onların "gereksiz gürültüler"den anladıkları, halkın anti-emperyalist eylemleridir. Onlar, ne olursa olsun, halk kitlelerinin politize olmaması için her şeyin yapılmasından yanadırlar. Ama öte yandan da, apolitikleştirilmiş kitlelerin "duyarsızlığı"ndan yakınmaktan da geri durmamaktadırlar.
İşte şeriatçısından ulusalcısına, AKP yandaşlarından "ordu" yandaşlarına kadar her kesimin 11 askerin kafasına "çuval" geçirilmesi olayı karşısında gösterdikleri "tepki", böylesine iki yüzlü ve birbirini dışlayan niteliklere sahiptir.
Evet, "Süleymaniye olayı", kendisini bağımsız kabul eden bir ülkenin başına geçirilmiş "çuval"dır. Varolduğu iddia edilen "ulusal onur"a yönelik bir saldırıdır, dünyanın "en büyük ordularından biri" olduğu ileri sürülen orduya karşı yapılmış askeri bir saldırıdır. Doğal olarak da, böyle bir saldırı karşısında bağımsız bir ülkeye "yakışır ve gerekli bir tepki" gösterilmek durumundadır. Ama tüm bunlar gerçekten varsa böyle bir tepki ortaya konulabilir. Olmayan şeyleri varmış gibi kabul ederek yapılan açıklamalar ve değerlendirmeler, sadece ülkenin emperyalizme bağımlılığını gizlemeye çalışmaktan ibarettir. "Süleymaniye olayı", yani "gururumuz"[4*] denilen "Türk ordusu"nun 11 subay ve astsubayının başına "çuval" geçirilmesi olayının gösterdiği gerçeklerden biri de budur.
Bu koşullarda, "Bu müzik notası değil. Öyle her aklınıza estiğinde verilmez" diyerek diplomatik bir araç olan nota vermeyi bile düşünmeyen bir hükümetin de, "Türkiye haklı, kararlı, ama soğukkanlı tutumunu ve tepkisini gösterirken gereksiz gürültüler ve sonuçsuz sertleşmelere yol açmamalıdır" diyen muhalefetin de, tek dayanağı ve güvencesi apolitikleştirilmiş halkın sessizliğidir.
Yapılan açıklamalara, atılan gazete manşetlerine bakıldığında "ulusal onur" konusunda mangalda kül bırakmayanlar, sıra "ulusal onuru" korumaya geldiğinde işlerin "usuletle ve suhuletle" halledilmesinin şampiyonları haline gelmişlerdir.
Şüphesiz depolitizasyon koşullarında "ulusal onur"un ne olduğu da belirsizdir. Günlük dille ifade edersek, "ulusal onur", yenilip içilen bir şey değildir. İki sözcükten oluşan, soyut bir ifadeden öte bir anlama gelmemektedir. Böylesine soyut bir ifadenin peşine takılarak, ülkenin ve devletin "âlî" çıkarlarını bozmak ya da bunun için "gürültü" çıkarmak yahut anti-emperyalist sloganlar atmak ve gerektiğinde bunun uğruna ölümü göze almak, boş, anlamsız ve saçma bir tutum olmaktan öteye geçmez. "Globalizm" propagandasına tutsak olmuş küçük-burjuvalar ülkesinde "ulusal onur" dan söz etmek kadar anlamsız ikinci bir şey kolayca bulunamaz. Üstelik bunun anti-emperyalist niteliğinden söz etmek, emperyalizme karşı mücadelenin bir parçası haline getirmek, bu küçük-burjuvalar tarafından affedilmez hatalardır. Onların tüm kaygıları, Amerikan emperyalizminin durup dururken böylesine "tatsız" olaylar yaratıp, halkın politize olmasına neden olacağıdır.
Şüphesiz bu olaylar içinde, kendi inançlarının tersine dünyanın başka yöne doğru gittiğini gören ve bu nedenle olaylar karşısında eski anti-emperyalist mücadeleleri anımsayanlar ve özleyenler, içlerinden "nerde o eski anti-emperyalist mitingler" diye geçirenler de vardır. Ama en sık karşılaşılanı, Amerikan emperyalizminin, o inandıkları "globalizm" hayallerini böylesine ayaklar altına almasını içlerine sindiremeyenlerdir.
Örneğin solun "şiddet kültürünü yok etmeyi" bir görev olarak kabul eden, "bizim kuşak cinselliğini yaşayamadı" diyen Can Dündar[5*] "Süleymaniye olayı"nın ardından şöyle yazmaktadır: "Bakın 11 Türk subayı, sırtında pençe izleriyle dönüyor Kuzey Irak' tan...
'Stratejik müttefik' sandığımız ABD'nin hızla 'bir numaralı tehdit'e dönüşebileceğini anlamamızı kolaylaştıran bu gelişme, Amerikan hayranı kimi yorumcuların da -nihayet- gözünü açmışa benziyor.
Kuzey Irak'ta Türk askerlerini kafalarına çuval geçirip esir alan Amerikan timi, daha önce bir tatbikat sırasında 'yanlışlıkla' füzesini ateşleyip Muavenet muhribini vuran Amerikan zırhlısı kadar pervasız...
Türkiye bunları sineye çektikçe, iktidar tepkisiz kaldıkça 'talihsiz kaza' lar sürecek gibi görünüyor.
Hükümetin Meclis'ten ve kamuoyundan kaçırdığı bir kararla üsleri ve limanları emrine verdiği ABD bu işte...
Şunu görelim artık: Duvar yıkıldı ve 'bekçi'nin işi bitti.
Şimdi 'emekli bekçi' için yapılacak en iyi iş, eski patronunu saplandığı bataklıkta kaderiyle baş başa bırakıp kendi yolunu çizmektir."[6*] Ancak "eski patronu", yani Amerikan emperyalizmini "kaderiyle baş başa bırakıp kendi yolunu çizmek"ten söz eden Can Dündar iki gün sonra şöyle yazabilmektedir: "İnsanlığın evrensel ütopyası küreselleşme, saldırgan bir süper gücün elinde, zalim bir kırbaç haline geliyor.
Ulusal güçlerin buna tepkisi, muhafazakar bir içe kapanma refleksine dönüşüyor. Toplumsal açılım çabaları, demokratikleşme ve çokseslilik arayışları, milliyetçi bir söylemde boğuluyor.
Kırılmak istenen kabuk, bu yolla hepten sertleşiyor.
Siyasette, diplomaside, medyada, sermayede, küresel ve ulusal güçler arasında alttan alta yaman bir çekişme yaşanıyor.
Umarız bu çekişme bir sıcak çatışmaya dönüşmez."[7*] Görüleceği gibi, küçük-burjuva aydınları (kendilerine küçük-burjuva denilmesinden pek hoşlanmayan bu küçük-burjuva aydınları) emperyalizm ile anti-emperyalizm (devrim ile karşı-devrim) arasına sıkışmış durumdadırlar. Amerikan emperyalizminin artan saldırganlığına, kimi zaman etik, kimi zaman pratik (bugüne kadar sürdüregeldikleri yaşam tarzlarını yok edici olması) nedenlerle karşı çıkarken, diğer yandan Amerikan emperyalizminin bu saldırganlığının anti-emperyalist mücadeleleri geliştirmesinden korkmaktadırlar. Onlara göre, anti-emperyalist mücadele, "gereksiz gürültüler ve sonuçsuz sertleşmeler"den ibarettir; daha da kötüsü, hangi nedenle olursa olsun "gereksiz gürültüler ve sonuçsuz sertleşmeler" yaratanlar, anti-emperyalist devrimci bir mücadelenin gelişmesine zemin hazırlayacaktır. Çok iyi bildikleri şey ise, bu anti-emperyalist mücadelenin ideolojik ve politik öncüsü, yöneticisi olamayacaklarıdır.
Bu korku ve bunun yarattığı çelişki, sadece küçük-burjuva aydınlarıyla sınırlı değildir. Ordu içinde varolduğu iddia edilen "ulusalcı subaylar"dan Deniz Baykal'ın CHP'sine kadar, örgütlü ya da örgütsüz tüm "ilerici, solcu" kesimlerde aynı korku ve çelişki egemendir.
Bugün CHP'li olan herkesin ("sıradan vatandaş") çok iyi bildiği gibi, CHP'nin iktidara gelebilmesinin iki yolu bulunmaktadır. Birinci yol, "ulusalcı-sol" bir askeri darbedir. İkinci yol ise, kitlelerin politize edilmesidir. Gelişen ekonomik, politik, toplumsal olaylar karşısında CHP'nin daha "sert" bir muhalefet sergilemesi olarak günlük dilde ifade edilen bu ikinci yol, öncelikle her olay karşısında kitlesel mitingler düzenlenmesi şeklinde pratik bir faaliyeti içermektedir. Apolitikleştirilmiş bir kitlenin çok kolaylıkla popülist politikacıların ardından sürüklendiğini görmektedirler. Tayyip Erdoğan'ın yükselişi, Cem Uzan'ın aldığı %7 oy, kitlesel mitinglerin ve "sol söylemli sert muhalefet"in ne denli etkili olduğunu göstermiştir. Ancak CHP bunları yapabilecek durumda değildir. SODEP'in kuruluşundan bugüne kadar kendini sosyal-demokrat olarak tanımlayan partilerin birkaç istisna dışında tüm üst yöneticileri, varoluşlarını ve kişisel kariyerlerini kitlelerin depolitizasyonuna bağlamışlardır. Depolitizasyonun sürebilmesi için, gerektiğinde seçim kaybetmeyi, meclis dışında kalmayı bile göze almışlardır. B. Ecevit'in 1978 yılında söylediği gibi, "ikinci Kerensky" olmaktan korkmaktadırlar. Bu korkularıyla ve kişisel kariyerlerini koruma çabasıyla, kitleleri politikadan uzak tutmanın en temel aracı haline gelmişlerdir. Onlar, girişinde özel korumalar bulunan, giriş-çıkışlarda kimlik kontrolü yapılan, girip-çıkanların kayıtlarının tutulduğu site "sakinleri"nin partisi olmuşlardır. Site içindeki huzurları, site dışındaki politik gelişmelerle bozulacağı endişesi içinde olduklarından, kitlelerin politize olmasından çok korkmaktadırlar. Bu korkuları CHP'nin renksiz, kokusuz, hiçbir yere bulaşmayan apolitik tutumuyla özdeşleşmiştir. Eğer bugün ülkemizde halk kitleleri, gelişen olaylar karşısında tepki göstermiyorlar ise, bunun en büyük etkenlerinden birisi de, CHP'nin depolitizasyonun temel aracı haline getirilmiş olmasıdır.
11 askerin başına "çuval" geçirilmesi olayında açıkça görüldüğü gibi, CHP, birkaç hamasi nutuktan öte hiçbir tepki göstermemiştir. Kendileri de, kendilerinin sözcüsü olduklarını varsaydıkları Genelkurmay da, "ulusalcı solcular" da çok iyi bilmektedirler ki, kitlesel gösteriler, yapılan görüşmelerde ve pazarlıklarda önemli bir "koz"dur. Ama bu "koz"u kullandıkları andan itibaren, politize edilen kitleyi nerede durdurabileceklerini bilememektedirler. Bu nedenle, boyun eğmeyi ve "sineye çekmeyi" göze almışlardır.
Yenilmeyen, içilmeyen "ulusal onur" böylesi çıkarlar içinde, kendi soyutluğuyla başbaşa bırakılmıştır.
"Ulusal onur", kişisel onur gibi, kendisi ile özdeşleştirdiği ve başkalarının da buna saygı gösterdikleri değerler bütünü de olsa, ulusu oluşturan insanlar için soyut olmaktan çıkmamaktadır. Bir ulusun kendisi için değer taşıyan varlıklarına karşı yapılan saygısızlığın, "ulusal onur"a karşı yapılmış bir saygısızlık olarak kabul edilmesi bile, aynı soyutluğun sonuçlarından kurtulamaz. Bu soyutluğu sağlayan, "ulusal onur" kavramının kendi kendine oluşturduğu bir kavramsal soyutluk değildir. Doğrudan onda ifadesini bulan somut değerlerle olan bağının kopartılmış olmasıdır. Yıllar boyu, tüm devlet "büyükleri" ile politikacıların dillerinden düşürmedikleri "milli ve manevi değerler" adına yapılan baskılar, işkenceler, yolsuzluklar, hırsızlıklar halkın gözünde "ulusal onur" kadar "ulusal çıkar"ı da soyutlaştırmış ve anlamsızlaştırmıştır. Futbol takımlarının elde ettiği "başarılar"la "millet olarak gurur duyan asil Türk milleti", devletini ve ulusunu vareden gerçek değerler sözkonusu olduğunda "ulusal onur"un ne olduğunu anlayamaz olmuştur.
Görüntüsel ve biçimsel açıdan siyasal olarak bağımsız, ancak emperyalizme tam bağımlı bir ülkede bile, "ulusal onur", asıl olarak egemen sınıfların çıkarlarıyla özdeş olsa da, ulusun tüm bileşenleri için somut çıkarları ifade eder.
Kendi kendine "ulusal" olarak tanımlanmış değerlerin bizzat kendisi, ulusun egemen sınıflarının, ülkesel ve uluslararası güvencesi, devletin varlığının ve gücünün kullanılabilirliğinin göstergesidir. Eski dildeki karşılığı ile şeref, haysiyet, gurur, tümüyle manevi, ahlaki nitelikte de olsa, devletin ve toplumun (ulus) tüm somut ilişkilerini belirleyen ve bu ilişkilerinde yeniden biçimlenen maddi temeller üzerinde yükselir.
Ekonomik ilişkiler alanında "şerefsiz" bir kişinin ticari itibarı ne kadarsa, "ulusal onur" a sahip olmayan, "ulusal onur"unu korumayan ya da koruyamayan bir ulusun uluslararası ticaretteki itibarı da o kadardır. Kendi söylediğini yapmayan, söylediğini yaptıkları ile yalanlayan, "yüzüne tükürüldüğünde yarabbi şükür" diyen bir kişi ne denli haysiyetsiz ise, aynı duruma düşürülmüş "ulusal onur" da aynı haysiyetsizliği ulusal ölçekte ortaya çıkarır.
"Ulusal onur"u çiğnenmiş ve bunun karşısında sessiz kalmış bir ulus, her zaman ve her yerde, aşağılanmayı, küçümsenmeyi kabul etmiş demektir. Böyle bir durumda bulunan ulusun ve onun devletinin, her türlü uluslararası anlaşmada sadece kendisinin yapmak zorunda olduklarını yapmaktan ve karşısındakinin yapması gerekenleri ise onun "iyi niyetine" ve "insafına" bırakmaktan başka bir çaresi yoktur. Artık o ulus ve devlet, alacağını alamayan, borcunu istenildiğinde ödemek zorunda bırakılan, kendisine dayatılan herşeyi kabul etmekten başka çaresi olmayan bir zavallı haline gelmiştir. Dediğini yapamayan, sözüne güvenilmeyen müflis bir tüccardan başka bir şey değildir o artık.
Ama zaten "ulusal onur"dan söz edenler, kendi ulusuna verdikleri sözleri yerine getirmeyen, her türlü hırsızlığı, yolsuzluğu yaptığı halde dünyanın en "pişkin" insanları gibi yeniden halkın karşısına çıkan politikacılar, devlet yöneticileri değil midir? Halk, onların temsil ettiği hiçbir değere güvenmemeyi, inanmamayı çoktan öğrenmiştir. Öğrenemediği tek şey, "vatan borcu" diyerek gönüllü olarak askerlik yaptığı "Türk silahlı kuvvetleri"nin, bu "pişkinliğin", bu arsızlığın, bu yüzsüzlüğün koruyucusu ve kollayıcısı olduğudur. En çok "güvendikleri" devlet kurumu olan ordu, onların uluslararası gururu, ulusal varlıklarının garantisi olagelmiştir. Ama şimdi 11 subay ve astsubayın başına "çuval" geçirildiğinde "ulusal onurumuz" diye konuşan Genelkurmay başkanı, bu onursuz davranışı yapan Amerikan emperyalizminin hizmetine 10.000 kişilik askeri güç verilmesini onaylamaktadır. Amerikan emperyalizminin Irak saldırısı öncesinde "savaşanların yanında yer almak gerekir" diyen aynı Genelkurmay başkanının, "ulusal" anayasayı hiçe sayarak ülke topraklarına Amerikan askerlerinin girmesine izin vermesinin üzerinden beş ay geçmiştir. Kendi ülkesinin, kendi ulusunun Anayasa'sına (ki 12 Eylül askeri darbesiyle yapılmış bir anayasaya), ulusal meclisine (aynı ordunun yaptığı askeri darbelerle kapatılan meclise) ve ulusun "hassasiyetlerine" saygısı olmayan bir kişinin "ulusal onur"dan söz etmeye hiçbir hakkı yoktur.
Bugün Irak'ta hergün en az bir askeri öldürülen ve her öldürülen askerle birlikte kendi kamuoyu tarafından artan oranda sorgulanan Amerikan emperyalizminin koruyucusu olarak 10.000 asker Irak'a gönderilmek için hazırlanmaktadır. Bu askeri gücün tek görevi, Amerikan askerleri yerine Irak'ın işgalcisi olarak görünmek ve onların yerine öldürülmektir. İşte böylesine "soylu" ve "ulusal çıkar"a uygun bir görevi kabul eden bir Genelkurmay tüm ulusun karşısına çıkmıştır.
Ülkesinin bağımsız olduğunu, kendi ulusuyla, ulusal tarihi ile gurur duyan, kendi ulusunun ve ülkesinin en büyük düşmanı olarak devrimcileri gören ve bu nedenle onları "gördüğü yerde ezen" Türk silahlı kuvvetlerinin her düzeydeki subayları böylesi bir görev için hazırda bekletilmektedir. Başlarına "çuval" geçirenlerin yerine ölerek, onlar adına başka bir ülkenin işgalcisi ünvanını almaya hazırlananlar bilmek zorundadırlar ki, bu yolla "ulusal onur"larını değil, sadece onursuzluklarını ispatlamış olacaklardır.
Tutarlı bir anti-emperyalist çizgiye sahip olmaksızın, emperyalist ülkeler karşısında bağımsız bir dış politika izlemek bir yana, ulusal onuru bile korumak olanaksızdır. Devrimcilerden ve devrimden korkarak anti-emperyalist bir mücadeleden uzak duranlar bilmelidirler ki, kendilerinin tek kurtuluşu, yaşamlarının tek garantisi ve ulusun "bekası" sadece devrimcilerin ve devrimin ellerindedir. Onlar, yaşanılan olaylara bakarak, devrimcilerin ne dediğini bir kez dinlemelidirler. O zaman göreceklerdir ki, devrim, onların inandırıldığı gibi, ulusun sonu değil, gerçek varoluşunun başlangıcıdır. Amerikan emperyalizminin pervasızlığına karşı ulusal onuru koruyacak, ulusal boyun eğdirmeye karşı durabilecek tek güç devrimcilerdir. Subayı ve astsubayı ile, gerçekten ulusal onuru korumak isteyen her asker bu gerçeği görmek zorundadır. Çözüm, ne "milliyetçilik"te, ne "ulusalcılık"ta, ne "ulusal solculuk"da değildir. Tek çözüm, anti-emperyalist ve anti-oligarşik devrimdedir.
[1*] "Diplomatik teamüller", uluslararası ilişkilerde uzun yıllardır süregiden ve yazılı olmayan davranış ve davranış kurallarını ifade eder. Örneğin, bir ülkenin devlet başkanı bir başka ülkenin devlet başkanı ile eş kabul edilir. Bu nedenle, devletler arası ilişkilerde eş düzeydeki devlet görevlileri birbirleriyle muhatap olurlar. Bu "diplomatik teamüle" göre, ABD Savunma Bakanı'nın eşdeğeri Türkiye'nin Savunma Bakanı'dır. Dolayısıyla Donald Rumsfeld'in "başbakan" sıfatı taşıyan Tayyip Erdoğan'a "mektup" yazması, onu kendisine muhatap olarak alması anlamına geldiğinden "diplomatik teamüllere" uygun değildir. Ancak "ulusal onur"un ayaklar altına alındığı bir dönemde "diplomatik teamüller"den söz etmek yalın bir aptallıktır. [2*]Kurtuluş Cephesi, "Amerikan Emperyalizminin Sopaları ve Sopacıları" Sayı: 73, s. 26, Mayıs-Haziran 2003. [3*]Kurtuluş Cephesi, agy, Sayı: 73, s. 27, Mayıs-Haziran 2003. [4*] "Gururumuz" sadece bununla sınırlı değildir. Örneğin "12 dev adam" bir başka "ulusal gurur" konusudur. Ancak onlar da, tıpkı bu olayda olduğu gibi, varolmayan "gurur"un reklam kaynağıdırlar. "Ben sporcunun zeki, çevik, aynı zamanda ahlaklısını severim" diyen Mustafa Kemal'in ülkesinin "12 Dev Adam"ının ikisini "alkol çarpmıştır"! 14 Temmuz günlü gazetelerde "iki dev adam"ın İzmir Çeşme'deki "sport"menlikleri şöyle anlatılmaktadır: "Alkolü fazla kaçırınca restoranda kavga çıkaran Kerem Tunçeri ve Kaya Peker'in kafaları yarıldı. Polis kavgayı havaya ateş açarak ayırdı". İşte varolmayan "ulusal gurur" kaynakları böylesine "fazla kaçırmaktadırlar"! [5*] Ocak 2002 tarihinde Taner Akçam'la yaptığı röportajı "Sol Geçmişiyle Hesaplaşıyor" başlığıyla yayınlayan Can Dündar, bu röportajında özellikle iki konuyu ön plana çıkarmıştır: Soldaki şiddet "kültürü" ve "solda kadın-erkek ilişkisi". Taner Akçam'ın ağzından, soldaki şiddet "kültürü"nü yok etmek gerektiği mesajını ileten Can Dündar, "solda kadın-erkek ilişkisi" konusunda Taner Akçam'a "68'li abilerimizin, dünyada olduğu gibi Türkiye'de de bu alanda yaptıkları en önemli kültür devrimlerinden biri de cinsel özgürlüktü. Ayrıca anne baba karşısında bacak bacak üstüne atarak oturmak, onların yanında sigara içmek gibi anti-otoriter tavırlara çok önem verilirdi. Cinsel ilişki için evlilik şartı aramayacak kadar özgürlükçüydüler" dedirttikten sonra "Ama 'benim zamanım'a gelindiğinde mesela ODTÜ'de öpüşmek ayıplanır, yasaklanır olmuştu? Kampüslerde devrimci kadınlar 'bacı' diye anılırlardı." diyerek "cinsel özgürlük" mesajları veriyordu.
Bugün ise "Lolita İhtilâli" başlıklı yazısında şöyle yazabilmektedir:
"Son zamanlarda bir lise mezuniyet balosunda bulundunuz mu hiç? Gitseniz, gördüğünüz ağır makyajlı, cesur dekolteli, yüksek topuklu, cep telefonlu kızların 16-17 yaşında olduğuna inanabilir miydiniz acaba?...
Özellikle varlıklı kesimden gençler, lise çağında, özentiyle büyük ve seksi görünme derdine düşüyor. Karşı cinsi de sadece bir seks nesnesi olarak görüyor.
Anneleri mi? Onlar da kızlarının ponponlu çorapları ve lastik ayakkabılarıyla genç görünme çabasında...
Küçükler büyük, büyükler küçük görünmek için yarışıyor adeta...
Kimseyi suçlamayalım; bu tablo bizim eserimiz:
İyi bir kalça sahibi olmanın, iyi bir kafa sahibi olmaktan daha fazla prim yaptığı bir ülkeden ne bekliyordunuz ki? Kafasını çalıştıranların kafasını koparırken, kalçasını çalıştıranları baş tacı eden bir toplumda nasıl çocuklara 'Göğsünü değil, kütüphaneni büyüt' öğüdü verebiliriz ki?
Yasak çare değil...
Beyin faaliyetine itibar kazandırmaya ve öncelikler konusunda topyekün bir hesaplaşmaya ihtiyacımız var." (Milliyet, 17 Temmuz 2003)
Hayır Can Dündar! Bu tablonun bizim eserimiz olmadığı ne denli açıksa, sizin ve sizin gibilerin yirmi yıldır sola karşı yürüttüğünüz ideolojik saldırıların bir ürünü olduğu da o kadar açıktır. Bu çizdiğiniz tablo karşısında "bunda benim rolüm ne?" diye kendinizi sorgulamadığınız sürece, daha büyük ve içinde yaşayamayacağınız bir dünya ile karşı karşıya kalacağınızı bilmek zorundasınız. Hiç olmazsa bundan sonra, devrimci mücadeleyi ve onun örgütlerini "ahlakçılık"la, "yasakçılıkla" suçlarken, "benim zamanımda" diye söze başlarken, biraz düşünmeniz, biraz kendinizi sorgulamanızda yarar vardır. İş işten geçtikten sonra hayıflanmak bir işe yaramayacaktır. [6*] Can Dündar, Milliyet, 8 Temmuz 2003. [7*] Can Dündar, "Fil Avcısı", Milliyet, 10 Temmuz 2003.