AKP Hükümeti ya da
"Merak etmeyin Ordu var..."[1*]
3 Kasım seçimlerinde AKP'nin TBMM'de büyük bir çoğunluğa sahip olmasından sonra tüm "medya" ağır birliği içinde "merkez sağ" partilerin "çöktüğünü", bu partilerin liderlerinin "tasfiye" edildiğini yazıp çizmeye başlamıştır. Kimileri daha da hızlı davranarak, DYP, ANAP ve kısmen MHP'den boşalan "merkez sağ"ın AKP tarafından doldurulması gerektiğini söylemektedirler.
Bugün AKP'nin "yükselişinin" de, ANAP'ın dağılışının da, DYP'nin barajın altında kalışının da, MHP'nin 1999 seçimlerinde gösterdiği "başarıyı" gösterememesinin de ardında yatan temel neden, oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların içinde bulundukları durum ve siyasal olarak bölünmüşlükleridir. Popüler dilde, yani "medya" dilinden ifade edersek, AKP'nın 3 Kasım seçimlerinde, 1965 seçimlerinde AP'nin, 1983 seçimlerinde ANAP'ın "zaferine benzer" (hatta kimileri daha da öteye giderek 1950 seçimlerinde DP'nin aldığı sonucu da buna eklemektedirler) bir sonuç alması, bu sömürücü sınıfların son yirmi yıllık durumuyla bağlantılıdır. Dolayısıyla sömürücü sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkiler dikkate alınmaksızın gelişen olayların kavranılması da olanaksızdır.
İşbirlikçi tekelci burjuvazinin henüz yeterince güçlenmediği, palazlanma aşamasında olduğu bir dönemde, DP'nin yerine oluşturulan AP'nin 1965 seçimlerinde %52,9 oyla 450 kişilik mecliste 240 milletvekilliği kazanması, tüm sömürücü sınıfların ittifakının bir sonucu olmuştur.
Bu dönemde, bir yanda emperyalizmin yeni-sömürgecilik uygulamalarıyla gelişen ve güçlenen işbirlikçi tekelci burjuvazinin, diğer yanda ise yarı-feodal üretim ilişkilerinin geleneksel sınıflarının (toprak ağaları, tefeciler ve bezirganlar[2*]) yer aldığı egemen sınıflar ittifakı birbirine zıt çıkarların ifadesi olmuştur. Küçük ve kapalı üretim birimlerine dayanan ve buralardan beslenen feodal egemen sınıfların çıkarı ile bu kapalı üretim birimlerini yıkarak pazar için üretimi geliştirmek ve yaygınlaştırmak durumunda olan işbirlikçi tekelci burjuvazinin çıkarı uzlaşmaz bir çelişki oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu ittifak, işbirlikçi tekelci burjuvazinin güçlenmesine paralel olarak parçalanmıştır.
Başını Necmettin Erbakan'ın çektiği ve DPT'de toplanan "takunyalılar"ın içsel muhalefeti, sömürücü sınıflar arasındaki ittifakın parçalanmasının başlangıcını oluşturmuştur.
1965-1969 yılları arasında TOBB'da Sanayi Odası Başkanlığı, Genel Sekreterlik ve Yönetim Kurulu Başkanlığı yapan Erbakan'ın 25 Mayıs 1969'da TOBB başkanı seçilmesi ve Demirel'in müdahalesi ile 8 Ağustos 1969'da polis zoruyla TOBB'dan çıkartılması sömürücü sınıflar ittifakının sonunu getirmiştir.
Bu ayrışma, 12 Ekim 1969 genel seçimlerinde Erbakan'ın AP'den aday olmasının engellenmesi, ardından Konya'dan bağımsız milletvekili seçilmesi ve 26 Ocak 1970'de Milli Nizam Partisi'ni (MNP) kurmasıyla netleşmiştir.[3*] 18 Aralık 1970'de Demirel hükümetinin bütçesine ret oyu veren ve başını Ferruh Bozbeyli'nin çektiği "41'ler" hareketi, sömürücü sınıflar ittifakının yeni bir parçalanması olmuştur.
Böylece 1971 yılına girildiğinde, "sağ" kesim, MNP, DP ve AP olmak üzere üç parçaya ayrışmıştır. Ve bu ortamda oligarşinin 12 Mart darbesi gelmiştir.
Erbakan'ın MNP, sınıfsal olarak küçük ve orta sermaye kesimlerinin politik sözcüsü durumundadır. Bir diğer deyişle, Anadolu esnaf-zanaatkâr sermayesi ile tüccar-tefeci sermayesinin temsilcisi durumundadır. Emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemleriyle gelişen işbirlikçi tekelci burjuvazinin gücü karşısında sürekli gerileyen ve politik gücünü yitiren bu sermaye kesimlerinin temsilcisi olduğundan, aynı zamanda emperyalizmin yeni-sömürgeciliğine karşıdır. Bu karşı oluş, temsil ettiği orta sermaye kesiminin gelişememesi ve tekelleşememesinden kaynaklanmaktadır. Bu durumun en büyük sorumlusu olarak, ekonomik ve politik olarak işbirlikçi tekelci burjuvaziyi ve onun destekçisi durumunda olduğunu düşündüğü emperyalist tekelleri gördüğünden "milli" bir söylem geliştirmiştir ("Milli Görüş").
Ancak MNP'nin siyasal sözcülüğünü yaptığı kesimler açısından, yeni-sömürgecilik yöntemleriyle meydana gelen pazar genişlemesi çelişik bir durum ortaya çıkarmıştır.
Genişleyen pazar olanakları, özellikle orta sermaye kesimlerinin lehine sonuçlar ortaya çıkarırken, diğer yandan Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ile tefeci-tüccar sermayesinin diğer kesimleri için tasfiye tehlikesi ortaya çıkarmıştır.
Orta sermaye kesimleri, kredi ve devlet olanaklarının (KİT'ler) işbirlikçi tekelci burjuvazi tarafından kullanılmasına karşıdır. Bu nedenle "adil düzen" yanlısıdırlar. Onların "adil düzen"den istedikleri, kendilerinin gelişmesini ve tekelleşmesini engelleyen koşulların ortadan kaldırılmasıdır. Bu nedenle, işbirlikçi tekelci burjuvazinin varlığına karşı olmaktan daha çok, bu kesimin içine alınmamış olmaktan dolayı tepki duymaktadırlar. Bunun sorumlusu olarak da, ulusal ve uluslararası yahudi sermayesini sorumlu görmektedirler. Bu yüzden, yahudi sermayesinin daha az etkin olduğunu düşündükleri emperyalist ülkelerle (özellikle Almanya ile) ilişkilerin geliştirilmesinden yanadırlar.
Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ile tefeci-tüccar sermayesi ise, bir yandan iç pazarın genişlemesiyle değişen tüketim alışkanlıkları, diğer yandan işbirlikçi tekelci burjuvazinin kendi dağıtım ağını kurması karşısında içine girdikleri tasfiye sürecinin durdurulmasını talep etmektedir. Bu yönüyle "çarşı esnafı" olarak, her türden yeni tüketim mallarının ithalatına ve üretimine karşıdırlar. Özellikle konfeksiyon (hazır giyim) ürünlerinin iç pazarda artan tüketimi karşısında çaresiz kalan Anadolu kumaş üretici ve tüccarları ile terziler, MNP'nin "dini" söyleminin en bağnaz destekçileri olmuşlardır.
Diğer yandan, geleneksel tüketim malları satıcısı durumunda olan "çarşı esnafı", yeni tüketim mallarının "marketler"de satışıyla ortaya çıkan yok olma tehlikesi altına girmiştir. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin ürettiği bu yeni tüketim mallarının dağıtımı ve ticaretinin ortaya çıkardığı yeni tüccar ve "marketçi" ilişkisi dışında kalmışlardır. Dolayısıyla deterjandan televizyona kadar her türden yeni tüketim malının üretimi ve satışına karşıdırlar. Bu yönüyle "modernizasyon"un karşısında bir konumda yer almışlardır.
Aynı kesimlerin gelişen emperyalist üretim ilişkilerinin içinde yer almak ("eklemlenmek") isteyen bölümü ise Ferruh Bozbeyli'nin DP'si etrafından toplanmıştır. Özellikle Anadolu ticaret burjuvazisi (orta ve büyük toptancı tüccarlar) işbirlikçi tekelci burjuvazinin kendi dağıtım ağını kurarak, kendileri dışında yeni bir ticaret burjuvazisi yaratmasına karşıdırlar. İşbirlikçi tekelci burjuvaziden talep ettikleri, büyük kentler dışındaki ticaretin kendilerine bırakılmasıdır.
Böylece, 12 Mart'a gelindiğinde, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve ona bağımlı olan küçük ve orta sermaye kesimleri dışında kalan tüm ticaret ve sanayi sermayesi, bir bütün olarak muhalefete geçmişlerdir.
Oligarşinin 12 Mart darbesi, bir yandan ülkede gelişen devrimci mücadeleyi durdurmayı, diğer yandan kapitalizm öncesi sınıf ve zümrelerin denetim ve disiplin altına alınmasını, yani sömürüyü disipline etmeyi amaçlamıştır. I. Erim hükümeti ile gündeme getirilen "reformlar", ağırlıklı olarak bu sömürücü sınıf ve zümrelere yönelik olmuştur. Bu açıdan 12 Mart darbesi, "ilerici, Atatürkçü, reformist" görünüm altında küçük-burjuva aydınlarının desteğini alarak bu sömürücü kesimleri denetim ve disiplin altına almaya yönelmiştir. "Ancak, silahlı propaganda, I. Erim Hükümetinin gerçek yüzünü ve emellerini, oligarşinin en gerici, en azgın ve terörist yönetimi olduğunu açığa çıkarmıştır. Böylece, Amerikan emperyalizminin ve işbirlikçi yerli burjuvazinin oyununu alt üst ederek, maskesini alaşağı etmiş, kademeli planını bozmuştur. 'İlerici, reformist, Atatürkçü' görünümü altındaki açık faşizmin erken doğum yapmasını sağlayarak, küçük-burjuva aydın çevreler de dahil olmak üzere kamuoyunun gözlerini açtı...
Küçük-burjuva aydın kamuoyunun desteğini kaybeden emperyalizm-işbirlikçi (tekelci) burjuvazi ikilisi, bu sefer zorunlu olarak, sömürüyü disipline etmeye yönelik bir dizi rasyonelleştirme tedbirlerinden (sarı reformlarından) tavizler vererek, tekrar bu tedbirlerinden zarar görecek olan öteki gerici sınıf ve zümrelerle ortak müşterekler etrafında anlaşmışlardır."[4*] Böylece oligarşi, 12 Mart darbesiyle yapmak istediklerini gerçekleştirememiştir.
12 Mart 1971 ile 12 Eylül 1980 arasındaki dönemde oligarşi ile dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki ilişki, "çatışma-uyum" arasında sürekli dalgalanan bir süreç izlemiştir. 1974 Petrol krizi ile başlayan dünya ekonomisindeki daralma ve ekonomik bunalım dinamikleri, ülke içinde sınıf mücadelesinin yükselişiyle birleşerek, oligarşi ve dışındaki sömürücü sınıflar arasında belli bir "uyum" ortaya çıkarmıştır. I. ve II. MC hükümetleri bu "uyum"un hükümeti olmuştur. Ancak I. ve II. MC hükümetleri, gelişen devrimci mücadeleye karşı faşist milislerin etkin bir biçimde kullanılması açısından oligarşi lehine sonuçlar ortaya çıkarmışsa da, diğer sömürücü sınıfların kendi çıkarları yönündeki siyasal müdahaleleri, 1977 sonunda Ecevit'in azınlık hükümeti kurmasına yol açmıştır.
Oligarşinin Ecevit hükümetinden istediği, "icazet" altındaki bir sol oluşumla gelişen devrimci mücadeleyi pasifize etmek ve bürokrasi içinde "gerici ve şeriatçı kadrolaşmayı" tasfiye etmek olmuştur. Ama Ecevit'in azınlık hükümeti, sadece, özellikle sanayi ve teknoloji bakanlığında ve KİT'lerde etkili hale gelen MSP'li kadroların tasfiyesinde kısmen başarı sağlayabilmiştir. Dolayısıyla devrimci mücadelenin gelişimini durdurma görevini yerine getirememiş ve tüm sömürücü sınıfların varoluşunu tehdit eden durumun sürmesini engelleyememiştir.[5*] Bu dönemde devrimci mücadelenin tüm sömürücü sınıfları tehdit eder boyutlara ulaşması, oligarşi ile diğer sömürücü sınıflar arasında yeni bir ittifakın kurulmasını zorunlu hale getirmiştir.
Bu ittifak çerçevesinde oligarşinin 12 Eylül darbesi büyük bir "sevinç" yarattı. Fakat gelişen dünya ekonomik bunalımı ve uygulanan 24 Ocak Kararları, oligarşi dışındaki sınıfların ekonomik tasfiyesini gündeme getirdi. 1982 yılındaki bankerler olayıyla birlikte başlayan mülksüzleştirme süreci, asıl olarak küçük ve orta sermaye kesimlerini kapsadıkça, oligarşiye karşı bu kesimlerin muhalefeti yükselmeye başladı. 1982 Anayasası'nın kabul edilmesiyle birlikte, muhalefet siyasal partiler düzeyinde görünür hale geldi. Oligarşinin askeri yönetim aracılığıyla uygulamaya soktuğu siyasal yasaklar, eski ilişkiler içinde kurulmuş partilerin seçimlere katılmasını engelledi. Böylece 1983 yılında yapılan genel seçimlerde tüm sömürücü sınıfların desteğini alan T. Özal'ın ANAP'ı tek başına iktidara geldi.
1983'den 1991 yılına kadar süren ANAP hükümetleri dönemi, günümüzdeki tüm siyasal, sosyal ve ekonomik gelişmelerin biçimlendiği dönem olmuştur.
Bu dönemin en temel özelliği, devrimci mücadelenin kitlesel boyutlarda yürütülen terörle durdurulması ve 1980 dünya ekonomik buhranıyla şekillendirilen "transformasyon" olmuştur.
Devrimci mücadeleye karşı sürdürülen terör ve pasifikasyon, sözcüğün tam anlamıyla, solda dejenerasyona yol açmıştır. "Askerlik, iş ve eş" koşuluna boyun eğdirtilen sol kitle, giderek düzenin "sadık" bir destekçisi konumuna getirilmeye çalışılmıştır. Özellikle T. Özal'ın "modernizasyon" söylemiyle başlatılan "liberalizasyon" uygulamalarının destekçisi ve ithal mallarının tüketicisi durumuna getirilen sol kitle, "toplu konut fonu"nun kurulmasıyla birlikte yeni iş olanaklarına sahip olmuştur. 1989 yerel seçimlerinde SHP'nin gösterdiği başarı, belediyelerde ve bunlarla bağlantılı ticari işlerde "sol" bir işadamları zümresi yaratılmasını hızlandırmıştır.
1983-89 arasında "promosyon" alanında iş alan "sol" kadrolar, reklamcılık, yayıncılık alanından inşaat alanına sıçramışlardır. Üniversite diploması almayı becermiş "solcular"ın başını çektiği yeni "sol" işadamları, T. Özal'ın "vizyonu ve misyonu" çerçevesinde gelişen "liberalizasyon"un yarattığı tüm yeni ve marjinal sektörlerde boy göstermeye başlamışlardır.
Reklamcılık, yayıncılık alanlarında başlayan "iş deneyimleri" giderek kurumlaşmış ve şirketleşmiştir. Sanayi ve geleneksel ticaret alanları dışındaki tüm alanlarda boy gösteren "sol" işadamları "liberalizasyon"dan beslendikleri için, her durumda "aşırı liberal" hale gelmişlerdir. "İhracata yönelik sanayileşme"den, Türk Parasını Koruma Yasası'nın kaldırılmasına, emperyalist ülkelerin tüketim mallarının ithalatından özelleştirmeye kadar her uygulamanın baş destekçisi ve propagandisti olurlarken, aynı zamanda bunların kendilerine getirdiği yeni iş olanaklarının peşinden koşmuşlardır. 12 Eylül sonrasında ilk iş "deneyimi"ni kazandıkları alan reklamcılık ve yayıncılık olduğundan, "medya" alanındaki her türlü "gelişmenin" hararetli savunucusu olmuşlardır. Beyaz eşya kullanımının ve renkli televizyon izlenmesinin bir "modernlik", ülkenin "kalkınmasının" bir göstergesi olduğunu savunan bu "sol" kesim, giderek varlığını T. Özal'a ve onun politikalarının sürdürülmesine bağlamıştır. Dolayısıyla, sosyal-demokrat adı altında olsun olmasın, kurulan ve oluşturulan tüm "sol" partiler bu politikanın sürdürücüsü olmayı programlarının başına koymuşlardır. Unuttukları tek şey ise, mevcut düzen içinde politika yapabilmek için kadroya değil, kitleye ihtiyaçları olduğudur. Doğal olarak, T. Özal döneminde uygulanan ekonomi politikalardan zarar gören ve sürekli yoksullaşan kesimlerle olan bağları kopmuştur.
Bu dönemdeki en önemli gelişme ise, emperyalist metropollerde küçük ve orta sanayide ortaya çıkan yeni teknoloji uygulamalarıyla olmuştur.
1980 dünya ekonomik buhranı koşullarında, emperyalist ülkelerde (özellikle ABD ve İngiltere'de) küçük ve orta sanayide başlayan yeni teknolojilerin üretime uygulanmasıyla, eski teknolojiye dayanan makineler geri-bıraktırılmış ülkelere aktarılmıştır. Böylece, bir yandan metropollerde yeni teknolojiyle maliyetler düşürülerek kâr oranları yükselirken, diğer yandan geri-bıraktırılmış ülkelere aktarılan eski (ama mevcutlarına göre yeni) makinelerin kullanımıyla iç üretim artmıştır.
Ülkemiz somutunda tekstil ve ambalaj sanayinde görülen "yenileşme" ve üretim artışı, "ihracata yönelik" üretimi birincil hale getirirken, ithalatın serbestleştirilmesiyle emperyalist ülkelerin tüketim malları iç pazarda egemen hale gelmiştir. İhracat ve marka tüketimi bu döneme damgasını vurmuştur.
Tüm bu gelişme iç ve dış borçlarla finanse edilmiştir. ANAP'ın "dört eğilimi birleştirdik" demagojisi, uygulamada fazlaca sorunla karşılaşmadan 1990'lara ulaşmıştır.
Ancak 1993'de Almanya, Japonya ve Fransa'da etkili olan ekonomik durgunluk ihracatta büyük bir düşüşe yol açmıştır. Yaşanılan 1994 Şubat kriziyle birlikte varolan tüm iç ilişkiler ve dengeler bozulmuştur. 1991 "Körfez Savaşı" ve 1993 durgunluğunun etkisiyle tüm ihracat alanlarını kapsayan daralma, stokların hızla büyümesine yol açmıştır. Bunun pratikteki görünümü ise, ihraç mallarının iç piyasaya sürülmesi olmuştur.
Bu gelişmeden en çok etkilenen kesim ise, emperyalist ülkelerden ithal edilen makinelerle üretim yapan küçük ve orta sanayi burjuvazisi olmuştur. O güne kadar ihracata yönelik olarak üretim yapan, dolayısıyla tüm ürünleri "modern ve moda"ya uygun olan tekstil sektörü krize girmiştir. İç pazarda emperyalist ülkelerden ithal edilen "marka" ürünlerin egemenliği karşısındaki çaresizlik, sorunun, Türki cumhuriyetler ya da "islam ülkeleri" pazarı yoluyla aşılacağı beklentisi yaratmıştır.
Diğer yandan iç pazardaki emperyalist tüketim mallarının egemenliği, süper ve hiper marketlerin ticari egemenliğini beraberinde getirmiştir. İhracat yılları içinde geleneksel iç pazarın ellerinden gittiğini gören küçük ve orta sermaye kesimleri yeniden iç politikada etkin olmanın yollarını aramaya başlamışlardır. Ve her zaman olduğu gibi, geleneksel politik ilişkiler alanında büyük bir canlanma ortaya çıkmıştır.
Bu gelişmenin ilk sonucu 1995 genel seçimlerinden Erbakan'ın RP'nin birinci parti olarak çıkması olmuştur.
1996 yılında Erbakan'ın başbakanlığında kurulan RP-DYP koalisyon hükümeti, küçük ve orta sermaye kesimlerinin (T. Çiller'in çok sevdiği deyimle KOBİ'lerin) içinde bulundukları pazar ve finansman sorunlarına çözüm bulma iddiasıyla ortaya çıkmışsa da, kendisini hiçbir şey yapamaz durumda bulmuştur. Erbakan'ın "islam kardeşleri"ne olan güveni de işe yaramamıştır. Bulabildikleri tek yeni pazar ise türban ve tesettür pazarı olmuştur. Bir başka deyişle, ağırlıklı olarak tekstil sektörünün pazar sorunu, içte türban ve tesettür modasının geliştirilmesiyle görüntüsel bir yenileşme içine girmiştir.
Neredeyse "lokomotif" işlevi gören türban ve tesettür, beraberinde "şeriata uygun mayo"dan çaydanlığa, Kristal koladan mobilyaya kadar değişik tüketim alanı oluşturmuştur. Başta İhlas Holding'in Türkiye gazetesiyle sattığı mutfak araç ve gereçleriyle tamamlanan bu tüketim alanı, tesettürlü ve türbanlı aile tüketimi oluşturmuştur. Yimpaş, Çetinkaya mağazaları ve "islamcı" gıda marketleri "gelir düzeyi düşük" halk kesimlerinin alış-verişinde egemen hale gelmeye başlamıştır. Böylece geleneksel Anadolu esnaf ve tüccar kesimi "geleneğe uygun" malların ticaretinde yeniden etkin hale gelmiştir.
Bugün "islamcı" kesimin en büyük dağıtım ağı haline gelen Yimpaş'ın mağaza açtığı yerlere bakıldığında bu durum daha açık görülecektir: İstanbul'da Maltepe, Ümraniye, Şirinevler, Eyüp, Güngören, Üsküdar; Ankara'da Çankaya, Ergazi, Pursaklar, Sincan, Ulus; Yozgat, Adapazarı, Düzce, Edirne, Aksaray, Eskişehir, Kayseri, Kırıkkale, Kütahya, Nevşehir, Amasya, Çorum, Sivas, Tokat, Elazığ, Gaziantep, Maraş, Adana, Malatya, Urfa.
Erbakan ve şürekasının göremediği ise, bu tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin tekelleşme amacını bu "yeni" türban ve tesettür pazarıyla gerçekleştiremeyeceği ve "şeriatçı sermaye"nin kuşak değiştirmesidir.
Bir zamanların faşist MHP'nin teorisyeni ve bugünün "liberal faşisti" Taha Akyol bu durumu şöyle anlatmaktadır: "... sanayileşmenin ortaya çıkardığı modernleşme faktörlerini gericilik sanabilirsiniz. Mesela türban bir modernleşme göstergesidir halbuki bizimkiler gericilik sanıyor. 'İrticai sermaye' de bir laikleşme göstergesidir. Dikkat edin öbür dünya için değil, bu dünyanın nimetleri için çalışıyorlar. Kendinizi İslamcı bir şirketin fanatik genel müdürünün yerine koyun. Halk ayaklanması olsun, ithalat ihracat dursun mu istersiniz? O vakit şirket batar! Tam tersine İslamcı denilen şirketler istikrar ve liberalleşme istiyor. İşte toplumsal laiklik (sekülerlik) budur; dünyevileşmedir, rasyonelleşmedir."[6*] Taha Akyol'un sözüyle ifade edersek, "islamcı şirketin fanatik genel müdürü", Erbakan'ın MNP'si yıllarının Anadolu "hacı" esnafı ve tüccarı değildir. İşte bu dönüşümü fark etmeyen Erbakan ve şürekası "hacı" esnaf ve tüccarlar için de birşey yapamamıştır. Ama türban ve tesettürün yarattığı pazarı genişletmenin yolunun türban ve tesettürü yaygınlaştırmaktan geçtiğini gördüklerinden, bu konuyu öne çıkarmışlardır. Sonuç ise, oligarşinin 28 Şubat "post-modern" darbesi olmuştur.
İşbirlikçi tekelci burjuvazinin oluşum ve palazlanma aşamasında Anadolu'da traktör, gübre, lastik, beyaz eşya vb. acentalığı yaparak belli bir dönüşüme uğrayan geleneksel Anadolu esnaf ve tüccarının, işbirlikçi tekelci burjuvazinin güçlenmesine paralel olarak kendi dağıtım ağını kurması karşısında, tasfiye olmaya başlamasıyla ortaya çıkan "şeriatçı" partileşme süreci böylece yeni bir evreye girmiştir.
Diğer yandan, asıl olarak tarımsal üretimle bağlantılı olarak küçük torna tezgahlarıyla üretim yapan küçük sermaye kesimleri, bir yandan sanayi bölgelerine geçiş yaparken, diğer yandan bir kısmı işbirlikçi tekelci burjuvazinin sanayi kuruluşlarının yan sanayisi olarak dönüşüme uğramıştır. Renault ve Fiat'a parça yapan küçük sanayi için "yerli otomobil" üretimi büyük ölçüde eski cazibesini kaybetmiştir. Bu açıdan Erbakan'ın "ağır sanayi hamlesi", sınırlı bir desteğe sahip olmuştur. Bunun yerini, otomotiv sektöründe tekel durumunda olan Renault ve Fiat'ın dışında yabancı otomotiv şirketlerinin kuruluşu almıştır. Bu kesimlerin büyük bir kısmı, Erbakan'ın Malezya ile ortak kuracağı "uçak ve otomobil fabrikası"nın iç ve dış pazarda yer bulamayacağını görmüşlerdir. Bu nedenle, örneğin bir KİA otomobilinin ithalatı ya da üretiminin kendilerine daha çok iş sağlayacağını hesaplamaktadırlar.
Yine de ithal edilen dayanıklı tüketim mallarının bir kısmını taklit ederek üretme kapasitesine sahip olan küçük ve orta sermaye kesimleri bulunmaktadır. Bunlar, diğerlerinin tersine, ithalatın belli oranlarda sınırlandırılmasından yanadırlar. Dolayısıyla "liberalleşme"ye karşıdırlar.
Bunların yanında küçük ve orta ölçekli tarımsal üretime bağlı küçük sanayi kuruluşları varlığını sürdürmektedir. Çokluk yedek parça ve tamir işleriyle uğraşan bu kesimler, uygulanan tarım politikaları sonucu önemli bir pazar kaybına uğramışlardır. (Aynı durum, köylülere yönelik geleneksel tüketim malları üreten -ayakkabı, kara lastik vb.- kesimler için de geçerlidir.) Bunlar, en tutucu kesimi oluşturmaktadırlar.
İşte tüm bu gelişim ve dönüşüm içinde bulunan küçük ve orta sermaye kesimlerinin içinde bulundukları durum, yukardan aşağıya emperyalizmin çıkarlarına uygun olarak geliştirilen kapitalizme eklemlenme ya da tasfiye olma sorununu varetmeye devam etmektedir. 1995 seçimlerinde Erbakan'la, 1999 seçimlerinde MHP'yle ve 2002 seçimlerinde AKP ile bu sorundan kurtulacaklarını ummuşlar ve ummaktadırlar.
Bugün AKP, tüm gelişim ve dönüşümü içinde bu küçük ve orta sermaye kesimlerinin desteğini almıştır. Ancak içinde emperyalizme bağımlı kapitalizmle eklemlenmenin tek çıkar yol olduğunu düşünen ve dolayısıyla emperyalizmle "iyi geçinmek gerektiğini" savunan kesimlerden, er ya da geç emperyalist üretim ilişkileri varolduğu sürece kendilerinin kesin olarak tasfiye olacaklarını düşünen ve bu nedenle emperyalizme karşı olan kesimlere kadar pek çok kesimi bünyesinde barındırmaktadır. Eski tip "hacı" esnaf, zanatkaar ve tüccar kesimi her ne kadar Erbakan'a bağlılığını sürdürüyorsa da, AKP onlar için de yeni bir umut durumundadır. Bu yönüyle, bu kesimlerin bugüne kadar sürdürdükleri "çatışma-uyum" ilişkisi, giderek "eklemlenme-yok olma" ikilemine dönüşmektedir. Eklemlenmeyi "boyuneğme" ve "yokolma" olarak görenlerin, şeriatçı söylemi ve pratiği artan oranda öne çıkartacakları kesindir.
Tüm bu sorunların temelinde yatan ise, ülkemizde kapitalizmin kendi iç dinamiği ile gelişememesi, dönüşümün devrimci bir tarzda gerçekleşmemesidir. Feodal ve yarı-feodal üretim ilişkilerinden arta kalan ilişkiler ve kesimler, gerek ekonomik, gerek sosyal ve siyasal olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Siyasal alanda laiklik-şeriatçılık olarak ortaya çıkan bu varoluş, siyasal iktidarlar aracılığıyla elde edilen çeşitli tavizlerle, uzlaşmalarla günümüze kadar gelmiştir. Nicelik olarak nüfus içinde önemli bir yere sahip olduklarından, "demokratik ortam" onların başlıca güç kaynağı durumundadır. Oligarşinin askeri darbelerine karşı oluşlarının nedeni de budur. Diğer yandan, "demokratik ortamı" kullanarak siyasal iktidarı ele geçirmek ve bu yolla oligarşinin askeri gücünü kırmak istemektedirler. Kendi varlıklarını sürekli tehdit eden bu askeri güce karşı oluşları, "Türk ordusuna" karşı oluşlarından değil, oligarşi tarafından kullanılışındandır.
Oligarşi, her dönemde, küçük-burjuva aydınlarını yanına çekerek ("laik, Atatürkçü" söylemle) bu kesimlerin baskı altına alınmasını sağladığından, küçük-burjuva aydınları "kendi hayat tarzlarına" yönelik "şeriatçı" tehlike karşısında "orduyu" tek kurtarıcı olarak görmeye alışmıştır. Bu nedenle, AKP'nin "ezici çoğunlukla" seçimleri kazanması karşısında duydukları "tedirginlik" ve korku, "nasıl olsa ordu var" mantığıyla bir yana itilmeye çalışılmaktadır. Bu da, onları, sorunların kaynağını görmemeye, gerçek ve kalıcı çözüme karşı ilgisiz kalmaya itmektedir. "Medya"daki sözcülerinin ifadesiyle, AKP'nin "merkez sağ parti" olması durumunda sorunun çözüleceğini düşünmektedirler. 1999 seçimlerinden sonra faşist MHP'nin yükselişi karşısında duydukları korku ve tedirginlikle buldukları bu "çözüm yolu", AKP'nin (ya da MHP'nin) oligarşinin siyasal temsilcisi olmasından başka bir anlamı yoktur. Bir bakıma, onlar, AKP'yi, 1950'lerin DP'si ya da 1965'lerin AP'si gibi görmek istemektedirler. (AKP, içinde "sol" unsurları barındırmadığı için, T. Özal'ın ANAP'ıyla fazlaca benzeştirilmek istenmemektedir.) Bu küçük-burjuva "çözüm yolu"nun tek sorunu, bunu oligarşinin ne kadar benimseyeceğidir.
Yazımızın başından itibaren ortaya koymaya çalıştığımız gibi, DP ve AP, işbirlikçi tekelci burjuvazinin oluşum ve gelişim aşamasında feodal ve yarı-feodal egemen sınıflarla kurduğu ittifakın siyasal ifadesidirler. Zaman içinde işbirlikçi tekelci burjuvazi gelişmiş ve oligarşiyi tek başına oluşturur hale gelmiştir. Dolayısıyla zorla elde ettiği bu egemenliğini gönüllü olarak paylaşmak durumunda değildir.
Diğer yandan "şeriatçı" kesimler, bu ittifaklardan her zaman zararla çıkmışlardır. Dolayısıyla benzer bir ittifaka kendi istekleriyle (ki parlamentoda büyük bir çoğunluğu sağlamışken) katılmaları beklenemez.
Ekonomik açıdan ise, dışa (emperyalizme) bağımlı kapitalizm, egemen üretim ilişkisi haline gelmiştir. Bu yönüyle, 1979 yılında mollaların İran'da iktidara gelmelerini sağlayan geçiş koşulları mevcut değildir.
İşte bu öznel ve nesnel nedenlerden dolayı, AKP'nin tarihin gerisinde kalmış olan DP ve AP gibi bir siyasal parti olması olanaksızdır. Olabilir tek şey, 1970'lerin MC hükümetleri benzeri bir içsel koalisyon yönetimidir. Bu ise, bugün için parlamento dışında kalmış olsalar da, temel güçlerini koruyan MHP ve DYP'nin varlığı koşullarında olanaksızdır.
AKP, kendisini tek başına iktidara taşıyan oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki ayrışma ve bölünmenin son durağıdır. AKP, her ne kadar Necip Fazıl Kısakürek'in "murat ettiği" "örnek şahsiyet kadrosuna", "gerçek ve üstün münevverler aristokrasyası"na sahip olsa da, "İslâm inkılâbını" gerçekleştiremezler. Bu "münevverler aristokrasyası"nın yapabileceği tek şey, demagojiye başvurarak, oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki ayrışma ve bölünmeyi bir süre için "denge"de tutmaktır. Ancak dünya ekonomik buhranının varlığı ve Amerikan emperyalizminin Orta-Doğu'da sürekli ve kalıcı hale gelme yönündeki girişimleri ve planları, "denge"nin içte değil, dışta, Amerikan emperyalizmiyle aranmasını beraberinde getirmektedir. Bu da, AKP'nin "münevverler aristokrasyası"nın işbirlikçi tekelci burjuvaziye karşı emperyalist ülkelerin siyasal işbirlikçisi olarak etkili olmaya çalışacağı demektir. Amerikan emperyalizminin Irak'a yönelik saldırı hazırlıklarıyla uygun bir zemin bulunduğu söylense de, AKP'nin "münevverler aristokrasyası"nın emperyalizmin siyasal işbirlikçisi olarak tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin ekonomik işbirlikçiliğe terfi etmesi olanaksızdır. Yine de emperyalizmin siyasal işbirlikçisi olarak elde edecekleri şey, "islam ülkeleri" pazarının yeniden paylaşımından kendilerine pay düşeceği umudu olacaktır. Bu umut, Necip Fazıl'ın MNP'den MHP'ye geçişi gibi, "münevverler aristokrasyası"nın "Türk-İslam Sentezi"ne sıçramasından başka sonuç vermeyecektir. Kaybedilen ise, "islam kardeşleri" olacaktır.
Bu nedenlerden dolayı, AKP'yi bekleyen ayrışma ve parçalanmadır. Bu süreçte, "milli görüşçüler"in ("medyatik" dilde radikallerin) iktidar olanaklarını ne oranda bırakmayı kabul edeceklerine bağlı olarak "ordu" devreye girecektir. (Burada AKP'nin "münevverler aristokrasyası"nın bir bölümünün "ordu" ya karşı referandum ya da tehdidi de sözkonusudur.)
Her durumda varolan tek gerçek ise, ülkemizin emperyalizme bağımlı olduğu ve bu bağımlılık sona erdirilemediği sürece, gerçek ve kalıcı hiç bir şeyin yapılamayacağıdır.
[1*] Ertuğrul Özkök, 4 Kasım günü "Bir şakanın ardındaki duygular" başlıklı yazısında şöyle yazıyordu:
"Dün manşeti hazırlarken, bir arkadaşım şöyle bir espiri yaptı: Önce 'Yarın herkesin içinden geçen sözü manşet yapmamızı ister misiniz?' diye sordu.
Biz 'evet' deyince de esprili manşet önerisini patlattı:
'Merak etmeyin Ordu var..'" [2*] Feodal ya da yarı-feodal üretim ilişkileri içinde yer alan tüccar kesimi. [3*] Bugün AKP'de yer alan pek çok "ünlü"nün "milli görüş" serüvenleri bu dönemde başlamıştır. Örneğin Bülent Arınç 2000 yılındaki FP kongresinde şöyle konuşmuştur:
"'Ben 1967 yılında hukuk fakültesi öğrencisi iken Necmettin Erbakan'ı TOBB mücadelesinde desteklemiştim, 1969 yılında Konya'dan aday olduğunda bütün ilçeleri gezen bendim. Benim Anadolu'da ayak basmadığım yer yok. Beni siz tanımazsınız; ama babalarınız, analarınız tanır." [4*] Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III [5*] Bu dönemde "milliyetçi-muhafazakar" Ilıcakların Tercüman gazetesinde yazarlık yapan Güneri Civaoğlu bu durumu şöyle anlatmaktadır:
"12 Eylül'den önceki gecelerden biri. Rauf Tamer'in evinde onun doğum günü... Ama herkeste bir yılgınlık, bir bezginlik, dehşet ürpertileri. Suskunluk... Örgütlü şiddet eylemlerinin Türkiye'ye bir kan bataklığı görüntüsü verdiği günler. Bir şarkıyı mırıldanıyoruz salondaki birkaç kişi: 'havasına suyuna, taşına toprağına. Bir başkadır benim memleketim.' Gözler dolmuş. Kelimeler dudaklarımızdan duygu yüklü çıkıyor. Bir çok tanıdık ismin, tası tarağı top-layıp, Türkiye'yi terkederek, Amerika'ya, İngiltere'ye yerleştiği günler... Nişantaş'ın, Levent'in apartman camları gazete kağıtlarıyla kaplı. İçerde yaşam yok ki!..." (Beyaz Türklerden Bugüne, Sabah, 10 Kasım 1988) [6*]Milliyet Pazar, 24 Mart 1999