KURTULUŞ CEPHESİ - Mayıs-Haziran 1999
Dezenformasyon ve
Kamuoyunun Koşullandırılması
Neo-liberalizmin ideologlarına göre, 21. yüzyıl bilgi ve iletişim çağı olacaktır. İletişim teknolojisindeki gelişmeler ve bunların bireysel tüketim malları haline getirilmesiyle birlikte ortaya çıkan bu slogan, ilk bakışta pek çok kişiye "makul" ve "mantıklı" gelmiştir. Ülkemizde T. Özal döneminde yoğun propagandası yapılan bu "bilgi ve iletişim çağı" sloganı, "çağ atlama"nın da bir ifadesi olarak sunulmuştur. 1990'lı yılların sonuna gelindiğinde, "bilgi ve iletişim çağı" sloganının, kitlelerin alıklaştırılmasıyla, bir başka deyişle, kamuoyunun koşullandırılmasıyla birlikte yayıldığı görülür olmuştur. "Medya" alanındaki büyük yatırımlar, birbiri ardına kurulan televizyon şirketleri, 21. yüzyılın gereklerini kavramış iş adamlarının akıllı girişimleri olarak lanse edilmesinin arkasında da bu yatmaktadır.
Uluslararası dilden söylenecek olursa, "bilgi ve iletişim çağı", "informasyon ve komünikasyon çağı"dır. "İnformasyon", kamuoyuna yönelik "malumat", "haber" ve "istihbarat" anlamına gelmektedir. Sözcüğün gerçek anlamıyla "bilgi" ile hiçbir ilişkisi yoktur. Bilgi kavramı, bilimsel bir niteliğe sahipken, informasyon sözcüğü, olan ya da olacak olana ilişkin haber-bilgidir. Türkçenin getirmiş olduğu bazı sınırlamalar olsa da, informasyon ile bilgi arasındaki fark, herkesçe bilinebilir bir farktır. (Türkçe yazımda da benzer bir durum vardır. Pekçok durumda 'informasyon', 'enformasyon' olarak yazıldığı gibi, doğrudan 'informasyon' olarak yazılıp, okunmaktadır da. Aynı şekilde, 'dezenformasyon', 'desinformasyon' olarak yazılmakla birlikte, olduğu gibi de kullanılmaktadır. "İnformasyon" ve "dezenformasyon"un yazılı, sözlü ve görüntüsel temellerini düşünerek, bu sözcükleri yabancı dildeki haliye kullanıyoruz.)
İşte 21. yüzyılın "informasyon" çağı olarak lanse eden emperyalist propaganda, aynı zamanda iletişim alanındaki gelişmeleri kullanarak, dünya çapında bir "informasyon ağı" oluşturmuştur. 1991 yılındaki Körfez Savaşı'nda en açık biçimde uygulamaya sokulan CNN'in "canlı" yayınları, emperyalizmin "informasyon" çağının gereklerine en uygun bir aracı kamuoyunun karşısına çıkarmıştır.
Emperyalizmin "informasyon" konusundaki bakış açısı, tümüyle "dezenformasyon" anlayışına dayanmaktadır. Yani, kamuoyunun aydınlatılması, onların haber alma özgürlüğünün en geniş ölçekte gerçekleştirilmesi ile emperyalizmin uygulaması arasında temel bir karşıtlık vardır. Emperyalizm, kamuoyunun aydınlatılmasına yönelik "informasyon" yerine, kamuoyunun koşullandırılmasına yönelik "dezenformasyon"u esas almıştır.
Emperyalizmin "dezenformasyon" politikası, olay ve olgulara ilişkin bilgilerin (informasyonların) kamuoyuna aktarılmadan önce denetlenmesi ve yeniden düzenlenmesi şeklindedir. Eğer mevcut olay ve olgulara ilişkin bilgilerle, istenilen doğrultuda bir kamuoyunun oluşturulması olanaklı değilse, bu bilgilerin yeniden kurgulanması, kamuoyunun "sağlıklı bilgi alabilmesi" açısından "gerekli" görülmektedir.
Kısacası, "dezenformasyon", emperyalist basın ve yayın organları kullanılarak, istenilen konularda belirli bir kamuoyunun oluşturulması amacıyla olayların ve olguların bilinçli olarak değiştirilmesi demektir. Bunun en temel unsurları ise, haberin kurgulanması ve abartılmasıdır.
Emperyalist aşamada tekelleşmenin artan yoğunlaşmasının iletişim alanında ortaya çıkardığı gelişmeler, bu yöndeki faaliyet için uygun bir zemin oluşturmuştur. Yani, dünya çapında yayın yapan "haber ajansları" ve televizyon şirketlerinin tekelleşmesine paralel olarak, emperyalizm, bu tekeller aracılığıyla "dezenformasyon" faaliyetlerini önemli bir engelle karşılaşmadan sürdürebilmektedir. 1980'li yıllara kadar CIA kaynaklı olduğundan hiç kimsenin şüphe duymadığı "haberler" ve "bilgiler", günümüzde "tarafsız" ve "özel" haber ajansları ve televizyon kanalları tarafından kamuoyuna yansıtılmaktadır. Yayın yapan onlarca televizyon kanalının aynı anda aynı haberi yayınlamaları, ister istemez verilen haberden şüphe duyan kişilerin bile etkileneceği bir ortam yaratmaktadır. Şu televizyon kanalı "CIA'nın güdümünde" olabilirse de, hepsinin aynı durumda olmaları, tekil bireyin bugüne kadarki yaşam pratiğinde öğrendiklerine "ters" gelmektedir. Dolayısıyla, verilen haberler, şu ya da bu oranda "kabul" görür olmaktadır.
Oysa burada anlaşılmayacak bir şey de yoktur. Gerek yazılı basının, gerekse görüntülü basının tüm "informasyon" kaynakları bir ve aynıdır. Dolayısıyla kitlelere iletilen "haber" de bir ve aynı olmaktadır.
İkinci olarak, Amerikan emperyalizminin "medya"ya yönelik olarak yıllardır sürdürdüğü çalışmalar ürünlerini vermiştir. Bu çalışmalar içinde en önemlisi, "project democracy" çerçevesinde yürütülen geri-bıraktırılmış ülke gazetecilerinin ABD'de "bilgi ve deneyim kazanmak için" eğitilmeleridir. Böylece "haberler"e benzer bir bakış açısı oluşturulmuş ve benzer tarzda sunulması sağlanmıştır.
Bu olanaklarla iş gören "dezenformasyon" faaliyetleri, 1991 Körfez Savaşı'nın "ünlü" petrole bulanmış kuş görüntüleriyle dünya kamuoyunun karşısına çıkmıştır. 1991'den günümüze kadar pekçok olayda kendisini açığa vuran "dezenformasyon", en son olarak "Kosova sorunu"nda Yugoslavya'ya karşı dünya kamuoyunun koşullandırılması için kullanılmıştır.
"Kosova sorunu"nda kullanılan "dezenformasyon", daha öncekilerin deneyimleri üzerine yükselirken, aynı zamanda onların oluşturmuş olduğu ortamda yürütülmüştür. Burada "etnik temizlik", tüm "dezenformasyon" faaliyetinde temel unsur olarak kullanılmıştır. Ağlayan kadın ve çocuk görüntüleri, yaşlıların içler acısı halleri, sınırlara yığılmış "yüzbinlerce" göçmenin görünümü, bir "insanlık trajedisi yaşandığı" fikrinin işlenmesi için kamuoyuna sunulmuştur. Bir de buna, "bağımsızlık" için mücadele eden "UÇK gerillaları"nın "kahramanlığı" ve yeterince güçleri olmadığından "başarısız" kalışlarının görüntüleri eklendiğinde, artık Amerikan emperyalizminin yönetimi altında NATO için, bu "insanlık trajedisi"ne bir son vermek amacıyla harekete geçmekten başka bir seçenek kalmamaktadır.
Tüm bunlar içinde, UÇK'nın Arnavutluk-Kosova-Makedonya bölgesinde uyuşturucu ticaretini yöneten bir "mafya" olması ve Amerikan emperyalizmi tarafından UÇK'nın 1998 yılında "uyuşturucu ticareti yapan örgütler liste"sinde yer almasının hiçbir önemi kalmamaktadır.
Buna benzer pekçok "dezenformasyon" faaliyetlerinin yıllarca devrimci örgütlere ve sosyalist bloka karşı sürdürüldüğü bir gerçektir. 1968 Prag "Baharı", emperyalizmin yıllarca sürdürdüğü "dezenformasyon" faaliyetinin en önemli basamaklarından birisidir.
Burada sayılamayacak kadar çok "dezenformasyon" sözkonusudur. Dolayısıyla, sorun bunların teker teker açığa çıkartılması değil, buna yönelik olarak kitlelerin "informe" edilmesi, bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesidir. İşte ülkemiz ve dünya devrimci mücadelesinin karşı karşıya olduğu yeni sorunlardan birisi de "dezenformasyon"un etkisizleştirilmesi olmaktadır. (Yukarda da belirttiğimiz gibi, "dezenformasyon" olayı, dünya devrimci hareketi açısından çok uzun bir tarihe sahiptir. Günümüzde "yeni" bir sorun haline gelişi, uygulamanın basın ve yayın araçlarının gelmiş olduğu boyutla birleşerek, kitlelerin koşullanmasına, ideolojik olarak etki altına alınmasına yönelmesi nedeniyledir.)
Bunun ilk adımı, devrimci örgütlerin, faaliyetlerine ilişkin olarak, düzenli ve sistemli bir biçimde doğru ve gerçek bilgiyi kitlelere iletmek olmaktadır. Aksi halde, emperyalizmin "dezenformasyon" faaliyeti uygun bir zemin bulabilmektedir.
Örneğin, devrimci mücadelede, belirli bir güç olmanın ölçütü olarak belli bir sayıya sahip olmayı esas alan bir kavrayış, yani "güç=nicelik" kavrayışı, kaçınılmaz olarak kendi gücünü gösterebilmek için "sayı"larla "oynamak" durumuna gelebilmektedir. Böyle bir kavrayış sonucu, 10.000, 50.000, 100.000 gibi rakamlar sol yayınlarda sıkça görülür olmaktadır. Özellikle kitle hareketlerinin değişken yapısı nedeyle, katılımın sürekli değişiklik göstermesi, böyle bir "sol" propaganda karşısında, "medya"nın "azalan" sayılara yönelik haberlerinin kitleleri daha kolay etkileyebilmesini sağlamaktadır.
Yine ülkemizde görüldüğü gibi, "kurşun adres sormaz" temelinde yürütülen bir propaganda, zaman içinde "bebek katili" "imajı"nın yerleştirilmesi için kullanılmıştır.
İkinci olarak, devrimci örgütlerin, "dezenformasyon" konusu yapılan olay ve olguları, bir yandan kitlelere doğru ve gerçek biçimde açıklarken, diğer yandan diğer örgütlerle bu bilgileri paylaşması gerekmektedir. Ve örgütlere yönelik "dezenformasyon" "bilgi"lerini, hiçbir sol örgüt, kendi ideolojik mücadelesinin bir aracı haline getirmemelidir.
Üçüncü olarak, devrimci örgütler, her durumda emperyalizmin "dezenformasyon" faaliyetinin ürünlerini, ajitasyon ve propaganda amacıyla, yani düzenin kendi söylemi ile teşhiri amacıyla kullanmaktan uzak durmalıdırlar.
Ve tüm bunlar kadar önemli olan diğer bir yan da, devrimci kadroların ve sempatizanların emperyalist "dezenformasyon"dan etkilenmesini önlemektir. Son "Kosova sorunu"nda görüldüğü gibi, bir kısım sol örgütler, emperyalist "dezenformasyon"a dayalı açıklamalar ve değerlendirmeler yapabilmişlerdir. Örneğin, 2 Nisan 1999 tarihinde MLKP-Merkez Komitesi imzalı bildiri şöyle başlamaktadır:
"Kosova'daki jenosid Sırp katliamı devam ediyor. Faşist Miloseviç rejimi, Kosova'yı Arnavutlardan boşaltmak için sistematik göç ve öldürme eylemini sürdürüyor. Ülkeyi terk edenlerin sayısı 600 bini geçti. Ve bütün bunlar NATO'nun emperyalist müdahelesine gerekçe yapılıyor."
Ve herkesin çok iyi bildiği gibi, Yugoslavya'ya yönelik NATO saldırısının meşrulaştırılması için oluşturulan emperyalist "dezenformasyon", asıl olarak "etnik temizlik" söylemi üzerinde yürütülmektedir. Üstelik emperyalist propaganda araçları, "jenosid" sözcüğü yerine "etnik temizlik" sözcüğünü kullanmakta özen göstermektedirler. Çünkü, "jenosid", Türkçe karşılığı ile "soykırım", emperyalizmin Yugoslavya'ya yönelik saldırılarına gerekçe yapılamayacak kadar çok daha büyük ve tarihsel niteliktedir. Dolayısıyla emperyalizm, eğer Kosova'da olanları bir "jenosid" olarak sunarsa, Yahudilere yönelik faşist soykırımı vb. kamuoyuna açıklamakta zorluk çekecektir. Ancak "etnik temizlik" söylemiyle yapılan tüm "dezenformasyon"un, tümüyle kitlelerin zihninde "jenosid"e benzer bir izlenim uyandırmayı amaçladığı da kesindir. İşte bu etki, MLKP bildirisinde kendi ifadesini bulmuş görünmektedir. (Elbette, MLKP, kendi siyasal kavrayışı içinde "jenosid"i farklı bir biçimde tanımlıyor olabilir. Bunu açımlamak kendilerinin bileceği bir şeydir.)
"dezenformasyon" konusunda öne çıkan bir başka yan ise, tüm bilgilerin "kurgu"ya (montaj) ve "kurgusal bilgi"ye dayandırılmasıdır. Bu konuda Kurtuluş Cephesi'nin Mart-Nisan 1997 tarihli 36. sayısında şunları ortaya koymuştuk:
"Yeni kuşak, içinde bulundukları ilişkilerde her türlü nesnel bilgiden uzak tutulurken, yazılı ve görüntülü basın tarafından (moda sözcükle medya) kendilerine sunulan hazır, kurgusal (montaj) bilgilerle yetinmek zorunda bırakıldılar. Devrim, devrimcilik, devrimci mücadele, örgütsel faaliyet, örgüt vb. hakkındaki tüm bilgileri bu kurgusal bilgilerle sınırlıydı. (Bu kurgusal bilgiler, 12 Eylül romanlarından televizyon programlarına kadar her alanda sürekli ve sistemli olarak verilmiştir. Kişisel hiçbir yeteneğe ve niteliğe sahip olmayan, sadece keskin gözüken, sloganlarla konuşan 'zavallı' bir devrimci tipi bu kurgusal bilginin en temel konusu olmuştur...
Düzenin yazılı ve görüntülü basınının kurgusal bilgi sunuşunun nesnel bilgiyi nasıl çarpıttığına ilişkin en tipik görünümü örgüt adlarının yazılışında ortaya çıkmıştır. Hemen hemen tüm yayınlarda ve hatta aynı yayının kendi içersinde devrimci örgütlerin adları bilinçli bir biçimde değişik ve farklı olarak sunulmuştur. Bu sunuş öylesine yaygınlığa sahiptir ki, kimi devrimci yayınlarda ya da kitaplarda bu çarpıklığın içselleştirildiği görülmektedir. Örneğin İletişim yayınları tarafından yayınlanan Nikaragua'daki FSLN'nin kurucularından Tomas Borge'nin anılarını içeren 'Dizginsiz Bir Sabırla' adlı kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında FSLN (Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi), Sandinist Halk Kurtuluş Cephesi olarak yazılabilmiştir. Benzer çarpıtmaların Türkiye'deki devrimci örgütlere yönelik olarak yıllardır yapıldığı düşünülecek olursa, kurgusal bilgi sunuşun amaçları kolayca görülebilecektir.)"
Bilginin tekil ve parçasal olduğu kavrayışıyla sekillenmiş yeni devrimci kuşak, bu durumun (ki ideolojik bağlamda eklektizmdir) kendi kavrayışlarıyla olan uyumunu görerek, sorgulamadan benimsemek durumunda kalmaktadır. Bu öylesine doğal görülmektedir ki, parçasal, tekil konuların mevcut düzenle, sınıflarla bağlantısız olarak ele alınabileceği ya da alındığı görüntüsüyle desteklenmiştir. Kadın sorunu, çevrecilik, gibi tekil ve parçasal konuların sistemle, sınıflarla ilişkisiz olarak ele alınması, bu kavrayışları pekiştirmiştir. Her sorunun kendi bütünselliğinden koparılarak ve bağlı olduğu bütünden soyutlanarak ele alınıp çözülebileceği düşüncesi egemen düşünce olmuştur.
İşte böyle bir ortamda, emperyalizmin "dezenformasyon" faaliyetleri, solda da etkili olmaktadır. Bunlar son dönemde öylesine yoğun bir hal almıştır ki, hemen hemen tüm sol yayın, "medya"ya yönelik yazılar yayınlamak durumunda kalmıştır. Ancak, solda ortaya çıkan bu "duyarlılık", sorunun boyutlarıyla karşılaştırıldığında "konjonktürel" görünmektedir. Soldaki pek çok yayında görülen "başıbozukluk" ya da "bilisizlik", emperyalizmin "dezenformasyon" faaliyetlerinin yarattığı ideolojik çarpıtmaları destekler nitelikte olmaktadır. Doğru ve gerçek bilgi, kimi durumlarda soldaki ideolojik ayrışmanın bir aracı olarak, kimi durumda politik "taktikler" nedeniyle ve çoğu durumda da ideolojik-politik niteliğin düşüklüğü nedeniyle "dezenformasyon"a uygun bir biçimde değişebilmektedir. Yukarda verdiğimiz FSLN örneğine benzer yüzlerce örneği sol yayınlarda bulmak olanaklı olmaktadır. Örneğin, kendilerini "birleşik" devrimci güçler platformu olarak tanımlayan kesimlerin, 1. sayısında (Eylül 1998) "periyodik" olarak yayınlayacaklarını duyurdukları ve 2. sayısında (Mayıs 1999) bunun bir "yanlış anlaşılma" olduğunu söyledikleri bülteni Eylem'de şöyle yazılabilmektedir:
"KIZILDERE BİRLİK RUHUNUN İLK ADIMIDIR!
Kızıldere direnişinin gerçek anlamı bu eylemin gerekçesinde yatar. THKO önderleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idama mahkum edilmişlerdir. Faşist cunta ve Demirel gibi gericiler idam cezalarını bir an önce infaz etmek istiyorlardı. Buna karşı tüm devrimciler de THKO önderlerinin idamını engellemek için çaba gösteriyorlardı. Faşizm koşullarında imza kampanyası gibi çalışmalar yapılabiliyordu.
Bu durumda THKP-C ve THKO önderleri bir araya gelerek güçlerini birleştirdiler ve etkili bir eylem üzerine tartışmalar yaptılar. Önce Demirel ya da generallerden, bakanlardan birini kaçırıp rehin almayı planladılar. O günkü koşullarda Ankara'da bu tür bir eylem mümkün olmadı. Bunun üzerine Karadeniz'e ulaşıldı. Sinop'taki NATO üssünde çalışan İngiliz askerler kaçırılarak rehin alındı.
Operasyonlarını sıklaştıran askeri birlikler Kızıldere'de devrimci önderleri kuşatarak teslimiyete çağırdı. ON'lar sonuna kadar direniş örneği göstererek savaştılar." [*] İtalikler bize ait-K.C)
Burada görülen tüm ideolojik, politik ve tarihsel yanlışlıkların, ülkemiz solundaki genel durumu sergilemekle birlikte, aynı zamanda, emperyalizmin "dezenformasyon"u açısından ne denli uygun bir ortam oluşturduğu da açıkça görülmektedir.
Bu ülkede yaşayan herkesin ve yaşı gereği o günleri yaşamamış olanların da bildiği bir gerçek vardır. Kızıldere, 30 Mart 1972'de gerçekleşmiştir ve ülkemizde 12 Mart muhtırası sonrasında oluşturulmuş olan bir siyasal yönetim mevcuttur. Bu yönetimi, politik olarak "askeri diktatörlük" ya da "faşist askeri diktatörlük" olarak tanımlamakla, "faşist cunta" olarak tanımlamak çok farklı gerçekleri ifade eder.
Aynı şekilde, THKP-C ile THKO'nun, Maltepe Askeri Cezaevi'nden firar edilmesiyle başlayan ve Kızıldere'ye kadar uzanan sürecini, "faşizm koşullarında imza kampanyası gibi çalışmalar yapılabiliyordu. Bu nedenle daha etkili bir eylem yapmak için bir araya geldiler" diyerek ifade etmek; bununla yetinmeyerek, karşılıklı görüşmeleri "tartışmalar yapmak" olarak sunmak bir başka tarih yazımına ilişkin hususlar olabilir. Hele ki, eylemin gerçekleştiği yer olan Ünye'yi "Sinop" olarak "anımsamak" ve de üstüne üstlük Kızıldere' de "askeri birlikler"in, ON'ları, "teslimiyete" çağırtılması, tarihin yeni bir kurgusundan başka bir anlama gelemez.
Buna benzer örneklerin sayısı artırılabilir. Kimi durumlarda silahlı devrimci örgütlerin ya da silahlı mücadele yürüten örgütlerin gerçekleştirdiği eylemlerin açıklamalarında da ortaya çıkan bu tür ifadeler, kaçınılmaz olarak (dolaylı da olsa) emperyalizmin "dezenformasyon"unun etkili olmasına katkıda bulunabilmektedir.
Tüm bunların gösterdiği gerçek, devrimci örgütlerin, emperyalizmin iletişim alanındaki gelişmelerle propaganda araçlarını korkunç seviyeye ulaştırması ve artan oranda "dezenformasyon"a yönelmesi karşısında daha duyarlı ve daha dikkatli faaliyet yürütmeleri gerektiğidir. Kolombiya örneği bu konuda yeterince açıktır.
Dipnot
[*] BDGP Bülteni Eylem, Mayıs 1999, Sayı: 2, s: 8-9