Taha Akyol, kendi "solcu"luğunun referansını sağdan alan "solcu"lar için bulunmaz bir referans kaynağıdır. Öyle bir kaynaktır ki, CNNTürk'ün başına geçirilip, "globalizm" yandaşı ve AB "sevdalısı" bir "liberal-demokrat-muhafazakar" yayın çizgisi ortaya çıkartılması sağlanmış, MHP'nin 12 Eylül 1980 öncesindeki Genel İdare Kurulu üyesi faşist olarak her zaman el üstünde tutulmuştur.
Turgut Özal zamanlarında MHP'den ANAP'a sıçrama yapmış olan Taha Akyol, muhafazakar bıyığı ve gözlüğüyle de "liberal-demokrat-muhafazakar" görüntüsüne sahiptir. Başlıca görevi, "solcu"lara "solcu" olduklarına ilişkin referans vermek ve bu referansı verirken de onlara "akıl" öğretmektir. Verdiği tek akıl, "aman uslu durun"la ifade edilebilecek bir pasifikasyon aklından ibarettir.
"Medya"da Taha Akyol'a eşdeğer fazlaca olmasa da, benzeşleri çoktur. Yeni Şafak'ın Fehmi Koru'su, Taha Akyol'un "taşralı" versiyonudur. Taraf'ın Ahmet Altan'ı ise, Taha Akyol'a göre daha "globalist", daha "elitist" ve daha "militan"dır. Ama üçü de farklılıklarıyla aynıdır.
Taha Akyol ve benzeşlerinin ortak özelliklerinden birisi, müzmin bir "kemalizm" düşmanı olmalarıdır. "Kemalizm" düşmanı oldukları kadar "laikler"den de nefret ederler. Onların gözünde ve dilinde, bu kesimler "elitist"tirler, "halka tepeden bakarlar", dolayısıyla da "katli vacip" bir kesimi oluştururlar. Her zaman olduğu gibi, onlar için "en elitist sol" parti de CHP'dir.
Her seçim sonrasında (elbette öncesinde de), Taha Akyol ve benzeşleri "anti-elitist" militan tutumlarıyla ortaya çıkarlar, yorumlar yaparlar ve "kurtuluş"un "elitler"in tasfiyesinde olduğunu ilan ederler. AKP'nin iki genel ve bir yerel seçimdeki "yükselen oy"ları yanında, son dönemdeki "Ergenekon" operasyonları bu kişilerin militanlığını daha da keskinleştirmiştir. Ancak Taha Akyol, "ıslah olmuş ve değişen dünyanın gerçeklerini görmüş" bir "dönek"ten çok, "değişim" göstermiş bir faşisttir. Kendi yazılarına bakıldığında, 12 Eylül öncesindeki MHP'nin faşist milis güç olarak yerine getirdiği karşı-devrimci, anti-komünist tutuma karşı çıkmış birisidir. Kendisine inanılırsa, bu faşist milislik yerine "başka yöntemlerle" devrimci mücadeleyi pasifize etmenin olanaklı olduğunu savunmuştur.
Şeyh Aykut Edibali'nin tezgahından geçmiş, islamcı-milliyetçi faşizmin sosyologu olmuş, MHP'nin yayın organlarında ve Nazlı Ilıcak yanında gazetecilik tedrisatı yapmış bir kişi olarak, hemen her zaman laiklik karşıtı bir tutum sergilemiştir. 29 Mart seçimlerine ilişkin yaptığı "analiz"lerde bu yanı belirgin biçimde görülür: "Dar, baskıcı ve militan bir laiklik anlayışının yarattığı kutuplaşma böyle biraz yumuşayınca, ekonomik krize tepki duyan kitlelerin AKP'den kopması kolaylaştı, AKP 8 puan geriledi.
Bundan laiklik savaşçılarının çıkarması gereken çok önemli ve öğretici iki ders var: Bakın, laiklik kavgasını bırakıp ekonomik ve siyasi konularla ilgilenince irtica gelmiyor, aksine, demokrasinin işlevselliği güçleniyor!..
Ve, 'cahil halk', 'doktrin'le şartlanmış devlet elitlerinden daha sağduyuludur; kurumlar da halka güvenmeli, yasakçı değil liberal bir laikliği benimsemelidir artık."[1*] Ancak Taha Akyol'un (ve benzerlerinin) meselesi sadece laiklik, militan laiklik değildir. Başka kaygıları, dertleri vardır. 29 Mart seçim "analiz"inin bir diğerinde şöyle yazar: "Laiklik kavgası, askeri veya yargısal müdahale gibi 'yapıştırıcı'lar olmadıkça, AKP önümüzdeki dönemde muhafazakâr çevrelerde de daha çok oy kaybedebilecektir!
Bundan AKP karşıtları hemen sevinmesin. AKP kendini toparlamaz veya bir parti iktidar alternatifi haline gelemezse, 2011 seçimlerinde yeniden koalisyonlara döneriz ve Türkiye bir de 'yönetilebilirlik' problemiyle karşılaşır."[2*] Böylece Taha Akyol, anti-laikçi tutumunu, koalisyon hükümetlerine karşı oluşuyla, koalisyon hükümetleri döneminde ülkenin "yönetilebilirlik" sorunuyla karşı karşıya kaldığı iddiasıyla tamamlar. Ama "militan laiklik" karşıtlığı sergilerken, diğer yandan AKP'nin oy kaybetmesini "laiklik kavgası... gibi 'yapıştırıcı'lar olma"dığına bağlamakta da hiç duraksamamıştır.
Açıktır ki, AKP'nin "yapıştırıcı"sı "laiklik kavgası"ysa, AKP'nin 29 Mart seçimlerinde kaybettiği oyları geri almasının tek yolu "laiklik kavgası"nı sürdürmekten geçer. Ama kimin umurunda!
Bir taraf için ("sol") "militan laiklik anlayışı"nın yarattığı "kutuplaşmadan" uzak durmayı tavsiye eden, hatta tavsiye etmekten öte "emreden" Taha Akyol, öte yandan AKP'ye ters yönde yol göstermeye çalışmaktadır.
Korku ortaya çıkmış ve yayılmaya başlamıştır.
"Elitist" CHP bağlamında tanımlanan "sol" oylarda meydana gelen "küçük" bir yükseliş bile onları korkutmaya yetmiştir. Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının saldırganlığı, Ergenekon operasyonlarında sergilenen kin ve nefretleri çok kolaylıkla AKP'nin "yapıştırıcısı" olarak gösterilirken ve bunun toplumu "kutuplaştırdığı"ndan hiç söz edilmezken, 29 Mart gecesi ortaya çıkan seçim sonuçları birden toplumun "kutuplaştığı" söylemlerini yaygınlaştırıvermiştir.
Korkmaktadırlar.
Korku, İzmir'den yola çıkıp, İstanbul'un "varoşları"na doğru gelişen politizasyonun korkusudur. Taha Akyol ve benzerlerinin "kutuplaşma" diye sundukları ve sonuçlarının 12 Eylül öncesine dönmeye kadar uzatıldığı politizasyondan korkmuşlardır.
Her ne kadar benzer bir korkuyu 2007'deki Cumhuriyet Mitingleri sırasında yaşamışlarsa da, Temmuz seçimlerini AKP'nin "açık ara" almasıyla bu korkudan kurtulmuşlardır. Ama şimdi seçim akşamı sandık başlarında "nöbet" bekleyen CHP'lilerin görüntüsü, AKP'nin düşen oylarıyla birleşerek daha köklü ve daha uzun dönemli bir korku yaratmış görünmektedir.
Kitlelerin politizasyonundan korkuyorlar.
Onların istedikleri ve kendi varlık koşulu olan apolitik ortam, hem ülkenin istenildiği gibi (Tayyip Erdoğan'ın "padişah" gibi olması da dahil) yönetilebilmesi için, hem de düzenin sürdürülmesi için olmazsa olmaz koşuldur. "İdeolojiler öldü" diyerek devrimci düşüncelere saldırmayı bir marifet bellemiş olan bu kişiler, şimdi "'doktrin'le şartlanmış devlet elitlerinden" söz ederek, eski güzel günlerin özlemini çekmeye başlamışlardır.
Ama aynı kişiler, işlerine geldiğinde halkın politikadan uzak duruşunu alabildiğine eleştirmekten, hatta eleştirinin ötesine geçerek halka hakaret etmekten de hiç kaçınmazlar.
Tüm bunlar alt alta dizildiğinde ortaya çıkan sonuç, bu kişilerin asli işlevlerinin kitlelerin apolitikleştirilmesi olduğudur. Diğer bir ifadeyle, bu kişilerin görevi, 12 Eylül sonrasındaki depolitizasyonun, kitle pasifikasyonunun ideolojik saptırmalarla sürdürülmesini sağlamaktır.
29 Mart seçimleri, sonuçlarından daha çok, "sol" seçmenin sandık başında sergilediği tutum nedeniyle alarm zillerinin çalmasına yol açmıştır. Oysa seçim gecesi yaşanılanlar, politizasyonun olduğu dönemlerle kıyaslanmayacak kadar zayıf, cılız ve önemsiz "militan" davranıştan başka bir şey değildir. İnsanlar Temmuz 2007 seçiminde ortaya çıkan "seçim yolsuzlukları"na tepkilidirler. Bu tepkileri CHP'nin yerel adaylarının katkısıyla "sandıklara sahip çıkma" şeklinde desteklenince, sonuçta hem seçime katılım artmış, hem de sandık başlarında sabahlanılması ortaya çıkmıştır.
Elbette bunlar, sol kesimin AKP iktidarı döneminde moralman çöktükleri, her seçim öncesinde yeşeren umutları seçim sonrasında yitirdikleri bir dönemin arkasından geldiğinden "yeni" ve "önemli" görünebilmektedir. Bu bile korku yaratmaya yetmiştir.
Ama bir gerçek de ortadadır. Sol kitle apolitik tutumunu terk ettiğinde, seçim düzeyinde de olsa bir şeyler yapabileceğini bu seçimlerde açıkça görmüştür. Daha açık ifadeyle, AKP'nin %8 oy yitirmesi yüzleri güldürmüş, moralleri düzeltmiş, insanları canlandırmıştır.
Korku, bu durumun giderek genişlemesi ve yayılması olasılığındandır.
Şimdi ne yapıp yapıp, bu gelişme durdurulmalı, durdurulamadığı yerde "lokalize" edilmelidir. Korku sahiplerinin yeni işlevleri de budur.
Çok bilinen bir "ezber"i yinelersek, "yenmeye cesareti olmayanların zaferden söz etmeye hakları yoktur". Şüphesiz 12 Eylül askeri darbesi ve sonrasında genel olarak sol, özel olarak devrimci hareket büyük darbeler yemiştir. Ancak 1989 yerel seçimlerinde SODEP'in birinci parti olması, ardından gelen Zonguldak madenciler yürüyüşü büyük bir hareketlilik ve politizasyon getirmişken, Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı ve bunun üzerinden yürütülen propagandalarla daha uzun dönemli bir "yıkım" dönemine girilmiştir. Bu dönemin en tipik özelliği, "sol"un ve "sol" kitlenin tümüyle politikadan uzaklaşması olmuştur.
AKP iktidarına kadar süre giden bu apolitik tutum, "laiklik" temelinde ortaya çıkan kaygı ve korkularla karmaşık bir bileşim oluşturmuştur. Bir yandan apolitik tutum sürdürülürken, diğer yandan "şeriat" korkusu karşısında bir şeyler yapılması beklenmiştir. Bu beklentinin odak noktası ise, "merak etmeyin ordu var" sözünde ifadesini bulan "laik askeri darbe" beklentisi olmuştur. 29 Mart seçimleri, "merak etmeyin ordu yok" havası içinde yapılmıştır ve bir "izzeti nefis" sorunu olarak görülmüştür. Açıktır ki "gavur İzmir" onurunu korumalıydı. Açıktır ki İstanbul ve Ankara bir şeylere dur demeliydi. Seçim sonuçları, her ne kadar İstanbul ve Ankara belediye başkanlığının el değiştirmesine yol açmamışsa da, oylardaki artış ve İzmir'in "tulum" çıkartması, hangi anlayışta ya da partide olursa olsun "sol" seçmenin moralini düzeltmiştir.
Bu, politizasyonun başlangıcı olarak da kabul edilebilir. Elbette "sol"un "solu"nun tam anlamıyla işlevsiz ve biçimsiz kaldığı bir zaman diliminde ortaya çıkan bu politizasyon eğilimi, "sol"un "solu"nun hanesine artı puan yazılmasını getirmeyecektir. Tümüyle legalize olmuş, legalizmle her şeyin güllük gülistanlık olacağı düşünülmüş ve genel apolitik ortama uygun olarak "saf"laşılmış bir "sol"da bu politizasyon bir "umut" gibi görünse de, politizasyonun geleceğini belirleyecek olan kitle pasifikasyonunun ne yönde sürdürüleceği ve ne düzeyde etkili olacağına bağlıdır.
İşte bu nedenle Taha Akyol ve benzerleri, kitle politizasyonu korkusuyla, ama kitle pasifikasyonunu yeniden yaratabilecekleri umuduyla kaleme sarılmışlardır. Legalist solun ve her türden oportünist-pasifistin çok sevdiği sözle, "aman provokasyona gelmeyin" denilecek zamandır. Buradaki "provokasyon", tüm "medya"nın elbirliği ederek, tüm olanaklarını seferber ederek, sol kitlenin apolitikleştirilmesidir.
Ancak şu gerçek de unutulmamalıdır: Sol, tarihin hiç bir döneminde geniş kitleleri kendi öz gücüyle ve kendi özsel faaliyeti ile politize edememiştir. Sol, her zaman kendi dışında gelişen olayların ürünü olan politizasyon koşullarında mücadeleyi geliştirme olanağına sahip olmuştur. Ecevit'in ünlü "ikinci Kerensky olmayacağım" sözü de bu gerçeğin sosyal-demokrat zihniyette yarattığı korkunun ifadesidir.
29 Mart seçimleri önemli sonuçlar doğurmamış gibi gösteriliyor olsa da, belli bir politizasyonun ortaya çıktığını gösterdiği kesindir. Şimdi morali belli ölçülerde yükselmiş, "kişisel bozgun" havasını belli ölçülerde atmış bir kitle mevcuttur. Taha Akyol'ların korkusu, bu kitlenin büyümesi ve militanlaşmasıdır. Yeni dönem, bir kez daha kitle pasifikasyonunun ideolojik söylemlerle öne çıktığı bir dönem olmaya adaydır.