KURTULUŞ CEPHESİ - Temmuz-Ağustos 1996
RP-DYP Hükümeti Üzerine
ANAP ile DYP'nin kurduğu koalisyon hükümetinin çeşitli ayak oyunlarıyla bozulmasıyla birlikte RP-DYP koalisyon hükümeti Erbakan'ın başkanlığında kurulması, bir dizi görüşün ortaya atılmasını getirdi. Kimileri, RP'nin "sistem içi" bir parti olduğunu ilan ederek, kurulan hükümetin "meşru" olduğunu söylerken; kimileri RP'nin şeriatçılığını gündeme getirerek "laiklik"in zarar göreceğini söyleyerek karşı çıkmıştır. Ancak hükümetin kuruluşunda DYP'nin yer alması pek çok çevre için bir "süpriz" olmuştur. Yazılı ve görüntülü basın, Çiller'e ilişkin "yolsuzluk dosyaları"nın bu koalisyonun kurulmasında belirleyici olduğunu sürekli işleyerek, RP- DYP koalisyonunun oluşturulmasının sınıfsal temellerini gizlemekte özel bir çaba göstermiştir. Benzer değerlendirmeler çeşitli sol örgütler tarafından da yapılmıştır. Öyle ki, RP'nin "diğer burjuva partilerinden hiç bir farkı olmadığı"ndan tutun da, RP'nin ne kadar "dindar" olduğuna yahut RP'nin ne denli düzen savunucusu olduğuna kadar bir dizi değerlendirme yayınlanmıştır.
Oysa ülkemizdeki sınıfların konumunu ve siyasal yönelimlerini aç çok bilen herkes için, RP-DYP koalisyon hükümetinin kurulmasının hiç de şaşırtıcı değildir.
MSP olarak Erbakan, 1980 öncesinde devrimci mücadelenin gelişmesine paralel olarak kurulan I. ve II. MC hükümetlerinde başbakan yardımcısı olarak yer almıştır. O günün MSP'sinin sınıfsal niteliği ile bugünkü RP'nin sınıfsal niteliği hiç değişmediği gibi, kadroları da hiç değişmemiştir. Salt bu olgu bile, RP-DYP koalisyon hükümetinin "yeni" bir şey olmadığını ortaya koymaktadır.
Bugünkü adıyla Refah Partisi'nin sınıfsal niteliğini (o dönemdeki adıyla MSP'nin) I. MC döneminde şöyle ortaya koymuştuk:
"MSP (Milli Selamet Partisi): Sınıfsal olarak, CHP'nin dayandığı sınıfsal tabana, yani orta ve küçük sermaye kesimlerine dayanır. Anadolu esnaf zanaatkar sermayesi ile tüccar-tefeci sermayenin desteğini almıştır. Emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin 12 Mart sonrası hükümetler dönemindeki hızlı ve hakimiyet sağlayıcı gelişmesine bir tepki olarak (daha önce aynı gerekçelerle ortaya çıkan ve 12 Mart döneminde kapatılan MNP'nin yerine) ortaya çıkmış ve AP'nin politik geri çekilişi ile birlikte, bir güç olmuştur. Anti-tekelci, anti-faizci tutumu aslında, tekellere ve faize karşı oluşundan değil, temsil ettiği orta sermaye kesimlerinin ekonomik olarak gelişmesini ve tekelleşmesini sağlamak için kendi politikasını sürdürmek istemesindendir. MSP aslında, ülkemizin iç dinamiği gereği ortaya çıkan ve ülkemizdeki emperyalist-kapitalist üretim ilişkileri ile filizlenen kapitalist unsurların tepkilerini bünyesinde toplamış bir partidir. Bu tepkiler, özünde oligarşiye karşı olan tepkilerdir. Ve politik bir silah olarak kullanılan 'din' ile birlikte, köylülüğün de sınıfsal desteğini almıştır.
MSP'nin demokratikliği, gerek oligarşiye karşı muhalefet eden orta ve küçük sermaye kesimlerine politik sözcülük sağlamak, gerekse 'din'i politik bir alet olarak kullanmak istemesindendir. Programına dikkat edilecek olursa, üretici güçleri hızlı bir şekilde geliştirmek istediği görülür. Ne var ki, mevcut üretim ilişkilerine olan tabiyeti gereği, program, kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur. Ve giderek AP içinde erimek zorundadır. Oligarşiye olan tepkileri, engelleyici bir noktaya ulaştığı zaman, laikliğe karşı olmaktan dolayı, her an politika dışı bırakılabilir. 12 Ekim seçimlerinde gerileyişi, misyonunu AP'ye kaptırmış olmasındandır. MSP, oligarşiye tepki olarak doğmasına karşılık, bunu politika olarak sürdürememesi sonucu, AP'nin liberalizmi içinde erimiş, MSP'yi destekleyen sınıflar, 'çatışma' yerine 'uyum'u yeğlediklerinden, AP'ye kanalize olmuşlardır. MSP, politik etkinliğini kaybetme durumuna gelmiştir, ancak, orta ve küçük sermaye kesimlerinin oligarşiye olan tepkileri ortadan kalkmış değildir. MSP, bu durumu kullanarak tekrar politik etkinlik sağlamak için, AP ile 'uzlaşmazlık' konularını öne çıkarmak zorundadır. MSP, oligarşiye karşı olan tepkilerde ve 'demokratik' ortam üzerinde CHP ile ortaklığa girerek, koalisyona katılmış, ancak, CHP ile gerek misyon üzerinde, gerekse AET üzerinde kesin uzlaşmazlıklar içine sapmıştır. Emekçi yığınların tepkilerine ve sınıfsal hareketlerine karşıdır. Ve oligarşik yönetimden yanadır." (İlker Akman: Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz)
Görüldügü gibi, RP, sınıfsal olarak, orta ve küçük sermaye kesimlerine dayanan bir partidir ve Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ile tüccar-tefeci sermayesinin desteğine sahiptir. Bugünkü RP-DYP koalisyon hükümetinin açık bir biçimde kendisinin bu sınıf ve kesimlerin hükümeti olduğunu ilan etmesi, sadece gerçeğin kendileri tarafından açıklanmasından başka birşey değildir. Hükümet içinde eski TOBB Başkanı Yalım Erez'in yer alması ve Tansu Çiller' in "baş danışmanı" olarak hareket etmesi, RP ile DYP'nin hükümet kurmasının hangi sınıflar arasında yapılan bir uzlaşmaya dayandığını da açık biçimde ortaya koymaktadır.
RP-DYP hükümetinin kurulmasıyla birlikte ortaya çıkan en önemli gelişme, RP'nin "sistem içine çekilmesi" manevraları değil, DYP'nin işbirlikçi-tekelci burjuvaziyle olan ilişkilerinin farklılaşmasıdır. ANAP-DYP hükümeti döneminde kamuoyuna yansıyan farklılaşma, Koç Holding ile DYP'nin birbirlerini karşılıklı olarak suçlamalarıyla belirginleşmiştir. Gümrük Birliği' ni ilişkin anlaşmanın "istenildiği gibi" yapılmamasıyla başlayan bu farklılaşma ve çatışma, giderek artmış ve eski AP'li kadroların DYP'den tasfiye edilmesiyle yeni bir boyut kazanmıştır.
İşbirlikçi-tekelci burjuvazi, T. Özal'ın "dört eğilimi birleştiren" ANAP'ının işlevsiz kalmasıyla birlikte siyasal temsil alanında yeni sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Geleneksel olarak işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile Anadolu sermayesinin çıkarlarının temsilcisi olan DYP'nin (eski adıyla AP'nin), 1991 Genel Seçimlerinde başarılı olmasına karşın, tam olarak eski işlevine sahip olmadığı görülmüştür. Gerek işbirlikçi-tekelci burjuvazi içinde Batı-Avrupa'nın emperyalist ülkeleriyle olan ilişkilerde ortaya çıkan çıkar çatışması, gerekse siyasal kadrolarının ANAP ile DYP arasında dağılması, yeniden hükümet bunalımlarının başlangıcı olmuştur.
Diğer yandan, 1980 dünya ekonomik buhranı koşullarında, 12 Eylül askeri cuntasının varlığıyla oluşturulmuş olan sömürücü sınıflar arasındaki "consensus" 1990'larda bozulmuştur. Sanayi teşviklerinin dağılımı, ihracata uygulanan vergi iadesinin kullanımı, ilkin orta sermaye kesimleri arasında farklılaşma yaratmış ve giderek bir kısım orta sermaye kesimleri işbirlikçi-tekelci burjuvaziden uzaklaşmaya başlamıştır. Emperyalist tekellerin çıkarlarına uygun olarak gümrük tarifelerinde yapılan indirimler sonucu emperyalist metaların ülkeye yoğun girişi ve bunların ticaretiyle uğraşan yeni bir kesimin ortaya çıkartılması, Anadolu tüccarını zor duruma sokmuştur. Bu da, Anadolu tüccar kesiminin emperyalist tekellere ve dolayısıyla işbirlikçi- tekelci burjuvaziye tavır olmasını getirmiştir. Emperyalist metaların ülkeye yoğun bir biçimde girişi ve bunun ticaretinin ayrı bir kesimin elinde olmasıyla zor duruma düşen Anadolu esnafları, ister istemez geleneksel metaların satıcısı olmakla sınırlı kalmışlardır. Bu da, Anadolu esnafı ile geleneksel meta üreticisi küçük ve orta sermaye kesimlerini daha fazla birlikte hareket etmeye yöneltmiştir. Bu yönelimin siyasal yansısı ise, geleneksel olarak DYP'de toplanan kesimlerin RP'ye yönelmeleri olmuştur. RP'nin seçimlerde elde ettiği başarıların temelinde bu siyasal dönüşüm yatmaktadır.
Ancak 1980-90 arasında uygulanan ekonomi-politikalar, tüm toplumsal ilişkiler de olduğu gibi, sömürücü sınıflar arasında da bir dizi ayrışma ve parçalanma ortaya çıkarmıştır. T. Özal'ın "keyfi yönetimi" olarak yorumlanan ekonomik uygulamalar, kimi zaman yeni bir zengin kesimi ortaya çıkarırken, kimi zaman eski sömürücü kesimlerin kendi içlerinde farklılaşmasını sağlamıştır. Tümüyle küçük ve orta sermayenin emperyalist üretim ilişkilerine tabi kılınması, kılınamayanların tasfiyesi ve yerlerine yenilerinin konulması olarak tanımlanabilecek ekonomik uygulamalar sonucunda, küçük ve orta sermaye kesimleri bölünmüştür. Bu bölünmüşlük, siyasal planda, birbirinden farklı partilerin ortaya çıkması ve milletvekili transferleriyle kendisini ortaya koymuştur. Bu ortamda Refah Partisi, küçük ve orta sermaye kesimleri içindeki bölünmüşlüğü, belli bir ortak çıkar etrafında birleştirme işlevini üstlenmiştir. Bunu yerine getirebildiği oranda siyasal olarak gelişeceğini varsayan RP, hükümet kuruluşunda görüldüğü gibi, hükümet olabilmek için her türlü tavizi vermiştir. Refah Partisi'nin bugünkü oy gücünü koruyabilmesinin tek yolu, çıkarlarını ortaklaştırmaya çalıştığı küçük ve orta sermaye kesimlerine yeni olanaklar sağlamaktan geçmektedir. Bu da, ancak hükümet olmakla olanaklıdır. Devlet olanaklarının artan oranda küçük ve orta sermayeye yöneltmek isteyen RP, mevcut koşulların kendilerine getirdiği engelleri düşünmeksizin hükümet kurmuşlardır. Bu da, "hayalci Erbakan" ın ne denli başarılı olabileceğini belirlemektedir.
Memur maaşlarına yapılan zamlarla birlikte ortaya çıkan "kaynak" tartışması, RP'nin umduğundan çok daha farklı bir durumla yüz yüze olduğunu göstermiştir. Erbakan ve şurekası, kendilerini 1970'lerin Türkiyesinde bulacaklarını sanmışlardır. Gümrük Birliği'ne girilmesiyle birlikte Türkiye'ye verilecek olan fonları kendi sınıfları için kullanabileceğini varsayan Erbakan, bu fonların serbest bırakılmasının o denli kolay olmayacağını görmesi fazla uzun sürmemiştir. İmzalanmış Gümrük Birliği anlaşmasına göre 1.5 milyar dolar civarında tutan fonların, kendi hükümetlerinin "sıkı pazarlığı" ile 30 milyar dolara çıkartabileceğini varsayan RP, pazarlık etmek şöyle dursun, verileceği söylenen 1.5 milyar doların bile serbest bırakılmasının çok kolay olmadığını birkaç hafta içinde öğrenmişlerdir.
I. MC döneminde Erbakan'ın "hayali temel atmaları", bugünkü durumla büyük benzerlik taşımaktadır. Mevcut olmayan kaynakların "varlığına" bağlı olarak, küçük ve orta sermayeye yeni yatırım olanakları sağlayacağının propagandasını yapmış olması, seçimlerde Erbakan'a pahalıya mal olmuştur.
Ancak Erbakan'ın karşı karşıya olduğu sorunlar, sadece küçük ve orta sermayeye ilişkin değildir. 1980 sonrasında bir devlet politikası olarak gündeme getirilen kırsal nüfusun azaltılmasına yönelik uygulamaların ortaya çıkardığı sorunlar, Refah Partisi'nin tabanı açısından büyük öneme sahiptir. Uygulanan tarım politikaları ile kırsal alanlarda sınıfsal farklılaşma giderek artmış ve mülksüzleşmeye paralel olarak kentlere göç hızlanmıştır. Kürtlerin yaşadığı bölgelerde, Kürt ulusal hareketine yönelik sürdürülen pasifikasyon ve tenkil politikaları da bu yöndeki hareketi artırmıştır. Genel olarak köylülük arasında sınıfsal farklılaşmanın artması ve mülksüzleşme süreci, kırsal alanlardaki nüfusun sürekli oransal olarak azalmasını getirmektedir. Kentlere göç eden kırsal nüfusun, aynı zamanda kentlerde iş olanaklarına sahip olamaması, kaçınılmaz olarak işsizler ordusunu sürekli artırmıştır. Böylece, iki yönlü bir sorun ortaya çıkmıştır.
Emperyalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşmasının sonucu olan bu gelişme, aynı zamanda, emperyalist üretim ilişkilerinin gerektirdiği ekonomik uygulamaların sürdürülmesini zorunlu kılmaktadır. Emperyalist üretim ilişkilerinin hızlı bir gelişimi, kaçınılmaz olarak, sorunları büyütmektedir. Kırsal nüfusun azaltılmasına yönelik uygulamalar, kapalı üretim birimlerinin pazar ekonomisine açılmasının geldiği son aşamayı oluşturmaktadır. Kırsal nüfusun, pazar için üretim yapması, emperyalist üretim ilişkilerinin yeni gereksinmelerine (talep gereksinmelerine) yetmemektedir. Artık, pazarda sadece üretici olarak değil, aynı zamanda tüketici olarak da yer alan bir nüfusa ihtiyacı vardır. Özellikle 1980 dünya ekonomik buhranı koşullarında, geri-bıraktırılmış ülkelerde üretilen her ürünün (sanayi ve tarım ürünleri olarak), emperyalist ülkelere ihraç edilmesi 1990'lara gelindiğinde neredeyse sona ermiş durumdadır. 1990'lara girilmesiyle birlikte, emperyalist ülkelerde ortaya çıkan ekonomik durgunluk, artan oranda yeni pazarlara gereksinme göstermektedir. Emperyalist ülkelerde üretilen metaların doğrudan satışını sağlayacak pazarlar, bugün için emperyalist ekonomilerin en önemli sorunu durumundadır. Yeni-sömürgecilik yöntemlerinin uygulanmasında ortaya çıkan tıkanmayla birlikte gelişen 1980 ekonomik buhranının emperyalist ülkelerde yeni teknolojinin üretime uygulanmasıyla kısmen geçiştirilmiştir. İşte bu yeni teknolojiye dayalı üretim birimlerinin pazar gereksinmesi, günümüzde büyük bir önem taşımaktadır. 1990 başlarında Ingiltere ve Fransa'da başlayan durgunluk, tüketim malları sektöründeki aşırı üretim ile belirlenmiştir. Giderek Almanya'yı içine almaya başlayan bu süreç, kaçınılmaz olarak geri-bıraktırılmış ülkelere emperyalist metaların ihracını artırmayı gerektirmektedir.
Gümrük Birliği anlaşmasında açık biçimde görüldüğü gibi, emperyalist ülkelerin içinde bulundukları ekonomik durgunluk ve aşırı-üretim, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki iç pazarı önemli hale getirmektedir. Bu ise, geri-bıraktırılmış ülkelerin iç pazarına yönelik üretim yapan yerli küçük ve orta sermayenin büyük bir zarara uğraması anlamına gelmektedir. Küçük ve orta sermayenin mülksüzleştirilmesi olarak da gelişecek olan bu süreç, ister istemez, bu ülkelerde üretimi artırmaya yönelik her türlü ekonomi-politikanın terk edilmesi anlamına gelmektedir. IMF' nin açıklamalarında görüleceği gibi, geri-bıraktırılmış ülkelerde tüketimi artırıcı önlemler desteklenmekte, ancak üretime yönelik teşviklere karşı çıkılmaktadır.
İşte Refah Partisi'nin bugün karşı karşıya olduğu ikilem burada ortaya çıkmaktadır. Bir yandan, küçük ve orta sermaye kesimlerine yeni kredi olarakları sağlayarak, yatırımları hızlandırmak istenilirken; diğer yandan, bulunabilecek özel kredi olanaklarının bu alanda kullanılmasıyla meydana gelecek üretim artışının pazarlanması sorunu ortaya çıkmaktadır.
Bu durumda Refah Partisi, yerli küçük ve orta sermayeye "ihracat" yolunu göstermekden başka bir çözüme sahip değildir. Bütün umudu, bu ihracat için İran, Irak gibi "müslüman ülkeler"in belli bir kolaylık göstermesine bağlanmıştır.
Ancak böyle bir gelişme, yerli küçük ve orta sermaye ürünlerininin satışyla varlıklarını sürdürmek durumunda olan Anadolu esnafını daha da zor duruma sokacaktır. İç pazarın, tümüyle emperyalist metalara terk edilerek, küçük ve orta işletmelerin ürünlerinin "müslüman" ülkelere yöneltilmesinin ortaya çıkaracağı bu gelişme, kaçınılmaz olarak Refah Partisi'nin önemli bir oy kaybına neden olacaktır. (Burada hemen belirtelim ki, bu yönüyle RP ile MHP aynı tabana sahiptir. Sadece MHP, "Türki Cumhuriyetler"i esas alırken, RP "müslüman ülkeleri" esas almaktadır. MHP'nin yönelimi, DYP-CHP hükümetleri döneminde denenmiş, ancak önemli bir sonuç getirmemiştir. Bu da, MHP'nin gelişen milliyetçilik dalgasına rağmen, beklediği oranda oy alamamasının nedeni olmuştur.)
Diyebiliriz ki, RP-DYP koalisyon hükümeti, ağırlıklı olarak, küçük ve orta sermaye kesimlerinin çıkarlarını realize etmek amacıyla kurulmuştur. Emperyalist üretim ilişkilerinin gelişmesi sonucu, sürekli daralan küçük ve orta sermaye, RP-DYP koalisyon hükümetiyle bu sorunlarının çözümleneceğini beklemektedir. Ancak emperyalist üretim ilişkilerinin ülke içindeki derinliği ve yaygınlığı böyle bir çözümü olanaksız kılmaktadır. Emperyalist sistemin dışına çıkılamadığı sürece, hiç bir çözüm, bu kesimler için olanaklı değildir. Bugün oligarşinin RP-DYP koalisyon hükümeti karşısında fazla bir tepki göstermemesinin nedeni de, bu olanaksızlık koşullarında, küçük ve orta sermaye kesimlerinin tepkilerinin yumuşatılmasına (bir süre için de olsa) hizmet edeceği içindir.
Bu koşullarda, Refah Partisi'nin hükümette fazla birşey yapabilmesi olanaksızdır. Tüm yapabileceği, birkaç demagojik uygulama ile sınırlı kalacaktır. Bu yöneyle, Refah Partisi'nin hükümeti kurmuş olması, kendi tabanında belli bir "beklenti" yaratarak, oligarşi için bir "soluk alma" olanağı vermekten öte bir değere sahip değildir. Refah Partisi'nin devrimci mücadele karşısındaki konumunu ayrıca ortaya koymaya gerek yoktur. Onlar için, en büyük "düşman" "dinsizler"dir, dolayısıyla tüm söylemi anti-komünist demagojiyle doludur ve devrimci mücadelenin ezilmesi için her türlü zor aracının kullanılmasına taraftardır. Bu açıdan, devlet zorunun sürdürülüşünde hiçbir kesinti ortaya çıkmayacaktır.