Seçimlerin günlük politikadaki en önemli yansısı, "laiklik-şeriatçılık" eksenindeki çatışmada şeriatçı kesimin üstünlük sağlaması, bu üstünlüğe bağlı olarak "sol seçmen"in "kişisel bozgun" havası içinde bulunuşu ve nihayetinde "merak etmeyin ordu var!"ın "yumuşatıcı ve teselli edici" etkisinin önemli ölçüde gerilemiş olmasıdır. Bunların yanında her zamanki gibi CHP'nin "beklenilen ve istenilen" oyu alamamasının getirdiği "bozgun" havasının faturasının Deniz Baykal'a çıkartılması da günlük politikanın en önemli konuları arasında yer almaktadır.
Bu ortamda "sol seçmen"in ilk seçim sonuçlarıyla birlikte yaşadığı "kişisel bozgun" havası içinde ilk akla gelen soru, "Ne olacak şimdi?" sorusu olmuştur. İnebahtı'da donanması yakılmış, dağıtılmış ve bozguna uğramış Osmanlı gibi[1] çaresiz, yorgun ve bitkin "sol seçmen"nin bu sorusu, aynı zamanda "önünü görme" isteğinin dışavurumudur. Ancak aynı şey mücadele isteği ve kararlılığı açısından geçerli değildir.
Bugün ortalıkta "sessizlik" egemendir. "Medya"nın olanca çabasıyla, cumhurbaşkanlığı seçiminde Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının nasıl bir tutum izleyeceği beklentisine girilmiştir. Bu "beklenti"de ağır basan yan, Tayyip Erdoğan ve mehteran takımının cumhurbaşkanlığı seçiminde "uzlaşmacı" bir yol izleyecekleri sanısıdır. Bu da, 2002 seçimleri sonrasında "merak etmeyin ordu var"la "teselli" edilen ve "yumuşatılan" laik kesimin yeni "yumuşatıcısı" olarak ortaya atılmıştır.
Şimdi değişik "olasılıklar"dan söz edilmektedir. "Eğer" diye başlayan bu "olasılıklar", öncelikli olarak cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP "troykası"nın nasıl bir tutum takınacağına bağlı siyasal gelişmeleri öngörmeye yöneliktir. Ve bu hava içinde "medya" da, ilk kez "senaryo"lar üretmek yerine "olasılıklar"dan söz etmeye başlamıştır.
"Eğer", AKP "troykası" A. Gül'ün cumhurbaşkanlığında "ısrarcı" olursa, bu durum laikler için gelecek beş yıllın pek "güllük-gülistanlık" olmayacağını gösterecektir.
"Eğer", AKP "troykası"nın dışında Tayyip Erdoğan "ağırlığını" koyar, "tam bir devlet adamına yakışır" bir tutum takınarak muhalefetle bir "uzlaşmaya" varırsa, AKP "merkez partisi", hatta "merkez sağın tek partisi" olma hakkını kazanacaktır. Bu da laikler için, iktidar umudunu tümüyle yitirmek anlamına gelse de, "yaşanılabilir bir ülke" duygusu uyandıracağı için yeterli bulunacaktır.
Diğer "eğer"li olasılıklar ise, tümüyle AKP iktidarının "ömrü"ne ilişkindir.
"Eğer", AKP "troykası" cumhurbaşkanı konusunda uzlaşmazlığını sürdürürse, bu "merak etmeyin ordu var"cıları yeniden hareketlendirecektir. M. A. Birand'ın sözüyle "zaten silahlı kuvvetler unutmaz, ancak koşulların olgunlaşmasını bekler"[2] umuduyla başlayacak olan bu hareketlenme, orta vadeli bir "yıpratma savaşı" olacaktır.
AKP iktidarının "ömrüne" ilişkin diğer bir olasılık ise, dünya piyasalarında başlayan ya da gelecekte başlayacak olan bir ekonomik krizdir. Ekonomik kriz koşullarında AKP iktidarını sürdüremeyecek, dolayısıyla da ya erken seçime gitmek zorunda kalacak ya da kamuoyunun tepkisi ile kendi içinde parçalanarak iktidardan düşürülecektir.
Bugün "ekonomik kriz olasılığı", dünden çok daha fazla prim yapmaktadır. Özellikle son hafta içinde dünya piyasalarında başlayan düşüşler, bu olasılığa bağlanan umutları artırıcı özelliklere sahiptir.
Bunun yanında seçim "ekonomisi" çerçevesinde su ve elektrik savurganlığının ortaya çıkardığı su ve elektrik kesintileri de AKP iktidarının "gerçek yüzü"nü gösteren olgular olarak "yıpratma savaşı"nda mevziye sokulmuştur.
Ortaya atılan bu"olasılıkların" ortak özelliği, AKP'nin iktidardan düşürülmediği sürece iktidardan düşmeyeceğidir. Dolayısıyla dışsal gelişmelere bağlı olarak AKP'nin iktidardan düşürülmesi beklentisi egemendir.
Yine bu "olasılıklar"ın ortak bir özelliği de, AKP iktidarına karşı planlı, programlı bir "yıpratma savaşı"nın gerekliliğidir. CHP bu konuda örgütlü bir güç olmaktan hızla çıkartıldığından, elde yine "merak etmeyin ordu var" kalmaktadır. Dolayısıyla da "yıpratma savaşı"nın ordunun (TSK) emir-komutası altında yürütüleceği düşünülmektedir.
"Her şeyin, her an olabileceği" bir ülkede, "medya"nın günlük manipülasyonlarına bağlı olarak değişkenlik gösteren olasılıklar ve olanaklar söz konusudur. Bu olasılıklardan hangisinin gerçeklik kazanacağı önceden kestirilemese de, her durumda gelişmeler karşısında bir tutum ve tavır alınmasını gerektiren, "çatışma-uyum"un sürekli yer değiştirdiği bir döneme girilmiştir.
Böyle bir dönemde, gelişmeler karşısında tavır belirleyebilen ve buna uygun politik tutum alabilen örgütlü siyasal güçler için oldukça elverişli bir ortam ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de, tüm "olasılıklar" karşısında örgütlü bir siyasal gücün varlığı belirleyici olmaktadır.
Bugün AKP, MHP'nin temsil ettiği kesimler dışında tüm sömürücü sınıfların birliğini temsil etmektedir. 22 Temmuz seçimleriyle sömürücü sınıflar arasındaki bölünmelerin siyasal yansıları sona ermiş, değişik ve küçük partilere dağılmış olan sınıf çıkarları AKP bünyesinde temsil edilir olmuştur. AKP'nin şeriatçı temelden gelen "çekirdek" yapısının yasal ve yasadışı örgütlülüğü yanında pragmatist (takiyyeci) politikadaki deneyimleri ve TMSF'ye dayanan "ekonomik zor" gücüne sahip olması, kaçınılmaz olarak "karşı-güç"ün örgütlülüğünden daha çok "savaşkan" olmasını öne çıkartmaktadır.
Bugün için "laik cephe" açısından elde bulunan tek örgütlü güç, ordudur. Bu nedenle, seçim sonrasında yaşanan "kişisel bozgun" havasının dağılması da, ordunun "merak etmeyin"ci propagandalarla "teselli edici" güç olarak ortaya çıkmasına bağlıdır. Böylece gelişen siyasal olaylar, tümüyle AKP mehteran takımının ordu ile sürdüreceği "kapalı kapılar arkasındaki" ilişkiler ve çelişkiler tarafından belirlenecektir.
27 Nisan "sanal muhtıra" sonrasında Dolmabahçe Sarayında yapılan Tayyip Erdoğan ile Yaşar Büyükanıt arasındaki "gizli görüşme", bu gelişmenin ön habercisi durumundadır.
"Laik cephe", yani kent küçük-burjuvazi-sinin sol kanadı[3], dün olduğu gibi, bugün de kendi dışındaki güçlere umudunu bağlamış durumdadır. 12 Marttan günümüze kadar hala küçük-burjuvazinin sağ ve orta kanadıyla işbirliği yapabileceğinin umutlarını taşımak-tadır. Sınıfsal özelliği nedeniyle sürekli geçişken ve değişken yapıya sahip olduklarından, sürekli ve örgütlü bir güç oluşturamazlar. Bu nedenle de, kendi dışlarındaki güçlere bel bağlamak durumundadırlar.
Proletaryanın sınıf mücadelesinin gelişmediği, proletaryanın siyasal örgütlülüğünün etkin olmadığı koşullarda küçük-burjuvazinin sol kanadı, her durumda sağ ve orta kanadın tutumuna bakarak siyasal tavır belirler. Bu da onun demagojilerle, manipülasyonlarla oligarşik düzene bağlanmasını getirir.
12 Mart döneminde ordu içindeki gücü kırılmış olan bu kesim, 12 Eylülle birlikte tümüyle dağılmış, örgütsüzleşmiştir. "Atatürkçü Düşünce Dernekleri" vb. aracılığıyla sürdürülen örgütleme çabaları ise "marjinal" olmaktan öteye geçememiştir.
Küçük-burjuvazinin sol kanadı için tek örgütlü güç, CHP'dir. Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığıyla "şok" olan bu kesim, "devrimci-milliyetçi" perspektifini yitirmiş, hızla apolitikleşmiştir. "Cumhuriyet mitingleri"yle bir ölçüde politize olmuşsa da, düzenleyicilerinin tutarsızlığı nedeniyle hızla eski konumuna sürüklenmiştir.
Şüphesiz bu mitinglerde "sayısını sayan" bu sol kanat, yakın gelecekteki tüm siyasal gelişmelerin içinde yer almayı sürdürecektir. Ama yukarda da belirttiğimiz gibi, sınıfsal özelliği ve 12 Eylülden günümüze kadar süren depolitizasyon ve perspektifsizliği ile etkin ve belirleyici bir güç olmaktan çok, edilgen ve "yedek güç" olarak siyaset sahnesinde yerini alacaktır.
Siyasal gelişmelerin belirleyicisi ise, AKP' de toplanan sömürücü sınıfların çıkar çatışmasıdır.
Kapitalizmin genel yasasıdır. "İşler yolunda gittiği sürece, rekabet, genel kâr oranının eşitlenmesi halinde gördüğümüz gibi, kapitalist sınıf arasında bir kardeşlik havası estirir ve böylece her biri, ortak yağmadan kendi yatırımı oranında pay alır. Ama sorun, kârın değil de zararın paylaşılması halini alır almaz, herkes kendi payına düşen zararı en aza indirme ve bunu bir başkasının sırtına yükleme çabasına düşer. Kapitalist sınıf için, kayba uğramak kaçınılmazdır. Her kapitalistin, bu zararın ne kadarını yüklenmek zorunda kalacağı, yani bunu ne ölçüde paylaşmak durumunda kalacağı, göstereceği güce ve kurnazlığa bağlıdır ve o zaman rekabet, düşman kardeşler arasında bir savaşa dönüşür. Her bireysel kapitalistin çıkarları ile bütünüyle kapitalist sınıfın çıkarları arasındaki uzlaşmazlık, tıpkı daha önce, aralarındaki çıkar özdeşliğinin pratik rekabet yoluyla ortaya çıkması gibi, su yüzüne çıkar."[4] Şüphesiz sömürücü sınıflar arasındaki bugünkü "barış" havasının dağılması, yerini ayrışma ve bölünmelerin alması iç ve dış piyasalarda meydana gelecek gelişmelere, yani emperyalist ekonomilerdeki gelişmelere ve emperyalizme bağımlı ülke ekonomisinin bunlardan ne ölçüde etkileneceğine bağlıdır.
Ancak gelişecek olan ekonomik olaylar, aynı zamanda değişik "uyum/uzlaşma" durumlarını da beraberinde getirecektir. Özellikle DTP'nin temsil ettiği Türkiye iç pazarına entegre olmak isteyen küçük ve orta sermaye kesimlerinin "yeni fırsat" olarak gördükleri seçim sonuçları, aynı zamanda yeni "ittifaklar" ortaya çıkartabilecektir. DTP'nin cumhurbaşkanlığı seçiminde meclis toplantısına katılacaklarına ilişkin açıklamaları da, bu yeni "ittifak"ların kapısını açmaktadır.
"Medya"nın "Bahçeli herkesi rahatlattı" şeklinde sunduğu MHP'nin cumhurbaşkanlığı seçiminde "sorun" çıkarmayacağına ilişkin açıklamaları da, sömürücü sınıflar arasındaki "barış"ın dışavurumudur. MHP'nin çıkarlarını savunmaya azami gayret gösterdiği, özellikle de 1990'larda Türki cumhuriyetlere "sefer eylemiş" "milliyetçi sermaye"nin, buralardaki "hüsran"ı sonrasında, önce Fettullahçılarla, ardından AKP saflarına geçmiş olan orta sermaye kesimleriyle işbirliği içine girmiştir. Bu da MHP-AKP uzlaşmasının zeminini oluşturmaktadır. Ancak "milliyetçi sermaye" sadece Türki cumhuriyetler ve Rusya iç pazarında faaliyet göstermemektedir. 1990 Türki cumhuriyetleri "sefer"inden yenilgiyle çıkmış olan bazı orta sermaye kesimleri yeniden iç pazara yönelmişlerdir. Ticaret alanında "islami sermaye"nin ağırlıklı bir yere sahip olmasından dolayı, her durumda bu kesimle çatışma içindedirler. Bu da, MHP'nin AKP ile olan uzlaşmazlığının maddi temelini oluşturmaktadır.
Tüm bu "olasılıklar" ve gelişmeler içinde iki kesim belli belirsiz bir yere sahiptir: Oligarşi ve halk.
2001 krizinden günümüze kadarki siyasal olaylar içinde oligarşi neredeyse yokmuşcasına bir görünüm ortaya çıkmıştır. Oligarşinin geleneksel "iki büyük ayağı"nın birisini oluşturan Koç gurubunun artan oranda "dışa" açılması, diğer ayağı olan Sabancı gurubunun "miras kavgası" içinde parçalanması ve küçülmesi böyle bir görünümün ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu görüntüye kapılanlar, oligarşiyi oluşturan işbirlikçi-tekelci sermayenin ortalıkta fazlaca görünmemesinden yola çıkarak "devletin çözülmesi" teorileri de ortaya atabilmişlerdir.
Oligarşiyi oluşturan işbirlikçi-tekelci burjuvazi bugün için küçük ve orta sermaye kesimlerinin hareketi karşısında "tarafsız" konumda bulunmaktadır. Bu, aynı zamanda gelecekte olası iç çatışmalar ve bölünmeler ortamında "hakem" rolünü oynayabilmesi için gerekli bir "tarafsızlık"tır. Oligarşinin sivil ve askeri bürokrasi üzerindeki kesin hegemonyası da böyle bir "tarafsız" içinde bulunmasına olanak tanımaktadır. Ancak AKP'nin şeriatçı "çekirdeği"nin sivil bürokrasi içinde artan kadrolaşması karşısında tedirgindir. 27 Nisan "sanal muhtırası" da bu tedirginliğin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Oligarşi açısından cumhurbaşkanının "dini inancı" fazlaca önemli değildir. Önemli olan, cumhurbaşkanının sivil bürokrasi içindeki kadrolaşmayı genişletmek açısından geniş yetkilere sahip olmasıdır. Bu nedenle oligarşinin cumhurbaşkanı seçimindeki "hassasiyeti"nin nedeni, seçilecek cumhurbaşkanının "dini inancı" değil, sivil bürokraside kendi hegemonyasını sarsıcı girişimlerde bulunup bulunmamasına ilişkindir. A. Gül'ün tüm açıklamaları da oligarşinin bu "hassasiyet"lerini dikkate alacaklarına ilişkin mesajlar içermektedir.
Bugünkü siyasal ortamda oligarşinin doğrudan temsilciliğini yapan bir siyasal parti mevcut değildir. Oligarşinin siyasal tutum ve tavırları doğrudan ordu (TSK) tarafında dile getirilmektedir. TSK'nin içinde bulunulan süreçte siyasal olaylara artan müdahalesi ve başlı başına bir siyasal güç olarak ortaya çıkışının nedeni de budur.
İşte bu ilişki ve çelişkiler içinde yakın gelecekteki siyasal gelişmelerin yönü belirlenmiş olacaktır. Bu, kimi zaman küçük ve orta sermaye kesimleriyle (tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi) oligarşi arasında "çatışma" şeklinde olabileceği gibi, kimi zaman "uyum"un öne geçtiği durumları da içerecektir. Bütün bu "çatışma-uyum" ilişkisinde etkin olacak olan, ülkenin yakın gelecekte karşı karşıya kalacağı ağır bir ekonomik kriz ve başta küçük-burjuvazinin sol kanadı olmak üzere halkın artan politizasyonudur. Her iki durumda da, sömürücü sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkilerle belirlenen ülkenin siyasal gündemi temelden değişime uğrayacaktır.
[1] Sokullu Mehmet Paşa'nın yenilgi sonrasında şöyle dediği rivayet edilir: "Paşa, bu millet öyle bir millettir ki, isterse bütün gemilerinin direklerini gümüşten, yelkenlerini atlastan, halatlarını ibrişimden yapar." [2] M. Ali Birand, koşulların olgunlaşmasını, Kenan Evren'in 12 Eylül askeri darbesine ilişkin olarak söylediği, "daha önce müdahale edebilirdik, ancak koşulların olgunlaşmasını bekledik" sözüne dayandırmaktadır. Bir bakıma "ordu, 12 Eylül'de böyle yaptı, şimdi de böyle yapacak" demeye getirmektedir. [3] Mao Zedung, Çin toplumundaki küçük-burjuvaziyi tahlil ederken şöyle yazmaktadır:
"Küçük burjuvazi. Bu kesim, mülk sahibi köylüleri, el sanatları ustalarını, küçük tüccarları, aydınların alt kademelerini, yani öğrencileri, ilkokul ve ortaokul öğretmenlerini, alt kademelerdeki devlet memurlarını, büro çalışanlarını ve küçük avukatları kapsamaktadır. Gerek büyüklüğü, gerekse sınıf niteliği bakımından bu sınıfın üzerinde önemle durmak gerekmektedir. Mülk sahibi köylüler ve el sanatları ustaları küçük çapta üretim yapmaktadır. Bu sınıfın bütün tabakaları, aynı küçük burjuva ekonomik temele dayanmakla birlikte, üç ayrı bölüme ayrılır.
Birinci bölümü, bir miktar paraya ya da tahıl fazlasına sahip olanlar; yani kol ya da kafa emeğiyle, her yıl hayatlarını sürdürmek için tükettiklerinden fazla kazananlar oluşturur. Bunlar zengin olmak isterler ve Mareşal Çao'ya taparlar. Gerçi büyük servetler elde etme hayalleri yoktur, ama her zaman orta burjuva durumuna yükselmeyi isterler. Bu burjuvaların el üstünde tutulduklarını gördükçe ağızlarının suyu akar. Böyleleri ürkektir, devlet memurlarından ve biraz da devrimden korkarlar; ekonomik durumları bakımından orta burjuvaziye oldukça yakın olduklarından, bu sınıfın yaptığı propagandaya büyük güven duyar ve devrime kuşkuyla bakarlar.
Bu bölüm, küçük burjuvazi içinde bir azınlıktır ve bu sınıfın sağ kanadını meydana getirir.
İkinci bölüm, ekonomik bakımdan esas olarak kendi kendine yeterli kimselerden oluşur. Bunlar, birinci bölümdekilerden epeyce farklıdırlar; onlar da zengin olmak isterler, ama Mareşal Çao, buna asla izin vermez... Ancak hiç bir zaman devrime karşı çıkmamaktadırlar. Sayıca çok kalabalık olan bu bölüm, küçük burjuvazinin nerdeyse yarısını oluşturmaktadır.
Üçüncü bölüm yaşam koşulları günden güne kötüleşen kimselerden meydana gelmektedir. Bu bölümdekilerin çoğu, eskiden durumu daha iyi olan ailelerden gelmektedir; bunların durumu yavaş yavaş değişmekte, bugün zar zor geçinmekle birlikte, giderek daha kötü bir duruma düşmektedirler.. Geçmişleri ve bugünkü hayatları arasındaki bu büyük karşıtlıktan dolayı, büyük bir ruhsal bunalım içindedirler. Bu kimseler devrimci hareket için çok önemlidirler. Büyük bir kitle meydana getirmekte ve küçük burjuvazinin sol kanadım oluşturmaktadırlar.
Olağan koşullarda, küçük burjuvazinin bu üç bölümünün devrim karşısındaki tutumları farklıdır." (Seçme Eserler, Cilt: I, s. 21-22.) [4] Karl Marks, Kapital, Cilt: III, s: 266.