KURTULUŞ CEPHESİ - Mayıs-Haziran 1997
... Ve Genelkurmay Devreye Girer
A. Öcalan'ın 13 Mayıs 1997 tarihli Özgür Politika'da yayınlanan bu sözleri açık bir biçimde PKK'nin ulaşmak istediği hedefleri ve bu hedeflere kimlerle anlaşarak ulaşmaya çalıştığını açık biçimde ortaya koymaktadır. PKK'nin 1993 yılından itibaren izlediği politikaları ve kendi içsel evrimini izleyen herkesin kolayca kavrayabildiği gibi, böylesine bir yaklaşım hiç de şaşırtıcı değildir. Bu açıdan ele alındığında A. Öcalan'ın bu sözleri malum olanın ilanından başka bir anlama gelmemektedir. Biz, A. Öcalan'ın bu sözlerinin PKK'nin Türkiye'deki karşı-devrimci güçlerle bir ittifak içine girme istemini açık bir biçimde dile getirmiş olmasını ele almayacağız. Çünkü bu istem ve yaklaşım PKK tarafından çok daha önceki yıllarda açık bir biçimde ifade edilmiştir. Öyle ki, A. Öcalan, "halkla devrime de, devletle siyasi çözüme de varım" açıklamasını 1994'lerde yapmıştır. Şimdi ise, "Sol eğer ittifak etmeyi bilmezse biz sorunlarımızı Genelkurmay'la çözümleriz" diyerek, kendi politikasını "sol"un "anlayışsızlığına", "ittifak etmeyi bilmemesi"ne bağlayarak bir zorunluluk gibi sunmaktadır. Ve hemen arkasından "solun metelik kadar değeri olmayacağını" ilan etmektedir.
A. Öcalan'ın bu açıklamalarının ve kavrayışının muhatapları, öncelikle, PKK ile şu ya da bu zamanda "ittifak" yaptığını ilan eden yahut "ittifak protokolları" imzalayan "metelik etmez" sol örgütlenmeler olmaktadır. Doğal olarak böyle bir açıklama karşısında öncelikle bu örgütlenmelerin bir tavır belirlemeleri beklenirdi. Ne yazık ki, böyle bir tavır ortaya konulmamıştır.
Örneğin, 1993 ortalarında "Devrimci Demokratik Güç Birliği" adıyla bir "ittifak" oluşturulmuştu. Bu "Birlik"te yer alan "sol" örgütlenmeler, henüz aradan birkaç ay geçmeden bu "birlik"in kendi kendine yok olduğunu gördüklerinde hiçbir açıklama yapmamışlardır. Dolayısıyla bugünkü açıklamalar üzerine bir tavır belirlemelerini beklemek safdillik olacaktır.
Elbette bu tür "birlik"lerin üzerinden zaman geçmiştir. Bu nedenle "anımsanması" oldukça zordur. Ancak çok daha yeni bir "ittifak protokolu" bu yılın başlarında kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS ile PKK arasında yapılmıştır. Kaçınılmaz olarak bu "ittifak"ın taraflarından birisinin, yani PKK'nin yaptığı bu açıklamanın birinci dereceden muhatabı DHKP-C olmaktadır. Özellikle A. Öcalan'ın "sol eğer ittifak etmeyi bilmezse" sözlerinin muhatabı, PKK ile "protokol" yapan, ancak kısa bir süre sonra "ittifak"ın olmadığını ya da bittiğini ilan edemeyenlerdir. Kaçınılmaz olarak bu "müttefikler", bu durumu açıklamak ve bu sözlere karşı tavır belirlemek zorundadırlar. Bu gerekliliğin ne denli önemli olduğunu görmek için, ilan edilen "Devrimci Cephe Protokolu" nun içeriğine bakmak yeterli olacaktır.
Herşeyden önce PKK ile DHKP arasında 22 Aralık 1996 günü imzalandığı ilan edilen "protokol"un "Devrimci Cephe'nin inşası için çağrımızdır" başlığını taşıyor olması ile A. Öcalan'ın son açıklamaları yanyana getirilmesi olanaksız iki anlayışı ortaya koymaktadır. Ama "protokol" içinde geçen amaçlar çok daha açık zıtlıklar içermektedir.
22 Aralık 1996 tarihli PKK-DHKP "protokolu"nda şunlar ifade ediliyor:
"Halklarımızın birlikte mücadelesini ve birlikte iktidarını hedefliyoruz."
"Kürt halkının bağımsız devlet kurma hakkı dahil, tüm haklarını özgürce kullanabilmesini hedefliyoruz."
"Emperyalizme karşı olmak ve bağımsızlığımızı savunmak birliğimizin temellerinden birisidir."
Bu büyük iddialar ile A. Öcalan'ın Genelkurmayla anlaşırız" sözleri arasında kesin bir karşıtlık olduğu açıktır. Ancak "protokol"un kendi içersinde yer alan kimi belirlemeler, öne çıkartılmış yukardaki belirlemelerin salt bir söylem düzeyinde kaldığını da açıkca göstermektedir. Ve bugün kendisini DHKP-C olarak örgütlediğini ilan eden DS'nin yeni "açılımları" ile bu belirlemeler arasında önemli benzerlikler de bulunmaktadır. Dolayısıyla A. Öcalan'ın yeni açıklamalarının DS'nin yeni politikalarının zeminini oluşturduğu görülmektedir. Özellikle DS'nin HÖP adı altında legal örgütlenmeye hız vermesi ve buna paralel olarak ne olduğu tam olarak ortaya konulamamış "anayasa taslağı" PKK ile imzalanan "protokol"la uyum içindedir.
22 Aralık 1996 tarihli "protokol"da şöyle deniliyor:
"Bağımsızlık ve demokrasi talebi halk güçlerinin birliği için güncel ve somut bir zemindir. Bundan hareketle halklarımızın iradesini yok sayan, her türlü örgütlenmesini yasaklayan, söz ve karar hakkını gaspeden bütün anti-demokratik uygulamaları, faşist 12 Eylül anayasasını geçersiz sayarak, en geniş halk güçlerinin katılımıyla, bağımsızlık ve demokrasiyi hedefleyen bir anayasa taslağı hazırlayıp bunu halka maletmeyi, bu çalışmanın içine bütün anti-faşist, anti-emperyalist, özgürlükten, adaletten yana tüm örgüt ve partileri ve kişileri çekmeyi bir görev olarak önümüze koyuyoruz."
İşte DS'nin son birkaç aydır kendi yayınlarında büyük başlıklarla sunduğu "anayasa taslağı"nın çıkış yeri ve gerekçesi PKK ile yaptıkları "protokol"da böyle yer almaktadır.
"Protokol"un son sözleri ise şöyledir:
"PKK ve DHKP olarak, bu ilk adımı tüm devrimci, demokrat, ilerici örgüt ve kurumların her düzeyde, her biçimde, hiçbir mücadele ve örgüt biçimini reddetmeksizin birleştirilmesi için bir başlangıç sayıyor, halklarımızı, tüm örgüt ve kurumları bu adımı birlikte güçlendirmeye çağırıyoruz."
Doğal olarak böyle bir kavrayışın mantıki sonucu her türlü ittifakı doğru ve meşru kabul etmek olmaktadır. Bu açıdan ele alındığında, DS'nin A. Öcalan'ın son açıklamalarına karşı söyleyecek tek bir sözü bile olamaz. A. Öcalan'ın özellikle CHP ile ittifakı öne çıkartması ve bu yönde beyanlarda bulunmasına karşı DS'nin söyleyebileceği sözü yoktur. Şöyle diyor A. Öcalan:
"CHP madem en son ben kemalistim diyor gelsin HADEP'le geniş bir bloku kabul etsin ve Türkiye'nin diğer bir çok sosyalist partisi de buna dahil olsun. Bu kesinlikle bir İngiltere'dekine benzer bir patlamaya da yol açabilir. Bu blok bence birinci blok olur."
A. Öcalan'ın bu sözleri, hiç şüphesiz PKK' nin pragmatik çizgisi ile uyum içersindedir ve "protokol"da da yazılanlarla çelişmemektedir. Ama DS, böyle düşünmemektedir. Daha henüz "protokol"larının mürekkebi kurumadan ortaya çıkan bu gelişme karşısında herşeyi "yok" kabul eden DS, A. Öcalan'ın bu sözlerini şöyle değerlendirmektedir:
"İngiltere'dekine benzer bir patlama olsa ne olacak? Ne oldu İngiltere'de? Tony Blair'in iktidara gelişinin İngiltere' de bir önceki dönemde iktidar olan ve İngiltere'yi emperyalist açıdan en saldırgan politikalara ortak eden, ülke içinde halkın ekonomik, sosyal haklarına yönelik saldırıların başını çeken Teatcher'in yeniden iktidara dönüşü de sayılabileceği söylenmiyor mu? Blair ne yapacak? İngiltere'nin emperyalist politikalarından vazgeçmesini mi sağlayacak? İrlanda ulusal sorununu mu çözecek? Geniş kitlelere 'refah' mı getirecek? Bunların hiçbiri sözkonusu değildir...
Açıkçası şudur; bugün böyle bir ittifakı ve sonucu en başta oligarşi ve özel olarak da MGK memnuniyetle karşılayacaktır. Çünkü CHP'yle bir açılım sağlamak, düzenin de şu anki tıkanıklığı açısından bir nefes alma olacaktır. Baykal'ı bunun için boyuna parlatmaya, öne çıkarmaya çalışmıyorlar mı zaten?
Şimdi önerilen nedir? Biz de CHP'yi öne çıkaralım, ona destek verelim. Buradaki çakışma biraz garip değil midir?
Boşuna bunlara rol yüklenmemelidir." [1*]
Görüldüğü gibi DS, imzaladığı "protokol"la elini kolunu bağlamıştır. Öylesine bağlamıştır ki, kolayca bunu yok sayamazlar. "Bütün anti-faşist, anti-emperyalist, özgürlükten, adaletten yana tüm örgüt ve partileri ve kişileri çekmeyi bir görev olarak önümüze koyuyoruz" diyerek "protokol" imzalayanların CHP ile ittifak kurulmasına karşı çıkmaları anlaşılabilir bir şey olmayacaktır. Üstelik A. Öcalan, açık bir biçimde "Yüzde 1'le, 2'yle politika yapılmaz Türkiye'de. Yüzde onla güncel politika yapılır" diyerek böyle bir ittifaka karşı çıkacaklara "politika dersi" vermektedir. Ancak DHKP'nin bu dersten sınıfta kalacağı da açık gibidir.
DS'ye göre, A. Öcalan'ın sözleri "Taktiğin tümüyle düzen içi güçlere endekslenmiş olmasından, domokrasi mücadelesini düzen içi güçlere bağlamaktan kaynaklanıyor". [2*] Ama PKK'nin tüm politikasının bu yönde olduğunu bilmeyen yok gibidir. Dolayısıyla, DS'nin bunları yeni keşfetmiş olması hiç de akla uygun gelmemektedir. Yıllarca PKK'nin pragmatik anlayışının ortaya çıkardığı politik olaylar yaşanmışken, birden bire PKK'nin "düzen içi" politik taktiklere sahip olduğunu keşfetmek, olsa olsa politik saflıktır! Ama "protokol"daki şu sözlerin altına imza atanların böylesine "saf" görünmeleri de pek akla uygun değildir:
"Halklarımıza karşı, bu savaşı sürdüren düzene karşı, legal ve illegal, barışçı ve barışçı olmayan, askeri, siyasi, kültürel, ekonomik, demokratik her alanda ve her biçimde dayanışma ve ortak mücadeleyi geliştirmek, bu alanlarda cephesel birliğin adımlarını atmak halklarımıza karşı görevimiz ve sorumluluğumuzdur."
Yine de DHKP-C, PKK ile yaptığı "protokol" un yükünden kurtulmanın bir yolunu bulmuştur.
"Bundan bir süre önce, PKK önderliği tarafından tüm solun legal bir partide birleşmesi önerilmişti.
Pekala tüm sol, legal partide ne yapacaktı? Misyonu ne olacaktı?
Verilen cevap biliniyor: Herkes barış için çalışsın. Açık ki bunda birlik sağlanamazdı. Nitekim sağlanamadı." [3*] (abç)
Görüldüğü gibi, DS için artık bir "birlik" mevcut değildir. Doğal olarak, imzaladıkları "protokol" onları bağlamamaktadır!
Açıkca görüleceği gibi, tüm bu belirlemeler, sözler, karşı sözler, ülkemizdeki sol örgütlenmelerin ne denli bir keşmekeş içinde olduğunu göstermektedir. Bu keşmekeşin temelinde, örgütlerin her türlü ideolojik ve politik belirlemeleri bir yana bırakmaları, Marksist-Leninist teoriyi ve ilkeleri yok varsaymaları ve "politika yapacağız" diyerek pragmatik yaklaşımlar sergilemeleri yatmaktadır. Bu pragmatik yaklaşımlar, 1 Mayıs'larda görüldüğü gibi "medya"ya yönelik şovlar yapılmasına kadar uzandığı gibi, yine şov niteliğinde "ittifak" kurulduğu ilanlarına kadar uzanmıştır. Daha geçen yıl Nisan ayında DS ile MLKP arasında kurulduğu ilan edilen ittifakın, üzerinden iki ay geçmeden mevcut olmadığının ilan edilmesi, pragmatik şovların boyutlarını göstermeye yetmektedir.
Bugün PKK'nin sergilediği "politik" yaklaşım, hiç kimse için şaşırtıcı değildir. PKK'nin politik tutumlarında "devrimci" bir yan bulmaya çalışmak, Kürt ulusal hareketinin sınıfsal bileşimindeki değişimi ve öncülüğün küçük ve orta burjuvaziye geçmiş olmasını görmemek demektir. Ülkemiz yakın tarihine bakıldığında görüleceği gibi, Kürt küçük ve orta burjuvazisi, hemen her zaman CHP içinde yer almıştır ve CHP içinde politika yapmıştır. Kendine özgü uzlaşmacı, teslimiyetçi niteliklere sahip Kürt reformist politikalarıyla CHP'nin politikaları arasındaki benzerlikler, PKK'nin sınıfsal bileşiminin değişmesine paralel olarak yeniden ön plana geçmesi kaçınılmazdır. Böyle bir politikanın A. Öcalan tarafından benimsenmesinde de şaşırtıcı hiçbir yan yoktur. 1990 başlarından itibaren gelişen süreç, PKK hareketini askeri yönden önemli açmazlara sürüklemiştir. Uzayan savaş koşullarında kitlelerin yıpranması ve kısa vadeli zafer söylemiyle beklentilere itilmesi, bu gelişmeyi kaçınılmaz kılmıştır. Bu koşullarda PKK'nin yapabileceği şey, kitleleri ayakta tutabilmek için elle tutulur, somut bazı kazanımlar sağlamaktır. Bunun için de, bir yandan emperyalist ülkelerle ve oligarşiyle uzlaşma yolları ararken, diğer yandan düşmana karşı savaşın yükseltilmesinden söz etmek zorundadır.
Bunlar çok açık biçimde görünürken, DS' nin PKK ile "protokol" imzalaması, sadece politik öngörüsüzlük olarak değerlendirilemez. DS, neredeyse DY'den ayrıldığından beri, sürekli olarak kendisini DY haline getirmek, bir başka deyişle, Türkiye'nin "en büyük örgütü" görülmekten başka bir amaç gütmemiştir. Dolayısıyla "Türkiye'de DS, Kürdistan'da PKK" söylemini sürekli sürdürmüştür. İşte kendilerini bugün önemli bir politik çıkmaza sürükleyen de bu söylem olmuştur. Bu söylemin en açık sonuçları ise, hatalı askeri tırmanma politikasıyla büyük kayıplar vermeleri olmuştur. Verilen kayıpların yerlerinin doldurulması bir yana, yarattığı olumsuz ortam, giderek legaldeki faaliyetlerini tek faaliyet haline dönüştürmüştür. 1997 1 Mayıs'ında ortaya koydukları tavırlar ve görüntüler, legal alandaki faaliyeti daha da öne çıkartmış ve giderek legal bir politik örgüt olmaya yönelme düşüncesini pekiştirmiştir. Bunu yaparken, bir yandan "legal olanaklardan yararlanma"yı, diğer yandan da ekonomik-demokratik mücadelenin yürütülmesini kendilerine dayanak yapmaya çalışmakta ve devrimci teoriyi tahrif etmektedirler. Üstelik ekonomik-demokratik mücadelenin yanına "yeni" bir mücadele alanı daha ekleyerek. "Selim abi"nin "halk sınıfı"nda verdiği "derslere" bakacak olursak, bu yenilik çok doğal görülmektedir. Kendilerinin legal Kurtuluş'unun "Selim abi"si şöyle diyor:
"Önce şunu söyleyelim. İktidar hedefi ve perspektifinden kopulmadığı, amaç haline getirilmediği sürece ekonomik-demokratik mücadele de, haklar ve özgürlükler mücadelesi de devrimci bir mücadele şeklidir. Ve gerekli bir mücadeledir." [4*]
Marksist-Leninist literatürde yer alan ekonomik-demokratik mücadele, DS'nin "Selim abi"sinin sözünü ettiği "haklar ve özgürlükler mücadelesi"nin bir boyutundan başka birşey değildir. Ancak herkesin de bildiği gibi, bu mücadele, yani haklar ve özgürlükler mücadelesi, salt ekonomik ve demokratik nitelikte olmayıp, aynı zamanda siyasal niteliktedir. Dolayısıyla, siyasal iktidar mücadelesi, haklar ve özgürlüklerin en üst ve en temel kısmını oluşturur. Kısacası, tek başına ve soyut bir "haklar ve özgürlükler mücadelesi" yoktur. Ekonomik haklar ve özgürlükler için, demokratik haklar ve özgürlükler için ve en nihayet siyasal haklar ve özgürlükler için mücadele sözkonusudur. Ve "proleteryanın partisi ideolojik, ekonomik-demokratik ve politik olmak üzere üç cephede birden savaşan, diyalektik ve tarihi materyalizmin temeli üzerine kurulmuş olan proletaryanın öncü müfrezesidir." [5*]
Aynı konuda DHKP "programı"nda şöyle yazılmaktadır:
"Gerilla savaşı yanında halk kitlelerinin günlük, kısa vadeli hak ve özgürlüklerini, çıkarlarını savunur. Bunlar için mücadele eder. Devrimi yozlaştırıp yolundan saptırmak isteyen her türlü sapma düşüncelere karşı ideolojik mücadele verir. Halkın günlük ekonomik-demokratik mücadelesine öncülük ederken bu mücadele ile nihai kurtuluşun sağlanamayacağının propagandasını yapıp iktidar hedefini gösterir."
Bunların gösterdiği, DS'nin kendisi örgütlediği "parti"sinin bile bir yana itildiğidir. Kendilerinin HÖP olarak ortaya koydukları "anayasa taslağı"nı irdelerken de ortaya koyduğumuz bu gerçek, PKK ile imzaladıkları ve geçersizliğini birkaç ay sonra açıkladıkları "protokol" karşısındaki tutumlarında da ortaya çıkması şaşırtıcı değildir.
Evet, PKK, şu ya da bu biçimde, emperyalizm ve oligarşiyle anlaşarak kendi içinde bulunduğu çıkmazlardan kurtulmak istemektedir. Bunun için her türlü olanağı ve aracı kullanmakta duraksamamaktadır. PKK'nin ittifaktan anladığı, emperyalizm ve oligarşiyle anlaşma masasına oturmak için ve oturduğunda elinde yeterli sayıda "koz" olmasıdır. Bu "koz"ların sayısını artırma yönündeki her girişimleri, kaçınılmaz bir biçimde, devrimci mücadelenin çarptırılmasına ve saptırılmasına neden olmaktadır. Bu nedenle, PKK'nin A. Öcalan'ın ağzından açıkladığı son "politikası", kendisine "devrimci" ya da "solcu" diyen her kişi ya da örgütlenmeyi, emperyalizm ve oligarşiyle yapılmak istenen anlaşmanın birer "koz"u haline getirmeye yöneliktir. Bu konu kavranılmadığı ve bu tür politikalara tavır alınmadığı sürece, A. Öcalan'ın dediği gibi, "Genelkurmay devreye girecektir".
Bu asla unutulmamalıdır!
Dipnotlar
1* Halk İçin Kurtuluş, Sayı: 30, 17 Mayıs 1997
2* Halk İçin Kurtuluş, Sayı: 30, 17 Mayıs 1997
3* Halk İçin Kurtuluş, Sayı: 30, 17 Mayıs 1997
4* Halk İçin Kurtuluş, Sayı: 30, s: 29, 17 Mayıs 1997
5* Mahir Çayan: Kesintisiz Devrim II-III