Paranın Dini





      1980 yılının 24 Ocak günü ilan edilen yeni ekonomik kararlar sonrasında gerçekleşen 12 Eylül askeri darbesiyle, zenginlerin daha da zenginleştiği yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemde, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin önde gelen isimlerinden Sabancılar'ın, Koç'ların kârlarını birkaç misline çıkardıkları, artık bir sır değildir. Bu durum, günlük gazetelerde sık sık yer almaktadır. Ancak aynı yerlerde pek adından bahsedilmeyen, kimi zaman sadece piyasadaki ürünlerinin adıyla tanınan pek çok şirket sahibi de kârlarını birkaç misline çıkarmışlardır.
      24 Ocak Kararlarıyla, ülkemizde sömürüyü yoğunlaştıran ve sömürücü sınıflar arasında belli bir düzenlemeye giden emperyalizm, bu girişimleri sırasında, kimi orta sermaye sahiplerini iflaslarla karşı karşıya bırakmıştır. Özellikle büyük tekelci şirketlerin faaliyette bulunduğu alanlarda küçük ve orta ölçekli işletmelerin iflasları, istenilen bir durum olarak 24 Ocak Kararları'nda öngörülmüştür. Ancak, emperyalist tekellerin ve onların yerli işbirlikçilerinin faaliyette bulunmadığı ya da sınırlı oranda faaliyet gösterdikleri alanlarda farklı gelişmeler olmuştur.
      Bankaları denetimlerinde tutan işbirlikçi-tekelci burjuvazi, bu yolla, kimi sermeye sahiplerini kendi disiplini altında tutarken, kimilerini tasfiye edebilmektedir. Ama 1980 dünya kapitalist ekonomisinin buhranı koşullarında, kimi burjuvaların kendi finansmanlarını kendilerinin bulmaları teşvik edilmiş, yer yer bu girişimler karşısında "sessiz" kalmayı yeğlemişler ve hatta zaman zaman bunları el altından desteklemişlerdir.
      Ülkemizde emperyalizme bağımlı, çarpık bir kapitalizmin egemen olması karşısında sürekli olarak gerileyen ve giderek mülksüzleşen küçük ve orta-sermaye sahiplerinin bir kısmı, tekelci burjuvazinin sıradan bir acentası, dağıtıcısı ya da bayisi haline gelirken; diğer bir kısmı, faaliyette bulundukları alanların tekelci burjuvazinin faaliyet alanı olmamasından yararlanarak, kendilerini bu alanda tekelleştirmeye çalışmışlardır. Bunların işbirlikçi-tekelci burjuvaziyle olan çelişkileri, son tahlilde, tekelleşememelerinden kaynaklanmaktadır ve dolayısıyla siyasal iktidar üzerindeki etkinliklerinin azalmasıyla keskinleşmektedir.
      1980 öncesinin tekelleşememiş sermaye çevreleri, emperyalizme bağımlı olarak gelişen tekelci burjuvazi karşısında, güçlerini korumak için, politik alanda etkinlik kurmaya çalışıyorlardı. Özellikle Milli Selamet Partisi (MSP) çevresinde yürütülen siyasal faaliyetler, koalisyon hükümetlerinde yer alarak, bu kesimlerin belli oranda devlet olanaklarından yararlanmalarını sağlamıştır. MSP'nin, MC hükümetlerinde yer alması ve bu hükümetlerde, özellikle "Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı"nı elinde bulundurması, bu kesimlerin çıkarlarının bir ifadesidir. Erbakan'ın sürekli olarak sözünü ettiği "milli sanayi" demagojisinin arkasında yatan temel çıkar, bu tekelleşememiş sermayenin çıkarıdır.
      Milli Selamet Partisi, 12 Mart 1971 dönemi sonrasında tekelci burjuvazinin siyasal alandaki egemenliğine bir tepki olarak kurulmuştur. Anti-tekelci ve anti-faizci tutumu, aslında, tekellere ve faize karşı olduğundan değil, temsil ettiği orta-sermaye kesimlerinin işbirlikçi-tekelci burjuvaziye mali yönden bağımlı olmasından dolayıdır. Parasal kaynakları elinde tutan tekelci burjuvazinin, istediği kesimleri yüksek faizlerle iflas ettirebilme gücüne sahip olması, aynı zamanda, MSP'nin ağzından anti-faizci bir slogan ortaya atılmasını getirmektedir. Bu orta-sermaye kesimleri, güçlenebilmek için düşük faizli kredilere gereksinme duymaktadır. Politik bir silah olarak "din" ile birlikte, köylülüğün gelişen emperyalist-kapitalist üretim ilişkileri karşısında yoksullaşmalarının getirdiği tepkileri, tekelleşememiş burjuvazinin çıkarlarının gerçekleştirilmesi için kitlesel bir güç olarak kullanmaktadır.
      Bu durum sadece ülkemize özgü değildir. Tüm geri-bıraktırılmış ülkelerde, yukardan aşağıya gelişen kapitalizm, hemen hemen benzer durumlar ortaya çıkarmaktadır. Emperyalizmin ülkelere ilk girdigi sırada, egemen sınıf olan toprak ağaları ve tefeci tüccar kesimleri, zaman içinde işbirlikçi-burjuvazinin gelişmesine ve güçlenmesine paralel olarak zayıflamakta ve siyasal iktidarı yitirmektedir. Kapitalizmin gelişmesi, bir yandan bu kesimleri ekonomik ve siyasal olarak zayıflatırken, diğer yandan köylüleri hızla yoksullaştırmaktadır. İlk dönemde, yukardan aşağıya gelişen kapıtalizmin yeni tüketim malları karşısında eski egemen sınıflardan kopan köylülük, tekelci burjuvazinin etkinliğine girmektedir. Ülkemizde 1950-60 döneminde DP'nin yükselişinin arkasında bu durum yatmaktadır.
      Ancak gelişen çarpık kapitalizm, kentlerde ve kırlarda, küçük-burjuvaziyi mülksüzleştirirken, diğer yandan orta ve küçük tüccar kesimlerini de iflaslarla tasfiye etmektedir. Bunun sonucunda, kitlelerin, emperyalizme ve işbirlikçi burjuvaziye karşı tepkileri yoğunlaşmaktadır. Bu partiler, düzen içi partiler yoluyla işbirlikçi-burjuvaziye yedeklendikleri sürece, tepkiler pasifize edilebilmektedir. Ülkemizde küçük-burjuvazinin siyasal alanda kendisini "sosyal-demokrat" bir parti ile ifade edebildiği koşullarda, bu tepkiler yön değiştirebilmektedir.
      Yıllar içinde, emperyalizme bağımlı olarak kapitalizmin gelişmesiyle sürekli olarak mülksüzleşen kesimlere, orta ve küçük-sermaye kesimlerinin de eklenmesiyle, işbirlikçi-burjuvaziye karşı olan tepkiler yoğunlaşmaktadır. İşte bu son kesimler, "din" aracını kullanarak sürekli eski konumlarını yitiren kitleleri kendi çıkarları etrafında siyasallaştırmak peşindedirler. "Eski" günlerin çağrıştırıcısı olan "din", böylece siyasal bir güç sağlamanın bir aracı olmaktadır. Özellikle sürekli olarak yoksullaşan köylüler, burada hedef kitle durumundadır.
      12 Eylül askeri yönetimi koşullarında, tekelci burjuvazinin yeni tasfiyelere yönelmesi ve giderek oligarşi içinde tekliğe doğru bir politika izlemesi karşısında, bir dönem için politik ilişkileri kullanarak kendisini koruyabilen tekelleşememiş burjuva kesimlerin tepkileri yeniden yoğunlaşmıştır.
      Ancak, ülkemizde sürdürülen devrimci mücadele karşısında, işbirlikçi-tekelci burjuvaziyle birlikte aynı "kaderi" paylaşmak durumunda olan bu kesimler, belli oranda oligarşiyle uzlaşmaya varmışlardır. (Bu uzlaşmanın ilk ürünü, Korkut Özal'ın cezaevinden çıkartılması olmuştur.) "Komünizme karşı din" sloganıyla kendisini devlet politikası olarak dışa vuran bu uzlaşma, 12 Eylül sonrasında her düzeyde dinsel faaliyetin, özellikle tarikat faaliyetlerinin artmasının temel nedeni olmuştur. Bu uzlaşma, aynı zamanda, bu kesimlerin yeni finans kaynakları bulmak için gerekli yasaların, askeri cunta tarafından çıkartılmasını da getirmiştir.
      İşte bu yasaların en önemlisi, Suudi Arabistan sermayesinin, ülkede kendine özgü bir bankacılık sistemi kurmasını sağlayan yasalar olmuştur. Kendini "faizsiz banka" olarak tanıtan Finans Faysal bunun ilk somut örneği olmuştur.
      Özellikle Nakşibent tarikatı mensubu olan sermaye çevrelerinin 1980 sonrasındaki gelişmeleri, bu bakımdan özel bir yere sahiptir. K. Özal'ın şahsında güncelleşen ilişkiler, oldukça geniş bir ağ oluşturmaktadır. Bu konuda tekelleşememiş sermaye çevreleri için ve rilebilecek en tipik örnek ÜLKER ŞİRKETLER GRUBU'dur.
      Kırım göçmeni olan baba Ülker, gerçek adıyla İslam Berksan, küçük çapta başladığı işlerini giderek geliştirmiş, ancak hiçbir zaman orta boy işletme olmaktan öteye geçememiştir. "Hacıbey" olarak iş piyasasında tanınan baba İslam'ın ölümünden sonra soyadlarını mahkeme kararıyla değiştiren oğulları Asım ve Sabri Ülker'ler, kurdukları değişik ilişkilerle şirketlerini geliştirmişlerdir. Ülker Gıda Sanayi'nin başında bulunan Sabri Ülker, bisküvi alanındaki faaliyetlerini, 24 Ocak Kararları'ndan sonra ihracata yönelterek elde ettiği teşviklerle geliştirmiş; özellikle Libya ve Kuveyt'e yönelen dış satışlar ve alınan vergi iadeleriyle bir dizi yeni şirket kurmuştur. Sabri Ülker'in yönetiminde, Birlik Pazarlama, Ülker Beynelmilel Nakliyat, Formamak Ambalaj Maddeleri, Topkapı Makine, Polinas Plastik Sanayi, Bomsaş Mukavva ve İstanbul Dış Ticaret Şirketleriyle bir topluluk, yani bir holding haline gelmiştir.
      Görüldüğü gibi, Ülker'lerin faaliyetlerini genişlettikleri alanlar, Tümüyle ana şirket olan Ülker Gıda Sanayi'yle ilgilidir. Oluşturulan pazarlama şirketi ile ülke içinde kendi dağıtımını yapabilmektedir. Bu yolla, çeşitli aracı kuruluşları, ya ortadan kaldırmakta, ya da kendine bağlamaktadır. Dış ticaret şirketi aracılığıyla, tekelci-ticaret burjuvazisine olan bağımlılığını azaltmaya çalışılırken, nakliyat şirketi aracılığıyla iç ticarat burjuvazisi karşısında da aynı konumu elde etmektedir. Topkapı Makine şirketiyle, bisküvi fabrikalarının gereksindiği makineleri ithal etmekte ve kısmen de kendisi üretmektedir. (Bu gibi durumlarda, çeşitli devlet teşviklerinden yararlanmaktadırlar ve öte yandan imalat sanayinde tekel oluşturan işbirlikçi-burjuvazi karşısında görece avantaj sağlamaktadırlar.) Bisküvi ve diğer ürünlerin paketlenmesinde kullanılan plastik torbalar, Polisan Plastik Sanayi aracılığıyla sağlamak amaçlanırken, ürünlerin büyük ambalajlamasında kullanılan mukavva kutular, Bomsaş Mukavva şirketiyle sağlanmaktadır.
      Tüm bu faaliyetleriyle Ülker'ler, toplam 5.000 işçi çalıştıran bir gıda tekeli olmaya yönelmiştir.
      Buna benzer tarzda, asıl olarak, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin 1971 yılından itibaren sistemli olarak uyguladığı, kendi dağıtım şebekesini kurması ve kendi aramallarını kendisinin ithal etmesi şeklinde Anadolu tüccarlarına karşı hareketi söz konusu olmuştur. Demirel'in şahsında DYP ile bağlantı içinde bulunmalarının, ama öte yandan RP'ye (eski MSP'ye) karşı olmalarının nedeni de bu gelişmelerdir.
      Ülker'lerin, Özellikle Sabri Ülker'in böyle bir gelişmeyi sağlayabilmesi için gerekli finansmanı (parayı) nereden buldukları sorusu ise, tümüyle "din" ile "sermaye" ve "politika" ilişkisinin nasıl bir bileşime sahip olduğunu gösterecek niteliğe sahiptir.
      Nakşibent tarikatı üyesi olan Sabri Ülker'in en önemli parasal kaynağı ve destekçisi Suudi Arabistan kraliyet ailesi olan Faysallar'dır. Bunun ülkemizdeki temsilcisi Finans Faysal'dır.
      Sabri Ülker, Finans Faysal'ın yöneticisi ve "hissedarı"dır. Bu ilişkileriyle ucuza kredi bulabilmektedir.
      Suudi Arabistan kraliyet ailesi ise, doğrudan Amerikan emperyalizminin denetimi altındadır ve iktidarlarının güvencesi, koruyucusu Amerika'dır. Ünlü petrol şirketi ARAMCO, bir ABD-Faysal ortaklığıdır. İşte, "müslüman sanayiciler"in parasal kaynakları böylesine açık bir biçimde ABD emperyalizmine bağlıdır.
      Bu ilişki, aynı zamanda, ünlü RABITA ilişkisinin arkasında kimlerin bulunduğunu göstermektedir. Amerikalılar'ın İran'daki şeriat devletini göstererek, ülkemizde "islamcı çevrelere" daha geniş siyasal olanak tanınmasını istemelerinin nedeni de budur. Laiklikte fazla "katı" olunmamasını öneren Amerikan emperyalizmi, asıl olarak Suudi Arabistan aracılığıyla Orta-Doğu'daki "dini" hareketi denetlemeyi planlamaktadır. Bu nedenle kendisinin en gözde müttefiki olan işbirlikçi-tekelci burjuvazi yanında, Ülker'ler gibi burjuvalar aracılığıyla "sünni" islamcıları yönlendirmektedir.
      Öte yandan, Bu "müslüman kapitalistler" ile tekelci-burjuvazi arasındaki "çelişki" ile "uyum" arasındaki ilişkide, emekçi kitlelerin mücadelesi belirleyici konumdadır. İşçi sınıfı hareketine karşıtlığını en aktif bir biçimde sergileyen Ülker'lerden Sabri Ülker, Aydınlar Ocağı, İlim Yayma Cemiyeti, Milli kültür Vakfı gibi karşı-devrimci kuruluşların üyesi olup, bunların çalışmalarına aktif olarak katılmakta ve parasal olarak desteklemektedir. Bu tür karşı-devrimci kuruluşların katılımcısı ve finansörü olan bu kişilerin işçi sınıfına karşı tutumlarını daha fazla anlatmaya gerek yoktur. Son Ülker grevi bu konuda yeterince açıktır. Tüm bunlar, "paranın dini" olduğunu gösterdiği gibi, bu kesimlerin, ne kadar "milli" olduklarını ve ne kadar "demokrat" olabileceklerini de göstermektedir.
      Para ile dinin ilişkisi, sadece bunlarla sınırlı değildir. Suudi sermayesi ile kendilerine belli bir uluslararası destek sağlayan bu yeni "müslüman" burjuvalar, aynı zamanda, ülkemizdeki şeriatçı akımların gelişmesinin önemli kaynaklarından birisidir. Özellikle işsizliğin yaygın olduğu günümüzde, tarikatlara "mürit" sağlamada kullanılan paralar bu kesimlerden gelmektedir. Kimi zaman doğrudan parasal desteğin yanında, iş vererek, işsiz kitlenin bir kısmını tarikatlara yöneltebilmektedirler. Öte yandan, fabrikalarının ya da işlerinin gerektirdiği eğitilmiş personel sorununu da, üniversitelerden tarikatlara yeni "mümin"ler bularak çözmeye çalışmaktadırlar. Ülkemizde son yıllarda üniversitelerde türbanlı öğrencilerin sayısındaki artışın ekonomik temeli burada yatmaktadır.
      Başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm halk kitlelerinin, bu "müslüman" kapitalistlerin kendilerini gizlemeleri karşısında duyarlı olmaları gerekmektedir. Bilinçli proletaryanın bir görevi de, bu yeni burjuvaların dini duyguları nasıl istismar ettiklerini, "faizsiz gelir" adı altında, halkın elindeki paraları nasıl kendilerine sermaye yaptıklarını, kitlelere anlatmaktır. Öte yandan, küçük-burjuva entellektüellerinin, bu kesimleri anti-emperyalist ve anti-oligarşik bir tabakaymışçasına sunmaları karşısında da duyarlı olunmalıdır. Bu tekelleşememiş burjuvaların yeni finans kaynaklarıyla tekelleşmeye yönelmesini görmeyenler, bu kesimlerle "taktik ittifak" kurma hayalleri içinde olanlar, gelecekte laiklik ortadan kalktığında fazla şaşırmamalıdırlar.


Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi
Halkın Devrimci Öncüleri
Merkez Bülteni
CEPHE

1991

Sayfa başına gidiş