Yargıtay Başkanı Sami Selçuk ve
Laiklik, Laikçilik,
Burjuva Demokratik Devrim
Yargıtay Birinci Başkanı Doç. Dr. Sami Selçuk'un yeni adli yıl açış konuşması ülkemizde gelişen olaylar içinde belli oranda ilgi görmüştür. Gereğinden çok edebi sözler ve uyaklı dizelerle laiklik, demokrasi, devlet, hukuk vb. konularda görüşler ortaya koyan Sami Selçuk, ilk anda "tüm dinleyenler"in katıldıklarını beyan ettiği bir genel doğrular konuşması yapmıştır. Özellikle Fazilet Partisi'nin Sami Selçuk'un konuşmasının altına "imzamızı atarız" beyanında bulunması, ister istemez konuşmaya olan ilgiyi daha da artırmıştır.
Yargıtay başkanının bir adli yıl açış konuşmasında hukuk konusunda birşeyler söylemesi çok alışılan bir tutum olmakla birlikte, Sami Selçuk'un ülkemizdeki devlet, demokrasi, cumhuriyet ve laiklik konusunu kapsayan değerlendirme ve eleştirileri "beklenilen" bir tutum, "temayüle uygun" bir tutum olmadığı için, içeriğinden daha çok ilgi konusu olmuştur. Kimileri "devletin en üst yöneticilerinden" birisinin mevcut düzene karşı böylesine açık eleştiriler yöneltmesini, devletin "yeniden-yapılandırılması"nın bir parçası olarak değerlendirirken, kimileri Sami Selçuk'un popülist olduğunu, "Fettullahçı"lara gözkırptığını ileri sürmüşlerdir.
Yargıtay başkanı Sami Selçuk, konuşmasının en ilgi toplayan bölümünde şöyle demektedir:
"Laiklikte din ve devlet karşılıklı olarak bağımsızdırlar. Bağımsızlık esasından yola çıkan laiklikte din kuralları devleti, devlet de din kurallarını belirleyemez ve yönlendiremez. Devlet bütün inançlara, dinlere karşı ilgisiz ve eşit uzaklıktadır...
Laik devlette, devlet dinlere eşit uzaklıkta olduğundan hiçbir dini, inancı dışlayamaz ya da kayıramaz; akçalı v.b. biçimlerde destekleyemez. Din okulları açamaz. Ancak, toplulukların din okulları açmasını da önleyemez. Din derslerine engel olamaz; bunların önünü açar. Ne var ki, bu dersler, beyin yıkayıcı olmayacak, çoğulcu, agnostik, kuşkucu esaslara göre olacak, birey dinler arasında seçimini özgürce yapacaktır. Din dersleri zorunlu olmayacak, ancak her an ilgilinin buyruğuna hazır bulunacaktır. Devlet; bu okulları; kamu düzeni, kamu güvenliği, kamu ahlakı, kamu sağlığı açısından denetleyecek, uyuşmazlık çıkarsa sorunu bağımsız yargı çözecektir...
Türkiye Cumhuriyetinde, iktidar halkın seçimine dayanmaktadır. Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti laiktir. Bu bir.
Türkiye Cumhuriyetinde Halifelik kaldırılmıştır. Şer'iye ve Evkaf Vekâleti ise görünüşte kaldırılmış, aslında Diyanet İşleri Başkanlığı adıyla bir bakana bağlanarak devlet örgütü içine alınmıştır. Örgütün dini İslam, mezhebi Sünnidir. Devlet, bu din ve mezhebin (resmi) okullarını açmıştır. Örgüt ve okulların finansmanı devlete aittir. Resmi okullarda din dersi okutulması zorunludur.
Bu koşullarda konuyu değerlendirelim.
Ontolojik olarak yaklaştığımızda, bir din ve mezhebin örgütünü devlet birimi içine alarak anayasal düzeyde güvenceye bağlayan (md. 136) ve laikliğin gerçekleştirilmesini güçleştiren (2820 sayılı S. Partiler Yasası, md. 89), din ve mezhebin okullarını açan, finansmanını sağlayan bir devletin dini ve mezhebi vardır; bir dini ve mezhebi kayırmış, örtülü olarak benimsemiştir. Böyle bir devlet teokratiktir. Bu iki.
Konuya teleolojik (amaçsal) olarak baktığımızda ise durum çok farklıdır. Devlet, böylelikle dinlerini bildirmeyenlere ya da uluslararası hukukta benimsenen dinlerden birine inanan her insana nüfus cüzdanı vermemekte, devlet birimleri içine aldığı Diyanet İşleri Başkanlığı ve açtığı din okulları aracılığıyla dini denetlemekte ve yönlendirmektedir. Bunun adı ise laikçiliktir...
Tanı (teşhis) açıktır: Türkiye Cumhuriyeti, egemenliğin kaynağı açısından laik; devlet örgütlenmesi açısından teokratik; dini yönlendirme açısından laikçi bir devlettir..."
Yargıtay başkanının bu belirlemeleri, kullanılan sözcüklerin kimi durumlarda dar ya da geniş anlamda alınmasıyla değişebilir sonuçlar ortaya çıkarmakla birlikte, dar anlamda proletaryanın din konusundaki şu belirlemeleriyle belli bir yaklaşıklık içersinde bulunmaktadır:
"Din, kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir. Sosyalistler, din konusundaki tavırlarını genellikle bu sözlerle belirtirler. Oysa herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için bu sözlerin anlamı kesinlikle açıklanmalıdır. Devlet açısından ele alındığı sürece, dinin kişisel bir sorun olarak kalmasını isteriz. Ancak, Partimiz açısından dini kişisel bir sorun olarak göremeyiz. Dinin devletle ilişkisi olmaması, dinsel kurumların hükümete değin yetkileri bulunmaması gerekir.
Herkes istediği dini izlemek ya da dinsiz, yani kural olarak bütün sosyalistler gibi ateist olmakta tamamen özgür olmalıdır. Vatandaşlar arasında dinsel inançları nedeniyle ayrım yapılmasına kesinlikle göz yumulamaz. Resmi belgelerde bir vatandaşın dininden söz edilmesine de son verilmelidir. Kiliseye ve dinsel kurumlara hiçbir devlet yardımı yapılmamalı, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen bağımsız, aynı düşüncedeki kişilerin oluşturduğu kurumlar niteliğinde olmalıdır. Ancak bu isteklerin kesinlikle yerine gelmesi halinde, kilisenin devlete Rus vatandaşların ise kiliseye feodal bağımlılıklarının sürdüğü, (bugüne kadar ceza yasalarımızda ve hukuk kitaplarımızda yer alan) engizisyon yasalarının var olduğu ve uygulandığı, insanları inançları ya da inançsızlıkları nedeniyle cezalandırdığı, insanların vicdan özgürlüğünü baltaladığı ve kilisenin şu ya da bu afyonlamasıyla hükümetten gelir ya da mevki sağladığı utanç verici geçmişe son verilebilir. Sosyalist proletaryanın modern devlet ve modern kiliseden istediği, kilise ile devletin birbirlerinden kesinlikle ayrılmasıdır." [1*]
Marksist-Leninistlerin din-devlet ilişkisinde benimsedikleri laikliğin bu belirlenimi Yargıtay başkanı Sami Selçuk'un görüşleriyle önemli benzerlikler içermekle birlikte (dini inançlara göre ayrım yapılmaması, resmi belgelerde vatandaşın dinine yer verilmemesi, dinsel kurumlara hiçbir devlet yardımının yapılmaması -Sami Selçuk'un sözleriyle "akçalı olarak desteklenmemesi"- gibi), Yargıtay başkanının Türkiye'de egemen olan anlayışın "laiklik" değil, "laikçilik" olduğunu söylerken yaptığı gerekçelendirme tümüyle yanlış bir temele oturtulmuştur:
"Fransa'yı örnek alan Türkiye, din-devlet ilişkisi açısından, Fransa'nın yaşadığı hastalıklardan bir türlü kurtulamamanın sıkıntısını çekmekte, laiklik Türkiye Cumhuriyeti devletinin yumuşak karnı olmayı sürdürmektedir.
Devletin dinler karşısında alacağı tutumlar bellidir.
Birincisinde, dinsel ve siyasal otoriteler, sınırları belirsiz biçimde iç içedirler. Eski ve ortaçağ devletlerinde durum böyledir.
İkincisinde, bütün özel ve kamusal yaşamı din belirler. Devlet, din merkezlidir (théocentrique), değişmez ve ilişilemez dogmalarla yönetilir. Devletin tek dini vardır, öbürleri dışlanmıştır. Bu rejimin adı teokrasidir ve her yerde eşitsizliklerin, ayrıcalıkların, çatışmaların nedeni olmuştur.
Üçüncüsünde, devlet ve din ayırımı ilkesinden yola çıkılır. Ancak ayırımın kapsam ve derecesini devlet belirlediğinden, devlet, dini çoğu kez toplumdan dışlar ya da onu güdümler. Dini devletleştiren bu sistemin adı, laiklik (laïcité) değil, laikçiliktir (laïcisme, laisizm). Şovinizm nasıl ulusçuluğun yozlaşmış, hastalıklı biçimiyse, laikçilik de bir bakıma laikliğin yozlaşmış, hastalıklı biçimidir. Dinleri aşındırmaya yönelik laikçiliğin anayurdu Devrim Fransa'sıdır.
Gerçekten Jakobenlerin Fransa' sında laiklik; ruhban sınıfına karşı, ruhban sınıfının yaşamdaki izlerini kazımak için yapılan kinci, tepkici bir devrimin ürünüdür. Din merkezci bir anlayış gitmiş, salt akılmerkezci militan bir anlayış gelmiştir. Bu ise laiklik (laïcité) değil, laikçiliktir (laïcisme). Katı bir ideolojidir. Descartes'ın akılcılığıyla A. Comte'un bilimsel bir kilisenin temellerini atan pozitivizmi birleşmiş, laikçilik ideolojisine ulaşılmıştır. Laikçilik Fransız okullarında konuşlanarak, 'tanrılı din' yerine 'tanrısız beşeriyet dini' kurmayı amaçlamış, dini toplum dışına itmiştir. Dine saygısızdır, saldırgandır. Toplum mühendisliğine özenen misyoner Fransız laikçileri, 1790 Anayasasında dini sivil otoriteye teslim etmiş, akılcı insan yetiştirmek kaygısıyla Katolik Fransa'da 1794'e değin dinsel etkinlikleri yasaklamışlardır. Bu ve Napoléon döneminde çıkarılan bütün yasalarda Kilise hukukuna tepkinin izleri vardır, bunların bir bölümü bugün de sürmektedir. Jules Ferry Yasasıyla din ve devlet ayırımına gelinmiş, Ferry'nin deyişiyle 'tanrısız ve kralsız' bir dünya kurulmak istenmiştir. Bugün Fransa'da gittikçe yumuşayan bir laikçilik; yani din ve devlet ilişkisinde katı ve düşmanca bir ayırım (séparation hostile) değil, ılımlı ve dostça bir ayırım (séparation bienveillante) söz konusudur..." (abç)
Görüldüğü gibi, Sami Selçuk, laiklik konusunda bazı genel doğruları ortaya koyarken, aynı zamanda bunun "farklı" uygulamaları olduğunu söyleyerek, bu "farklılığın" en olumsuzunun "Jakoben Fransa"sında olduğunu ileri sürmektedir. Sami Selçuk, Türkiye' de "Anglo-Sakson demokrasilerine göre değil, ufuk daraltarak Fransız Cumhuriyetine göre"değerlendirmeler yapıldığını söyleyerek, alınacak modelin "Anglo-Sakson" model olmasını istemektedir.
1980 sonrasında küçük-burjuva aydın kesimin başını çektiği neo-liberal söylemin ayrılmaz bir parçası olan "anti-Jakobenizm", böylece Yargıtay başkanının laiklik konuşmasıyla birkez daha gündeme getirilmiş ve burjuvazinin Jakobenlere karşı duyduğu kin ve korku bir kez daha dile getirilmiş bulunmaktadır.
Marks, "Anglo-sakson demokrasileri"nin kuruluşunu ifade eden 1648 İngiliz Devrimi ile Fransız cumhuriyetinin kuruluşunu ifade eden 1789 Fransız Devrimi'ni değerlendirirken şöyle söylemektedir:
"1648'de, burjuvazi, monarşiye karşı, feodal soyluluğa karşı, ve resmi kiliseye karşı modern soylulukla bağdaşıklık kurmuştu.
1789'da, burjuvazi, monarşiye, soyluluğa ve resmi kiliseye karşı halk ile bağdaşıklık kurmuştu.
1789 Devrimi, model olarak (hiç değilse Avrupa'da), yalnızca 1648 Devrimine ve 1648 Devrimi de yalnızca Felemenklerin İspanya'ya karşı ayaklanmasına sahipti. Her iki devrim de, yalnızca zaman olarak değil, içerik olarak da, modellerinin yüz yıl ötesindeydiler.
Her iki devrimde de, hareketin gerçek öncüsünü oluşturan sınıf burjuvaziydi. Proletaryavekentlilerinburjuvaziyedahilolankatmanları ya henüz burjuvazininkinden ayrı çıkarlara sahip değillerdi, ya da henüz bağımsız olarak gelişmiş sınıflar ya da sınıfların alt-bölümlerini oluşturmuyorlardı. Bundan ötürü, örneğin Fransa'da, 1793'ten 1794'e kadar olduğu gibi, burjuvaziyle karşı karşıya geldiklerinde, burjuvaziye özgübirbiçimde olmasa bile, yalnızca burjuvazinin çıkarlarının gerçekleşmesi için savaşım verdiler. TümFransızterörizmi,burjuvazinindüşmanlarıyla, mutlakiyet ile, feodalizm ile ve darkafalılık ile avamca hesaplaşmaktan başka birşey değildi." [2*] (abç)
İşte Yargıtay başkanının "Jakoben Fransa" olarak tanımladığı 1789 Fransız Devrimi ile "Anglo-Sakson" 1648 Devrimi arasındaki fark, burjuva demokratik devrimin farklı ittifaklar ve yöntemlerle gerçekleştirilmesidir.
1789 Fransız Devrimi'nde Jakobenler, oluşturulan cumhuriyet meclisinin sol kanadı olarak, burjuva devriminin sonuna kadar götürülmesini savunurlarken; jirodenler, mecliste tutucu burjuvazinin temsilcileri olarak yer almışlar ve devrimin biran önce sona erdirilmesi için çalışmışlardır. 1789 Fransız Devrimi'nin ünlü terör dönemi, Robespierre yönetiminde feodal sınıfların giyotinle idam edildikleri bir dönem olarak, feodalizmin kesin yıkımını getirmiştir. Fransız halkının burjuvazinin feodalizmle mücadelesinde gittiği bu nokta, günümüze kadar burjuvazinin halk kitleleri karşısındaki korkusunun kaynağı durumundadır. Gazi mahallesi olaylarından sonra bazı işbirlikçi burjuvalar tarafından söylenen "birgün gelecekler yataklarımızda boğazlarımızı kesecekler" sözünün tarihsel temeli de burada yatmaktadır.
Yargıtay başkanı Sami Selçuk, Fransız Devrimi ve Jakobenler karşısındaki konumuyla, laiklik konusunda ortaya koyduğu pekçok doğrulara karşın, sınıfsal olarak yerini burjuvazinin yanı olarak belirlemektedir. Sami Selçuk da, tüm burjuva ve küçük-burjuvalar gibi, devrimden ve devrimin teröründen açıkça korkmaktadır. Bu korku, aynı zamanda, laiklik konusunda uyaklı sözler söylerken, içine düştüğü çelişkilerin de nedeni olmaktadır.
"Benim için zaten iki Fransa var. Biri giyotinli, anayasasını insan derisiyle kaplamış, Baudelaire'i cezalandırmış, yargı öncesi insanları giyotine gönderen Savcı Foulquié'yi çıkarmış Jakoben Fransa. Ben bu Fransa'ya karşıyım."
İşte Sami Selçuk, böylesine açık bir biçimde, feodalizme karşı burjuva demokratik devrimini "avamca" sonuna kadar götüren Jakobenlere karşıdır ve bu karşıtlığıyla feodalizme karşı mücadelede "ılımlı" ve "uzlaşıcı" bir kimliğe bürünmektedir.
Bu öylesine açıktır ki, Sami Selçuk, laiklik konusunda "Jakoben Fransa"sına ilişkin değerlendirmelerinin arasına yerleştirdiği Jules Ferry yasalarına atıf yapabilmiştir. Oysa ki, Jules Ferry, 1871 Paris Komünü öncesinde 4 Eylül 1870'de ilan edilen yeni Fransız cumhuriyetinin Thiers ve general Trochu ile birlikte mevki peşinde koşan bir entrikacı avukatlar topluluğunun içinde yer alan bir kişidir. Bu kişi, Marks'ın, "4 Eylülden önce meteliksiz bir avukat olan Jules Ferry, kuşatma sırasında Paris belediye başkanı olarak dolandırıcılık yolu ile kıtlıktan bir servet çıkarmayı başardı. Kötü yönetiminin hesabını vereceği gün, aynı zamanda mahkum edildiği gün de olacaktır" [3*] dediği kişidir.
Öte yandan, 4 Eylül 1870'de kurulan yeni cumhuriyet, Louis Bonaparte'nin bir darbeyle iktidara geldiği ve kendisini imparator ilan ettiği bir dönemin sonu olup, aynı zamanda Paris Komünü'nün kuruluşunun arifesidir. Louis Bonaparte döneminde 15 Mart 1850 yılında çıkartılan ve "Falloux Yasası" olarak bilinen yasayla, tüm eğitim ve öğretimdeki laik okullar kapatılmış ve eğitim işleri tümüyle din adamlarına verilmiştir. Sami Selçuk'un "aşırı" bulduğu "Ferry yasası" işte bu "Falloux yasası"nın kaldırılmasına ilişkin bir yasa durumundadır. Tüm eğitim ve öğretim işlerini din adamlarına ve kiliseye veren bir yasanın varlığından söz etmeksizin, bu yasanın kaldırılmasına ilişkin yasanın "aşırı"lığından söz etmek, Sami Selçuk'un tüm akademik ünvanıyla bağdaşmamaktadır. Ancak bunun nedeni, yukarda ortaya koyduğumuz gibi, kendisinin burjuva demokratik devrimden bile korkmasıdır. Bu korkusu, onu zorunlu olarak feodalizmin ana unsurlarından olan dinsel kurumlar ve din adamları (ruhban sınıfı) karşısında "ılımlı" ve "uzlaşıcı" bir konuma itmektedir.
Sami Selçuk, "Ben bu Fransa'ya karşıyım" dediği Jakoben Fransa'sındaki laikliği tanımlarken, "ruhban sınıfına karşı, ruhban sınıfının yaşamdaki izlerini kazımak için yapılan kinci, tepkici bir devrimin ürünü" diyerek söz etmesi, aynı "ruhban sınıfın", yüzyıllar boyunca feodalizmin orta-çağ karanlığı içinde iktidarda bulunduğunu ve devleti yönettiğini bir yana bırakmıştır. Fransız Devrimi öncesinde başlayan ve Fransız Devrimi ile gelişen "aydınlanma dönemi"nin, bu ruhban sınıfının orta-çağdaki egemenliğine karşı olduğunu bir yana bırakan Sami Selçuk, aynı zamanda, "Decartes'ın, Montesquieu'nün, Voltaire'in, Balzac'ın, Sartre'ın, Camus'nün, Foucault'nun, Lyotard'ın, Lacan'ın, Morin'in, Baudrillard'ın Fransa'sı. Benim sevdiğim bu ikinci Fransa' dır, 1968 olaylarını yaşadığım, kültüründen yararlandığım Fransa'dır" diyebilmiştir. Oysa ki, bu iki Fransa, yani ruhban sınıfların yüzyıllarca egemen olduğu ve tüm toplumu orta-çağın karanlığına gömen feodal Fransa ile aydınlanma çağının ve Devrimin Fransa'sı birbirine karşıttır. Sami Selçuk'un iddia ettiği gibi, karşı karşıya olan "iki Fransa", "aydınlanma dönemi"nin Fransa'sı ile bu dönemin bir sonucu olan Fransız Devrimi'nin ve "Jakoben Fransa"sı değildir.
Yargıtay başkanı sıfatıyla Sami Selçuk, adli yıl açış konuşmasında ortaya koyduğu genel doğrularla birlikte, sergilediği bu sınıfsal tercih ve feodalizme ve feodal ideolojilere karşı "uzlaşıcı" yaklaşımıyla, ülkemiz somutunda demokratik devrimin tamamlanmamışlığı gözönüne alındığında, karşı-devrimci bir temele oturmaktadır. Tarihsel gerçekler, Sami Selçuk'un kolayca genel doğrular için eklektizme yönelmesini getirmiştir.
Sami Selçuk'un konuşmasında bir yana bıraktığı tarihsel süreç ise şöyle bir gelişme izlemiştir:
Feodal dönemde kilisenin kendi ekonomik kaynakları ve kendi eğitim kurumlarıyla devlet içinde devlet olma özelliği ve de dinin kendi içinde "dünyevi ilişkilerin düzenlenmesine" yönelen ana özelliği, burjuvaziyi iki yönlü bir eyleme itmiştir. Bir yandan kilisenin elindeki ekonomik değerleri (toprak) alarak onun gücünü sınırlandırmak, öte yandan dinsel dogmaları kendi iktidarına uygun hale getirmek.
Bunlardan ilki, burjuvazinin "toprağın millileştirilmesi" istemi ile çakışırken; ikincisi "dini reform" hareketiyle çakışır. Ancak dinin reforme edilmediği durumlarda, kilisenin devlet iktidarı üzerindeki etkisinin doğrudan kırılması gerekmiştir. Her iki durumda da, kilisenin devlet iktidarına müdahalesinin önlenmesi esas olmaktadır. İşte kilisenin siyasal iktidardan uzaklaştırılması ve iktidarın bir parçası olmaktan çıkartılmasının ideolojik ifadesi laiklik olmuştur.
Feodal bir iktidar gücü haline gelmiş olan dini kurumların, burjuvazinin iktidarının önünde engel teşkil etmesiyle ortaya çıkan laiklik fikri, burjuvaziyle birlikte oraya çıkmış ve demokratik cumhuriyetin ayrılmaz bir unsuru olmuştur. Ancak, tıpkı "güçler ayrımı doktrini" (yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrılması) gibi, laiklik de burjuvazinin feodalizme karşı mücadelesinin bir ifadesidir ve sonal olarak "laikçilik" olarak bir uzlaşmayı içerir.
Fransa'da tüm yönleriyle uzlaşmaz bir biçimde ortaya çıkmış olan laiklik mücadelesi sonucu, kilisenin elindeki mülklerin bir bölümü devlet mülkü haline getirilmiş, ancak kiliseye kendisi için gerekli egemenlik alanları bırakılmıştır. Bunun sonucu olarak, kiliseler kendilerine ait mülklerle kendi faaliyetlerini sürdürmek durumunda olmuşlardır. Bu faaliyetin en önemli iki unsuru ise, eğitim ve yardım faaliyetleridir. Birincisi kilise eğitimi olarak ortaya çıkarken, ikincisi Kızılhaç faaliyetleri olarak ortaya çıkmıştır.
Bu gelişme sonucunda laiklik sorunu, hemen her zaman eğitim sorunu olarak varlığını sürdüregelmiştir. Fransa örneğinde olduğu gibi "laik eğitim" ile "dini eğitim" birbiriyle sürekli çatışma durumunda olmuştur. Ancak politik iktidar tartışmasız bir biçimde burjuvazinin eline geçtiği için, kilise daha önceki yüzyıllarda kanlı savaşlarla geriletildiği için, kilisenin yeniden politik iktidara yönelmesi hemen hemen olanaksız hale getirilmiştir. Bu nedenle burjuvazinin kendi devrimini tamamladığı ülkelerde, laik eğitim üzerine ortaya çıkan kimi çatışmalar dışında, burjuvazinin iktidarı için laiklik özel bir sorun değildir. Bu andan itibaren burjuvazi, her konuda olduğu gibi bu konuda da, kitleleri aldatmıştır. 19. yüzyıla kadar kesin bir kilise karşıtı tutum içinde bulunan burjuvazi, iktidarını pekiştirir pekiştirmez, dini, kitlelerin uyutulması için bir araç olarak kullanmaya başlamıştır. Avrupa'da görülen "Hıristiyan Demokrat" partiler burjuvazinin bu iki yüzlü tutumunun görüngüleridir. Ancak burjuvazinin iktidarının kurulduğu bu ülkelerde en temel olgu, kilisenin siyasal iktidar mücadelesi yapmaktan uzaklaştırılmış olmasıdır. Bu ülkelerdeki toplumsal denge bu temelde kurulmuş ve sürdürülmüştür. Bu açıdan herhangi bir "Hıristiyan Demokrat" partisinin iktidara gelmesi, kilisenin iktidarı olmak durumunda değildir. Bu partilerin temel özelliği burjuvazinin sınıf partisi olmasıdır. Onların dini kurumlarla ve dinle ilişkileri kitlelerin uyutulması bağlamındadır. Engels'in belirttiği gibi, din, "egemensınıflarınalttakisınıflarındizginlerinieldetutmakiçinkullandığıbasitbiryönetimaracıdır" ve "değişik(egemen)sınıflarınherbirikendineuygungelendinikullanır". Görüldüğü gibi, feodalizme karşı devrimci burjuvazi dinle mücadele etmeyi kendi iktidarı için yürüttüğü mücadelenin bir parçası haline getirmiş ve burjuva demokrasisinin bir parçası yapmıştır. Bu bağlamda, bu mücadelenin ifadesi olan laiklik, burjuva demokrasisinin temel unsurlarından birisidir. Bu durum, burjuvazinin kendi iktidarını kurar kurmaz dini kendi iktidarının sürdürülmesinin bir aracı haline getirmesiyle birlikte olmuştur. Reformdan geçmiş bir Hıristiyanlık, bu nedenle burjuvazinin yeni aracı durumundadır.
"Din konusundaki konuşmayı tartışırken Duma'daki grubumuz tarafından açıklığa kavuşturulmamış olan bir başka durum da, oportünist saptırmalara ek olarak, Avrupa Sosyal Demokratlarının din konusundaki bugünkü aşırı kayıtsızlıklarına yol açan özel tarihsel koşulların da varlığıdır. Bu koşullar iki yönlüdür. Birincisi, dinle savaşmak görevi, tarihsel açıdan devrimci burjuvazinin görevidir ve Batı'da burjuva demokrasisi, feodalizme ve orta çağ düzenine karşı giriştiği kendi devrimleri döneminde bu görevi büyük ölçüde yerine getirmiş (ya da engellemiştir). Gerek Fransa' da, gerek Almanya'da burjuvazinin dinle savaşma geleneği vardır ve bu sosyalizmden (Ansiklopedistlerden ve Feuerbach'tan) çok önce başlamıştır. Rusya'da ise, burjuva demokratik devrimimizin kendine özgü koşulları nedeniyle, bu görev de hemen hemen tümüyle işçi sınıfının omuzlarına yüklenmiştir." [4*]
Burjuvazinin devrimci niteliğini yitirdiği emperyalist aşamada, demokratik devrimin tamamlanmadığı ülkelerde dinle mücadele görevinin proletaryanın omuzlarına kalması, aynı zamanda proletaryanın bu ülkelerde demokratik devrimi tamamlama göreviyle çakışır. Ama proletaryanın, dinle olan mücadelesi salt bununla bağlantılı değildir. O, aynı zamanda, demokratik cumhuriyet kurulması yönündeki tarihsel eylemi ile dinin "kişisel bir sorun" olarak kalması gereği açısından da bu mücadeleyi yürütmek zorundadır.
Laikliğin Avrupa'daki burjuva devrimleri döneminde ortaya çıkmış olması ve buradaki dine, yani Hıristiyanlığın feodal dogmalarına karşı bir mücadelenin ürünü olması, Lenin'in de belirttiği gibi mücadelenin bittiği anlamına gelmemektedir. Özellikle İslamiyet gibi kendisini tarihsel gelişmeye uydurmamış, burjuvazi tarafından reformize edilmemiş bir din karşısında proletarya ve partisinin görevleri çok daha fazla özelliklere sahip olacaktır.
Bugün Avrupa'daki pekçok ilerici ve demokrat kesimlerde "fundamentalizm" olarak "radikal islamcılık" şeklinde ele alınan sorun, bizatihi İslamiyetin bir bütün olarak kapitalist toplumsal gelişme evresine ulaşmamışlığını dışlar. İslamiyet, bir yandan kendisinde bulunan ortaçağ dogmalarından arınmamıştır. Diğer yandan, Hıristiyanlık gibi, toplumsal, siyasal ve ekonomik düzeni düzenleme özellikleri ile bunlara dayalı siyasal iktidara yönelik eylemleri kesin bir yenilgiye uğratılmamıştır. İslamiyetin egemen olduğu ülkelerin emperyalist sömürgeler haline getirilmesi, bu ülkelerin kendi iktisadi evrimlerini yaşamalarını engellemiştir. Dolayısıyla tüm bunlar bu ülkelerdeki demokratik devrim sorununun parçası haline gelmiştir. Bu ülkelerde, proletarya ve partisinin görevi, ne Avrupa'daki gibidir, ne de Çarlık Rusyasındaki gibidir. Burjuvazinin din karşısındaki en basit karşı duruşu bile proletaryanın omuzlarına kalmıştır.
Bu görev, aynı zamanda, burjuvazinin dini kendi çıkarları için, devrimci mücadeleye karşı kullanma yönündeki faaliyetleriyle de yüz yüzedir. Bundan öte, kitlelerin dikkatini devrim mücadelesinden uzaklaştırmak amacıyla yapacağı ve yaptığı dine karşı kasıtlı "savaş ilanları"yla da yüz yüzedir.
İşte böylesine zorlu koşullar altında Türkiye'de yürütülen demokratik halk devrimi mücadelesi din karşısında çok duyarlı olmak durumundadır. Ama her koşulda, bu mücadele, halk demokrasisi ve sosyalizm mücadelesinin gerekleri olarak ele alınmak durumundadır ve her durumda halk iktidarının ve sosyalist devletin laik bir cumhuriyet olacağı açıkça ilan edilmek durumundadır.
Ancak bizim gibi demokratik devrimin tamamlanmadığı ve üstelik dini reformdan geçmemiş bir İslamiyetin egemen olduğu bir ülkede laiklik ve din bu belirlemelerle sınırlandırılamaz. Konu çok açık biçimlerde ortaya konulmalıdır. Hele ki, şeriatçılığın artan güçlenmesi ve oligarşinin dini anti-komünist propagandanın odağına yerleştirmesi, konunun önemini daha da artırmaktadır. Bundan öte, oligarşinin dini bir araç olarak kullanması karşısında, aynı aracı oligarşiye karşı kullanma tutumları, Alevilik üzerinde oynanan oyunlar düşünülecek olursa, konunun ne denli geniş kapsamlı olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Tüm Marksist-Leninistler için, "Din,devletkarşısındaözelbirsorundanbaşkabirşeydeğildir;ancakkendileriaçısından,Marksizmaçısındanveproletaryapartisiaçısındansorun,kişiselbirsorun,özelbirsorundeğildir." Bu öylesine bir ilkedir ki, Paris Komünü' nün ilk aldığı kararlardan birisi, "kiliseiledevletinayrılmasıvedinişleribütçesininkaldırılması,bütünkilisemallarınınulusalmülkiyetedönüştürülmesi" şeklinde olmuştur. Ancak Komün bununla da yetinmemiş, 8 Nisan 1871 günü aldığı kararla "bütündinselsimge,imge,duavedogmaların,kısacası'herkesinbireyselvicdanıileilgiliherşeyin'okullardanuzaklaştırılması"nı sağlamaya yönelmiştir.
Görüldüğü gibi, proletarya ve partisi, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını ve dinin kişisel bir sorun olarak kalmasını isterler. Ama aynı zamanda, dinsel dogmalara ve dine karşı mücadele ederler. Bu mücadele, dinle nasıl savaşılacağını bilmekle olanaklıdır. Bu da, dinsel inançların ve dinin kökenlerinin materyalist bir biçimde kitlelere anlatılması demektir. Marksist-Leninistler bunu yaparken, din sorununun birincil bir sorun haline getirilmesine izin vermemek durumundadırlar. Bu tutum, aynı zamanda, din sorununu birincil hale getirmek, kitleleri dinsel inançlarına göre bölmek isteyenlere karşı mücadele demektir.
İşte bu tarihsel belirlemeler ışığında, Yargıtay başkanı Sami Selçuk'un laiklik ve laikçilik üzerine görüşleri değerlendirilmelidir. Onun "Jakoben Fransa"sı karşısında duyduğu tepki ve korku, ülkemizdeki toplumsal ve siyasal sorunların yaratmış olduğu çatışma ortamı içinde şekillenmiştir. Ortaya koyduğu genel doğrular yanında, yöneldiği popülizm, eklektizm ve uzlaşmacılık, sorunun feodalizme karşı mücadele sorunu olduğu gerçeğinin üstünü örtmektedir. Demokratik devrimin tamamlanmadığı bizim gibi ülkelerde, toplumsal ve siyasal sorunların kesin bir çatışma ve hesaplaşmaya yönelmesi, şüphesiz küçük-burjuvaziyi her zaman korku ve kaygıya düşürmektedir. Ancak "korkunun ecele faydası yoktur". Yukarda da ortaya koyduğumuz gibi, islam dininin varolduğu ülkelerin hiçbirisinde burjuva anlamda demokratik devrim tamamlanmamış ve dolayısıyla feodal bir ideoloji durumundaki dinle kesin ve nihai hesaplaşma gerçekleşmemiştir. Hıristiyanlığın, katolik kilisesine karşı yürütülen protestan hareketiyle kendisini kapitalizme uyumlandırması süreci, müslüman ülkelerde gerçekleşmediği gibi, bu uyumlandırma süreci, demokratik devrimsiz gerçekleşemeyecektir.
Bunlar bir yana bırakılarak, birkaç "islamcı aydın"ın (Hatemi kardeşler gibi) "ileri görüşlü" olmalarına dayanarak, feodalizmle kesin bir hesaplaşmadan çok, feodalizmin gelişen çarpık kapitalizm içinde evrimleşen kesimleriyle ittifak kurarak laiklik sorununu çözmeyi düşünmek, "saf" demokrasi kavrayışı gibi, yalın bir safdillik durumundadır.
Ülkemizde emperyalizme bağımlı olarak geliştirilen kapitalizmin, üst-yapısal olarak feodal ideolojileri koruyucu niteliği, aynı zamanda laikliğin "laikçilik" olarak sürdürülmesinin de maddi temelidir. Emperyalist aşamada ve geri-bıraktırılmış ülkelerde burjuvazinin gerek milli, gerekse devrimci niteliğini yitirmesi, feodalizmin tasfiye sürecini uzatmaktadır. Ortaya çıkan her türden gerici ve dinsel örgütlenmeler, ülkemizdeki toplumsal yapının çarpık niteliğinin ürünleri durumundadır. Bu yüzden, feodalizmin tümüyle tasfiye edilmesinin tek yolu demokratik devrimin tamamlanmasıdır. Demokratik devrim ise, proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilmek zorundadır. Dolayısıyla, burjuva nitelikteki demokratik devrim, öncünün niteliğine bağlı olarak daha geniş bir kapsama sahip olacaktır. Bu da, demokratik halk devrimi demektir.
Sami Selçuk'un ülkemizdeki çelişkilerin keskinliğini gözeterek ortaya koyduğu görüşler, olası bir toplumsal çatışma ortamında, olayların hızla bir devrim durumuna dönüşeceği korkusunu da taşımaktadır. Sami Selçuk'un bu korkusu, "radikal islamcılar"dan daha çok "jakoben küçük-burjuva radikalleri"ne yöneliktir. Ve tarihsel olarak gerçek olan ise, ülkemizde küçük-burjuva radikalleri (devrimci-milliyetçiler) uzun yıllar önce devlet aygıtından tasfiye edilmiş ve tekil bireyler olarak örgütsüzleştirilmiştir. Başkentteki küçük bir asker-sivil aydın kesim arasında ortaya çıkan "radikal" konuşmalar, bu gerçeği değiştirmemektedir. Bu yönüyle de, Sami Selçuk'un konuşması, küçük-burjuva radikalleri ile "islamcı aydınlar" ve "II. cumhuriyetçiler" arasındaki sözlü çatışma zeminine oturmaktadır. Ancak hangi temelden ele alınırsa alınsın, Yargıtay başkanının konuşmasında ortaya çıkan tek gerçek, onun radikal değişikliklere karşı olduğudur. Bu karşıtlık, kimi durumda demokratik devrime, kimi durumda küçük-burjuva radikalizmine karşıtlık olarak belirginleşmektedir. Bu açıdan Sami Selçuk, küçük-burjuvazinin "kontrol kulesi"nde oturan orta kesiminin sözcüsü olmuştur.
Yargıtay başkanının konuşmasının bu yönlerini dikkate almayarak, laiklik ve bunun ülkemizdeki çarpık uygulanması konusunda söylediği genel doğrulara bakarak yapılacak değerlendirmeler yanlış olacaktır.
Dipnotlar
[1*] Lenin: Sosyalizm ve Din [2*] Marks: Burjuvazi ve Karşı-Devrim, Seçme Yapıtlar, cilt: I, s: 170-171 [3*] Marks: Fransa'da İç Savaş, Seçme Yapıtlar, cilt: II, s: 245 [4*] Lenin: Proletarya Partisinin Din Konusundaki Tutumu, Kurtuluş Cephesi, Sayı: 18, s: 24