Demokratik Devrimin Tamamlanmadığı Bir Ülkede Merak Etmeyin,
Ordu Yok!
Burjuva demokratik devrim, kapitalizmin egemen üretim ilişkisi olmasına paralel olarak "üçüncü zümre"nin, yani burjuvazinin feodal egemen sınıfların iktidarına son vererek, siyasal iktidarı ele geçirmesidir.
Burjuva demokratik devrim, bir yandan feodalitenin siyasal iktidardan (devlet aygıtından) tümüyle tasfiyesi, diğer yandan da kapitalizmin gelişmesinin önündeki feodal engellerin tümüyle ortadan kaldırılmasıdır.
Feodalizmin son döneminde siyasal iktidar giderek "dini bürokrasi"nin etkisi ve egemenliği altına girdiğinden, burjuva demokratik devrim, aynı zamanda "dini bürokrasi"ye karşı, yani "kilise hiyerarşisine" karşı, dolayısıyla da tümüyle dine karşıdır. Bu nedenle burjuva demokratik devrim laiktir, burjuvazi bu süreçte laiklik yanlısıdır.
Ancak laiklik, tek başına dini bürokrasinin, din adamlarının siyasal gücünün ortadan kaldırılması değildir. Laiklik, aynı zamanda din adamlarının (Avrupa feodalitesinde kilise) ekonomik gücünün ortadan kaldırılması eylemini içerir. Bu eylem, feodal dönemin sonlarında en büyük toprak sahibi konumuna ulaşmış olan kilisenin mülksüzleştirilmesi, elindeki topraklara ve diğer ekonomik kaynaklara el konulmasıdır. Çünkü ekonomik bir temele ve işleve sahip olmayan hiç bir toplumsal grup, kesim, tabaka, sınıf kendi varlığını sürdüremez.
Feodal dönemde kilisenin (din adamlarının) gücü, sürekli büyüyen kilise topraklarından, bu topraklarda "tanrı adına" çalışan köylülerin üretimlerinden ve bunların ortaya çıkarmış olduğu ekonomik artıktan oluşur. Bu dönemde, kilise (din adamları ya da dini hiyerarşi) ülkenin en büyük toprak sahibi haline gelerek, aynı zamanda feodalizmin korunması ve sürdürülmesinde çıkarı olan bir toplumsal kesim olmuştur.
Açıkça ifade edersek, din (ve dini ideologlar, din adamları), feodal ideoloji olarak feodal üretim ilişkilerinden kaynaklanan maddi-ekonomik bir temele sahiptir. Dinin ve din adamlarının gücünü belirleyen, dine "inananlar"ın ekonomik gücü değil, bizatihi dini kurumların (kilise) kendine ait, bağımsız bir ekonomik güce sahip olmalarıdır. Bu nedenle, feodalizmin tasfiyesi din adamlarının bu ekonomik gücünün ellerinden alınmasını zorunlu kılar.
İkinci olarak, din adamları ve dini kurumlar, aynı zamanda "dünyevi ilişkileri" düzenler. Bu "dünyevi ilişkiler"de din, başlı başına bir hukuk oluşturur, kendine özgü bir yasa gücüne sahiptir. "Kilise dogmaları, aynı zamanda, siyasal belitler idiler, ve Kutsal Kitap tümceleri de, tüm mahkemelerde yasa gücüne sahipti. Hatta bağımsız bir hukukçular sınıfı oluştuktan sonra bile, hukuk bilimi daha uzun süre tanrıbilim egemenliği altında kaldı. Ve tüm entelektüel çalışma alanında tanrıbilimin bu egemenliği, aynı zamanda, feodal egemenliğin en genel bireşimi ve onaylaması olan kilisenin durumunun da zorunlu sonucu idi.
Buna göre, genellikle feodalizme karşı yöneltilen tüm saldırıların, her şeyden önce kiliseye karşı saldırılar olacakları, toplumsal ve siyasal tüm devrimci öğretilerin, aynı zamanda ve her şeyden önce, tanrıbilimsel sapkınlıklar olacakları açıktır. Varolan toplumsal koşullara dokunabilmek için onların kutsal niteliklerini kaldırmak gerekiyordu." (Engels) Burjuva demokratik devrimleri, her zaman ve her durumda, laiklik ilkesi temelinde, feodalizmin varlığını sürdürmede en büyük güç haline gelmiş olan dinin ve dini kurumların tasfiyesine yönelirken, hem dini kurumların ekonomik gücünü ellerinden almış, hem onların oluşturmuş olduğu yasa gücünü cumhuriyet temelinde parlamentoya aktarmıştır. Bu yüzden cumhuriyet ve laiklik, feodalizme karşı mücadelenin birbirinden ayrılamaz bir bütününü oluştururlar.
Ancak burjuvazi, kendisini bir gölge gibi takip eden proletaryanın mücadelesinin ortaya çıktığı her yerde, kendisinden önceki sömürücü sınıfların yaptığı gibi, bir kez daha dini, kendi düzenini korumak ve sürdürmek için bir araç olarak kullanmaya yönelir. Bu da, burjuva demokratik devriminle ekonomik gücü kırılan dini kurumların yeniden ekonomik güç sahibi kılınmasını, bu ekonomik güç ile toplumsal örgütlenmesini yaygınlaştırmasını gündeme getirir. Bugün pek çok Avrupa ülkesindeki "kilise vergisi", kiliselere ait eğitim kurumları, yardım kuruluşları, kızılhaç vb. bu gelişmenin ürünleri olmuştur.
Dün, feodalizme karşı mücadelede ilerici bir "misyon"a sahip olan burjuvazi, proletaryanın mücadelesi karşısında giderek gericileşmiş ve tarihsel olarak toplumsal ilerlemenin öncüsü olmaktan çıkmıştır. Bu öncülük, tekelci kapitalizm döneminde tümüyle proletaryanın omuzlarına yüklenmiştir.
Bizim gibi demokratik devrimin tamamlanmadığı, dinin "iktidar olma" istem ve özleminin burjuva demokratik devrimiyle ortadan kaldırılmadığı ülkelerde, özel olarak da islam ülkelerinde feodalizm ile dinin ilişkisi çok farklı değildir. Aradaki farklılıklar, kapitalizme uyumlandırılmış hıristiyanlık ile kapitalizme uyumlanmamış islamiyet arasındaki farklılıktan ibarettir.
Bu farklılık, aynı zamanda yukardan aşağı, dış dinamikle, yani emperyalizm tarafından ve kendi çıkarlarına uygun olarak geliştirilen kapitalizmin varlığıyla özdeşleşir. Bu ülkelerde kapitalizm kendi iç dinamiği ile gelişmediğinden "ulusal" olarak tanımlanabilecek bir burjuva sınıfı ortaya çıkmamıştır. Varolan burjuvazi, baştan emperyalizme bağımlı, işbirlikçi burjuvazidir. Burjuva sınıfına sahip olmayan, feodalizmin egemen üretim ilişkisi olduğu bu ülkelerde, emperyalizmin temel müttefikleri feodal egemen sınıflar olmuştur.
Öte yandan feodal ideoloji, kapitalizme uyumlandırılamamış din, hem emperyalizm-feodalite ittifakı için, hem de anti-emperyalist ve anti-feodal kurtuluş mücadelelerine karşı bir silah olarak sürekli varedilmiştir.
İşbirlikçi burjuvazinin (ki aynı zamanda tekelci niteliktedir) gelişmesine ve giderek emperyalizmin en temel müttefiki haline gelmesine paralel olarak, feodalite-emperyalizm ittifakı çözülmeye başlar. Ancak anti-emperyalist millici ve devrimci hareketlerin gelişmesi karşısında, feodalite-emperyalizm ittifakı ne ölçüde çözülmeye başlamış olursa olsun, her durumda "ortak düşman"a karşı zorunlu "ittifak" temelinde yeniden tesis edilir ve sürdürülmeye çalışılır.
Burada din (islamiyet), emperyalizmin ve yerli işbirlikçilerinin iktidarlarını sürdürmelerinin bir aracı haline gelir. Artık her durumda devrimci mücadelenin karşısında, karşı-devrimci bir güç olarak emperyalizm tarafından örgütlenen "milliyetçiler"ın yanında ve yanı başında "dini bütünler", "inananlar", yani "islamcılar" yer alır. Ülkemiz somutunda ifade edersek, faşist MHP'nin "komandolar"ının yanında ve yanı başında islamcıların "akıncıları" da (şeriatçıların gençlik örgütlenmesi) karşı-devrimci güç olarak doğrudan emperyalizm tarafından oluşturulmuş ve finanse edilmiştir.
Bugün Usame bin Ladin olayında görüldüğü gibi, şeriatçı güçler "komünizme karşı mücadele"nin yedek gücü olarak cepheye sürüldüğü oranda, dini kurumların gücü sürekli artmıştır.
12 Eylül askeri darbesi sonrasında din derslerinin anayasal bir zorunluluk haline getirilmesi, imam-hatiplerin sayısının hızla artırılması, dinin karşı-devrimci bir güç olarak, kitlelerin pasifize edilmesinin bir aracı olarak kullanılmasının somut örnekleridir.
Dinin oligarşik devlet tarafından karşı-devrimci bir güç olarak cepheye sürülmesi, aynı zamanda dini siyasal bir araç olarak kullanan kesimlerin (legal planda Erbakan'ın MSP'si, illegal olarak "radikal islamcılar") güçlenmesine yol açmıştır.
12 Eylül döneminde Suudi sermayesi tarafından finanse edilen (Rabıta, Faisal Finans vb. kuruluşlarla) dinci örgütlenmelerin güçlenmesine paralel olarak tefeci-tüccar kesiminin gücü de artmıştır.[*]
Bugün, 2007 yılına gelindiğinde, din, başlı başına bir siyasal ve ekonomik güç haline gelmiştir. Bir yandan emperyalizmle kurulan yeni "ittifak" sayesinde, diğer taraftan artan siyasal güçleri aracılığıyla finansman kaynaklarını sürekli geliştirmişlerdir. Bugün için, şeriatçı kesimler, gerek siyasal faaliyetleri için, gerek ekonomik ilişkileri için kendi finans kaynaklarına sahiptirler. Bu nedenle, bu finans kaynakları ortadan kaldırılmadığı sürece, onların gücünün sınırlandırılması ve tümüyle tasfiye edilmesi olanaksızdır.
1789 Fransız burjuva devriminde "kilisenin mülksüzleştirilmesi"nde olduğu gibi, şeriatçı kesimlerin mülksüzleştirilmesi, laik ve demokratik bir cumhuriyet için olmaz-sa-olmaz koşuldur.
Dinci kesimlerin (şeriatçıların) artan ekonomik güçleri hesaba katılmaksızın, dinin "tanrı ile kul arasında bir iş" olduğunu, "kişisel bir sorun" olduğunu söylemek başlı başına bir aymazlıktır.
Bugün emperyalizm-işbirlikçi burjuvazi ikilisi, dini politik bir silah olarak kullanan feodal kalıntılarla mutlak bir ittifak içersindedir. Bu ittifak ilişkisinde, tefeci-tüccar sermayesi, artan ithalat ve re-exportla birlikte daha da güçlenmiştir. Sanayinin giderek önemsizleşmesi, ticaretin giderek başat ekonomik faaliyet haline gelmesiyle birlikte tefeci-tüccar sermayesinin gücü ve faaliyet alanı artmıştır. Artan ekonomik güç ve faaliyet ise, bu kesimlerin "istihdam" olanaklarını çoğaltmış, dolayısıyla da işsizliğin çok yüksek olduğu bir ortamda başlı başına bir "iş kapısı" haline gelmişlerdir. "Özelleştirmeler"le kamunun istihdam olanaklarının azaltılmasıyla, bu "iş kapısı" giderek tek "iş bulma" olanağı haline dönüşmüştür.
Ancak tefeci-tüccar sermayesi de, her sermaye gibi sürekli büyümek ve gelişmek zorundadır. Bu da "servetin yeniden dağıtımı"nı öne çıkartır.
Emperyalizm-işbirlikçi burjuvazi ikilisi, tefeci-tüccar sermayesinin büyümesine yönelik uygulamalar karşısında "tarafsız" bir tutum sergilerken, bunların büyüme isteklerini konjonktür zenginlerinin (örneğin Uzanlar gibi) mülksüzleştirilmesine yönelik uygulamalarla sınırlandırmaya çalışmaktadır. TMSF'ye verilen her türlü şirket ve bankaya el koyma "yetki"si, "servetin yeniden dağıtımı" çerçevesinde yasallaştırılmıştır.
Dün işbirlikçi ticaret burjuvazisinin Anadolu tüccar ve esnafına yaptığını, bugün islamcı sermaye yapmaktadır. Ülkenin herhangi bir ilindeki, ilçesindeki, kasabasındaki tüccar ve esnaf, islamcı sermayeyi (tüccar sermayesi) dışlayarak ya da karşısına alarak ticari ilişkisini sürdürebilecek durumda değildir.
Gerek zengin köylüler, gerek küçük köylüler, yıllardır kendilerini sürekli "kazıklayan" İstanbul tüccarı karşısında, "dini bütün, hak yemez" olarak inandığı islamcı tüccarlarla iş yapmayı yeğlemişlerdir.
Bu durum, açık biçimde dinci kesimlerin gücünü artırdığı gibi, bu kesimlere karşı olan laiklerin dışlanmasına yol açmıştır.
Öte yandan artan ekonomik zorluk, yoksullaşma ve borçlu yaşama koşullarının getirmiş olduğu bozulma ve yozlaşmalar karşısında halk arasında giderek yaygınlaşan "islam hukuku"nu, imam nikahı vb. yollarla "medeni hukuk"un yanında ikinci bir güç olarak ortaya çıkarması, dinin yasa gücünü fiili olarak ele geçirmesinin koşullarını ortaya çıkarmıştır.
Bu koşullar altında, 22 Temmuz seçimleriyle birlikte "bozgun" havasına kapılmış "laik-cumhuriyetçiler"in "bozgun"unun giderek yeni bir depolitizasyona yol açtığı bir dönemde bazı gerçekleri bir kez daha vurgulamakta yarar vardır:
Laiklik, basit ve yalın biçimiyle din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını ifade eden bir üstyapısal, yani siyasal bir konu değildir. Laiklik, aynı zamanda cumhuriyet, demokratik cumhuriyet demektir. Bu da, teokrasinin, yani devletin din kurallarına göre yönetilmesinin ortadan kaldırılmasıdır. Bizdeki haliyle, devletin din kurallarına göre yönetilmesi girişimlerinin yenilgiye uğratılmasıdır. Ancak her siyasal olay, ekonomik bir temele sahiptir ve ekonomik bir çıkara denk düşer. Bu yüzden, islamcı sermayenin gücü bertaraf edilmeksizin, şeriatçılığın gelişmesi ve güçlenmesinin önü alınamaz. Bu da, islamcıların ekonomik güçlerinin ellerinden alınmasını, mülksüzleştirilmesini zorunlu kılar.
Bu mülksüzleştirme gerçekleştirilmeksizin şeriatçı gelişme önlenemeyeceği gibi, mevcut anayasal laikliğin sürdürülmesi bile olanaksızdır.
2002 seçimlerinin ardından söylendiği gibi, bu gelişme karşısında "merak etmeyin, ordu var" denilemez. Ordu, ne denli silahlı güç tekelini elinde bulunduruyorsa da, emperyalizme bağımlı bir ülkenin ordusudur. Dolayısıyla askeri darbe koşullarında bile, ordu, emperyalizmin çıkarlarına aykırı herhangi bir ekonomik tasarrufta bulunamaz. Emperyalizmin tüketim mallarının dağıtımını büyük ölçüde elinde bulunduran islamcı tüccar sermayesine karşı yapabilecekleri hiçbir şey yoktur.
22 Temmuz seçimlerinin arifesinde görüldüğü gibi, ordunun "ekonomik gücü"nün simgesi olan OYAK, tüm laiklik ve "ulusalcı" söyleme karşın OYAKBANK'ı Hollandalı ING'ye satarak, AKP'yi ideolojik olarak desteklemek durumunda olmuştur.
Her ne kadar askeri darbe olasılığı varlığını sürdürüyorsa da, bu olasılık, islamcı sermayenin ekonomik gücünü kırma gerekliliğinden daha çok, emperyalizmin çıkarlarına bağlı bir olasılıktır. Bugün için emperyalizmin, özel olarak AB'nin emperyalist ülkelerinin (şekerden şekerlemeye kadar her çeşit) tüketim malları sektörü için pazar sorunu vardır. Bir pazarda kendi malları satıldığı sürece, satıcının kim olduğu önemli değildir.
Evet, merak etmeyin, ordu yok!
Ordu, emperyalizmin çıkarlarının "koruyucu ve kollayıcısı"dır. Bu gerçek, ne kadar "alışılmış ezber" olarak algılanırsa algılansın, her durumda laik-cumhuriyet yanlısı kesimler tarafından kavranılmadığı sürece, şeriatçılığa karşı mücadelede bir adım ileriye gidilemez.
Sorun, demokratik devrim sorunudur.
Gerçekten laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletinin kurulması sorunudur; ülkenin ekonomik olarak bağımsız ve siyasal egemenliğine sahip bir ülke olması sorunudur.
Elbette devrimden söz edildiğinde, laik-cumhuriyetçi kesimler duraksayacaklar, olabildiğince devrim sözcüğünden uzakta kalmaya çalışacaklardır. Onlar, hala "sivil muhalefet"le, olmazsa "laik askeri darbe" yoluyla islamcı güçlerin gelişmesini, yasama, yürütme ve nihayetinde yargıyı ele geçirişlerini önleyebileceklerini düşüneceklerdir. Oysa ülkenin son elli yıllık tarihine bakan herkesin kolayca görebileceği ve anlayabileceği gibi, sorun, ülkenin demokratik devrimini tamamlayamaması sorunudur. Bu devrimin, işbirlikçi burjuvazinin "öncü"lüğünde ya da işbirlikçi burjuvazinin askeri gücünün "öncü"lüğünde gerçekleştirilemeyeceği ise, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleriyle görülmüştür. 28 Şubat'ta da görüldüğü gibi, "post modern" askeri darbe bile, islamcı tüccar sermayesinin gücünü kırmaya kalkışmamıştır. Ve unutulmamalıdır ki, siyasette "takiyye"de uzmanlaşmış islami sermaye, her durumda emperyalizmin çıkarlarıyla uzlaşma yeteneğine sahiptir.
[*] Suudi prensi Faysal tarafından kurulan Faisal Finans, 1998 yılında Kombassan holdinge devredildi. 2001 yılında Sabri Ülker, "bir ABD'li grup"la birlikte Faisal Finans'ı Kombassan'dan satın alarak adını Family Finans olarak değiştirmiştir.