"Fransa'yı örnek alan Türkiye, din-devlet ilişkisi açısından, Fransa'nın yaşadığı hastalıklardan bir türlü kurtulamamanın sıkıntısını çekmekte, laiklik Türkiye Cumhuriyeti devletinin yumuşak karnı olmayı sürdürmektedir...
Dinleri aşındırmaya yönelik laikçiliğin anayurdu Devrim Fransa'sıdır.
Gerçekten Jakobenlerin Fransa'sında laiklik; ruhban sınıfına karşı, ruhban sınıfının yaşamdaki izlerini kazımak için yapılan kinci, tepkici bir devrimin ürünüdür. Din merkezci bir anlayış gitmiş, salt akılmerkezci militan bir anlayış gelmiştir. Bu ise laiklik (laïcité) değil, laikçiliktir (laïcisme). Katı bir ideolojidir." (Yargıtay eski başkanı Sami Selçuk'un adli yıl açış konuşması, 1999)
T. Özal'ın 1983 seçimlerini %45,1 oy oranıyla kazandıktan sonra, ANAP'ı oluşturduğunu iddia ettiği "dört eğilim"den "bir"i için, yani "islamcı", "dindar" ya da "şeriatçı" kesimlerin istemleri doğrultusunda üniversitelerde "başörtü"nün serbest bırakılması gündeme gelmiştir. Ancak Danıştay kararı ve "derin devlet"in muhalefetiyle birlikte "başörtüsü serbetliği" yerini "türban"a bırakmıştır.
YÖK kurucusu, yaratıcısı ve başkanı olan İhsan Doğrumacı'nın keşfi ile "başörtüsü sorunu" "türban sorunu"na dönüştürülmüş ve "türban"ın "modern giyim tarzı" olduğu Vakko'dan alınan yazıyla onaylanmıştır.
İhsan Doğramacı'nın bu "türban" keşfi fazla uzun yaşayamamış, 1989 yılında Anayasa Mahkemesi'nin kararı ile yasaklanmıştır. Bu tarihten itibaren "türban sorunu", şeriatçı kesimlerin her fırsatta gündeme getirdikleri, her türden eylemin konusu yaptıkları bir dönem başlatmıştır. Ancak süreç, şeriatçıların "türban sorunu" karşısındaki tutumlarından daha çok, "medya"da köşeleri kapmış olan küçük-burjuvaların "türban sorunu" karşısındaki tutumlarıyla belirlenmiştir. Bu nedenle, "türban sorunu", tıpkı "AB sorunu" ya da "Kıbrıs sorunu" gibi, her koşulda bu küçük-burjuvaların "medya"nın manşetlerine çıkarttıkları oranda insanların "gündem maddesi" olmuştur.
"Medya"nın köşe tutmuş yazarlarının "türban sorunu" karşısındaki tutumları da, kendilerine akredite veren kesimlerin tutumunun "medyatik" yansıları durumundadır.
Artık gerici Arap rejimlerinin kendisine pahalıya mal olduğunu düşünen ve bu nedenle değişikliğe ihtiyaç duyan Amerikan emperyalizminin bir propaganda ve manipülasyon aracı olarak kullandığı "Türkiye islam dünyasının model ülkesidir" şablonunun "medya"daki uzantıları için "türban sorunu" mevcut değildir. Onlara göre sorun, "şeriatçılık sorunu" değil, "başörtüsü sorunu"dur ve kendi anneleri, büyükanneleri başörtüsü taktıkları için şeriatçı olamayacaklarına göre, "başörtüsü"nün üniversitelerde serbest bırakılmasını isteyenler de şeriatçı olamaz, dolayısıyla "bu sorun" ortadan kaldırılmalıdır! (Bu "iman"la yazılan yazılarda büyük bir özenle "türban" yerine "başörtüsü" sözcüğü kullanılmaktadır.)
Bu "medya" uzantıları, "türban sorunu" karşısında en radikal tutumu alan kesimdir. Onlar, sorunun özünün "kemalist cumhuriyet" olduğunu "tespit" etmişler ve "kemalist cumhuriyet"in "yumuşak karnı"nın da "başörtüsü sorunu" olduğunu görmüşlerdir. Bu "yumuşak karın"dan yapılacak bir "huruç harekâtı" ile "kemalist cumhuriyet" ten sonsuza kadar kurtulmak olanaklı olacaktır.
Amerikan emperyalizminden akreditasyon[1*] almış bu köşe yazarları öylesine radikaldirler ki, hiçbir yazılarında "türban" sözcüğüne yer vermezler. Bunun yerine, şeriatçıların kullandığı "başörtüsü" sözcüğünü kullanırlar. Böylece kendilerine, "başörtüsü" nün günlük ve olağan anlamı (tülbent, eşarp vb. ile başı örtmek) ile şeriatçı anlamı (tesettür) arasında kolayca demagoji yapabilecekleri bir alan oluştururlar.
Bu radikal "başörtücüler"in başında M. Ali Briand, Cengiz Çandar, Ertuğrul Özkök gibi Amerikan emperyalizminin bildik "medyatikleri" yanında, İsmet Berkan gibi "yeminli anti-kemalist"ler de yer almaktadır.
"Liberal türbancılar" ise, "medyatik" ve politik her türden "islamcılar" ya da şeriatçılardır. Bunlar takıyye alışkanlıkları nedeniyle olduğu kadar, amaca "evrimci" tarzda ulaşma politikaları nedeniyle de "liberal" bir tutum sergilerler. Bunlar için "başörtüsü sorunu" da, "türban sorunu" da bir ve aynıdır, dolayısıyla hangisinin kullanıldığının çok fazla önemi yoktur. Onlar için, üniversitelerde (ve Anayasa Mahkemesi kararı ile "kamusal alanlarda") ister "başörtüsü" denilsin, ister "türban" denilsin, tesettürün serbest bırakılması önemlidir. Bunların "liberalliğinin" sınırını ise radikal "başörtücüler" çizmektedir. Radikal "başörtücüler" önde gözüktükleri sürece onlar "liberal" görünmeye özen gösterirler. Aksi halde "liberalizm" yerini eylemli radikalizme bırakmaktadır.
Oysa sorun, şeriatçılar için hiçbir biçimde "başörtüsü" ya da "türban" sorunu değildir. Sorun, "islami yaşam tarzı" sorunudur ve bunun bir parçası olarak, adına ister "başörtüsü" denilsin, ister "türban" denilsin, her durumda tesettür (örtünme) sorunudur. Şeriatçı kesimlerin kendi söylemleri ile ifade edersek sorun, herkesin "kendi inancına göre yaşaması" ve buna bağlı olarak herkesin "kendi istediği hukuku seçmesi" sorunudur.
Burada göze çarpan olgu ise, tüm şeriat istemlerinin çıkış noktasında kadının ve kadınla ilgili konuların yer almasıdır. "Müslüman" bir ülkede doğmuş herkesin bildiği gerçek ise, islamiyetin tam uygulaması iddiasında olan şeriat devletinde hiçbir hakka, hukuka sahip olmayan da kadındır. Böylesine açık zıtlığa rağmen, tüm şeriat istemlerinin ilk halkası yine de kadın olmaktadır.
Şeriatçı kaynakların da açıkça ifade ettiği gibi, "başörtüsü" konusu Kuran'daki iki ayetten kaynaklanır.
Kuran'ın 59. ayetinde (Ahzab suresi) şöyle denilmektedir: "Ey Peygamber eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına dış örtülerini üstlerine almalarını söyle, onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır esirgeyendir." İkincisi ise 31. ayet, yani Nur suresidir. "Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) kaçırsınlar ırzlarını korusunlar. Görünen kısımları müstesna olmak üzere ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar..." Görüldüğü gibi, "örtünme" (tesettür) bir bütün olarak yüz, eller ve ayaklar dışında bütün vücudun örtünmesidir. Şeriatçılara göre, yüz, eller ve ayaklar dışında bütün vücudun uygun elbiselerle örtünmesi farzdır. Farz ise, bir keyfiyet, bir tercih konusu değil, bir zorunluluktur.
Bu zorunluluk (farz), insanların gözleri ve elleri ile de zina yapabilecekleri varsayımına dayandırılmıştır. Buna "göz ve el zinası" adı verilmektedir. "Göz zinası", "cinsi arzu ile bakmak"; "el zinası", "cinsi arzu ile dokunmak"tır. Bu nedene bağlanarak, kadınların "cinsi arzu" oluşturan bölgelerinin örtülmesi (tesettür) ve aynı arzuya yol açabilecek her türlü temasın kesilmesi zorunlu kabul edilmektedir. Bunu yapmayan kadın, "islamî namus ve iffet"ten yoksun demektir, dolayısıyla namussuz ve iffetsizdir!
Bu açık tanımlamalarda görüleceği gibi, islamiyet, "müslüman erkek"in her türden zinaya açık olduğunu önsel olarak kabul etmektedir. Ancak Adem ile Havva'dan beri "erkek"i zinaya sevk eden "kadın" olarak kabul edildiği için, zinaya karşı "savaş", "kadın"ın tesettüre girmesiyle yürütülmektedir. "İslamî namus ve iffet" kadına aittir ve bunu "erkekler"den korumak kadına farz olunmuştur.
Şüphesiz tüm bu şeriatçı "namus ve iffet"ten yola çıkarak, günümüzde, "iletişim teknolojisinin gelmiş olduğu seviye" ve "globalleşen dünya" söylemleriyle bile söylenecek çok söz bulunabilir. "Göz zinası"na ilişkin, ciddi ya da gayri-ciddi bir çok söz söylemek de olanaklıdır. Hatta tesettür modasının yaratmış olduğu yeni "islami kadın"ın makyajının nasıl bir "namus ve iffet" oluşturduğu konusunda da çok şey söylenebilir. Ancak tüm bunların, şeriat düşüncesini zerre kadar etkilemeyeceği de açıktır.
Burada gözönünde bulundurulması gereken husus, "Türkiye modeli" ile diğer "islam ülkeleri modeli" arasındaki farktır. "Diğer islam ülkeleri"ndeki uygulamaların ne olduğu ve sonuçta "kadın"ın ve toplumsal yaşamın nasıl biçimlendirildiği ülkemizdeki şeriatçı düşüncenin etkilediği kesimler açısından fazlaca öneme sahip değildir. Onlar, asıl olarak "Türkiye modeli"nin modasal tessettürüne bakmaktadırlar.
İşte Türkiye'deki şeriatçıların "oportünist" ve "revizyonist" oluşları burada ortaya çıkmaktadır. Doğal olarak "radikal islamcılar" ile bu "revizyonist-oportünist islamcılar" arasında kıyasıya bir savaş sürüp gitmektedir.
"Türkiye modeli"nin sürdürücüleri olarak görünen "Türkiye tipi şeriatçılar", 1969 yılında Erbakan'ın Konya'dan bağımsız milletvekili olarak seçilmesiyle başlayan bir sürecin ürünüdürler. İzledikleri reformist ve evrimci çizgi nedeniyle, şeriat düzenine geçiş süreci uzun bir zaman dilimine yayılmıştır. Özellikle Erbakan çizgisinin mevcut düzenin kendi yasallığı içinde (demokratik yollar denilen) iktidara gelmek ve bu iktidar aracılığıyla adım adım şeriat düzenine geçmek şeklinde özetlenebilecek stratejisi, giderek "demokrasi gereği", şeriata uygun olmasa da bir çok şeyin yapılmasını beraberinde getirmiştir. Bu konuda kendi içlerinde yürüttükleri "ideolojik tartışma", yapılanların "yasal yolun gereği olduğu iddiası ile şeriata uygunsuzluğu arasındaki bir tartışma olagelmiştir.
Bu tartışmalar tarikatlar arasında yürütülmekle birlikte, "islami düşünceye büyük katkıları" olan "üstadlar" da bu tartışmalarda yer alır. Bugün AKP'nin "iki büyüğü", Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül'ün "fikri dünyasını" en çok etkileyen kişi olarak sunulan ve aralarında "hoca-talebe" ilişkisi bulunan Necip Fazıl Kısakürek bunlardan birisidir.[2*] Necip Fazıl Kısakürek, "Büyük Doğu" adını verdiği tüm müslüman ülkeleri kapsayan "islam devleti" teorisini ve bunu gerçekleştirmeyi hedefleyen "islam inkılâbı"nı şöyle açıklamaktadır: "Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı... Sadece 'Sünnet ve Cemaat Ehli' tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi; ve çoktanberi kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti Yirmibirinci Asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi(dir)."[3*] Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan'ın "düşünce hayatını" etkileyen Necip Fazıl Kısakürek'in bu şeriatçı "Büyük Doğu"sunda aile ve kadın şöyle anlatılmaktadır. "İslâm İnkılâbında aile, tıpkı bir makinenin iyi işleyip işlemediğini muayene eden bir mühendis gibi, uzaktan ve devlet gözüyle murakabe edilmesinden ibaret, 'zat-ül-hareke'liğine kadar her ferdi ve her unsuriyle sımsıkı bir müdahale hedefidir...
Bu müdahalenin esaslarında, cemiyetin protoplazması olan muazzez aile mefhumunu korumak; babayı, anneyi, evlâdı, zevci, zevceyi ve bütün yakınlık kademelerini birbirine karşı her türlü ahlâkî emirler ve yasaklarla vazifelendirmek ve bu hususların yerine gelmesi için gereken aile ruhunu elifbesinden başlıyarak fasıl fasıl tedvin etmek işi vardır.
İslâm inkılâbında, devlet tesisi olarak, müstakil bir aile zabıtası ve mecburî aile kursları, tohumun ağacı ve ağacın yemişi elde edilinceye kadar muvakkat teşkilâtın esas şubelerinden olacaktır.
İzdivaç müessesesi, en genç yaşlarda adetâ mecburiyet belirtecek şekilde devlet tarafından himaye edilecektir...
Bu inkılâbın kadınları, cihanın en zarif ve en cazibeli kadınları olacaktır.
Bu inkılâbın kadınları, kutsî ölçünün 'örtmeğe mecbursun!' dediği her noktalarını örtecekler ve 'örtmeye mecbur değilsin!' dediği hiçbir noktalarını örtmeye zorlanmayacaklardır.
Bu inkılâbın kadınları, böylece ve anlayanlarca, kadınlık mefhumunun heykelleştirdiği en derin ve esrarlı hicap ifadesi içinde cemiyet zeminini süsliyeceklerdir.
Bu inkılâbın kadınlarında vekâr, hayâ, iffet, mâna, şahsiyet, eda, öyle cömert bir ifade bağlıyacaktır ki, dünyanın en havaî erkeği bile yüzlerine bakarken ürperecek, onlara karşı hürmetten başka bir şey duymıyacaktır.
Bu inkılâbın kadınlarından, yüzde yüz İslâmî çerçeve içinde ve bilhassa kendi, cinsi üzerinde yetiştiricilik vazifesiyle, muallim çıkacak, doktor çıkacak, hastabakıcı çıkacak, muharrir çıkacak, sanatkâr çıkacak, âlim çıkacak; ve bilhassa fahişe çıkmıyacak, bar artisti çıkmıyacak, sarhoş şarkıcı çıkmıyacak, göbek atıcı çıkmıyacak ve nihayet başıboş işçi ve memur yaftası altındacinsiyetini azmanlığa götürmüş pislik ve yırtıklık nevilerinden hiçbirisi çıkmıyacaktır.
İslâm inkılâbı, üreme ve türeme dâvasında, sistemli bir çalışmayla, 40 milyonluk bir kalabalığı çeyrek asır içinde 80 milyonun üstüne çıkarmayı taahhüt ve tefekkül edici bir hamle ruhuna maliktir."[4*] İşte Necip Fazıl "hoca"nın "islam inkılâbı"yla kurulacak olan "Büyük Doğu İslam Cumhuriyeti"nde aile ve kadın böyle anlatılmaktadır.
Görüleceği gibi, Necip Fazıl Kısakürek, bir yandan "ahlaki emirler ve yasaklar"la aileyi biçimlendirirken, diğer yandan bu yasaklara uyulup uyulmadığını denetlemek için "müstekil bir aile zabıtası" da oluşturmaktadır. "En genç yaşta" "adeta mecburiyet"le evlilik oluşturulurken, kadınlar "cihanın en zarif ve en cazibeli kadınları" olarak nüfusu ikiye katlamakla memurdur.
İşte günümüzde AKP tarafından temsil edilen "liberal türbancılar" Necip Fazıl Kısakürek'in bu aile ve kadın teorisinin pratiğini yapmaktadırlar. Modacı çizgiler taşıyan tesettürler içinde, "zarif ve cazibeli kadın" portresi çizen AKP yöneticilerinin "eş"leri, kadının "yükselişi", "toplumdaki gerçek yerini alışı"nın örnekleri olarak sunulmaktadır.
En genç yaşta evlendirilen, üreyen ve türeyen "islami kadın", "zarif ve cazibeli" oluşuyla erkekleri "ürperterek" "hürmet" görecektir! Doğduğu andan itibaren sürekli horlanmış, iteklenmiş, dövülmüş, hizmetçi gibi kullanılmış yoksul kadınların, böylesi bir "hürmet"i ("cennet") vaad edenlere yönelmelerine de şaşırmamak gerekir. Onlardan istenen tek şey, tesettüre girip, olabilecek en moda tesettür giysileri alarak, her türlü makyaj malzemesini kullanarak "zarif ve cazibeli" olmaya çalışmaktır. Gerisi şeriatçı toplulukların içine girmekten ibarettir. Bu topluluk içinde "yeni hayat" ve "hayat tarzı" (ve "cennet") onları beklemektedir.
İşte ÖD Partisi'nin "insanlara yenisi gerekli" dediği "ütopya" da böylece oluşmuş bulunmaktadır.
Bu Necip Fazıl Kısakürek'in "Büyük Doğu" hikayesi, radikal "başörtücüler"in "başörtüsü yasağı da neymiş" dedikleri "islam inkılâbı"nın bir parçasıdır. Bütünü ise, aileden kadına, bireyden topluma her kesimin ve her alanın doğrudan "islami devlet" tarafından "müdahale" edildiği, "islami devlet"in "toplum mühendisliğı"ni yaptığı bir toplumsal düzendir. "Globalizm" yandaşı, ekonomide, toplumsa ilişkilerde ve politikada liberalizm taraftarı küçük-burjuva "medyatikler"inin radikal biçimde destekledikleri "başörtüsü"nün gerçekliği budur.
Onlar, Jakoben Fransa'sından gelen, "katı bir ideoloji" olarak tanımladıkları laikliğe karşı çıkarken, "liberal türbancılar"ı kendilerinin "doğal müttefiki" olarak düşünmektedirler. Bu "doğal müttefikler", kaçınılmaz olarak "katı ideoloji"nin "kemalizm" olduğunda birleşmektedirler. Böylece "türban", "başörtüsü" ya da tesettür "sorunu", giderek "kemalizm" sorununa dönüştürülmektedir. Bu dönüştürmede en büyük araç ise, "kemalizm"in bir ideoloji olduğu, "resmi ideoloji" olduğu, devletin ideolojisi olduğu saptırmasıdır. Bu "ideoloji"den kurtulduklarında varılacak yer ise muhteliftir: "Büyük Doğu"nun kafasında, bir Mebuslar Meclisi değil, bir 'Yüceler Kurultayı' yaşamakta; ve bu 'Yüceler Kurultayı'nın kürsüsünde 'Hâkimiyet milletindir' levhası yerine 'Hâkimiyet hakkındır' düsturu ışıldamaktadır."[5*] Böylece mevcut devletin ideolojisi olarak ilan edilen "kemalizm"in yerine "şeriatçılık" bir alternatifken, radikal "başörtücüler" için "globalizm" ve "kozmopolitizm" alternatif olarak sunulmaya çalışılmaktadır.
Her iki kesim de kendisinin "akıllı" olduğuna inanır. "Akıllı" oldukları için de, "diğer tarafı" kendi amaçları doğrultusunda kullandıklarını düşünürler. Yaptıkları ise, "düşmanımın düşmanı dostumdur" politikasından başka birşey değildir.
"Türban" ya da "globalist" küçük-burjuvanın "başörtüsü" dediği sorunun "kemalizm" sorunu haline dönüştürülmesi basit bir demagoji ya da saptırma değildir. Onlar, "kemalizm"i ideoloji olarak sunarken, gerçek hedefleri laikliktir, onların deyişiyle "Jakoben laiklik"tir.
Laiklik, dini kişisel bir soruna indirgeyerek, devlet ve politika alanının dışına çıkartmaktır. Yüzlerce yıl hukuktan eğitime, sanattan edebiyata kadar toplumsal yaşamın her alanını etkilemiş ve şekillendirmiş olan dinin "kamusal alan"dan uzaklaştırılması, aynı zamanda bu alanların yeniden biçimlenmesi demektir. Bu yönüyle laiklik, tüm toplumsal ve siyasal yaşamı değiştirici özelliğe sahiptir. Karşı olunan laiklik kendine özgü bir yaşam biçimi oluşturmaktadır ve feodal, ataerkil ilişkilerin tasfiyesi demektir.
Şeriatçıların laikliğe karşı oluşları kolayca anlaşılabilecek birşeydir. Ülkemizde en çok kafaları karıştıran ise, "globalist", "uygarlık projesi" AB yandaşı olduklarını ilan eden radikal "başörtücü" köşe yazarlarının ve küçük-burjuva entelektüellerinin, laiklik karşıtı oluşlarıdır. Bu öylesine bir karşıtlıktır ki, AKP'nin "belli alanlarda başörtüsü yasağının kaldırılması" istemine karşı, "tümüyle serbest bırakılması" istemini ortaya atabilecek büyüklüktedir.
Şeriatçılar gibi "globalist" küçük-burjuva entelektüelleri de amaçlarına "evrimci" bir politika izleyerek ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bu nedenle, daha geniş bir kitleyi etkileyebileceklerini ve harekete geçirebileceklerini düşündükleri sorunları ve konuları öne çıkarırlar. Bu alanlarda sağlanacak "ilerlemeler"le amaçlarına daha kolay ve emin adımlarla ilerleyeceklerini hesaplarlar.
Aynı kesimler 1980'lerde "kemalist devletçilik"in oluşturmuş olduğu bürokratik ve hukuki yapıyı değiştirebilmek için, devletçiliği "ithal ikameci sanayileşme" olarak sunmuşlar ve yaşanan ekonomik bunalımın tüm sorumluluğunu bu sanayileşme "modeli"ne yüklemişlerdir. Buna alternatif olarak ise "ihracata yönelik sanayileşme" "modeli" sunulmuştur. Bu yolla gümrük tarifeleri "liberalize" edilmiş, "Türk Parasını Koruma Kanunu" iptal edilmiş ve her türlü emperyalist ülke mallarının ithalatı için koşullar hazırlanmıştır. Bugün de benzer bir "sol gösterip sağ vurma" yolu izlenmektedir.
Radikal "başörtücü" "globalist" küçük-burjuvaların amacı, eski ve gelenekselleşmiş işbirlikçi burjuvazi "kastı"nı dağıtmak ve yerine "dinamik, işbitirici, çağdaş, global" küçük-burjuvaları yeni işbirlikçi olarak geçirmektir. Amerikan emperyalizminin yeni-sömürgecilik yöntemleriyle geliştirdiği işbirlikçi burjuvazinin giderek "pahalıya" malolması karşısında "daha ucuz işbirlikçi" arayışının desteğini almaya çalışan bu yeni işbirlikçi adayları, hizmetler sektöründeki etkinliklerine eşdeğer siyasal güç peşine düşmüşlerdir. Cem Boyner'in YDH'sı ile ilk çıkışını yapan bu küçük-burjuvalar, olağan yollarla, yani seçim yoluyla siyasal güce ulaşamayacaklarını görmüşlerdir. Son bir çabayla, Kemal Derviş cilasıyla oluşturmaya çalıştıkları İsmail Cem'li "rüya timi" operasyonuna girişmişlerse de başarılı olamamışlardır. Böylece son ve tek çıkar yol olarak, devleti "yöneten" bürokrasiye (sivil ve askeri) "kendi adamlarını", daha tam ifadeyle kendilerini yerleştirmeye yönelmişlerdir. Bu ise, mevcut hukuki ve hiyerarşik yapı içinde gerçekleştirilemeyecek niteliktedir. Bu yüzden, sivil ve askeri bürokratik hiyerarşiyi "delmek" için, onun üstünde yükseldiği hukuki yapının değiştirilmesi gerekmektedir. Devlet bir kamu gücü olduğu için de, "kamusal alan" gündemin ilk sırasına yükselmektedir.
Bu işbirlikçi adayı küçük-burjuvalar, her durumda "devletin küçültülmesi" propagandası yaparlar. Bilmektedirler ki, bu devletin ve onun bürokrasisinin (sivil ve askeri) "yumuşak karnı" "türban"dır. "Türban sorunu" karşısında uzun süre dayanamayacaklarını varsaydıklarından, hukuki yapının değiştirilmesi için bu sorunu sürekli gündemde tutmaktadırlar.
Onlara göre, hukuki yapı ("kemalist ideoloji"ye dayanan bir yapıdır) değişimine karşı sivil ve askeri bürokrasiden gelen direniş, tümüyle psikolojiktir. Eğer "türban" konusunda "serbestlik" sağlanır ve "dünya yıkılmazsa", istedikleri düzenlemeleri daha kolay kabul ettireceklerine inanmışlardır. T. Özal mantığıyla, "anayasayı birkez delmekle birşey olmaz"ı gösterebildikleri oranda ilerleme sağlayacaklarını düşünmektedirler.
Bu, onların şeriatçılığı "tehlike" olarak görmedikleri anlamına gelmemektedir. Onların düşüncesine göre, "türban" konusunda yapılacak yeni bir düzenleme, bürokrasinin "kendini koruma içgüdüsü" ile şeriatçılığa karşı yeni önlemleri de beraberinde getirecektir. Ancak bunun fazlaca önemi yoktur. Ertuğrul Özkök'ün deyişiyle, "ne de olsa ordu var!". İçinde yer alacaklarını varsaydıkları devlet, "o gün geldiğinde gereğini yapacaktır"!
Bunlar uzun vadeli hesaplardır. O zamana kadar da, "başörtüsü" konusunda radikal tutum sergileyerek, küçük-büyük bir takım ticari avantajlar sağlamak peşindedirler. AKP dalkavukluğu bu kesimlerin kısa vadeli ticari çıkar hesaplarının ürünüdür.[6*] %5'ci E. Özkök bu çıkar hesaplarının en tipik temsilcisidir. Murat Yetkin'den Cengiz Çandar'a, Ertuğrul Özkök'ten M. Ali Birand'a, İsmet Berkan'dan Cüneyt Ülsever'e kadar uzanan bir zincir oluşturmuşlardır. Aydın Doğan'ın "medya holdingi"ni oluşturan Hürriyet, Milliyet ve Radikal gazeteleri, yeni işbirlikçi adayı küçük-burjuvalar ile bunlara dayanarak büyümeye çalışan patronlarının savaş araçlarıdır. Cengiz Çandar yazılı basında Nazlı Ilıcak saflarında bu savaşa katılırken, Yağmur Atsız gibi "titreyerek" soldan "aslına rücu" edenler Türk-İslam sentezcisi gazetelerden savaşa katkı yapmaktadırlar.
Bu savaşın ekonomik temeli ise, yeni-sömürgecilik yöntemleriyle geliştirilen işbirlikçi-tekelci ticaret ve sanayi burjuvazisi karşısında sürekli gerileyen ve yokolan "Anadolu" tüccar ve esnafı ile yeni işbirlikçi adaylarının kurmuş oldukları ilişkidir.
"Anadolu kaplanları" vs. olarak adlandırılan küçük ve orta sermaye kesimleri, "ithal ikameci sanayileşme" döneminde büyük ölçüde ekonomik güçlerini yitirmişlerdir. Emperyalizme bağımlı sanayi kollarının kurulduğu ilk dönemde, bu sanayilerin yan sanayileri olarak faaliyet gösteren bazı küçük ve orta sermaye kesimleri ile bu dışa bağımlı sanayilerin Anadolu dağıtımcısı olan tüccar ve esnaf 1970 sonrasında giderek bu ilişkilerden dışlanmaya başlamıştır. Özellikle otomotiv sanayindeki işbirlikçi-tekelci burjuvazinin kendi dağıtım şebekesini kurmasıyla birlikte küçük ve orta sermaye kesimleri muhalefete geçmişlerdir. Benzer bir durum tüketim malları sektöründe de ortaya çıkmıştır. İşbirlikçi-tekelci burjuvazinin tüketim malları üreten kesimleri giderek tüccar ve esnafın kâr oranlarını düşürürken, diğer yandan hangi ürünü satacaklarına da karar vermeye başlamıştır. 1980 sonrasında ithalatın serbest bırakılmasıyla birlikte süper marketler ve hiper marketlerin açılması, Anadolu tüccar ve esnafını iflasa yöneltmiştir.
1990 sonrasında, özellikle DYP-RP koalisyon hükümeti döneminde holdingleşmeye ve süpermarketleşmeye yönelen Anadolu "kaplanları", temel tüketim malları alanında güçlenmeye başlamışlardır. Birbiri ardına kurulan marketler ve mağazalar zinciri, "islami sermaye" kesimlerinin yeniden güçlenmesine yol açmıştır. "Beyaz Türkler"in alış-veriş yaptığı Galeria türü "center"ların karşısında Yim-Paş, Çetinkaya türü mağazalar ve marketler zinciri "öteki Türkiye"nin tüketim malları dağıtım tekeli haline gelmişlerdir. İhlas Holding'in koladan "medya" alanına kadar değişik alanlarda yaptığı yatırım "hamlesi", "islami sermaye"nin ticaret alanı yanında sanayi ve "medya" alanında gelişmesini getirmiştir.
Öte yandan ithalatın liberalizasyonu ile yeni iş olanaklarına sahip olan "islami olmayan sermaye" küçük ve orta sermaye kesimleri, ağırlıklı olarak ithal malları ticaret ve dağıtımında güçlenmeye başlamışlardır. Bu kesimlerin ithal ettikleri malların Anadolu' daki dağıtımı ise "islami sermaye"nin de içinde yer aldığı tüccar ve esnaf tarafından yapılmaya başlanmıştır. İthal mallarının paketlenmesi, ambalajlanması da, "islami" kesimler tarafından yapılmıştır. Bu yeni ilişki zinciri, "laik" sermaye ile "islami" sermayenin çıkarlarının ortaklaşmasını getirmiştir. Bu ilişkiler, aynı zamanda "Türk-İslam sentezi" çevresindeki toplaşmanın da temeli olmuştur.
1991 seçimlerinden itibaren Anadolu "kaplanları"nın (sanayi ve ticaret sermayesi) sürekli parti değiştirmeleri de, bu ithalatın liberalizasyonuyla ortaya çıkan ticaret alanındaki genişlemeye paralellik taşımıştır. 1995 seçimlerinde Erbakan'ın RP'sine yönelen bu kesimler, 1999 seçimlerinde ağırlıklı olarak MHP'yi desteklemişlerdir. 2003 seçimlerinde ise bu kesimlerin gözdesi AKP olmuştur.(Anımsanacağı gibi, 1995 seçimlerinde RP %21,3; MHP %8,1 oy almışken (toplam %29,4), 1999 seçimlerinde MHP'nin oyları %17,9, FP'nin oyları %15,4 olmuştur (toplam % 33,3).)
Aydın Doğan'ın POAŞ'ı almasıyla birlikte "medya" alanında yeni bir süreç başlamıştır. Anadolu'daki akaryakıt istasyonlarının artık Aydın Doğan Holding'in "kapsama alanı"na girmesi, Hürriyet ve diğer Doğan Holding yayın organlarını hızlı birer "başörtüsü" savunucusu ve AKP destekçisi haline getirmiştir. Amaç, bir yandan POAŞ'ın devlete olan borçlarını erteletmek, diğer yandan akaryakıt istasyonlarını büyük ölçüde POAŞ'a bağlamaktır. Böylece paranın dini-imanı olmaması gerçeği, "terör"ün dini-imanı olmaması demagojisiyle birleştirilerek günümüze taşınmıştır.
Bu ilişkiler içinde "bay %5" E. Özkök, yeni işbirlikçi adayı küçük-burjuvaların "yükselen değerler"inin savunucusu olarak orkestrayı yönetirken, "tetikçiler" her olayı kullanarak "başörtüsü yasağı"na karşı en radikal teorileri ve demagojileri "medya" köşelerinde yapmaya başlamışlardır.
Laiklik ise, bu çıkar ilişkilerinin içinde sadece bir sözcükten ibarettir. Çıkarlar gerçekleştirilebilindiği sürece, "kedinin" laik olup olmaması önemli değildir. Hâlâ kendilerini "kemalist" zanneden, bu yüzden laiklik konusunda "hassas" olan çevreler ise, gelişen ekonomik ilişkilerin gücü karşısında çaresizlik içinde olayları izlemekten başka birşey yapamaz olmuşlardır.
İdeoloji olarak sunulan "kemalizm"e dayandırılan laiklik, solun bile savunmaya cesaret edemeyeceği "saatli bomba"ya dönüşmüştür. Radikal "başörtücüler" ile liberal "türbancılar"ın "medya"daki güçleri karşısında sürekli aşındırılan ve anlamsızlaştırılan laiklik, sanki ideoloji olarak sunulan "kemalizm"in bir ürünüymüşcesine kabul edilmeye başlanmıştır.
Bugüne kadar defalarca belirttiğimiz gibi, İslamiyet, Hıristiyanlığın tersine, içerdiği feodal ve ortaçağ dogmalarından kendisini arındırmamış ve toplumsal, siyasal ve ekonomik düzeni düzenlemeye yönelik siyasal iktidar olma çabaları ve koşulları kesin olarak yenilgiye uğratılmamıştır. Demokratik devrimin tamamlanmadığı, feodalizmin ve feodal ideolojilerin devrimci tarzda tasfiye edilmediği bizim gibi ülkelerde sorun, feodalizmden kapitalizme geçiş sorunu olarak varlığını sürdürmektedir.
III. Enternasyonal'in 1920 yılında aldığı kararlarda da ifade edildiği gibi, "Avrupa ve Amerika emperyalizmine karşı kurtuluş hareketini, hanların, toprak sahiplerinin, mollaların, vb. gücünü artırma çabasıyla birleştirmeye çalışan panislamcılıkla savaş"[7*] günümüzde de zorunlu bir savaştır. Bu savaşda, "başörtüsü" ya da "türban" sorunu sadece olayları çarpıtmaya yarayan ve küçük ve orta sermaye kesimlerinin çıkarlarını gizleyen bir demagojiden başka birşey değildir.
[1*]Akreditasyon, yetkili, resmen tanınmış, herkes tarafından kabul edilen anlamına gelmektedir. Türkçe'de bu sözcüğün normal karşılığı ruhsattır. [2*] Abdullah Gül'ün Necip Fazıl'la olan ilişkisi Yeni Şafak gazetesinde şöyle anlatılmaktadır:
"... daha ortaokulda iken Necip Fazıl'la tanışıyor. Kayseri, Necip Fazıl'a en fazla sevgi duyulan bir kent. Büyük Doğu Fikir Kulübü'nün davetlisi olarak Necip Fazıl konferans vermek için Kayseri'ye geldiğinde onu hayranlıkla dinleyen delikanlılar arasında Gül de vardı. Yakın arkadaşı Mehmet Tekelioğlu ile birlikte gittiği konferans, Gül'ün düşünce hayatında dönüm noktası oldu. Yıllar sonra Üstad'ın en yakınındaki gençler arasına katıldı." (Yeni Şafak, 68'li Başbakan, 17 Kasım 2002)
Yeri gelmişken belirtelim ki, Tayyip Erdoğan'ın 1985 yılında "önünde diz çöktüğü" ve Taliban'ın kafir dediği Afgan "mücahidi" Gülbeddin Hikmetyar, Necip Fazıl Kısakürek gibi şeriat oportünistlerindendir. Dolayısıyla Necip Fazıl "müridi" Tayyip Erdoğan için "sayın" Hikmetyar'ın önünde diz çökmek, Necip Fazıl'ın önünde diz çökmekle aynı şeydir. Şeriatçı kesimlere göre, Hikmetyar'la Tayyip arasında "hoca-talebe" ilişkisi mevcut değildir. Bu da aradaki tek fark gibi görünmektedir. [3*] Necip Fazıl Kısakürek, "İdeolocya Örgüsü".
Necip Fazıl Kısakürek'in "Büyük Doğu" teorisi, aynı zamanda İBDA-C'nin isminde yer alan "Büyük Doğu"dur. [4*] Necip Fazıl Kısakürek, "İdeolocya Örgüsü". [5*] Necip Fazıl Kısakürek, "İdeolocya Örgüsü". [6*] Bu radikal "başörtücüler" AKP konusunda da kendine özgü bir söyleme sahiptirler. Tüm yazılarında AKP yerine "AK Parti" yazarak, AKP'yi "ak"lamaya, "ak" göstermeye çalışmaktadırlar. [7*] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s: 336.