KURTULUŞ CEPHESİ - Mayıs-Haziran 1997
Mevcut Durum
ve RefahYol Hükümeti
Ülkemizde gelişen son olaylar, özellikle 28 Şubat günü yapılan MGK toplantısıyla birlikte görülmeye başlayan gelişmeler, Refahyol hükümetinin "bugün ya da yarın" düşürülmesine yönelik propaganda ve girişimlerle sürüp gitmektedir. Son olarak Genelkurmay Başkanlığı' nın, önce savcılar ve yargıçlara, daha sonra gazetecilere yönelik olarak düzenlediği "şeriatçılık brifingi", Refahyol hükümetinin düşürülmesine yönelik faaliyetlere yeni bir boyut getirmiştir.
Çok açık bir biçimde Genelkurmay Başkanlığı'nın "şeriatçılık brifingi"nde ortaya konulduğu gibi, "gerekirse silah kullanma" kamuoyunun gündemine sokulmuştur. Bugüne kadar 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde "cumhuriyeti ve anayasal düzeni koruma harekâtı" düzenliyorum diye oligarşi adına askeri darbe yapan ordu, bu kez yeni bir "harekât" hazırlığına yöneldiğini ilan etmektedir.
28 Şubat tarihinde yapılan MGK toplantısında alınan kararlar ve bu kararlara karşı Refah Partisi'nin karşı duruşu, neredeyse "darbe" sözcüğünü günlük bir ifade haline getirmişti. 10-11 Haziran günü Genelkurmay Başkanlığı' nın düzenlediği "şeriatçılık brifingi", ordunun "hükümete el koyması" yönündeki beklentileri daha da hızlandırmıştır. Hemen hemen tüm gazetelerin manşetlerine yansıyan, ordunun, "durumdan vazife çıkardığı" şeklindedir. Bunun anlamı, Genelkurmay'ın her an Refah Partisi'ne yönelik olarak bir askeri harekâta girişebileceğidir. Ancak bunun doğrudan yönetime ordunun "el koyması" ile değil, "sivil bir hükümet"le birlikte gerçekleştirilmesi "gereği", bugün için ön planda tutulmaktadır. Bu nedenle de, Refahyol hükümetinin TBMM'de "düşürülmesi" gündemdeki "birinci" sırasını korumaktadır.
Gelişen olaylar içinde diğer bir önemli olgu ise, oligarşinin resmi zor güçlerinin (ordu) PKK'ye yönelik olarak Kuzey Irak'da başlattığı askeri harekât olmuştur. Neredeyse birkaç yılda bir tekrarlanan, yani "rutin" bir iş haline gelen Kuzey Irak harekâtlarının bu sonuncusu, ülkede gelişen olaylarla birlikte ele alındığında çok daha farklı sonuçlara doğru geliştiği gözlemlenebilmektedir.
Olayları yakından izleyenlerin bildikleri gibi, bu gelişmeler birdenbire ortaya çıkmamıştır. Öyle ki, ne Refah Partisi'nin şeriatçılığı yeni bir gelişmedir, ne de Refahyol hükümeti yeni kurulmuştur. Refahyol hükümetinin kuruluşunun üzerinden 11 ay geçtiği düşünülecek olursa, bu gelişmelerin tesadüf olmadığı ya da salt Genelkurmay'ın "şeriatçılık" konusunda "duyarlılığı"ndan kaynaklanmadığı görülecektir.
28 Şubat'dan itibaren Genelkurmay ile Refah Partisi arasında başlayan "gerginlik", Sincan'da "tankların gezintisi" ile tırmandırılmış ve Mayıs sonunda yapılan olağanüstü YAŞ (Yüksek Askeri Şura) toplantısında "şeriatçı subaylar"ın ordudan çıkartılması ile yeni bir evreye girmiştir. 28 Şubat'tan itibaren gelişen olaylara baktığımızda, Genelkurmay'ın kamuoyuna yönelik propagandasındaki artışa paralel olarak, "laiklik" konusunun giderek birinci plana çıktığı ve buna bağlı olarak "laiklerin" kitlesel eylemlerinin başladığı görülmektedir. Özellikle CHP'yle sürdürülen "laik muhalefet" hareketi, neredeyse Genelkurmay ile eşgüdümlü olarak hareket etmektedir. ÖD Partisi'nde toplaşan kimi eski "solcu" küçük-burjuva aydınlar, CHP temelinde geliştirilen "laik muhalefet"in yeni bir unsuru olarak devreye girmeleri de aynı günlere rastlamıştır. Özellikle Çiller'in "Sultanahmet mitingi"nden sonra aynı meydanda ÖD Partisi'nin miting düzenlemesi ve "Ne Refahyol, Ne Hazırol" söylemini güncelleştirmesi, aynı zamanda ÖD Partisi'nin işlevini de ortaya koymaktadır.
Bugün kendisini ilerici, demokrat, yurtsever diyen hemen herkes, bu gelişmelerin nasıl evrileceğini büyük bir merak ve beklentiyle izlemektedirler. Ancak hiç kimse, bu gelişmelerin evrimi ve sonuçları hakkında açık ve kabul edilebilir birşeyler ortaya koyabilecek durumda bulunmadıkları için, herşey bir "beklenti"nin pasifizmi içinde izlenmektedir. Zaman zaman yapılan CHP ya da ÖD Partisi mitingleri, yahut Z. Livaneli konseri kitlelerin hareketlenmesi olarak sunulmuşsa da, bunların oluşumu gözönüne alındığında, herşeyin açık bir "pasiflik" içinde beklendiği olgusu belirginleşmektedir.
Aynı türden pasif bir beklenti ve olayları izleme anlayışı ülkemiz solundaki hemen tüm örgütlerde egemen unsur durumundadır. Ancak bu bekleyiş ve izleme tutumu, örgütten örgüte değişen niteliklere sahipse de, genel olarak oligarşiye karşı bir güç olarak görülen "şeriatçı" kesimlere karşı izlenen "müttefik" kavrayışına paralel gelişmektedir. Özellikle "müslüman halkımız"a yönelik açıklamalar, bildiriler yayınlayan ve "inananlar"ın "dini inançları hor görülüyor, karalanıyor veya istismar ediliyor" diyerek propaganda yapan kimi sol örgütlenmeler, bu gelişmeler karşısında sessiz kalmayı ya da gerçeklikle ilgisi olmayan yanları öne çıkartmakla yetinmeyi bir politika haline getirmişlerdir. Kendi içinde "politika" yaptığını ya da mevcut durumu değerlendirdiğini ileri süren kimi örgütlenmeler de, yaptıkları tahlillerde, gelişen olaylar içindeki tekil olguları ele almakla yetinmektedirler. Genellikle ajitasyona yönelik olarak yapılan bu ele alış tarzı, ÖD Partisi'nde somutlaştığı gibi, "hem Refahyol'a, hem de devlete" karşı olmak şeklinde kendisini dışa vurmaktadır. Oysa ki, böyle bir tutum, olayların nereye doğru evrileceğini bilmeyen kitleler açısından, sadece mevcut statünün devam etmesi gerektiği şeklinde bir anlayış ortaya çıkarmaktadır.
Solda görülen diğer bir tutum ise, gelişen olayların, özellikle Genelkurmay'ın şeriatçılığa yönelik hareketiyle ortaya çıkan olayların, ülkemizdeki "devrim durumunu" geliştirdiği şeklinde olmaktadır. Bir başka deyişle, egemen sınıfların kendi içlerinde çatışmaya girmeleri, yani egemen sınıflar arasındaki çelişkinin keskinleşmesi, "yeni politikalar" için uygun bir zemin hazırladığı düşünülmektedir. Çünkü gelişen bu "çatışma" durumu, devlet otoritesini zaafa uğratacaktır. İlk bakışta çok mantıklı gelen bu yaklaşım, ülkemizdeki mevcut durumun diğer yanlarını, özellikle de kitlelerin depolitizasyonu ve pasifikasyonunu görmezlikten geldiği için, sadece ajitatif bir söylemden öteye geçememektedir.
Tüm bu gelişmeler içersinde belirleyici olan, mevcut durumun doğru bir tahlilini yapmak ve bu durum tahlili çerçevesinde sınıf ilişkilerini ve çelişkilerini doğru olarak belirlemektir. Bu yapılabilindiği oranda, gelişen olaylar karşısında tavırsız kalmamak, beklenmedik gelişmeler karşısında tereddüte düşmemek ve daha da önemlisi kitleleri bilinçlendirmek olanaklı olacaktır.
Bu açıdan, mevcut durumdaki gelişmelerin ülkemizdeki ekonomik, sosyal ve siyasal ilişki ve çelişkilerle olan bağları ortaya konulmalıdır.
Olaylara yakından bakıldığında görülecektir ki, sorun, ne şeriatçılık sorunudur, ne de laiklik sorunudur. Tüm olayların açık biçimde ortaya koyduğu gerçek, sömürücü sınıfların kendi içlerindeki çıkar çatışmasının düzenin mevcut işleyiş biçimiyle çözülemediğidir. Düzenin mevcut işleyiş biçimi, 12 Eylül döneminde oluşturulmuş ve hukuki yapısı 81 Anayasası ile şekillendirilmiştir. Düzenin mevcut işleyiş biçimi askeri yönetim koşullarında oluşturulmuş olduğundan, yeniden düzenlenmesi, kaçınılmaz olarak askeri yönetim koşullarını gerektirebilmektedir. Genelkurmay'ın 28 Şubat'tan itibaren yoğun olarak devreye girişi, aynı zamanda, ordunun yeni düzenlemede bir taraf olarak ortaya çıkması zorunluluğunun bir ifadesidir.
Oligarşik yönetimin mevcut işleyiş biçiminin sömürücü sınıflar arasındaki çelişkileri çözemeyişini Refahyol hükümetinin kuruluşuna ilişkin olarak yaptığımız değerlendirmede şöyle ortaya koymuştuk:
"1980 dünya ekonomik buhranı koşullarında, 12 Eylül askeri cuntasının varlığıyla oluşturulmuş olan sömürücü sınıflar arasındaki 'consensus' 1990'larda bozulmuştur. Sanayi teşviklerinin dağılımı, ihracata uygulanan vergi iadesinin kullanımı, ilkin orta sermaye kesimleri arasında farklılaşma yaratmış ve giderek bir kısım orta sermaye kesimleri işbirlikçi-tekelci burjuvaziden uzaklaşmaya başlamıştır. Emperyalist tekellerin çıkarlarına uygun olarak gümrük tarifelerinde yapılan indirimler sonucu emperyalist metaların ülkeye yoğun girişi ve bunların ticaretiyle uğraşan yeni bir kesimin ortaya çıkartılması, Anadolu tüccarını zor duruma sokmuştur. Bu da, Anadolu tüccar kesiminin emperyalist tekellere ve dolayısıyla işbirlikçi-tekelci burjuvaziye tavır almasını getirmiştir. Emperyalist metaların ülkeye yoğun bir biçimde girişi ve bunun ticaretinin ayrı bir kesimin elinde olmasıyla zor duruma düşen Anadolu esnafları, ister istemez geleneksel metaların satıcısı olmakla sınırlı kalmışlardır. Bu da, Anadolu esnafı ile geleneksel meta üreticisi küçük ve orta sermaye kesimlerini daha fazla birlikte hareket etmeye yöneltmiştir. Bu yönelimin siyasal yansısı ise, geleneksel olarak DYP'de toplanan kesimlerin RP'ye yönelmeleri olmuştur. RP'nin seçimlerde elde ettiği başarıların temelinde bu siyasal dönüşüm yatmaktadır.
Ancak 1980-90 arasında uygulanan ekonomi-politikalar, tüm toplumsal ilişkilerde olduğu gibi, sömürücü sınıflar arasında da bir dizi ayrışma ve parçalanma ortaya çıkarmıştır. T. Özal'ın 'keyfi yönetimi' olarak yorumlanan ekonomik uygulamalar, kimi zaman yeni bir zengin kesimi ortaya çıkarırken, kimi zaman eski sömürücü kesimlerin kendi içlerinde farklılaşmasını sağlamıştır. Tümüyle küçük ve orta sermayenin emperyalist üretim ilişkilerine tabi kılınması, kılınamayanların tasfiyesi ve yerlerine yenilerinin konulması olarak tanımlanabilecek ekonomik uygulamalar sonucunda, küçük ve orta sermaye kesimleri bölünmüştür. Bu bölünmüşlük, siyasal planda, birbirinden farklı partilerin ortaya çıkması ve milletvekili transferleriyle kendisini ortaya koymuştur. Bu ortamda Refah Partisi, küçük ve orta sermaye kesimleri içindeki bölünmüşlüğü, belli bir ortak çıkar etrafında birleştirme işlevini üstlenmiştir. Bunu yerine getirebildiği oranda siyasal olarak gelişeceğini varsayan RP, hükümet kuruluşunda görüldüğü gibi, hükümet olabilmek için her türlü tavizi vermiştir. Refah Partisi'nin bugünkü oy gücünü koruyabilmesinin tek yolu, çıkarlarını ortaklaştırmaya çalıştığı küçük ve orta sermaye kesimlerine yeni olanaklar sağlamaktan geçmektedir. Bu da, ancak hükümet olmakla olanaklıdır. Devlet olanaklarını artan oranda küçük ve orta sermayeye yöneltmek isteyen RP, mevcut koşulların kendilerine getirdiği engelleri düşünmeksizin hükümet kurmuşlardır." [1*]
Aralık ayından itibaren gelişen olaylar, bu değerlendirmede ifade edilen sınıf ilişkilerinin somut bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. DYP tarafından temsil edilen TOBB ile RP tarafınan temsil edilen MÜSİAD, neredeyse Refahyol hükümetinin iki kurucusu olmuşlardır. İşbirlikçi-tekelci burjuvazinin bir kesimi olarak Sabancı' lar tarafından desteklenen bu ilişki, oligarşinin diğer kesimlerini bir süre sessiz kalmaya yöneltmişse de, "bedelsiz otomobil ithalatı" kararının alınmasıyla birlikte, bu sessizlik bozulmuş ve Sabancılar dışındaki işbirlikçi-tekelci burjuvazi Refahyol hükümetine karşı açık bir tutum içine girmiştir. Koçların başını çektiği bu tutum, Aralık ayından itibaren giderek sertleşmeye ve hükümeti yıkmaya yönelik girişimlere dönüşmüştür.
Ocak ayında TÜSİAD tarafından açıklanan "demokratikleşme paketi", oligarşinin Sabancılar dışındaki tüm kesimlerinin Refahyol hükümetinin uygulamalarıyla kârlarının önemli bir kesimini küçük ve orta sermaye kesimleriyle paylaşmak zorunda kalacaklarını görmelerinin bir ürünü olmuştur.
Ancak oligarşi dışındaki sömürücü sınıf ve tabakalar (ki kimisi DYP içinde, kimisi MHP ve BBP içinde, kimisi Refah Partisi'nde temsil edilmektedir) yeni hükümetin aldığı kararlardan ve faaliyetlerden yeni beklentiler içine girdikleri için, oligarşi içindeki bu gelişmeler karşısında umursamaz bir tutum takınmışlardır. Özellikle TOBB ile MÜSİAD bünyesinde toplanan (ve de ayrışmış olan) küçük ve orta sermaye kesimleri, Refahyol hükümetinin sağlayacağı yeni olanakların ve tatlı kârların rüyası içinde günlerini geçirmeye başlamışlardır.
Refahyol hükümetinin bu kesimlere yönelik olarak aldığı kararlar içersinde "bedelsiz otomobil ithalatı" ile "müslüman ülkeler"in pazarlarına girmek için yapılan diplomatik girişimler özel bir yere sahip olmuştur.
Refahyol hükümetinin bu yöndeki faaliyetlerinin nedenlerini ve sonuçlarını Kurtuluş Cephesi'nde şöyle ortaya koyduk:
"Gümrük Birliği anlaşmasında açık biçimde görüldüğü gibi, emperyalist ülkelerin içinde bulundukları ekonomik durgunluk ve aşırı-üretim, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki iç pazarı önemli hale getirmektedir. Bu ise, geri-bıraktırılmış ülkelerin iç pazarına yönelik üretim yapan yerli küçük ve orta sermayenin büyük bir zarara uğraması anlamına gelmektedir. Küçük ve orta sermayenin mülksüzleştirilmesi olarak da gelişecek olan bu süreç, ister istemez, bu ülkelerde üretimi artırmaya yönelik her türlü ekonomi-politikanın terk edilmesi anlamına gelmektedir. IMF' nin açıklamalarında görüleceği gibi, geri-bıraktırılmış ülkelerde tüketimi artırıcı önlemler desteklenmekte, ancak üretime yönelik teşviklere karşı çıkılmaktadır.
İşte Refah Partisi'nin bugün karşı karşıya olduğu ikilem burada ortaya çıkmaktadır. Bir yandan, küçük ve orta sermaye kesimlerine yeni kredi olanakları sağlayarak, yatırımları hızlandırmak istenilirken; diğer yandan, bulunabilecek özel kredi olanaklarının bu alanda kullanılmasıyla meydana gelecek üretim artışının pazarlanması sorunu ortaya çıkmaktadır.
Bu durumda Refah Partisi, yerli küçük ve orta sermayeye 'ihracat' yolunu göstermekden başka bir çözüme sahip değildir. Bütün umudu, bu ihracat için İran, Irak gibi 'müslüman ülkeler'in belli bir kolaylık göstermesine bağlanmıştır.
Ancak böyle bir gelişme, yerli küçük ve orta sermaye ürünlerininin satışıyla varlıklarını sürdürmek durumunda olan Anadolu esnafını daha da zor duruma sokacaktır. İç pazarın, tümüyle emperyalist metalara terk edilerek, küçük ve orta işletmelerin ürünlerinin 'müslüman' ülkelere yöneltilmesinin ortaya çıkaracağı bu gelişme, kaçınılmaz olarak Refah Partisi'nin önemli bir oy kaybına neden olacaktır. (Burada hemen belirtelim ki, bu yönüyle RP ile MHP aynı tabana sahiptir. Sadece MHP, 'Türki Cumhuriyetler'i esas alırken, RP 'müslüman ülkeleri' esas almaktadır. MHP' nin yönelimi, DYP-CHP hükümetleri döneminde denenmiş, ancak önemli bir sonuç getirmemiştir. Bu da, MHP'nin gelişen milliyetçilik dalgasına rağmen, beklediği oranda oy alamamasının nedeni olmuştur.)" [2*]
İşte Refahyol hükümeti tüm bu ilişkiler içerisinde çıkarlarını savunduğu kesimlere yeni olanaklar sağlamak için uygulamalarını sürdürürken, hem oligarşi içinden gelen karşı hareketle, hem de küçük ve orta sermaye kesimlerinin beklentilerini tam olarak karşılayamamasıyla ortaya çıkan gelişmelerle yüzyüze kalmıştır. Birincisi, TÜSİAD'ın "demokratikleşme paketi" ile belli bir ivme kazanırken; ikincisi, eski TOBB başkanı Yalım Erez'in, Refahyol hükümetinin en başka gelen destekcisi ve oluşturucusu olmasına rağmen hükümetten ayrılmasını getirmiştir. Mayıs ayına girildiğinde TOBB'un temsil ettiği küçük ve orta sermaye kesimleri oligarşi ile uzlaşmaya varırken, Refahyol hükümetini destekleyen küçük ve orta sermaye kesimleri sadece MÜSİAD düzeyinde kalmıştır.
Refah Partisi'nin karşı karşıya kaldığı bu durum, daha önceki dönemlerde katıldığı hükümetlerde de ortaya çıkmıştır. Gerek 1974'de kurulan CHP-MSP koalisyon hükümeti sırasında, gerekse MC hükümetlerinde Refah Partisi kesimi, her zaman temsil ettikleri küçük ve orta sermaye kesimleri lehine kararlar alınmasını sağlamaya çalışmış, ancak "ülkenin ekonomik koşulları" nedeniyle bunları gerçekleştirememiştir. Ve sonuç, küçük ve orta sermaye kesimlerinin oligarşi ile uzlaşmaları, yani "uyum"u tercih etmeleri olmuştur. Bu da, MSP'nin seçimlerde etkili olamamasını getirmiştir.
Şüphesiz ülkemizdeki küçük ve orta sermaye kesimlerinin, gelişen emperyalist üretim ilişkilerine paralel olarak giderek güçsüzleşmeleri ve mülksüzleşmeleri, onların mevcut düzene yönelik tepkilerini sürekli kılmaktadır. Dolayısıyla, bu tepkileri bünyesinde barındıran Refah Partisi, her dönemde kendisini TBMM' de temsil edebilecek kadar bir oy oranına sahip olmaktadır. Bugünkü gelişmeler, Refah Partisi'nin çıkarlarını savunduğu küçük ve orta sermaye kesimlerinin beklentilerini yeterince karşılayamamasının ve oligarşinin bu kesimlerle ilişkilerini en alt düzeye indirmesinin bir sonucudur.
Bu gelişmelerin sınıfsal niteliği, sömürücü sınıflar içindeki parçalanmalarla belirlendiğinden, pekçok gelişmenin somutluğu kitlelerce açık biçimde anlaşılamamaktadır. Sömürücü sınıflar içindeki parçalanmalarının boyutu, çok değişik partiler ve milletvekilleri düzeyine kadar ulaştığından, tek tek olaylar içinde yer alan kişilerin ve partilerin değişen tutumlarını izlemek zor olmaktadır. Ancak açık olan tek şey, tüm partiler ve milletvekillerinin, belli sınıfların ve kesimlerin politik sözcüsü olarak hareket ettikleri ve sömürücü sınıflar arasındaki çatışma-uyum ilişkilerine göre politik tutum takındıklarıdır.
Tüm bu gelişmeler içersinde en çok sözü edilen olaylardan birisi de, imam-hatip liselerinin durumu olmaktadır. Özellikle Genelkurmay Başkanlığı tarafından birincil bir konu haline getirilen imam-hatip liseleri konusu tümüyle sömürücü sınıflar arasındaki çıkar çatışmasının bir yansısıdır.
"... tüm bu görüntüler, RP'nin temsil ettiği sınıfların niteliği ile bağlantılıdır. Özellikle orta sermaye kesimlerinin 1980 sonrası ekonomik ilişkiler ağı içinde yeni tip personele gereksinmesi vardı. Bu yeni personelin, uluslararası ticari ilişkileri yürütebilecek ve günümüzdeki teknolojiyi kullanabilecek bir niteliğe sahip olması gerekiyordu. Faks, bilgisayar vb. araçların yaygın kullanımı, devletin mali işlemlerde bilgisayar uygulamalarına geçmesi, orta ve küçük sermaye kesimleri için bu personeli bulmayı kaçınılmaz hale getirmişti. Oligarşinin kendisi için de gerekli bu insan gücünü, kendi denetimindeki üniversitelerden sağladığı koşullarda, orta ve küçük sermaye kesimlerinin fazla bir seçeneği de bulunmuyordu. Üstelik buralarda eğitilmiş bu personele ödenen yüksek ücretler, bu kesimler için daha yüksek bir maliyet anlamına geliyordu. İşte böyle bir ortamda buldukları çözüm, kendi siyasal kadroları aracılığıyla kendisine uygun personel yetiştirmek ve bunları olabilen en düşük ücretle istihdam etmek olmuştur. Bunun için denetimlerinde tuttukları İmam-hatip okullarının liseye dönüştürülmesi ve daha sonra da imam-hatip lisesi mezunlarının normal lise mezunları ile eşitlenmesi sağlanarak kendisi için gerekli personeli üniversitelere sokma olanağı bulmuşlardır. Daha ilkokul yıllarından itibaren Vakıf yurtları aracılığıyla kendi denetimlerine aldıkları yoksul köylü çocuklarını, bu yurtlardaki dini kurallarla koşullandırmakta ve yönlendirmektedirler. 12 Eylül askeri yönetimi aracılığıyla oligarşinin bu kesimlere tanıdığı bu gelişme koşullarında, gittikçe palazlanan orta sermaye kesimlerinin Suudi kaynaklarından sağlanan kredilerle beslenmesi, oligarşinin politik amaçlarıyla da çakışmaktaydı." [3*]
İşte bugün Genelkurmay'ın brifing üzerine brifing düzenlediği imam-hatipliler konusunun özü budur. Oligarşi, 12 Eylül koşullarında, gerek Arap ülkelerine yönelik ihracat için, gerekse devrimci mücadeleye karşı bir güç olarak şeriatçılığı kullanmıştır. Bu amaçla kendi eliyle desteklediği ve yaygınlaştırdığı imam-hatip okulları, her yıl artan oranda mezun vermiş ve giderek bunların üniversitelere girmeleri sağlanmıştır. Ancak zaman içersinde bu kişiler oligarşinin istemleri doğrultusunda kurdukları ticari ilişkileri kendi lehlerine çevirmişlerdir. Özellikle orta sermayenin (tekelleşememiş sanayi burjuvazisi başta olmak üzere) kendisi için gerekli nitelikli işgücünü imam-hatipler aracılığıyla çok ucuza sağlaması, kaçınılmaz olarak tekelci sermaye ile yeni rekabet olanağı kazandırmıştır. Salt İhlas Holding'in yapısına ve faaliyet alanına bakıldığında görülecektir ki, tekelleşememiş sanayi burjuvazisi, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin tüm yatırım alanlarında faaliyet göstermekte ve giderek bunların sayısını artırmaktadır. Burada orta sermaye kesimleri için maliyet düşürücü bir unsur olarak ortaya çıkan imam-hatip okullarından gelme işgücüyle oligarşinin pazar olanaklarını sınırlaması, kaçınılmaz olarak bir çatışma yaratmıştır. Oligarşi, bu çatışmada, imam-hatip okullarından gelme ucuz işgücünü durdurmak için Genelkurmayı devreye sokmakta tereddüt etmemiştir.
Görüldüğü gibi, Refahyol hükümetine yönelik tüm girişimler ve gelişmeler, kamuoyuna sunuluşunun tersine, bir "demokratik ilke sorunu" olmayıp, oligarşi ile diğer sömürücü sınıflar arasındaki çelişkinin ürünleri durumundadır. Bu öylesine açıktır ki, ister basın-yayın organlarıyla sürdürülen kampanyalar olsun, ister ANAP ve CHP çevrelerinin sürdürdüğü faaliyetler olsun, isterse Genelkurmay'ın "şeriatçılık karşıtı" açıklamaları olsun, her durumda bu çelişkinin dışa vurumlarıdır. Dolayısıyla da, bu çelişkinin niteliğine uygun olarak, yani sömürücü sınıflar arasındaki çıkar çatışması olma niteliğine uygun olarak, taraflar çatışmanın biçimini belirlemektedirler. Şubat ayından itibaren Refah Partisi ve hükümete yönelik olarak sürdürülen kampanyalar, açık bir biçimde, hükümetin istifa ettirilmesine ve Refah Partisi'nin "içindeki" radikalleri tasfiye etmesine yönelik bir baskı niteliği taşımaktadır. Bunun sınıfsal anlamı, küçük ve orta sermaye kesimlerinin Refah Partisi'nde temsil edilenlerinin "uyum"a zorlanmasıdır. Genelkurmay'ın "gerekirse silah kullanırız" türünden açıklama yapmaya kadar uzanan bu "baskı", oligarşinin (en azından büyük bir kesiminin) tekelleşememiş sanayi burjuvazisine karşı kesin bir sonuca ulaşmaya karar verdiğini göstermektedir. Tüm "darbe" söyleminin arkasında yatan, oligarşinin bu kesin "kararlılık" gösterisidir. Ancak sanılmamalıdır ki, oligarşi, tekelleşememiş sanayi burjuvazisini tümüyle yok etmeyi hedeflemektedir. Tersine, burada söz konusu olan, 1980'lerde askeri darbe koşullarında oluşturulmuş olan "consensus"u, uzlaşmayı yeniden sağlamaktır. Oligarşi, her yolu deneyerek, tekelleşememiş sanayi burjuvazisini "uyum"a zorlamaktadır ve bu konuda, bugün için, kararlı görünmektedir. Olayların gelişimi, bu "uyum"un nasıl ve hangi temelde kurulacağına bağlıdır.
Dipnotlar
1* Kurtuluş Cephesi, RP-DYP Hükümeti Üzerine, Sayı: 32, s: 7, Temmuz-Ağustos 1996
2* Kurtuluş Cephesi, RP-DYP Hükümeti Üzerine, Sayı: 32, s: 8-9, Temmuz-Ağustos 1996
3* Kurtuluş Cephesi, Refah Partisi Dolgusu, Sayı: 32, s: 13-14, Temmuz-Ağustos 1996