Amerikan emperyalizminin Irak'a saldırısı, işgali, I., II. ve III. tezkereler ve "çuval" olayları arasında 6. uyum paketinin TBMM' den geçirilmesinin ardından, "en önemli ve en temel" olduğu söylenen 7. AB uyum paketi meclise sunulmuştur. Tüm "AB severlerin" ve AB'ye girildiğinde herşeyin düzeleceğini düşünenlerin büyük sevinç duydukları 7. uyum paketiyle, artık "demokrasi" ve "ekonomik refah" kapının önünde durmaktadır!
Emperyalizme bağımlı bir ülkede ekonomik refah ya da ekonomik kalkınma ne denli görüntüsel ve göreli ise, AB'ye girerek "demokrasi" geleceği beklentisi de o denli görüntüsel ve görelidir. Tıpkı sıkıyönetim koşullarından Olağanüstü Hal koşullarına geçilmesi gibi bir "demokratik" gelişmedir bu. Ancak bu gerçeğin, "demokrasi sevdalısı" olduğunu ilan eden ve bunun ancak AB aracılığıyla gerçekleşeceğini düşünen kesimler tarafından kabul edildiğini söylemek de olanaksızdır.
Bir kez daha anımsamakta yarar vardır:
AB yandaşlarının ve yeni işbirlikçi adaylarının en temel iddiası, Avrupa Birliği'nin bir "uygarlık projesi" olduğu, bu "projenin" bir parçası olarak, yıllardır özlemi çekilen "demokratik" bir ülkeye kavuşmanın olanaklı olduğudur. Onlara göre, AB'ye girerek gerçekleşecek olan "demokrasi"yle, insanlar daha özgürleşecekler; özgürce, korkusuzca düşüncelerini ortaya koyabilecekler; örgütlenme özgürlüğü önündeki engeller kalkacak; demokrasi tüm "kurum ve kuralları" ile işlemeye başlayacaktır. Artık insanlar düşüncelerinden dolayı gözaltına alınmayacak, gözaltında işkence yapılmayacak, askeri darbe tehdidi ortadan kalkacak, din ve vicdan özgürlüğü sağlanacaktır.
12 Mart ve 12 Eylül'de gözaltına alınmış, işkence görmüş, yıllarca hapiste yatmış insanlardan, yazıları nedeniyle tutuklanmış, mahkemelerde yargılanmış aydınlara kadar her kesimin gerçekleşmesini dört gözle bekledikleri böyle bir ülke "istemi", uyum paketleriyle birbiri ardına gerçekleşmeye doğru yönelirken, küçük pürüzler çıksa da, büyük bir desteğe sahip olmuştur.
AB yandaşı ve yeni işbirlikçi adaylarının, ezilmiş, işkence görmüş, gözaltına alınmış ve onlarca yıl hapis tehdidi altında tutulmuş küçük-burjuva "sol" aydınlarıyla oluşturduğu "ittifak", böylesi bir "demokrasi özlemi"yle biçimlendirilmiştir.
Denilmektedir ki, AB'nin istediği "demokratik açılım paketleri"ni gerçekleştirerek, bir yandan demokratik hak ve özgürlüklerin sınırları genişletilirken, diğer yandan her türlü askeri darbe olasılığı ortadan kaldırılmaktadır. Özellikle "7. uyum paketi"nde yer alan MGK Genel Sekreterliği'nin sivilleştirilmesi tasarısı bu konuda "en büyük ve en ciddi adım" olarak sunulmaktadır.
Şeriatçı kesimler için ise, AB, dini örgütlenmenin önündeki yasal ve askeri engellerin (askeri darbe) ortadan kaldırılmasını sağlayan bir araçtır. Dolayısıyla, "uyum paketleri"yle "ordu"nun "Türk siyaseti üzerindeki ipoteği" kaldırılacaktır.
Böylece küçük-burjuva "sol" aydınlar ile şeriatçıların birleştikleri ortak nokta, AB aracılığıyla, düşünce ve dinsel özgürlüklerin önündeki tüm engellerin kalkacağı ve "ordu"nun "siyaset üzerindeki ağırlığı"nın sona ereceği, dolayısıyla askeri darbe yapma gücünün ortadan kalkacağıdır.
Burada öne çıkartılan üç konu bulunmaktadır: 1° Düşünce ve örgütlenme özgürlüğü; 2° laiklik ve 3° askeri darbe olasılığının ortadan kaldırılması.
Küçük-burjuva "sol" aydınlar, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün sağlanması ile askeri darbe olasılığının ortadan kaldırılması konusunda şeriatçı kesimlerle "ittifak" oluşturabildikleri halde, laiklik konusunda bazı "kaygılara" sahiptirler. Dolayısıyla "laikliğin bir güvencesi" olarak "ordu"nun gücünün korunması gerektiğini söylemektedirler. Ancak "laikliğin güvencesi" olarak da olsa "ordu"nun belli bir siyasal gücü (siyasal yönetime müdahale edebilme gücünü) elinde bulundurmasının, aynı zamanda askeri darbe yoluyla siyasal yönetime tümüyle el koyabilmesinin olanaklarını da koruması anlamına geldiğini bildiklerinden tam bir kararsızlık içine girmişlerdir.
Burada kimin, neyi ve nasıl benimsediği, bunlardan neler anladığı fazlaca önemli değildir. Tüm tarafların ve taraf bireylerin ortak istemi, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin ortadan kaldırılması, "ordu"nun siyasal yönetimdeki gücü ve yetkisinin sınırlandırılmasıdır. Düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün kapsamı içine "din ve vicdan özgürlüğü"nün de girmesinin getirmiş olduğu laiklik sorunu, tüm AB yandaşları arasındaki ayrışma noktasını oluşturmaktadır.
Laiklik konusundaki ayrışma, kaçınılmaz olarak, "ordunun siyasetteki rolü" üzerinde yapılan tartışmaları ve ayrışmaları vareden ve sürdüren bir unsur olarak, tüm AB süreci üzerinde etkisini sürdürmektedir.
Oysa gerçek soru şunlardır:
1° AB "uyum paketleri"yle, "yukardan aşağı" demokratikleşme olanaklı mıdır?
2° AB'ye girilmesi Türkiye'de askeri darbe olasılığını ortadan kaldırır mı?
Birinci sorunun, yani "yukardan aşağıya demokrasi" olanağının gerçek muhatapları, Marksizm-Leninizmden etkilenmiş ya da Marksist-Leninist yazından birşeyler öğrendiğini sanan "sol" küçük-burjuva aydınlarıdır. Onların "bilinçaltı"nda varolan bilgi kırıntısı, Engels'in 1848 Devrimleri sonrasında yazdığı "Aşağıdan yukarı devrimler dönemi şimdilik sona ermişti; bunu yukardan aşağı devrimler dönemi izledi"[1*] belirlemesidir.
Oligarşinin 12 Eylül askeri darbesi sonrasında "aşağıdan yukarı demokratik devrim"in gerçekleşemeyeceğine kendini inandırmış olan küçük-burjuva "sol" aydınları, giderek "yukarıdan aşağıya demokratik devrim"in yandaşı haline gelmişlerdir. Onlara göre, AB, bu "yukardan aşağıya demokratik devrim"in gerçekleştiricisi olacaktır.
Şüphesiz bu küçük-burjuva "sol" aydınlarının söylem ve düşünceleri ile Engels'in "şimdilik sona erdiğini" söylediği "yukardan aşağıya devrim"ler arasında ortak bir nokta yoktur. Varolduğu düşünülen ortaklık, sadece sözcüklerin zihinde yaratmış olduğu çağrışımlardan ibarettir: "Yukardan aşağı", "aşağıdan yukarı" gibi.
Marksist-Leninist yazında yer alan "Junker tipi" ya da "yukardan aşağıya demokratik devrim" tanımları, tümüyle feodalizmden kapitalizme geçişle ilgilidir. Bu boyutuyla, sadece "demokrasi", "demokratik yönetim", "demokratik hak ve özgürlükler" gibi üst yapısal alanı değil, asıl olarak alt yapısal, yani feodal üretim ilişkilerinden kapitalist üretim ilişkilerine geçişi ifade eder. Diğer bir ifadeyle, Bismarck Almanya'sında başlayan ve Prusya'nın (Junkerler) askeri gücüne dayanarak yürütülen feodalizmin yukardan aşağıya tasfiyesi sözkonusudur.
Oysa ülkemizde AB yandaşlarının her çeşidi için feodalizmin tasfiyesi diye bir sorun zaten mevcut değildir. Onların inancına göre, feodalizm, yeni-sömürgecilik yöntemleriyle kapitalizmin "yukardan aşağıya" geliştirilmesiyle birlikte tasfiye olmuştur! Bu nedenle, onlar açısından, tasfiye olmuş, ekonomik gücünü yitirmiş, üretim ilişkisi olarak "marjinalleşmiş" bir feodalizm sözkonusu olduğu için, sorun, üst yapısal olarak feodal kurumların ve ideolojinin tasfiyesidir. Bu konudaki "bilinçaltı" bilgileri ise Mahir Çayan yoldaşın Kesintisiz Devrim II-III'de ortaya koyduğu şu belirlemeye dayanmaktadır: "Yeni-sömürgeci metodların temelinde, emperyalist tekellerin aç gözlü sömürü politikasına cevap verecek şekilde, sömürge ülkelerde meta pazarının genişletilmesi, 'yukardan aşağıya kapitalizmin' bu ülkelerde hakim üretim biçimi olması, merkezi güçlü otoritenin egemen olması sonucunu doğurmuştur.
'Yukardan aşağıya demokratik devrim' belli ölçülerde gerçekleştirilmiş; üst yapıda feodal ilişkiler genellikle muhafaza edilirken (emeğin feodal sömürüsü sürdürülüp, feodal ideolojiler muhafaza edilirken) alt yapıda kapitalizm egemen unsur haline gelmiştir (pazar için üretim)." (abç) Bu belirleme, hemen hemen tüm küçük-burjuva aydınlarının ortak düşüncesini ve ülkeye bakışını belirleyen bir temel oluşturmuştur. Tek farkla ki, Engels'in ve Mahir Çayan yoldaşın belirlemelerindeki tanımlar devriklenmiş ve içerikleri boşaltılmıştır. Böylece geriye "yukardan aşağıya demokrasi" söylemi kalmıştır. Bu da, "üst yapıdaki feodal ilişkilerin tasfiyesi"yle özdeşleştirilmiştir. Herkesin çok iyi bildiği gibi, bu "üst yapıdaki feodal ilişkiler"in en tipik ifadesi dinsel ideoloji, yani şeriatçılıktır. Dolayısıyla "yukardan aşağıya demokrasi", laiklik ile, politik ilişkiler alanındaki "din bezirganlığı"nın tasfiyesi ile özdeş hale getirilmiştir. Özellikle Erbakan'ın temsil ettiği "dinsel ideoloji"nin uzun yıllar AB'ye karşı oluşu, bu özdeşliğin pekişmesine hizmet etmiştir.
Ancak zaman içinde şeriatçı kesimlerde (tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin "islamcı" olarak adlandırılan kesimlerinin politik temsilcilerinde) AB yandaşlığının başgöstermesi ve giderek yaygınlaşması, küçük-burjuva aydınlarının tüm bilgilerini ve inançlarını sarsmaya başlamıştır.
Bu süreçte ilk tartışma, şeriatçı kesimlerin AB yandaşlığının bir "takiyye" olup olmadığı üzerine başlamıştır.
Şeriatçı kesimin "takiyye" yaptığını düşünenler, bu kesimlerin AB yandaşı olarak görünerek devletin laik temelini ortadan kaldırmaya çalıştığına inanmaktadırlar. Bu nedenle de, "laikliğin yılmaz savunucusu ve cumhuriyetin koruyucusu ve kollayıcısı Türk silahlı kuvvetleri"nin siyasal yönetimdeki gücünü zayıflatacak her türlü yasal ve anayasal değişikliğe karşıdırlar. Bu karşı çıkış, giderek AB'nin emperyalist "hıristiyan" ülkelerinin amacının Türkiye'yi "bölmek" olduğu düşüncesiyle birleşerek "ulusalcı sol"a dönüşmüştür. Genel olarak 12 Mart döneminin küçük-burjuvazinin "sol" kanadı tarafından temsil edilmektedir.
Bu "ulusalcı sol"un karşı tarafı ise, "globalizm" yandaşı küçük-burjuvalardır. Başını M. Ali Birand'ın çektiği, hemen tüm "medya" yazarlarının şu ya da bu oranda içinde yer aldığı bu "karşı taraf", bir yandan "globalizm"den, "globalleşen dünya"dan sözederken, diğer yandan şeriatçı kesimlerin "takiyye" yapmadıklarını, "içten" olduklarını sürekli yinelemektedirler. Genel olarak 12 Mart döneminde kesin olarak oligarşinin safına geçmiş olan küçük-burjuvazinin sağ kanadı tarafından temsil edilmektedir.
Mahir Çayan yoldaşın "12 Mart öncesinde, 'kontrol kulesinden', bir radikal iktidar değişikliği gözlediğinden kendisini sol tarafa doğru fırlatmış ve şimdi ise, çaktırmadan iyice sağa yaklaşmış" diye tanımladığı küçük-burjuvazinin orta kanadı ise, 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte tümüyle sağa savrulmuş ve küçük-burjuvazinin "globalizm" yandaşı haline dönüşen sağ kanadıyla özdeşleşmiştir. Ancak, AB konusunda geleneksel tutumunu takınarak "kontrol kulesi"ne çıkmayı yeğlemiştir. Bugün her iki tarafın kendi yanına çekmeye çalıştığı kararsızlar topluluğunu oluşturmaktadır.
Ekonomik, politik, toplumsal vb. tüm konularda olduğu gibi, bu tartışma ve propagandalarda da kavramların içerikleri boşaltılmış ve içeriği olmayan yeni kavramlar ortalığa atılmıştır. Bu nedenle, tartışma ve propagandalarda kullanılan söylemler, sadece bireylerin zihninde yaratmış olduğu çağrışımlara (imge) yöneliktir. Bunun sonucu olarak, tutarlı ve bütünsel bir bakış açısı da söz konusu olmadığından, varsayımların "ikna edici gücü" öne geçirilmiştir.
Böylece AB ile ulaşılacağı varsayılan "demokrasi", "demokratik hak ve özgürlükler" konusunda ortaya çıkan "kaygılar" saflarda ayrışma yaratırken, birleştirici öğe olarak AB'nin "laik yapısı" ve "demokratik niteliği" gündeme getirilmiştir. Artık sorun, Türkiye' nin kendi iç dinamikleri ve iç sınıfsal yapısından çıkartılmış, AB'nin "yüce hakem ve yöneticiliği"ne bırakılmıştır. Bugün küçük-burjuvazinin büyük bir kesimi "bitmez tükenmez laiklik-şeriatçılık" tartışmasından kurtulmak istemektedirler. Bu nedenle, sorunun çözümünün AB'nin "karar mekanizmaları"na bırakılması eğilimi güçlenmiştir.
Bu eğilime göre, AB'ye girildikten sonra, meydana gelebilecek bir "şeriatçılık tehlikesi" karşısında AB'nin "yetkili organları" harekete geçerek sorunu çözecektir. Bunun güvencesi de, AB'nin güçlü "laiklik" geleneğidir.
Buna karşı yapılan itiraz ise, AB'nin bir "hıristiyan kulüp" olduğu, dolayısıyla "islamiyet"le ilgili "hassasiyetleri" dikkate almayacağıdır. Bu itiraz sahiplerinin ulaştığı son nokta ise, AB'nin "hıristiyan kulüp" olarak "son müslüman Türk devleti"ni parçalamayı amaçladığıdır. Buna ilişkin kanıtlar ise, AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Verheugen'in açıklamalarından derlenmektedir.
Gelinen nokta, iç dinamiklere, sınıf ilişkilerine, ülkenin tarihsel özelliklerine bakarak yapılan tüm tartışmaları bitirmek, gelecekte ortaya çıkabilecek "laiklik" sorununun çözümünü AB'nin "yetkili kurumlarına" bırakmak olmuştur.
Oysa tarihi az çok bilen, tarihsel olayları az çok irdeleyen her küçük-burjuva aydınının kolayca anlayabileceği ve görebileceği gibi, Avrupa'da "laiklik" sorunu, yüzyıllar süren bitip tükenmez hıristiyanlar arasındaki din savaşlarının sonucuna göre çözülmüştür. Eski Yargıtay Başkanı, ANAP milletvekili adayı Sami Selçuk'un konuşmalarında ifade edildiği gibi, bu çözüm de iki biçimde gerçekleşmiştir: Jakoben ve Jiroden çözüm. "Dinleri aşındırmaya yönelik laikçiliğin anayurdu Devrim Fransa'sıdır.
Gerçekten Jakobenlerin Fransa'sında laiklik; ruhban sınıfına karşı, ruhban sınıfının yaşamdaki izlerini kazımak için yapılan kinci, tepkici bir devrimin ürünüdür."
"Bugün Fransa'da gittikçe yumuşayan bir laikçilik; yani din ve devlet ilişkisinde katı ve düşmanca bir ayırım (séparation hostile) değil, ılımlı ve dostça bir ayırım (séparation bienveillante) söz konusudur..."[2*] Şeriatçı kesim tarafından büyük destek gören Sami Selçuk'un bu belirlemesinde açıkça görüleceği gibi, Avrupa tarihinde laiklik sorunu da, "aşağıdan yukarı" (radikal) ve "yukardan aşağı" (uzlaşmacı) iki çözüm yoluna sahiptir. Birincisi "kinci", "kan dökücü" olarak ilan edildikten sonra, ikincisi (uzlaşmacı) kolayca kabul görmektedir. "Benim için zaten iki Fransa var. Biri giyotinli, anayasasını insan derisiyle kaplamış, Baudelaire'i cezalandırmış, yargı öncesi insanları giyotine gönderen Savcı Foulquié'yi çıkarmış Jakoben Fransa. Ben bu Fransa'ya karşıyım."[3*] Ama tarih, böyle bir "uzlaşma"nın Avrupa'da ortaya çıkana kadar, yüzyıllarca süren din çatışmalarında milyonlarca insanın kanının döküldüğünü yazmaktadır.
İşte bugün Avrupa'da varolduğu söylenen "dinsel hoşgörü"nün, "uzlaşma geleneği"nin tarihsel zemini, yüzyıllar süren çatışmalarda yatmaktadır. Bu çatışmalar, savaşlar ve dökülen kanlar yok kabul edilerek, Avrupa'da "dinsel hoşgörü"nün, "uzlaşma geleneğinin" olduğundan söz etmek, insanları aldatmakla özdeştir. Yüzyıllar süren din savaşları sonucunda hıristiyan kilisesinin siyasal yönetimden uzaklaştırılması ve buna kilisenin boyun eğmesi sonucu ortaya çıkmış olan "hoşgörü" ve "uzlaşma" ile hâlâ siyasal iktidarı ele geçirmeye çalışan, İran'da iktidarda bulunan ve pek çok ülkede silahlı örgütlenmeye sahip olan şeriatçılığın aynı kefeye konulması ise gelecekte ciddi çatışmaların yaşanmasının koşullarını oluşturmaktan başka bir sonuç vermeyecektir.
Yeni-sömürgecilik yöntemleriyle kapitalizmin yukardan aşağıya geliştirilmesi sonucu giderek güç kaybeden feodal dönemin tefeci-tüccar kesiminin, eski gücünü kazanmasının yolunun eski dönemin ilişkilerine dönmekten geçtiğini düşündüğü bir ülkede, laiklik sorunu, sınıf ilişkilerinden ayrılamaz. Bugün ülkemizdeki şeriatçı örgütlenmenin tüm mali kaynakları bu kesimler tarafından sağlanmaktadır. Ve unutulmamalıdır ki, İran'da "çarşı esnafı", mollalar aracılığıyla iktidarı ele geçirebilmiştir.
Eğer bugün ülkemizde şeriatçı kesimin "uzlaşma"ya hazır olduğundan sözedilebiliyorsa, bunun ardında yatan gerçek, küçük ve orta sermaye kesimlerinin bir bölümünün yaşanan ekonomik krizlerle birlikte güç kaybetmeleri ve bu nedenle emperyalizmin yeni işbirlikçileri olmayı kabul etmeleridir. Ama herkes bilmek durumundadır ki, bugün için onları emperyalizmle işbirliği yapmaya yönelten ekonomik kriz, bir başka dönem yeniden onların iflasına yol açabilecektir. Böyle bir dönemde aynı kesimlerin "uzlaşma"yı ortadan kaldırmaya yönelmeleri kaçınılmazdır.
Diyebiliriz ki, ekonomik çıkarlar sağlayarak, parayla "satın alarak" "islamcı sermaye"nin "uzlaşmacı" hale getirilmesi, çıkarlar çatışmasının keskinleştiği yeni bir döneme kadar sürecektir. Ve ülkemizde böylesi dönemler sık ve kısa sürelerde ortaya çıkar.
Yine de AB'ye girildiği koşullarda, AB'nin böylesi bir şeriatçı gelişmeye izin vermeyeceği iddia edilecektir. O zaman soru şuna dönüşmektedir: AB böyle bir gelişme karşısında, hangi güçlerle şeriatçılığın siyasal iktidarı ele geçirmesini engelleyebilecektir?
Herkesin bildiği gibi, bu güç, zor gücüdür, askeri güçtür. Ve yine herkesin bildiği gibi, bu askeri güç, ordudur, "Türk silahlı kuvvetleri"dir. Gelecekteki olası bir şeriatçı iktidar girişimine karşı Avrupa Birliği başka bir araca, silaha, güce sahip değildir.
İşte bu gerçek, aynı zamanda AB'ye girildiği koşullarda Türkiye'de askeri darbe tehlikesinin tümüyle ortadan kalkacağı şeklindeki küçük-burjuva düşüncenin hayal olduğunu da gösterir. Ki aynı kesimlerin mevcut siyasal ve toplumsal düzene karşı gelişen devrimci mücadele karşısında bu askeri gücün kullanılmasının gerekliliğinden hiç bir kaygıya sahip değillerdir.
Ancak küçük-burjuva hayaller yine de sonsuzdur. "7. uyum paketi"nde MGK'nin "sivilleştirilmesi"yle ordunun siyaset üzerindeki gücünün azaltılacağı ve bunun da askeri darbe tehdidini yok edeceği sanısı yaygındır.
Tarihin gösterdiği gibi, hiçbir "güç", kendiliğinden ve kendi isteği ile bir güç haline gelmemiştir. Ülkemizde olduğu gibi, "ordu", ülkenin tarihsel gelişiminin bir sonucu olarak siyasal bir güç durumundadır. Bir güç, onu güç haline getiren maddi koşullar ortadan kaldırılmaksızın ve siyasal gücünün olumsuz sonuçları açık biçimde ortaya çıkmaksızın güç olmaktan çıkartılamaz.
Bugün Avrupa'da ordunun siyasal yönetim üzerinde bir etkisinin olmadığı, sivil yönetimin silahlı kuvvetlere tümüyle egemen olduğu iddiaları, silahlı kuvvetlerin Avrupa tarihindeki yerini ve sonuçlarını görmezlikten gelmektedir.
Sıkça "yukardan aşağı demokrasi" örneği olarak gösterilen Almanya'nın yakın tarihine bakıldığında, Alman silahlı kuvvetlerinin (Werhmacht) Nazi dönemindeki en üst seviyeye çıkan siyasal gücü, II. paylaşım savaşı sonunda yenilgiye uğratılmasıyla ortadan kaldırılmıştır. Ordu, Fransa'da ise, Cezayir savaşı ve ardından gelen OAS (Organisation de l'Armée Secrét) darbesinin başarısızlığa uğratılmasıyla siyasal güç olmaktan çıkmıştır. Aynı durum orduya dayanan İtalya'daki Mussolini faşist yönetiminin, İspanya'daki Franco rejiminin yıkılmasıyla ve Yunanistan'da Albaylar Cuntası'nın 1974'de Kıbrıs olaylarıyla yıkılmasıyla sağlanmıştır.
Tıpkı laiklik olayında olduğu gibi, kilise kanlı çatışmalar sonucunda siyasal iktidardan nasıl uzaklaştırılmış ve "uzlaşmacı" hale getirilmişse, silahlı kuvvetler de kendi siyasal gücünün yaratmış olduğu savaşlardaki "utanç verici yenilgiler"le geriletilmiştir.
Tüm bu tarihsel gerçekleri yok kabul ederek, "7. uyum paketi"yle yapılacak birkaç yasal düzenlemeyle Türkiye'de silahlı kuvvetlerin siyasal güç olmaktan çıkartılmasını, "sivil yönetim"in emrine girmesini beklemek saf bir aptallıktan başka birşey değildir.
Şüphesiz bunların dışında laiklik, demokrasi vb. konularında "hümanist" ve "kültürel" anlayışlar da mevcuttur.
Bunlara göre, demokrasi bir "kültür sorunu"dur. Bizim gibi "şark toplumları"nda "demokrasi kültürü" mevcut olmadığından, demokrasinin yerleşmesi ve kalıcı hale gelmesi olanaksızdır. Dolayısıyla bunlara göre ,"demokrasi", dıştan kontrol (AB gibi) edilen bir yapıya kavuşturulabilinirse varolabilecektir.
Tartışmaların uzunluğundan, teorik içeriğinden, felsefi söylemlerinden sıkılmış küçük-burjuvaların kolayca benimsediği bu "kültürlü demokrasi" anlayışı, demokrasinin bir siyasal yönetim biçimi değil, bir "yaşam tarzı" olduğunu kabul eder. Bu yüzden, "demokrasi kültürü"nün önce "aile içinde" yaratılmasını savunurlar. Bu anlayış sahiplerinin ideal ailesi de "Çocuklar Duymasın" dizisinde kendi imgesini bulmuştur.
Bilinmesi gerekir ki, toplumlar için "yukardan aşağıya demokrasi" olmadığı gibi, "aşağıdan yukarıya demokrasi" de sözkonusu değildir. Bunlar içeriği olmayan, olayları ve süreçleri açıklamaya yaramayan boş, anlamsız söz yığınından ibarettir. Ülkemizdeki temel sorun demokratik devrimin tamamlanmamışlığıdır. Demokratik devrim tamamlanmadığı sürece, ne laiklik sorunu, ne askeri darbe tehdidi ortadan kaldırılamaz. Bu nedenle, sorun, emperyalizme bağımlı, kapitalizmin yukardan aşağıya, dış dinamikle geliştirildiği geri-bıraktırılmış ülkede demokratik devrimin nasıl tamamlanacağı sorunudur.
Yukardan aşağıya, dış dinamikle kapitalizm geliştirilerek feodal üretim ilişkilerinin (zaman içinde) tasfiye edilmesi, doğrudan demokratik bir yönetimin oluşturulması ile özdeş değildir. Aynı şekilde, silahlı kuvvetlerin (ordu), bir yandan feodal üretim ilişkileri ve bunların egemen sınıflarının tasfiyesinde siyasal zor gücü olarak belirleyici ve sonuç alıcı bir güç olarak kullanıldığı; diğer yandan demokratik devrimi gerçekleştirmeye yönelen devrimci mücadelenin önlenmesi ve ezilmesi için kullanıldığı bir ülkede "siyasal güç" olmaktan çıkartılması olanaksızdır.
Demokratik devrim gerçekleştirilmeksizin, mevcut siyasal, askeri, ekonomik, kültürel vb. ilişkilerin ve kurumların anti-demokratik niteliklerinin yasal düzenlemelerle ortadan kaldırılması, maddi yaşamın kendi dinamikleri ile çatışacağından, işlemez ve işlevsiz kalmaya mahkumdur. Dışsal ve yapay yollarla ordunun "onuru"nun aşağılanması, "gözden düşürülmesi", kamuoyu nezdindeki "güvenilirliğinin" azaltılması ise, mevcut ordunun güçsüzleştirilmesini getirse bile, yerine bir başka silahlı gücün geçmesini kaçınılmaz kılar. Çok bilinen ifadeyle, doğa boşluğa izin vermez. Etkisizleştirilmiş ve işlevsizleştirilmiş bir zor gücüyle devletin varolabilmesi olanaksızdır. Her koşulda, ortadan kaldırılan silahlı gücün yerine bir başka silahlı güç geçecektir. Bu diğer gücün adının "Avrupa Ordusu" ya da "Amerikan ordusu" olmasının fazlaca önemi yoktur. Bir zor gücüdür, bir askeri güçtür ve her zaman zor gücü olarak kendi egemenliğine karşı olan ve kendi egemenliğine boyun eğmeyen güçlere karşı kullanılacaktır.
Demokratik halk devrimi mücadelesi, toplumsal ve siyasal alanda demokratik ilişkilerin oluşmasını ve gelişmesini sağlar. Bugün bu gerçeği görmezlikten gelenler, demokratik halk devriminin gerektirdiği özverilerden, çatışmalardan kaçınmak isteyenler bilmek zorundadırlar ki, bunun dışındaki tüm yollar, uzun ve kanlı bir çatışma sürecine çıkar. Bu süreçte kimin zafer kazanacağı, kaybedenlerin ve kazananların ne bedeller ödeyeceği ise belirsizdir.
AB aracılığıyla, "Avrupa standartlarında bir laiklik"e ulaşılarak, "din ve vicdan özgürlüğü"nü garanti altına alacağını ve bu yolla "inananların inandıkları gibi yaşamalarını" sağlayacağını düşünen "AB yanlısı şeriatçılar" da; "kan ve şiddet" ifade ettiğini düşündükleri demokratik halk devrimi dışında "barışçıl" ve "uzlaşmacı" yollarla laikliği koruyabileceklerine, ülkeye demokrasi getirilebileceğine inanan küçük-burjuva "sol"cuları da bilmek zorundadır ki, barış ve uzlaşma, ancak iki durumda ortaya çıkar: Ya savaşan sınıfların birbirlerini altedemedikleri, denge durumunda oldukları koşullarda, ya da savaşan sınıflardan birinin diğeri üzerinde zafer kazandığı, kendi iradesini kabul ettirdiği koşullarda.
İşte bugün Avrupa'da "uzlaşma geleneği" diye övgüler düzülen olgu bu koşullarla gerçekleşmiştir.
Savaştan, savaşın zorunlu koşulu olan özverilerden, zorluklardan kaçan küçük-burjuvaların "barış" ve "uzlaşma" arayışları, hiçbir biçimde savaş dışı yollarla gerçekleşemez. Kendileri için "ideal" kabul ettikleri "anglo-sakson uzlaşma geleneği", Magna Carta'dan itibaren İngiltere'de süregiden aristokrasi ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımının yıkıntıları üzerinde kurulan ve bu savaşımın denge durumunu ifade eden İngiliz mutlak monarşisinin kuruluşuyla gerçekleşmiştir. Kendilerine ideolojik bir temel sağladığını kabul ettikleri Gramsci'nin sözleriyle ifade edersek, bu durum, "içinde mücadelede bulunan güçlerin yıkım halinde dengeye geldiği, mücadelenin devamı halinde sonuçta karşılıklı yok olmadan kaçınamayacakları için iki tarafın da birbirleriyle dengeye geldiği bir durumu dile getirir".[4*] Ülkemiz somutunda ise, gerek laiklik konusunda, gerekse ordunun siyasal yönetimdeki gücü ve ağırlığı konusunda bir "denge" durumu, güçlerin "yıkım halinde dengeye geldiği, mücadelenin devamı halinde sonuçta karşılıklı yok olmadan kaçınamayacakları" bir durum ortaya çıkmamıştır ve mevcut değildir. "Taraflar" güçler dengesinin konjonktürel durumuna bağlı olarak değişik taktikler uygulamaktadırlar. Kimi zaman bu taktikler "çatışma" özelliğine sahipken, kimi durumda "uyum", "uzlaşma" şeklinde ortaya çıkabilmektedir. Ancak her durumda, konjonktüreldir ve taktikseldir.
Bugün "taraflar", iç ve özellikle dış "müttefikler" kazanarak birbiri üzerinde üstünlük sağlamaya çalışmaktadırlar.
AKP'nin yapmaya çalıştığı gibi, kendisinden istenen tüm talepleri yerine getirerek Amerikan emperyalizmiyle "ittifak" peşinde koşarken, her türlü dış desteği önsel olarak kabul eder hale gelmiştir. Bunun en son örneği, Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu'nun "Ağustos ayında Türk ordusunda yapılacak değişiklikler, ilk kez öncekilerden farklı olacak. Ordudaki bazı değişikliklere hükümetin müdahale etmesi ihtimali var. Gelişmeleri dikkatle izliyoruz" açıklaması olmuştur.[5*] Bu süreçte, düne kadar küçük-burjuvazinin "sol" kanadının desteğine dayanmakla yetinen Genelkurmay hiyerarşisi de yön değiştirmiştir. Genelkurmay, AKP'nin Amerikan emperyalizminin tüm isteklerini yerine getirmeye dayanan "ittifak" girişimleri karşısında, "ben onlardan daha fazlasını ve gönüllü olarak yaparım" diyerek devreye girmiştir. Bugün Irak'a asker gönderilmesi konusunda Genelkurmay ile AKP yönetimi arasında başlayan "yarış"ın arka planında bu "ittifak" arayışları yatmaktadır.
Bu durumu Kurtuluş Cephesi'nin geçen sayısında şöyle ortaya koymuştuk: "Türkiye'nin Amerikan emperyalizminin istediği bir 'koalisyon gücü' haline getirilmesi için, iki kesim birbiriyle çatıştırılarak sonuç alınmak istenmektedir. Bir bakıma Amerikan yönetimi, eski 'iti ite kırdırtma' politikasını uygulamaya sokmuştur.
Wolfowitz'in açıklamasında ortaya konulduğu gibi, bir tarafta 'geçen yüzyılın anılarıyla beslenen' 'laik-milliyetçiler', diğer tarafta 'liberal-şeriatçılar' bulunmaktadır. Ordu ve sivil bürokrasi içindeki 'geçen yüzyılın anılarıyla beslenen milliyetçiler'e karşı AKP'nin 'liberalizm'i harekete geçirilirken, AKP'nin 'şeriatçılığına' karşı ordu ve sivil bürokrasinin 'laikçiliği' harekete geçirilmektedir. Ve her zaman olduğu gibi, bu 'savaş' 'medya' aracılığıyla yönlendirilmektedir."[6*] Bugün "yukardan aşağı demokrasi", Irak'a Amerikan emperyalizminin hizmetinde asker gönderilmesi olayında yaşandığı gibi, "biz gönderdik" (AKP) ile "biz gittik" (Genelkurmay) arasında gidip gelmektedir.
Tüm küçük-burjuva aydınları bilmelidir ki, şeriatçılığa ve militarizme karşı halkın silahlanmasına dayanan bir silahlı güç yaratılmadığı ve bu silahlı gücün zaferi sağlanamadığı sürece, gelecek olan "demokrasi" ve "uzlaşma" değil, yeni ve daha büyük siyasal çatışmalardır.
Bu çatışma ortamında, Gramsci'nin ifadesiyle, "yabancı bir gücün nöbetçiliğinde bir mezar barışı" kurulacaktır. Bu "yabancı güç"ün AB ya da ABD olması hiçbir şeyi değiştirmeyecektir.
[1*] F. Engels, "Fransa'da Sınıf Savaşımları 1848-1850", Giriş, Seçme Yapıtlar, Cilt: I, s. 234. [2*] Sami Selçuk'un Yargıtay Birinci Başkanı olarak 1999 Adli Yıl Açılış Konuşması. [3*] Sami Selçuk, agy. [4*] Gramsi, Modern Prens, s: 102 [5*] Şüphesiz Papandreu'nun bu açıklaması AKP'nin dış destek arayışlarının ortaya çıkardığı bir gelişmedir. Ancak Yunanistan dışişleri bakanının böylesine açık biçimde Türkiye'nin iç siyasal ilişkilerine müdahale edici açıklaması, bir dönemlerin popüler söylemi ile, tam bir "taktik hevalım"dır. Ordunun Türkiye'deki oligarşik yönetim içindeki yerini ve gücünü çok iyi bilen Yunanistan, AKP'nin bu dış destek arayışını fırsat bilerek ordunun güçsüzleşmesinden yana olduğunu ortaya koymuştur. Yunanistan, zayıflatılmış ve etkin bir siyasal güç olmaktan çıkartılmış bir ordunun varlığı koşullarında, kendi isteklerini Türkiye'ye kolaylıkla kabul ettireceğini hesaplamaktadır. AKP ise, bu tür dış desteklerle orduyu etkisizleştirebileceğini ve kendi şeriat anlayışına uygun düzenlemelere karşı darbe olasılığını ortadan kaldıracağını ummaktadır. Sonuçta, Yunanistan-Türkiye ilişkilerinde "düşmanımın düşmanı dostumdur" politikası bir kez daha yaşam alanı bulur hale gelmiştir. Ama bu politika, kısa dönemde "dostluk" gösterileriyle bazı "ilerlemeler" sağlasa bile, uzun dönemde tarihsel düşmanlıkları ve güvensizliği daha da pekiştirecektir. [6*]Kurtuluş Cephesi, "Amerikan Emperyalizminin Sopaları ve Sopacıları", Sayı: 73, s. 26, Mayıs-Haziran 2003.