Necip Fazıl'ın
"Büyük Doğu"sundan
ABD'nin
"Büyük Ortadoğu"suna
[Tayyip Erdoğan ve Mehteran Takımının Amerika Seferi]
Tayyip Erdoğan'ın 8,5 milyar dolarlık Bağdat seferi başarısızlığa uğradıktan sonra çıktığı ABD seyyahati, Pentagon'un resmi ajanı, Wolfowitz'in kişisel uşağı ve AKP'nin yağdanlıkçısı Cengiz Çandar'ın[1*] deyişiyle, "on ikiden olmasa da, on ikiye yakın bir yerlerden vurarak", "büyük başarıyla" tamamlanmıştır.
Tayyip Erdoğan'ın W. Bush'un karşısında "bacak bacak üstüne" atışı, W. Bush'un ceketinin önü ilikliyken ceketinin önünü açması, beyazlar içindeki türbanlı karısının W. Bush'un karısına Mevlana şiirleri hediye etmesi, W. Bush'un "alışılmadık biçimde" ve kendi evinde "davetsiz misafir" olma pahasına "bayanları" "ziyaret" etmesi, Amerika seferinin "medya-magazin" servislerinin en güzide konuları olarak işlenirken yeni bir diplomasi türü icat edildi. AKP'nin finansatörlerinden Albayraklar'ın Yeni Şafak gazetesinin ilan ettiği bu yeni diplomasi, "vücut dili diplomasisi" olarak tarihe geçti.[2*] Bu magazin haberleri içinde Tayyip Erdoğan'ın İstanbul'da gerçekleştirilen intihar eylemleri sonrasında büyük uğraşılarla bulduğu ve "medya" tarafından alkışlanan "dinci terör" tanımının W. Bush tarafından, "Hayır, dinci terör olmaz. Dindar insanlar terörist hareketlere girişmezler" diyerek tekzip edilmesi de fazlaca önemsenmedi.
Tayyip Erdoğan'ın, W. Bush'un son "ulusa sesleniş" konuşmasında kullandığı "Büyük Ortadoğu"nun coğrafi bir sınırlamadan çıkartılarak, Kafkaslar ve Orta Asya ülkelerini de içine alan daha geniş çerçeveye oturtulması gerektiğini söylemesi de üzerinde fazlaca durulmayan bir "laf" olarak kaldı.
Oysa Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül'ün "üstadı" Necip Fazıl Kısakürek'in "Büyük Doğu"sunu bilenler, Amerikan emperyalizminin "Büyük Ortadoğu" planları karşısında AKP mehteran takımının nasıl heyecanlandığını kolayca anlayacaklardır.
Amerikan emperyalizminin "Büyük Ortadoğu" planı, en açık biçimde, W. Bush'un "ulusal güvenlik danışmanı" Condoleeza Rice tarafından 2003 yılının Ağustos başında Washington Post gazetesine yazdığı bir makalede yer almıştır.
Condoleeza Rice "Ortadoğu'yu Değiştirmek" başlıklı yazısında, 22 devletten oluşan ve 300 milyon nüfusa sahip olan bölgede "değişimin" gerçekleştirilmesinde Irak işgalinin kilit öneme sahip olduğunu belirterek şöyle demektedir: "Irak'ın özgürleştirilmesi, bölgeye İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa'da yaşananlarla kıyaslanabilecek bir değişim yaşatacak. Büyük çatışmaların bitiminden yaklaşık 100 gün sonra İsrail ile Filistin arasında barış adımı atıldığını görebiliyoruz. Değişmiş Irak, nefret duygularının filizlenemeyeceği bir Ortadoğu için anahtar ülke olabilir." Yazısında, bölgede daha uzun kalacaklarını belirten Rice, "Fas'tan Basra körfezine kadar olan tüm Ortadoğu ülkelerinde siyasi ve ekonomik değişimler yaşanacağını, Saddam Hüseyin rejiminin son bulmasının, bölgedeki değişimi kuvvetlendirdiğini, Arap aydınlarının, Arap hükümetlerinden eksik olan özgürlük anlayışını tanımlamalarını istediklerini, yeni bir Arap manifestosundan bahseden bölgesel liderlerin, Arap ülkelerinde iç reformlara, daha fazla siyasal paylaşıma ve ekonomik açıklığa destek verdiklerini" yazıyordu.
İşte bu şekilde ifade edilen Amerikan emperyalizminin "enerji ve su kaynaklarının güvenliğini garanti altına almak" olarak özetlenebilecek stratejisinin yeni adı "Büyük Ortadoğu" olmaktadır.
Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı, Necip Fazıl'dan aldıkları "Büyük Doğu" hayaline, Amerikan emperyalizminin "Büyük Ortadoğu" planlarıyla daha fazla yaklaştıklarını düşünerek bu planın asli öğesi olmaya soyunmuşlardır.
Onların sanısına göre, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu'yu yeniden şekillendirebilmesi için, "laiklik ile islamiyeti en iyi biçimde kaynaştırmış Türkiye" bir model ülke olarak alınacaksa, "ılımlı islam yönetimi" daha iyi bir model olabilecektir. Onlara göre, kendilerinin temsil ettiği "ılımlı islam", "Büyük Ortadoğu"nun ideolojik temeli işlevini görmelidir. Ancak onlar "Büyük Ortadoğu"nun "coğrafi sınırlamadan çıkartılarak, Kafkaslar ve Orta-Asya ülkelerini de içine alarak geniş bir çerçeveye", yani Necip Fazıl "üstadları"nın "Büyük Doğu" çerçevesine oturtulmasının daha doğru olacağını düşünmektedirler.
Böylece Türkiye'de iktidarı ele geçirecek olan "Büyük Doğu"cuların İBDA kıtalarıyla "doğu"nun fethi teorisinden, Amerikan emperyalizminin kıtalarıyla "büyük doğu"nun kendi önlerine serilmesi beklentisine geçmişlerdir. Bunun için tek yapmaları gereken "ılımlı islamcı" portresi çizmekten ibarettir. Bu amaçla, yıllardır Türkiye'de tedrisatını yaptıkları takiyyeyi uluslararası planda sürdürmek yeterli olacaktır. Amerikan emperyalizminin her dediğini yerine getirerek ona şirin gözükmek, dalkavukluk yapmak, amaca ulaşmanın basit araçlarıdır.[3*] Amerikan emperyalizminin, başta Irak olmak üzere, tüm Arap ülkelerindeki anti-amerikancı hareketleri ve direnişleri pasifize edebilmek için kullandığı şiddet ve terör yanında, ideolojik bir araç olarak gördüğü "ılımlı islam" söylemi karşısında, AKP şeriatçılarının "ılımlı islam" görüntüsüyle Amerikan emperyalizmini kendi amaçlarının aracı haline getirme çabası, Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının tek hedefi durumuna gelmiştir.
Yıllardır "Ortadoğu'nun en büyük ve en güçlü ülkesi" ninnileriyle büyümüş, "Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar müslüman" şeriatçı kuşakların son temsilcileri, şeriat amaçlarının Amerikan emperyalizminin stratejik amaçlarıyla böylesine çakıştığını gördüklerinde sevinçten ne yapacaklarını şaşırmışlardır.
Amerikan emperyalizminin "müslüman bir halkın laik, demokratik sistemi başarıyla uygulayabileceği" savıyla desteklenen "Türkiye modeli"nin AKP şeriatçıları tarafından "revize" ("ılımlı islam modeli" olarak) edilirken, aradaki özsel farkı görecek halde bile değillerdir.
AKP'nin "ılımlı islam" profili çizen takiyye uzmanı şeriatçılarına göre, Amerikan emperyalizminin "Büyük Ortadoğu" planının üç ayağı bulunmaktadır: Demokrasi (Filipin tipi demokrasi), serbest piyasa ("özelleştirme") ve "terörle mücadele", yani "radikal islamcıların" örgütlenmesinin önlenmesi. (Bkz. Yeni Şafak, 1 Şubat 2004.)
Amerika'nın "kendileri gibi düşündüğünü" söyleyen, ama kendilerinin "Amerika'nın istediği gibi düşündükleri"ni göremeyen, önlerine açılacak olan "Büyük Doğu" pazarlarından elde edilecek kârlarla gözleri kamaşan ve tüm yapmaları gerekenin biraz takiyye, biraz "muhafazakar demokrat" profili çizmekten ibaret olduğunu sanan bu şeriatçı takımı, Amerikan emperyalizminin Ortadoğu'daki saldırganlığının ve hegemonyasının yeni işbirlikçileri haline gelmişlerdir. Bu işbirlikçiliğin ilk adımlarını Yeni Şafak gazetesi şöyle yazmaktadır: "ABD'nin bu çerçevede Türkiye' den imam, vaaz, müftü gibi yetişmiş din görevlililerini başta Arabistan Yarımadası olmak üzere, Ortadoğu'ya göndermesini istediği ortaya çıktı. Türk din görevlilerinin büyük kısmının ilahiyat fakültelerinden yetiştiğine dikkat çekilirken, ülkeler arasında yapılacak anlaşmalarla ABD, Türk ilahiyatçıların, Pakistan, Afganistan, Arap Yarımadası ve Ortadoğu'ya gitmesini istiyor. ABD'li bir diplomat, Türkiye'nin, demokratik yapısının Müslüman toplumlara model olabileceğini belirterek, özellikle Suudi Arabistan'da Vahhabilik'in yaygın olduğunu, oysa İslam dünyasındaki farklı anlayışların 'dini terör' kavramının da önüne geçeceğini öne sürdü."[4*] Böylece, Amerikan emperyalizminin isteği doğrultusunda Ortadoğu ülkelerine gönderilecek olan imam, vaaz, müftüler, bir yandan İmam-Hatip liselerinin "atıl kapasitesi"ne istihdam olanağı sağlayacak, diğer yandan "ılımlı islam" yayıcısı misyonu ile Amerikan emperyalizminin ajanları olarak görev yapacaklardır. Hıristiyan misyonerlerinin yüzlerce yıl müslüman ülkelerde yapamadıklarını, AKP'nin imamları yapmaya adaydırlar.
1960'larda İstanbul'a gelen 6. Filo'nun gemilerini kıble yaparak namaz kılan bu şeriatçıların dillerinden düşürmedikleri anti-Amerikancılığın, basit bir takiyye olduğu böylece görünür hale gelmektedir.
"Paranın dini, imanı olmaz" diyebilen Tayyip Erdoğan ve mehteran takımı, hangi kaynaktan ve hangi amaçla verilecek olursa olsun, her türlü parayı almaya hazır olduklarını da ilan etmişlerdir. Onların "inanmışlığı", paranın sınırında bitmektedir.
Bill Clinton'un Cidde formunda söylediği şu sözler "inananlar"ı hiç rencide etmemiş görünmektedir: "Eğer 1400 yıl önce otomobil olsaydı, Muhammet Peygamber, hanımının araba sürmesine izin verirdi; Suudi Arabistan'ı dünyadaki ilk otomobil üreten ülke yapar, eşini de bu sektörün başına getirirdi." Amerikan emperyalizminin işbirlikçiliğine soyunmuş şeriatçıların son geldiği nokta, paranın, imanın önüne geçmiş olmasıdır. Onlar, AKP ve mehteran takımıyla birlikte, imanlarını her verene parayla satabilecek, leasing yoluyla kiralayabilecek haldedirler. "Dünya dev bir köye dönüşüyor. Bu köyde kapılarını açarak birbiriyle daha yakın ekonomik-siyasi ilişkiler kurmak suretiyle birlikte kazanan veya kapılarını kapatarak endişe içinde kendini izole edenler ayrımı başladı. Dünya 'değişime katılanlar' ve 'değişimi seyredenler' olarak ikiye ayrıldı. Bu çerçevede Türkiye, değişimi kucaklayan ve kazananlar arasına katılan ülke olma yolunda inançlı çabasını başlatmıştır." (Tayyip Erdoğan, "inananlar"ın başbakanı.) Bill Clinton'un, küçük-burjuva ideologların çok sevdiği "eğer yaşasaydı"yla başlayan demagojileriyle, Hz. Muhammet'i holding sahibi ve karısını da (Bill Clinton, Hz. Muhammet'in bir elin parmaklarından daha çok olan eşlerinden hangisinin olacağını söylemeyi unutmuştur) şirketin başına getireceğinden sözederken, kendileri "kazananlardan" yana olacaklarını açıkça ilan etmişlerdir.
Onlar, ülkemizde emperyalizm ve oligarşi tarafından üstyapısal bir güç olarak yaşatılan feodal ideolojinin temsilcisi olarak bugüne kadar yerine getirdikleri görevi icra etmeye devam edeceklerini ilan ederken, dün üstü örtük biçimde sürdürdükleri işbirlikçiliği, bugün aleniyete dökmüşlerdir.
Bu gelişmelerin karşısında, hiç kimse şeriatçıların mevcut düzene ve emperyalist sisteme karşı oldukları düşüncesiyle kendisini aldatmamalıdır.
Şeriatçılar, demokratik devrimin tamamlanmadığı, kapitalizmin yukardan aşağıya, dış dinamikle (emperyalizme bağımlı) geliştirildiği bir ülkede, feodal kalıntılarla kurulan ittifakın ürünleridirler. "Uyum-çatışma" diyalektiği içinde süren bu ittifakta, şeriatçıların daha fazla taviz almak, kendilerini daha güçlü hale getirmek için, oligarşi ile olan "uzlaşmazlık konularını" öne çıkartarak "çatışma"yı gündeme getirdikleri dönemlerde sergiledikleri "muhalif" konuma ve bu dönemdeki "radikal" söylemlerine bakarak, anti-emperyalist ve anti-oligarşik mücadelenin bir müttefiki olabileceklerini düşünmek, eğer oportünizm değilse, su katılmamış aptallık olacaktır.
Bugün Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül yönetimindeki AKP (içinde barındırdığı birkaç radikal şeriatçı unsur dışında), tümüyle emperyalist sisteme entegre olmayı tek hedef haline getirmişlerdir. Onlar, ülkedeki nispi demokratik ortamın olanaklarıyla sağladıkları oy gücüne dayanarak Amerikan emperyalizminin Ortadoğu ve Asya'daki saldırganlığının baş destekçisi olma peşindedirler. Onların, Amerikan emperyalizminin çıkarlarına uygun geldiği ölçüde ve sürece, bir "islam cumhuriyeti" kurma çabalarının yanında, Ortadoğu ve Asya'da, anti-emperyalist ya da anti-Amerikancı her hareketi ve silahlı direnişi ezmeye aday oldukları görülmelidir. AKP'nin "Akıncılar" dönemi kesin olarak sona ermiştir.
Ve Amerikan emperyalizminin "Büyük Ortadoğu" planının "mücevheri" olan Kıbrıs, "ılımlı islamcı" portresi çizen AKP şeriatçı takımı tarafından altın tepside sunulmaktadır.
Aylarca Kıbrıs adasının hiçbir stratejik öneme sahip olmadığı, onun stratejik değerinin 19. yüzyılda kaldığı yönünde propaganda yapan "ver-kurtulcu" "globalist" işbirlikçiler, Amerikan emperyalizminin "Büyük Ortadoğu"yu tek başına kurmaya girişmeyeceğini bile görememişlerdir (Aynı durum "ılımlı-şeriatçılar" ve "sol" kesim için de geçerlidir).
Amerikan emperyalizmi "Büyük Ortadoğu"yu, NATO "şemsiyesi" altında gerçekleştirmeyi planlamaktadır. Bu nedenle, Kıbrıs adasının Ortadoğu'daki stratejik konumu, gerek Amerikan emperyalizmi için, gerekse NATO "şemsiyesi" altında birlikte hareket edeceği diğer (AB) emperyalist ülkeler için büyük öneme sahiptir.
Kıbrıs adasının stratejik önemini Ocak ayı ortalarında AB Ortak Savunma ve Dış Politika Yüksek Temsilcisi Javier Solana şöyle ortaya koymuştur: "Kıbrıs adası, AB için stratejik öneme sahiptir. Kıbrıs, Avrupa'nın siyasi güvenliği konusunda rol oynayabilecek bir konuma sahiptir." AB'ye girmek uğruna herşeye "ver-kurtul" mantığından bakan küçük-burjuvalar da, "ılımlı islamcı" oyununa kendisini kaptırmış AKP şeriatçıları da, ellerindeki tek "kozu", üstelik jeo-politik olmaktan öte, jeo-stratejik öneme sahip Kıbrıs adasını altın tepside emperyalistlere peşkeş çekmekten başka şey düşünemez hale gelmişlerdir.
Emperyalistlerin NATO "şemsiyesi" altında kurmayı planladıkları "Büyük Ortadoğu"nun Necip Fazıl Kısakürek'in "Büyük Doğu"suyla hiçbir ilgisi olmasa da, Kıbrıs'ın bu planın harekât merkezi olması kesindir. Herşeyi, eşini-dostunu, ailesini, kamu kuruluşlarını ve ülkesini satarak paraya çevirme meraklısı küçük-burjuvaların ve onların Kıbrıs'taki "metresleri"nin[5*], Kıbrıs adasının emperyalizmin stratejik harekât üssü olduğunu gördüklerinde hayıflanmaları da beş para etmeyecektir.
[1*] Murat Yetkin, Radikal'de yayınlanan "Irak krizinin perde arkası..." adlı yazı dizisinde Cengiz Çandar'la ilgili olarak şöyle yazmaktadır:
"Erdoğan konuşmasını bitirince Alirıza onu bürosuna davet etti. Erdoğan, Zapsu, Dışişleri Bakanı Yakış ile milletvekilleri Egemen Bağış ve Ömer Çelik birlikte davete icabet ettiler. On beş dakika sonra Fairmont Oteli'ne geçtiler. Onlar Alirıza'nın yanındayken Wolfowitz çıkışa yöneldi. Makam otosuna binerken CSIS'de karşılaştığı bir Türk gazeteciyi de yanına davet etti; Wolfowitz, binadan Cengiz Çandar'la ayrıldı. Çandar, Wolfowitz'e 3 Aralık yemeğinden aradıklarını bulup bulmadıklarını sordu. Çünkü Wolfowitz'in ertesi gün Ankara'dan ayrılırken yaptığı iyimser açıklamalara karşın, aynı sırada Dışişleri Bakanlığı görüşmelerde üs modernizasyonuna dair bir anlaşma olmadığını ilan ediyordu.
Çandar, şoför ve korumaları da dikkate alarak, yıllardır tanıştığı güçlü şahine savaşın ne zaman başlayacağını şifreli bir şekilde sordu: 'Kokteyl parti ne zaman başlıyor?' Wolfowitz ciddiyetle cevap verdi: 'Ona başkan karar verir.'
Çandar üsteledi: 'Tamam da, yine de yaklaşık bir tarih vardır.' 'Yok,' diye kestirip attı Wolfowitz. 'Kararı başkan verecek.' Zaten birkaç blok ötedeki Fairmont Oteli'ne gelmeden önce bir kırmızı ışıkta Çandar araçtan atladı." [2*] Tayyip Erdoğan'ın ABD seferiyle ilgili olarak şöylesine abuk-subuk şeyler yazılmıştır:
"Her iki liderin şöminenin önünde otururken el sıkışmaları da hafızalara kazındı. Koyu renk takım giyen Bush ve Erdoğan'ın ceketlerinde ülke bayraklarının arması vardı. El sıkışma esnasında Erdoğan'ın 'pek yerinden kıpırdamadığı', Bush'un ise kolunu daha fazla uzattığı görüldü." (Yeni Şafak, 30 Ocak 2004.) [3*] Şeriatçı kesim için takiyye, "ihtiyat, korku ve gizlenmek mânâsına olup, mecburiyet veya zarar tehdidi karşısında dinin icaplarından muafiyet" demektir. Yani "Bir mü'minin ölüm ve işkenceden kurtulmak için, olduğundan başka türlü görünmesi ve davranmasına takiyye denir." Tefsir-i Kurtubî'de, İmam Hasan el-Basrî,: "Müslümanlar için takiyye ruhsatını kullanmak kıyamete kadar câizdir. Ancak bu ruhsatın kâfirlere müdahane (dalkavukluk) ve şirin görünmek için kullanılması haram olur" demektedir. Ama bunlar "tefsir"dir, kuldan kula değişir. [4*]Yeni Şafak, "Türkiye merkezli Büyük Ortadoğu", 1 Şubat 2004. [5*] "Türkiye, Anadolu'nun ücra bir köşesinden daha çok yardım yapmıyor mu Kıbrıs'a? Metresi işte. Kendi çocuğuna yapmıyor, metresine yapıyor." (Kuzey Kıbrıs'ın yeni başbakanı M. Ali Talat, "Kıbrıs Türkiye'nin Metresi Gibi", Vatan, 10 Aralık 2003.)