Spekülasyon ve Manipülasyon Ekonomisinden
Şeriat Ekonomisine mi?
20 Kasım günü Hürriyet gazetesinin ekonomi sayfasında verilen bu haber şöyle devam etmektedir:
"3 Kasım seçimlerinden tek başına iktidar çıkacağı beklentisi ile seçimden önce olumlu sinyal vermeye başlayan seçimden sonra da hızla düzelen faiz, kur ve borsa verileri gibi imalat sanayi üretimi de canlanma işareti verdi. İmalat sanayi kapasite kullanımı oranı Ekim ayında yüzde 80.6'ya yükseldi. En son Ekim 2000' de yüzde 81.3 olan kapasite kullanımı 23 aydır yüzde 80'in altında seyrediyordu. Böylece bir anlamda fabrika çarkları, Kasım 2000 krizini de geride bırakmış oldu."
Benzer haberler tüm "medya"da manşetlere taşınırken, ekonominin "düzlüğe" çıktığı ya da en azından çıkmaya başladığı yönündeki yorumlar birbiri ardına gelmeye başladı.
Kapasite Kullanım Oranı*
İmalat Sanayi - Üretim Değeri Ağırlıklı |
|
(Yıllık %) |
(Üçüncü çeyrek.%) |
|
Devlet |
Özel |
Toplam |
Devlet |
Özel |
Toplam |
1978 |
70.6 |
60.2 |
61.6 |
|
|
|
1979 |
67.7 |
56.0 |
56.9 |
|
|
|
1980 |
59.6 |
54.3 |
55.2 |
|
|
|
1981 |
60.6 |
55.7 |
56.7 |
|
|
|
1982 |
67.2 |
58.0 |
59.4 |
|
|
|
1983 |
67.5 |
59.3 |
60.3 |
|
|
|
1984 |
79.3 |
73.3 |
74.3 |
|
|
|
1985 |
73.8 |
69.3 |
70.3 |
|
|
|
1986 |
72.5 |
69.1 |
70.0 |
|
|
|
1987 |
80.7 |
76.8 |
78.2 |
82.2 |
76.7 |
78.7 |
1988** |
77.5 |
73.5 |
74.8 |
76.4 |
72.2 |
73.6 |
1989 |
72.4 |
72.8 |
72.8 |
69.8 |
73.2 |
72.0 |
1990 |
74.1 |
75.7 |
75.2 |
72.2 |
75.6 |
74.5 |
1991 |
76.8 |
72.6 |
74.0 |
79.0 |
72.4 |
74.8 |
1992 |
77.8 |
75.7 |
76.4 |
81.0 |
75.6 |
77.5 |
1993 |
79.2 |
79.8 |
79.6 |
80.4 |
81.1 |
80.9 |
1994 |
78.3 |
70.8 |
72.9 |
80.8 |
69.9 |
73.0 |
1995 |
80.5 |
77.9 |
78.6 |
81.4 |
79.2 |
79.8 |
1996 |
82.1 |
76.5 |
78.0 |
80.4 |
77.1 |
78.1 |
1997 |
81.3 |
78.7 |
79.4 |
81.9 |
80.5 |
80.9 |
1998 |
81.0 |
74.5 |
76.5 |
84.5 |
74.4 |
77.3 |
1999 |
78.9 |
69.8 |
72.3 |
75.9 |
69.8 |
71.6 |
2000 |
79.8 |
74.4 |
75.9 |
77.3 |
76.3 |
76.6 |
2001 |
82.0 |
66.9 |
71.1 |
80.3 |
67.4 |
71.1 |
2002 |
|
|
|
85.6 |
73.5 |
77.5 |
2002 Ekim |
|
|
|
87.5 |
76.1 |
80.6 |
* Kaynak: DİE
** 1988'den sonra yeni seri kullanılmıştır. |
DİE'nin 19 Kasım günü açıkladığı "kapasite kullanım oranları" verilerinden yola çıkarak yapılan haber-yorumlarda, bir yandan "krizin aşıldığı" değerlendirmeleri yapılırken, diğer yandan "tam kapasite çalışmaya" yakında geçileceği beklentisi yayılmaya çalışılıyordu.
Hürriyet gazetesinin yazdığı gibi, "seçim öncesi olumlu sinyaller veren" ekonomi, seçimden sonra "hızla düzelen faiz, kur ve borsa verileri" ile "canlanma işaretleri" vermiş olduğundan, "kapasite kullanım oranları" verilerinin açıklaması "işaretlerin" "gerçekliği" olarak sunulmaktadır.
Seçim öncesinde Bülent Ecevit'in "ekonominin olumlu sinyaller verdiği", "büyümeye geçildiği" ve böylece IMF politikalarının olumlu sonuçlarının alınmaya başlandığı yönündeki açıklamaları "medya"da fazlaca yer almazken, aynı sözler AKP hükümeti için "medya" tarafından söylenmeye başlanmıştır.
Burada, "medya"nın AKP'nin mecliste büyük bir çoğunluk elde ederek tek başına iktidar olması karşısında gösterdiği dalkavukluk fazlaca etkili olmasa da, dalkavukluğun ekonomik "verilerle" desteklenmesi "birşeylerin düzeleceği" umutlarını yaratmaya başlamıştır. Öyle ki, pek çok kişi, bu yayınlar karşısında, AKP iktidarının (en hafif deyimle) "işleri düzelteceği"ni düşünür olmuştur.
Herkesin bildiği ve kent küçük-burjuvazinin "nefes nefese izlediği" gibi, seçim sonrasında AKP'nin "tek başına iktidar" olmasıyla birlikte, borsa endeksi "şahlanmış" ve "coşmuş"tur. 10.000'lerde seyreden İMKB-100 endeksi 15 Kasım itibariyle 13.597'lere yükselmiştir. (%14).
Öte yandan faiz oranları inişe geçmiş ve AKP iktidarı (Tayyip Erdoğan) bir gecede 100 milyon dolar kazandırmıştır!
Kur (dolar) da, benzer biçimde "inişe" geçmiş ve 15 Kasım günü 1.612.000 TL. olmuştur.
İşte kapasite kullanım oranlarının açıklanması, tüm bu "olumlu sinyaller"e inanmayanları inandırmaya yetmiştir.
Tüm bunların gösterdiği gerçek ise, ekonominin tümüyle spekülasyon ve manipülasyona dayandırılmış olduğudur. Her türden spekülasyon ve manipülasyon yapılabilinmesi için "kamu kuruluşları" ellerinden geleni yapmayı sürdürmüşlerdir. Bunun sonucu ise, kapasite kullanım oranlarında görüleceği gibi, ülke, dünya ve ekonomi gerçekleri ile hiçbir ilişkisi olmayan "veriler" ortalıkta uçuşmaya başlamıştır.[1*]
DİE'nin verilerine göre, 1987 yılının üçüncü çeyreğinde kapasite kullanım oranı %78,7 iken, 1994 krizi döneminde %73 ve 2001 krizinde %71,1 olmuştur. Aynı verilerde kamu kesimindeki kapasite kullanım oranının en düşük olduğu yıllar 1988-1990 ve 1999-2000 yılı gözükmektedir. 1987-2002 arasında özel sektörün kapasite kullanım oranının %70'lerin altına 1994 ve 2001 yılında düştüğü görülmektedir.
Ancak 1978-1988 yılları arasındaki kapasite kullanım oranlarına bakıldığında 1984 ve 1987 dışında %70'lerin üstüne çıkılmamıştır. 1988 yılında DİE'nin "yeni seri"ye geçişiyle birlikte kapasite kullanımının %70'lerin altına düşmediği görünmektedir. İşte spekülasyon ve manipülasyon ekonomisinin başlangıç noktası da burada ortaya çıkmaktadır.
18 Ağustos 1998 tarihli Hürriyet gazetesinde şu haber yer almıştır:
"Kapasite kullanımı yükseliyor
İmalat sanayiinin, kapasite kullanım oranı yeniden yükselmeye başladı. DİE Temmuz ayı imalat sanayi eğilim anketi sonuçlarını açıkladı. Buna göre, Haziran ayında yüzde 78.4'e gerileyen kapasite kullanım oranı, Temmuz'da yeniden yükselerek yüzde 80.9 düzeyine çıktı. Kapasite kullanımı geçen yılın Temmuz ayında da yüzde 80.8 düzeyinde gerçekleşmişti.
İmalat sanayi işyerlerinin tam kapasite ile çalışamama nedenleri içinde iç pazarda talep yetersizliğinin payı yükseldi. Geçen yıl yüzde 53.3 olan iç pazardaki talep yetersizliğinin tam kapasite ile çalışamama nedenleri içindeki payı bu yıl yüzde 55.7'ye çıktı. Dış pazardaki talep yetersizliğinin payı ise yüzde 17.8'den yüzde 15.4'e düştü."
19 Kasım 2002 tarihli Milliyet gazetesinin haberi ise şöyledir:
"Kapasite kullanımı 23 ay sonra yeniden yüzde 80'in üstüne çıktı
En son Kasım 2000'de yüzde 81.6 ile yüzde 80'in üstünü gören kapasite kullanım oranı, 23 ay aradan sonra, ekimde yeniden yüzde 80'i geçerek yüzde 80.6'ya çıktı
İmalat sanayinde kapasite kullanım oranı 23 ay aradan sonra ilk kez bu yıl ekim ayında yüzde 80'in üzerine çıkarak, yüzde 80.6 olarak gerçekleşti. Ekimde ortalama kapasite kullanımı kamu sektöründe yüzde 87.5'e kadar çıkarken, özelde yüzde 76.1'de kaldı.
Tam kapasite ile çalışamama nedenlerinin başında yüzde 59.5'le iç talepteki yetersizlik geldi."
19 Kasım 2002 tarihli DİE açıklamasında "tam kapasite çalışamama nedenleri" ise şöyle sıralanmıştır: İç pazarda talep yetersizliği %59,5; dış pazarda talep yetersizliği %11,3; mali imkansızlığı %2,2; yerli mallarda hammadde yetersizliği %2,7; işçilerle ilgili meseleler %2,4; ithal mallarda hammadde yetersizliği %1,3.
Görüleceği gibi, 1998 yılının Temmuz ayında "tam kapasite çalışamama nedeni" olarak gösterilen "iç pazarda talep yetersizliği" %55,7 iken, Ekim 2002'de %59,5 olmuştur. "Dış pazarda talep yetersizliği" ise, sırasıyla %17,8 ve %11,3 olmaktadır. Bunların somut anlamı ise, gerek 1998 Temmuz ayında, gerekse Ekim 2002'de "işverenler"in DİE'nin düzenlediği "iktisadi yönelim anketi"ne verdikleri yanıtların bir ve aynı olduğudur. Arada görülen küçük yüzde farklılıkları bu gerçeği değiştirmemektedir. Diğer yandan 1998 yılında "ekonomik kriz"le ilgili hiçbir uyarı ya da haberin yer almadığı da gözönüne alınırsa, ortaya çıkan sonuç, DİE'nin "iktisadi yönelim anketleri"ne göre yayınlanan verilerin hiçbir değere sahip olmadığıdır. Zaten DİE'nin "iktisadi yönelim anketi" sınırlı sayıda "işverenle" yapılmakta ve çoğu durumda işyerindeki herhangi bir kişi tarafından yanıtlanmaktadır. (DİE'nin 19 Kasım tarihinde açıkladığı Ekim 2002'ye ilişkin veriler "835 işyeri"nden derlenmişken, 20 Kasım tarihinde açıkladığı üç aylık veriler "2199 işyeri"ne ilişkindir.)
DİE'nin açıkladığı kapasite kullanımına ilişkin verilerdeki çelişkiler bunlarla sınırlı değildir. Yukarda ifade ettiğimiz gibi, DİE'nin "iktisadi yönelim anketi"nde yer alan "tam kapasite ile çalışamama nedenleri"ne verilen yanıtlarda da açık bir farklılık bulunmaktadır.
19 Kasım 2002 günü açıklanan Ekim ayı verilerinde "tam kapasite ile çalışamama nedenleri"nin başında gelen "iç pazarda talep yetersizliği" %59,5 iken, bir gün sonra açıklanan üç aylık kapasite kullanım oranları verisinde bu oran %46,8 görünmektedir. Aynı şekilde "dış pazarda talep yetersizliği" Ekim ayı için %11,3 olarak açıklanırken, üç aylık verilerde %21,8 olarak açıklanmıştır.
Bunların ekonomik anlamı ise, Temmuz-Ağustos aylarında "iç pazarda" önemli bir talep ortaya çıktığı, ancak Eylül ayında bu talebin büyük ölçüde düştüğüdür. Diğer yandan, Temmuz-Ağustos döneminde ihracatta önemli bir "sıkıntı" görülürken, Eylül ayında bunların ortadan kalktığı, bir başka deyişle, dış pazarlarda önemli bir gelişme olduğu görülmektedir.
Diğer yandan, üretimde ve ihracatta önemli artışlar olduğuna ilişkin istatistik veriler birbiri ardına yayınlanmaktadır. Ve elbette bu verilerden çıkartılan sonuç ise, ekonominin "düzlüğe" çıkmaya başladığı şeklinde olmaktadır.
Oysa ki, DİE'nin yayınlamış olduğu "iktisadi yönelim anketi"ne dayanılarak düzenlenen "yeni serim" kapasite kullanım verileri bile, ekonominin hiç de "düzlüğe" çıkmadığını göstermektedir.
Eğer bir ülkede, "işveren"lerin %59,5'lik bir kesimi iç talep yetersizliğinden, dolayısıyla mallarını satamamaktan söz ediyorsa, varolan gerçek, halkın alım gücünün artmadığıdır. Bu durumda, üretimde meydana geldiği söylenen artışlar, ya ihracata ya da "stoklara" yönelik olmak zorundadır.
İlk sekiz aylık verilere bakıldığında bir önceki yılın aynı dönemine göre ihracattaki artış miktarı 1,364 milyar dolar (%6,7) olmuştur. 2001 yılına göre ihracatta meydana gelen bu artış da ağırlıklı olarak Temmuz ayında gerçekleşmiştir. Aynı dönemde ithalattaki artış miktarı ise 2,710 milyar dolardır (%9,8). Ve Mart ayından itibaren ithalat ise sürekli büyümüştür. Nisan ayında %32,3 olan ithalat artışı, Ağustos ayında %19,4 olmuştur.
Sayılarla ne kadar oynanırsa oynansın, ortada olan gerçek, iç talepteki daralmanın devam ettiği ve doların değerinin düşmesine bağlı olarak ithalatın yeniden arttığıdır.
Bütün bunlar, ülke ekonomisinin bir önceki yıldan (2001) çok farklı durumda olmadığını göstermektedir.
"Medya"nın AKP'nin tek başına iktidara gelmesi karşısında gösterdiği dalkavukluk ve yağcılık kullanılabilir her türlü haberin öne çıkartılmasıyla birlikte görülmektedir. İşte DİE'nin açıkladığı "kapasite kullanım oranları", böyle bir ortamda, bu amaçlarla öne çıkartılmıştır. Yıllardır benzer biçimde derlenen ve yayınlanan verilerin birbirine benzer sonuçlarıyla fazlaca ilgilenilmemişken, birden ortaya çıkan bu yoğun ilginin arka planında bu "medyatik" tutum bulunmaktadır.
Elbette "medya"nın bu tutumu ne ilktir, ne de yenidir. Ancak kitlelerin yönlendirilmesinde her zaman etkin bir araç olan "medya"nın bu yöntemi yine de "alıcı" bulmaktadır. Günümüz koşullarında "alıcı" kitle, aynı zamanda yeni AKP iktidarına "bağlanma" eğilimi içine sokulmuştur. İşin en tehlikeli yanı da burada ortaya çıkmaktadır. Dün IMF programlarının "başarısı" için kullanılan "veriler", bugün AKP için kullanılmaktadır. Birincisi ülkemizin daha fazla emperyalizme bağımlı ve yoksullaşan bir ülke haline getirilmesine ne kadar hizmet etmiş ise, ikincisi de tüketimin şeriat esaslarına göre denetim altına alınmasına ve şeriatçılığın sosyal yaşamda etkin hale gelmesine o kadar hizmet edecektir.
Klasik burjuva ekonomi-politiğinin "talep enflasyonu"na karşı iç talebin kısılması yöntemi ile tüketimin şeriat esaslarına göre denetlenmesi bir ve aynı şeydir.
İç talebin kısılması karşısında, ara malları ithalatındaki artışa paralel olarak üretim "canlandırılacak" ve "ihracata yönelik" üretim (her zamanki gibi) yeniden gündemin birinci maddesi haline gelecektir. Bu ise, bir dönem TL'nin aşırı değerlenmesine dayanarak ara malları ithalatının artması demektir. Ve her zaman olduğu gibi, ihracatın artırılabilinmesi için TL'nin değer yitirmesi peşinden gelecektir. Buraya kadar, IMF programı ile AKP uygulaması arasında bir çatışkı ortaya çıkmayacaktır. Çatışkı, tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin yeterli ihracat yapamadığı ve ara malları ithalatı yanında tüketim malları ithalatının da artması karşısında kendisi için gerekli iç talebin artırılması için devlet harcamalarının artırılması noktasında ortaya çıkacaktır.
"Medya"nın kapasite kullanım oranları üzerinden yaptığı çığırtkanlığın üstünü örtmeye çalıştığı gerçeklerdir bunlar.
Bugün için AKP'nin açık ve belirgin bir ekonomi politikası ortalıkta bulunmamaktadır. Bilinebilen ve görülebilen ise, sınıfsal çıkarlarının temsilcisi olduğu küçük ve orta sermaye kesimlerinin içinde bulundukları "kriz" koşullarına göre hareket edecek olduklarıdır. Ekonomide henüz hiçbir iyileşme ve gelişme mevcut değilken yapılan çığırtkanlıklara bakıldığında, AKP'nin ilk bir yıllık "acil hedefler" uygulaması sonucunda %100'lük ve daha da üstünde kapasite kullanım oranlarıyla karşılaşmak fazlaca şaşırtıcı olmayacaktır.
Tayyip Erdoğan'ın Avrupa "seferi"ne bakarak, AB ülkelerine yeni ihracat olanakları sağlanacağını bekleyenlerin de umduklarını bulamayacaklarını bugünden söylemek kahinlik olmayacaktır. Dünya ekonomik bunalımının varlığını sürdürdüğü ve giderek deflasyon ve durgunluğun birlikte görülür hale geldiği bir dönemde, AB ülkelerine yönelik ihracatın artırılması olanaksızdır. Tersine bu ülkelerden yapılan ithalatta büyük bir artış ortaya çıkması daha büyük olasılıktır. İşte Tayyip Erdoğan ve şürekasının Erbakan'dan öğrendikleri de burada ortaya çıkmaktadır.
Erbakan, 28 Şubat post-modern darbesiyle sona eren kısa başbakanlığı döneminde ilk yurtdışı gezilerini "islam ülkeleri"ne yapmışken, Tayyip Erdoğan "batıya" yapmıştır.
Ve anımsanacağı gibi, Erbakan'ın Endonezya'dan Libya'ya kadar yaptığı bu yurtdışı gezisi büyük bir "talihsizlik" olmuş ve "kanlı ya da kansız" şeriatçılığın ilk adımları olarak kamuoyuna yansımıştır. Oysa ki, Erbakan'ın bu davranışının temelinde, küçük ve orta sermaye kesimleri için yeni pazar ve kaynak bulma amacı bulunuyordu. Erbakan, bu pazar ve kaynakları AB ülkelerinden bulmanın olanaksız olduğunu bildiğinden, doğrudan "bulacağını" sandığı "islam kardeşleri"ne gitmişti.
Tayyip Erdoğan ise, re-export bir ekonomi için, "batı ile doğu arasında köprü" olma söylemiyle "batıya" yönelirken, hem Erbakan gibi "şeriatçılığın ilk adımları" görünümünden kurtulmayı, hem de üretim kapasitesi düşmüş küçük ve orta sermaye için kaynak bulmayı amaçlamıştır. Bu yolla, özellikle "medya"da köşe başlarını tutmuş olan küçük-burjuvaları da (bir süre için) kendisine yedeklemiş olmaktadır. "Üreten" bir ekonomi için (kapasite kullanım oranları bu anlamda kullanılarak) pazar bulmak amacıyla Tayyip Erdoğan'ın ikinci büyük yurtdışı "seferi"nin "kardeş islam ülkeleri"ne olacağı ise kesindir. Bunun da Erbakan'ın "islam ortak pazarı" söylemiyle gerçekleştirileceği ise her türlü kuşkudan uzaktır. Bu kez, Erbakan'dan farklı olarak Tayyip Erdoğan'ın elinde "batıdan istedik vermediler" kozu da bulunacağından, "kardeş islam ülkeleri" seferinin daha büyük bir "medyatik" destekle gerçekleşme olasılığı bulunmaktadır.
Gerek dünya ekonomik buhranı, gerekse "islam ülkeleri"nin emperyalizme bağımlılığı, "milli görüş"ün her türlü versiyonunun gerçekleşmesini olanaksız kılmaktadır. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan ve şürekası da, her zaman olduğu gibi, içe, iç pazara dönmek zorundadır. Bir başka deyişle, küçük ve orta sermaye kesimleri için gerekli kaynaklar ve talep, iç pazardan karşılanmak zorundadır. Bu, "adil düzen"in ilk adımı olarak, kredi kaynaklarının küçük ve özellikle orta sermaye kesimlerine yönlendirilmesi demektir. Ama ortada üretken yatırımlar için gerekli para-sermaye bulunmamaktadır. Ülkedeki kullanılabilir tüm para-sermaye kaynağı ise, devlet iç borçlanma senetleri ve vergiler yoluyla elde edilecek devlet gelirleri olarak vardır.
Devlet iç borçlanma yoluyla küçük ve orta burjuvaziye ek bir "kaynak", yani reel faiz olanağı sağlamak AKP'nin "acil" hedefleri arasında olacaktır. Bugüne kadar "piyasa yapıcı bankalar" aracılığıyla gerçekleştirilen iç borçlanma, daha farklı araçlar kullanılarak küçük ve orta sermaye kesimlerinin yararlanacağı bir biçimde değişikliğe uğratılacaktır. Bu konuda bilinen yöntem ise, T. Özal'ın Emlak Bankası aracılığıyla gerçekleştirdiği "karşılıksız kredi" verme yöntemidir. Diğer bir deyişle, kamu bankalarının "görev zararları" bir kez daha büyük miktarlara ulaşacaktır.
Vergi yoluyla yeni kaynak ise, "laik" kesimlerin vergilendirilmesini öne çıkartacaktır. Özellikle kent küçük-burjuvazisinin T. Özal döneminde başlayan ithal mallara dayanan yeni tüketim alışkanlıkları AKP hükümetinin vergi uygulamalarının odak noktasını oluşturacaktır. IMF ve Kemal Derviş'in "üstün gayretleri" ile çıkartılan ÖTV bu konuda yasal bir zemin oluşturmaktadır.
Diyebiliriz ki, Tayyip Erdoğan'ın AKP hükümeti, 1987-89 T. Özal uygulamalarının ikinci versiyonu olarak ortaya çıkmaktadır. Fak-Fuk-Fon'un yeniden "canlandırılması" da bu versiyonun birincisinin birebir taklidi olacağını göstermektedir. Nitekim AKP'nin ilan ettiği "acil eylem planı"nda yeralan "15.000 km'lik duble yol yapım çalışmalarına ilk altı ayda başlanacak, Boğaz Demiryolu-Tüp Geçişi ve Gebze-Halkalı banliyö hattı projeleri gibi yeni projeler devreye sokulacak, 6 ay içinde konut seferberliği başlatılacak" sözleri de bu durumu yansıtmaktadır. (Anımsanacağı gibi, T. Özal'ın üç büyük "misyonu ve vizyonu" olmuştur: Boğaz Köprüsü'nün satışı ve 3. köprünün yapılması; TEM otoyol inşaatı ve "toplu konut".)
Doğal olarak T. Özal'ın bu ikinci versiyonu, birincisi için "medya"da hiç sözü edilmeyen "kaynak" sorunuyla karşı karşıyadır. Elbette ilk anda Özal "vizyonu" ile "yap-işlet" yöntemi kullanılacağı ilan edilecek ve bu işler için gerekli finansmanın ihaleyi alan şirketler tarafından bulunacağı ilan edilecektir. Ama "vermeden almak Allah'a mahsus" olduğundan, ekonomide herşeyin bir karşılığı bulunmak zorundadır. Bu da, dış ve iç borçlanmanın artırılmasından başka bir şey değildir. Ancak T. Özal'ın ikinci versiyonu olmak Tayyip Erdoğan ve şürekası için fazlaca önemli değildir. Onların düşüncesine göre, Menderes, Demirel ve Özal'ın yaptıklarının kitleler tarafından nasıl algılandığı önemlidir. Menderes iktidarının "nispi refah"ı artırıcı uygulamalarının 1957 kriziyle, Demirel'in tek başına iktidarının 1970 devalüasyonu ile ve T. Özal'ın 200 milyar doları aşan iç ve dış borçla sonuçlanmış olmasından çok, "seçmenler"in gözünde görünüşleri önem taşımaktadır. Bu nedenle, bu uygulamalarla 10 yıllık bir iktidar dönemini garantiye alacaklarını ummaktadırlar.
Doğal olarak, böylesine garantilenecek on yıllık bir AKP iktidarında, "şer'î" esaslara uygun yasal düzenlemeler yapmanın, devlet bürokrasisini "şeriata" uygun hale getirmenin ve "sivil toplumu" "şeriata" uygun bir yapıya dönüştürmenin olanaklı olacağı varsayılmaktadır. Bu nedenle, bu yönde atılacak adımların "aceleye getirilmemesi", "yumuşak" davranışlar sergilenmesi ve tepkilerin "tebessümle" geçiştirilmesi gündeme gelmektedir.
Bu durumda şu sorular ortaya çıkmaktadır: "Cumhuriyet Türkiye'sinde" böylesine "yumuşak" geçişli ya da Erbakan'ın deyişiyle, "kansız" bir biçimde şeriatçılığa geçiş olanaklı mıdır? T. Özal'ın ikinci versiyonunu ekonomik olarak sergilemenin koşulları var mıdır? Ülke ekonomisi buna dayanabilir mi? Bu uygulamalar karşısında oligarşinin ve emperyalizmin tavrı ne olacaktır?
Öncelikle unutulmaması gereken, Kemal Derviş'in iddiasının aksine, ekonomi ile politika birbirinden ayrılmaz bir bütün oluştururlar. Ekonomi-politika ya da politik ekonomi, devlete ve devlet çerçevesi içinde yaşayan tüm ulusa ait bir kavramdır. Bu nedenle, AKP olayının politik (şeriatçı) yanı ile ekonomik yanı bir bütün oluşturmaktadır. Küçük ve orta sermaye kesimlerinin temsilcisi olarak atacağı her adım, küçük ve orta burjuvazinin AKP'ye verdiği desteğin sürmesine hizmet edecektir. Parlamentoda bir başka sağ partinin mevcut bulunmayışı, ister istemez küçük ve orta burjuvazinin parçalanmışlığının ikinci plana itileceği bir siyasal durum yaratmıştır. Bir dönem için, küçük ve orta sermaye kesimlerinin bölünmüşlüğünden beslenen siyasal engeller AKP'nin karşısına çıkmayacaktır. Ama en büyük sorun da burada yatmaktadır.
Küçük ve orta sermaye kesimleri (özellikle tekelleşememiş sanayi ve ticaret sermayesi) homojen bir bütün oluşturmadıkları için, değişik sektörlerde değişik ilişkiler içindedirler. Her kesimin üretim alanı, aynı zamanda ihtiyaç duydukları talebi belirlemektedir. Örneğin konfeksiyon sektöründe büyük bir alım gücüne sahip olan kent küçük-burjuvazisine yönelik üretim yapan kesimlerin çıkarları ile "gelir düzeyi düşük" kesimlere yönelik üretim yapan kesimlerin çıkarları belli bir yerden sonra birbiriyle çatışmak durumundadır. Türbanla başlayan tesettür ile biçimlenen "şeriatçı" konfeksiyon üretimi ile "çağdaş, batı modasına" uygun konfeksiyon üretimi uzun bir süre bir arada varolamaz. Her sermaye gibi, bu kesimlerde faaliyet gösteren sermaye de sürekli büyümek eğilimindedir. Bu ise pazarın genişlemesi demektir. Birinin pazarındaki genişleme (şeriat esaslarına uygun tüketim malları üretimi), diğerinin pazarının (batı tarzı) daralması pahasına gerçekleştirilebilir. Böylece şeriatçı-laikçi ayrışması, küçük ve orta sermaye kesimlerinin ayrışmasını da beraberinde getirir.
Diğer yandan yapımına hızla başlayacaklarını ilan ettikleri 15.000 kilometrelik "duble yol", TEM'in dışında kalan illere yönelik olacak ve bu illeri daha fazla iç pazara açacaktır. Kütahya'dan Erzurum'a, Samsun'dan Rize'ye uzanan "duble yol", buradaki geleneksel mallar üreten kesimlerin iç pazardan daha fazla pay almalarına neden olurken, aynı pazarda faaliyet gösteren bir başkasının pazar yitirmesine neden olacaktır. Öyle ki, bugün için belli oranda iç pazarda yer bulan Konya ve Kayseri küçük ve orta sermayesi bu gelişmeden en fazla zarar görecek kesimi oluşturmaktadır. "Laik" kent küçük-burjuvazisine yönelik üretim yapan kesimlerin devreden çıkartılmasıyla ortaya çıkacağı düşünülebilecek pazarın her kesime de yeterli olacağı varsayılsa bile, "laik" kent küçük-burjuvazisinin bu kesimlerin ürünlerine talepte bulunup bulunmayacağı belirsizdir. Dolayısıyla belirsiz ve muğlak bir pazar için yatırım yapacak bir sermaye bulmak da, o derece hayalidir. Doğal olarak, her sermaye gibi, bu sermaye kesimleri de fiilen varolan pazar için ve bu pazardaki talebe uygun olarak yatırım ve üretim yapmak durumundadır. Bu nedenle, bir yandan pazarda aşırı-üretim ortaya çıkacak, diğer yandan ise kendi aralarında rekabet savaşı baş gösterecektir. Bugüne kadar, oligarşinin ve emperyalist ülkelerin tüketim mallarının rekabeti ile yüzyüze olan bu kesimler, gelişmeye bağlı olarak kendi içlerinde çatışmaya girmek durumunda kalacaklardır. Kitlelerin tüketimi asgariye indirilemediği ve belli bir düzeyde sürekli ve sabit hale getirilemediği sürece, bu rekabet AKP'nin parçalanmasıyla eş sonuçlar üretecektir.
Tekelleşememiş ya da son kriz nedeniyle iflas etmiş yahut iflas eşiğine gelmiş sanayi ve ticaret sermayesi ise, geleneksel mallar üreten küçük ve orta sermaye kesimlerinden farklı olarak, işbirlikçi tekelci burjuvazinin üretim alanlarına el atmaksızın varolamayacaktır. Otomotivden beyaz eşyaya kadar, ağırlıklı olarak kent küçük-burjuvazisinin tükettiği mallar üretimindeki tekelleşme çabaları, bir yandan siyasal iktidarın desteğini gerekli kılarken, diğer yandan kent küçük-burjuvazisinin tüketim gücünün varlığını ve sürekliliğini gerekli kılar. Dolayısıyla kent küçük-burjuvazisinin tüketimini "şeriat" esaslarına uygun hale getirecek her uygulama, bu tekelleşememiş burjuvazinin çıkarlarına ters düşecektir. Bugün tekelci burjuvazinin içinde yer alan, ancak son ekonomik krizle iflas etme noktasına gelmiş olan Karamehmetlerin (Çukurova Holding) AKP' ye verdiği "medyatik" destek ile Turkcell'in tüketicisi kitle arasında açık bir çelişki bulunmaktadır. Bunun anlamı ise, Karamehmetlerin AKP iktidarının "acil eylem planı" çerçevesinde yapacaklarıyla elde etmeyi umdukları, onların "medyatik" desteğinin sınırını belirlemektedir. (Bu da, bilineceği gibi, Pamukbank'a el konulmasıyla ilgilidir.)
"Şeriatçı" ya da "islamcı" olarak adlandırılan tekelleşememiş sermaye kesimlerinin bir simgesi durumunda bulunan Ülker grubunun AKP'ye verdikleri açık destek gözönüne alınırsa, bu dönemde Ülker'in tekelleşme hayallerinin gerçekleşeceğinden söz etmek olanaklıdır. Şüphesiz Ülker'in tekelleşmesi, aynı sektörde faaliyet gösteren tekellerin güç kaybetmesi ve hatta piyasadan çekilmesi anlamına gelecektir. Bu açıdan, Ülker'in tekelleşmesi, somutta Nestle'den Milka'ya kadar çokuluslu tekellerin pazar yitirmesi demektir. Nestle'nin İsviçre, Milka' nın Alman tekeli oldukları gözönüne alındığında, çatışmanın ulusal ölçekte değil, uluslararası ölçekte sonuçlar ortaya çıkartacağı hemen görülecektir.[2*] Diğer yandan ise, Ülker'in bu sektörde tekel haline gelebilmesinin yolu, Nestle'nin ürettiği tüm ürünlerde pazarı ele geçirmesine bağlıdır. Bu da, Nestcafe'nin "Ülkercafe" lehine piyasadan çekilmesini öngerektirir.
Bu ilişki ve çelişkiler içinde oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki ayrışma ve bölünmelerin 3 Kasım seçimlerinde AKP etrafında birleşme yönündeki gelişiminin sürdürülebilinirliği de oldukça zordur. Özellikle tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin "şeriatçılık" temelinde sürdürdükleri siyasal ilişkileri, hem ekonomik, hem ideolojik açıdan hızlı bir ayrışma dinamiğine sahiptir. Al Baraka Türk, Faisal Finans ve Asya Finans gibi "faizsiz bankacılık" adı altında başlatılan bankacılık ilişkilerinin başlangıçta yarattığı "birlik", 2001 kriziyle birlikte "ayrışmaya" yerini bırakmıştır.
Yasal olarak "özel finans kurumu" olarak tanımlanan, "faizsiz bankacılık" yaptıklarını söyleyen şeriatçı kesimlerin finans kuruluşları, Albaraka Türk Özel Finans Kurumu A.Ş. (1985), Faisal Finans Kurumu A.Ş. (1985), Kuveyt Türk Evkaf Finans Kurumu A.Ş. (1989), Anadolu Finans Kurumu A.Ş. (1991), İhlas Finans Kurumu A.Ş. (1995) ve Asya Finans Kurumu A.Ş.'dir (1996).
Kamuoyu tarafından çok fazla bilinmeyen bu "ayrışma", Faisal Finans'ın 1998 yılında Kombassan Holding'e "dolaylı" olarak satışı ile başlamıştır.
Kombassan Holding'in "yasal nedenlerle" bankacılık yapamayacağı açığa çıktıktan sonra Faisal Finans hisseleri Sabri Ülker'e ait İsviçre'deki Olfo SA aracılığıyla satın alınmış ve adı Family Finans olarak değiştirilmiştir. Bu işlemler BDDK'ya yanlış bilgi verilerek AKP'nin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan tarafından gerçekleştirilmiştir.[3*]
"Özel finans kuruluşları"ndan bir diğeri olan Asya Finans 1996 yılında kurulmuştur. Yönetim kurulu başkanı İhsan Kalkavan olmakla birlikte, asıl sahipleri Fettullah Gülen ve Selçuk ve Faruk Berksan'dır.
Berksan kardeşler Asım Ülker'in çocuklarıdır. Asım Ülker, kardeşi Sabri Ülker'le birlikte Ülker şirketinin kurucusudur. Soyadını 1953 yılında Berksan olarak değiştirmiştir. Ülker kardeşlerin yolları 1987 yılında ayrılmış ve Asım Ülker Berksan Kar Şirketler Grubu' nu kurmuştur.[4*]
Asya Finans'ın diğer kurucuları ise, M. Emin Hasırcılar (İGS'nin kurucusu, Hasırcılar Tekstil), Mustafa Kavurmacı (Aydınlı Giyim), O. Gürbüz Özkara (İzmir, Türki cumhuriyetlere ihracat yapar), Tahsin Tekoğlu (tekstilci, Türkmenistan'da fabrikası var), A. Rıza Tanrıseven (sinemacı), Beyhan Nakipoğlu (Beca Holding), Turgut Aydın (Aydın Örme), Hüseyin Döğme (Londra Camping ve TIR şirketi sahibi), Sadık Pişen (plastik sanayi), Naci Altınbüken'dir (sarraf).
"Yerli malı" şeriatçı finans kuruluşlarının en çok bilineni ise İhlas Holdign'e aittir (İhlas Finans).
Bu üç "yerli malı" şeriatçı finans kuruluşunun da içinde yer aldığı "özel finans kuruluşları"nın ellerinde tuttukları mevduat miktarı 550.000 hesapta 2 milyar dolar civarındadır. Asli işlevleri "islamcı sermaye" olarak "medya"da tanımlanan kesimlere düşük faizli kredi temin etmektir. Üç "yerli malı" finans kuruluşunun kendilerine ait "medya"ları bulunmaktadır. Ülker grubunun denetimindeki Faisal Finans (Family Finans) Kanal 7 ve Yeni Şafak, İhlas TGRT ve Türkiye gazetesi, Asya Finans Samanyolu Tv ve Zaman gazetesi yoluyla kendi "medya"larına sahiptirler. Bu yönüyle, bu üç finans kuruluşu ("islamcı banka") tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin kendi içlerindeki alt birlikleri ifade etmektedirler. Ancak gerek finansman için kullandıkları yöntem ("faizsiz bankacılık"), gerek finanse ettikleri şirketlerin faaliyet alanları ortak ve aynı olduğundan, oligarşi ile olan çelişkileri yanında kendi iç çelişkileri de ağır basmaktadır. Kendi iç çelişkileri, bir yandan tarikat ayrılıkları olarak "ideolojik" niteliklere sahip iken, diğer yandan benzer üretim alanlarında faaliyet yürütmelerinden doğan "ekonomik" niteliklere sahiptir. Örneğin, bugün için birlikte hareket eden Ülker ile Saray grubu gıda sektöründe, ağırlıklı olarak da bisküvi vb. alanlarında faaliyet yürütmektedirler. Öte yandan birisi Nakşibent tarikatından iken, diğeri Nurcu'dur.
Tekelleşememiş ve tekelleşmenin yolunu MNP'den AKP'ye kadar uzanan "şeriatçı" siyasal güç ile sağlayacaklarını düşünen sanayi ve ticaret burjuvazisinin iç çelişkileri MÜSİAD içindeki çatışmalarda da görünür hale gelmiştir. MÜSİAD içinde yaşanan çatışmalar yanında TOBB içinde zaman zaman ortaya çıkan farklılıklar, uzun yıllar işbirlikçi tekelci burjuvazinin bu kesimlerle yaşadıklarından farklı değildir. Aradaki fark, geçmişte feodal ve yarı-feodal kesimlerle ittifak kuran işbirlikçi tekelci burjuvazinin yerini tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin almış olmasıdır. Ama işbirlikçi tekelci burjuvazi, baştan emperyalizmle bütünleşmiş olarak doğduğundan, bu ittifakta kendi içinde belli bir homojenlik oluşturabilmişken, aynı durum diğerleri için mevcut değildir. Dolayısıyla birarada tutulması ve yönetilmesi neredeyse olanaksız olan bir ilişki ve çelişki sözkonusudur.
Tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin oligarşi dışındaki sömürücü sınıf ve tabakaların "öncülüğünü" yapabilmesi ve kendi önderliği altında bir "milli burjuva bloku" oluşturabilmesi, iç dinamiğin ürünü olarak açıklanabilse bile, bu kesim "milli burjuva" özelliklerine sahip değildir. "Ülkedeki mevcut kapitalist ilişkiler ve burjuvazi, emperyalist-kapitalist ilişkilerle karşılaştıktan ve ona tarihi bir süreç içinde tabi olduktan sonra, ilerici niteliğini yitirmiş ve üretici güçleri engeller bir niteliğe bürünerek, iç dinamiğin hareketine karşı olmaya başlamıştır".[5*] Dolayısıyla, ülkemizde iç dinamiğin taşıyıcısı ve sürdürücüsü sınıf proletaryadır. Bu yüzden, tekelleşememiş burjuvazinin her girişimi, kendisini tekelleştirmek ve bu amaç için emperyalizmin işbirlikçisi olmak yönündeki hareketinden başka bir anlama gelmemektedir.
Bugün tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi için fazlaca seçenek bulunmamaktadır. Ya mevcut işbirlikçi tekelci burjuva kesimleri bir yana iterek onların yerine geçecektir, ya da onların yönetimi altında "dış pazarlara" açılacaktır.
Birinci seçenek, mevcut işbirlikçi tekelci burjuvazinin önemli bir bölümünün tasfiyesine neden olacak büyük bir ekonomik kriz ortaya çıkmadığı sürece olanaksızdır. Ki böyle bir ekonomik kriz koşullarında tekelleşememiş burjuvazinin ayakta kalabilmesi ise hiç mümkün değildir.
İkinci seçenek ise, 1995'de RP'ye ve 1999'da MHP'ye bağlanan "umutların" aynısıdır. RP'nin "islam ülkeleri"ne yönelik ihracatı artıracağı beklentisi ile 1999 seçimlerinde MHP'nin Türki cumhuriyetlerin iç pazarlarını ele geçirmeyi sağlayacağı beklentisi "dış pazarlara açılma"dan başka bir yolun kalmadığını göstermiştir. Ancak emperyalist ülkelerde ortaya çıkan aşırı-üretim buhranı ve buna bağlı olarak dünya ticaretindeki büyük düşüş, "dış pazarlar"da yer bulmanın sanıldığı kadar kolay olmadığını göstermektedir. Diğer yandan, emperyalist ülkelerin eski teknoloji ürünleriyle yapılan üretim maliyetleri, işgücünün görece ucuzluğuna rağmen, yeterli "rekabet" olanağı yaratmamaktadır. Bu yüzden, "şeriat ekonomisi", kaçınılmaz olarak bir re-export ekonomi olmaz durumundadır. 1990 sonrasında Anadolu'da baş gösteren "serbest bölge" olma girişimleri ve istekleri, "Anadolu kaplanları"nın Güney Kore modeli bir yol izlenmesi talebini ifade etmektedir. Küçük ve organize sanayi bölgelerinde faaliyet yürüttükleri için "serbest bölge" ilan edilmesiyle herşeyin düzeleceğini beklemektedirler. Vergisiz ve sendikasız "serbest bölgeler"den yapılacak ihracat, aynı zamanda iç pazardaki tekelci burjuvazinin egemenliğine zarar vermeyeceği için daha "uyumlu" bir çözüm olarak ortaya çıkmaktadır. Tayyip Erdoğan'ın "Avrupa seferi" böylesi bir re-export ekonomi için bir arayış olarak da görünmektedir. Türkiye'nin "stratejik ve coğrafi konumu", "Avrupa ile Asya arasında köprü" oluşu konusunda bitmez tükenmez demeçlerin gerçekliği de burada bulunmaktadır.
Bu kesimlerin göremedikleri ve anlamak istemedikleri ise, dünya pazarlarının emperyalist ülkeler tarafından paylaşılmış olduğudur. Aşırı-üretim buhranı koşullarında bu pazarlarda yer bulmak ise tümüyle olanaksızdır. Bu nedenle, re-export ekonomi arayışı, emperyalist ülkelerin yenilenmesi zorunlu hale gelmiş olan makinelerinin alıcısı (ithalatçısı) olmaktan öteye geçmeyecektir. Bu kesimler için AKP hükümetinin yapacağı tek şey, "faaliyet dışı kârlar"ını artırıcı yollar bulmaktan ibarettir.
"Genel olarak, devlet kredisinin oynaklığı, devlet sırlarını bilmek, bankacılara olduğu gibi onların meclislerdeki ve tahttaki yandaşlarına da, devlet tahvillerinin geçerli fiyatında görülmemiş ve ani dalgalanmalar yaratma olanağını"[6*] verir. AKP'nin kullanabileceği tek "kaynak" da budur. Ve her zaman olduğu gibi, bu "dalgalanmaların değişmez, sürekli sonucu, ancak bir küçük sermayedarlar yığınının yıkımı ve büyük spekülatörlerin akıl almaz bir hızla zenginleşmesi"dir.
Dipnotlar
[1*] Daha önceki bir yazımızda ülkemizdeki istatistik verilerin durumunu şöyle ortaya koymuştuk:
"IMF bile Türkiye'deki istatistik sistemini 'zayıf' bulduğunu açıklamıştır. IMF tarafından hazırlanan 'Türkiye'de Veri Toplama ve Yayımlama Sistemlerinin İyileştirilmesine Yönelik Rapor'da, özellikle milli gelir hesaplamasında 1987 yerine 1996 yılının baz alınmasını isteyen IMF, enflasyon rakamları konusunda sadece 'hane halkı tüketimi'ne ilişkin verilerin daha ayrıntılı olarak saptanmasını istemiştir. IMF, enflasyon hesaplamasındaki mevcut durumdan fazlaca rahatsız görünmemektedir. Bunun nedeni de, bu hesaplama yöntemiyle istenildiğinde istenilen seviyede bir enflasyon rakamının ellerinin altında bulunmasıdır. Bu yolla, halkı kandırmanın daha kolay olduğunu düşünmektedirler." (Kurtuluş Cephesi, Sayı: 67, Mayıs-Haziran 2002)
[2*] Bu konuda Nestle ile Ülker arasında başlayan "benim çikolatamda daha fazla süt var" üzerinde yükselen reklam savaşı ilk haberci durumundadır.
[3*] Tüm "çağdaş" (kravatlı, takım elbiseli) görünümlerine rağmen, yaptıkları işin niteliğini çok iyi bilmektedirler. 14 Nisan 2002 günlü Yeni Şafak gazetesinde Family Finans Genel Müdürü Can Akın Çağlar, "meslek dışında yapmak isteyip de yapamadığınız şeyler var mı?" şeklindeki soruyu şöyle yanıtlamaktadır:
"İstediğim iki şey vardı. Birincisi Boğaz'da içkisiz bir balık lokantası. Ben yapamadım ama şu anda bir sürü var.
İkincisi muhafazakar eğilimli insanların bütün gününü orada geçirebileceği, içerisinde spor tesisi, yüzme havuzları, eğlence merkezleri falan olan, üyelikleri olan ve sadece üyelerin girebileceği bir kompleks, büyük bir klüp kurmak.
Enka gibi böyle tesisler var ama muhafazakar kesime hitap eden bir yer yok."
[4*] Asım Ülker Berksan'ın Kar Şirketler Grubu bünyesinde şu şirketler bulunmaktadır: Kar Yatırım, Arcon, Kar Gıda, Kafeda, Bolpat, Kar Et, Kar Gene, Fatih, Kar Tarım, Kar Yapı, Umde, Çamlıca İnşaat, Novaplast, Sing Mavi Boru, Altair, Topair, Top Service, Hezarfen, Kar Metal, Karberk, Kar Paket, Kar Poligon, Force, Atlas Air, Mavi Ay, Karlink, Mavi Boru, SBF, Bisco, Karimpex, Kar Sing, Çamlıca Vakfı.
[5*] İlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz.
[6*] Marks, Fransa'da Sınıf Savaşımları (1848-50), Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s. 251.