KURTULUŞ CEPHESİ - Mart-Nisan 1999
...Ve "Genelkurmay Devreye Girer"
(Üçüncü Perde)
"Mayıs-Haziran 1997 tarihli Kurtuluş Cephesi'nin 37. sayısında, DHKP-C ile PKK arasında imzalandığı ilan edilen "protokol" sonrasında, A. Öcalan'ın 'Sol eğer ittifak yapmayı bilmezse biz sorunlarımızı Genelkurmay'la çözümleriz' beyanı üzerine yaptığımız değerlendirmenin başlığı '... Ve Genelkurmay Devreye Girer' idi. Harp Akademileri Komutanlığı' nın 'Özelleştirme ve Türk Silahlı Kuvvetleri' başlıklı raporu, 29 Temmuz 1998 günü gazetelerde yayınlandı. Bu raporla birlikte, 28 Şubat 1997 tarihinden günümüze kadar gelişen olaylar içinde Genelkurmay'ın nasıl 'devreye' girdiği açık biçimde gözler önüne serilmektedir. Ancak bu, A. Öcalan'ın düşündüğünden farklı olarak, 28 Şubat 1997'de 'şeriatçılık' konusunda 'devreye giren' Genelkurmay'ın girişiminin ikinci perdesini oluşturmaktadır.
... Dünyadaki ve ülkemizdeki bu gelişmelere gözlerini kapayanlar (Y. Küçük vb.), bu durumları 'ordunun Kemalist geleneği' olarak elbette yorumlayabileceklerdir. Şüphesiz yaşıyor olsaydı Doğan Avcıoğlu'na 'yeni kemalist devrim' planları yaptırtacak bu tür yorumlar, solun içinde bulunduğu ideolojisizlik ortamında etkili de olabilecektir. Özellikle küçük-burjuva aydınları, bu gelişmeler karşısında 'ordu kılıcını ne zaman atacak' beklentisiyle oligarşinin ve Amerikan emperyalizminin çıkarlarının açık sözcüsü durumuna gelmeleri de uzun sürmeyecektir. Ama, bu ilişki ve çelişkiler içinde ilk iki perdesi oynanan oyunun üçüncü perdesinin ne zaman oynanacağını fazla beklemek gerekmeyecektir." [1*]
Ve "Genelkurmay"ın devreye girişinin üçüncü perdesi, arada geçen birkaç sahneden sonra, 18 Nisan seçimlerinin ertelenmesi yönündeki girişimler üzerine açıldı. Böylece, gerek oligarşinin TBMM içindeki partileri (başta DSP olmak üzere), gerekse ülkemiz solunun legalistleri (başta ÖD Partisi olmak üzere) derin bir soluk aldılar. Düzen partilerinin TBMM'de temsil edilen kesimlerinin seçimlerin ertelenmesi yönündeki girişimler karşısında içine düştükleri çaresizlik ve bu çerçevede Fazilet Partisi'nin tehdit ve şantajları, kaçınılmaz olarak "bir başka gücün" devreye girmesi için uygun bir zemin hazırlamıştır. 12 Mart 1971'de Genelkurmay'ın vermiş olduğu "muhtıra"yı, kendisine yönelik bir dayatma olarak değerlendiren ve "baskıyı, baskı yapanlar değil, baskıya boyun eğenler getirir" diyerek CHP Genel Sekreterliği'nden istifa eden B. Ecevit, bu kez, Genelkurmay'ın "muhtıra"sını "demokratik bir davranış" olarak değerlendirebilmiştir. Bu da, yıllar içinde "köprülerin altından" çok suların aktığını gösteren bir olgu durumundadır.
Ancak tüm bu gelişmeler karşısında, ülkemiz solundaki "sessizlik", ya da "en büyük taktik, ortalıkta görünmeme taktiğidir" anlayışıyla "görmedim, duymadım" oyunu, aynı zamanda legalizmin ve oportünizmin içinde bulunduğu durumu gözler önüne sermektedir.
"(Bu partiler) biraz öğrenci ve işçi sınıfının pek azı tarafından takip edilen şehirli entellektüellerden ibarettir, profesyonel politikacılar tarafından yönetilirler ki, onlar hizmetleri para karşılığında değil, kapalı toplantılar yapabilme, haber bülteni veya sanat gazetesi çıkarmak ve sendikalarda birkaç köşeyi tutma izni gibi küçük politik lütuflar karşılığında kiraya verirler. Bunlar para için her şeyi yapan insanlar değildir. Onların çürümüşlüğü daha gizlidir. Onlar para ile değil, fakat sadece onların ve takipçilerinin, proletaryanın insanlığın kurtuluşu için verdiği mücadelede önder olabildiği hayalini yaşatacak asgari şartlar temin edilerek satın alınabilinirler." [2*]
İşte bu çürümüşlük içindeki legalistler ve oportünistler, seçimlerin "zamanında yapılması" konusundaki Genelkurmay muhtırası karşısında "sessiz" kalmayı yeğlemişlerdir. Oysa ki, Genelkurmay'ın, TCK'nın 312. maddesinin değiştirilmemesi konusundaki kesin tutumunun, aynı zamanda kendileri için bir tehdit anlamına geldiğini bile görmezlikten gelmişlerdir.
Bilindiği gibi, TCK'nın 312. maddesi "Kanunun cürüm saydığı bir fiili açıkça öven veya iyi gördüğünü söyleyen veya halkı itaatsizliğe tahrik eden"ler ile "halkı; sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik eden"leri cezalandırmaktadır.
Daha düne kadar, "Eşber Yağmurdereli tasarısı"yla 312. maddenin değiştirilmesini destekleyenler, bugün, bunları unutmuş görünmektedirler. Onlar "inadına seçim" diyecek yere gelmişlerdir.
Yine de ülkemiz solundaki seçim "taktikleri" ya da kavrayışları legalistlerle sınırlı değildir. Kendilerinin silahlı mücadeleyi savunduğunu her ortamda söyleyenler ve silahlı eylemler gerçekleştirenler bile, legalistlerin kavrayışından çok fazla uzakta değillerdir. Genellikle silahlı mücadeleyi savunan örgütler, hemen her durumda, seçimlerin boykot edilmesi yönünde tutum takınmakla birlikte, bunun nedenleri konusunda öylesine gerekçeler sıralayabilmektedirler ki, sonal olarak legalistlerle aynı çizgiye düşmektedirler. Örneğin, Özgür Gelecek, seçimleri boykot gerekçelerini sıralarken, bu "taktiği", "kendi gerçek durumu, savaşın henüz dar olması, kitleler üzerinde ideolojik-politik ve kurumlaşmış bir otorite haline gelmiş olmaması"na bağlayabilmektedir. [3*]
Böyle bir gerekçe, doğal olarak, savaşın, yani Halk Savaşı'nın geliştiği, "kitleler üzerinde ideolojik-politik ve kurumlaşmış bir otorite" haline gelindiği bir evrede, seçimlerin boykot edilmeyeceği anlamına gelmektedir. Bu kavrayışın, Latin-Amerika'da 1980 sonrasında sıkça görülen ve en açık biçimde El Salvador'da revizyonist Komünist Partisi'nin savunduğu kavrayıştan hiçbir farkı bulunmamaktadır. Herkesin kolaylıkla düşünebileceği gibi, Halk Savaşının geliştiği bir evrede, devrim güçleri, emperyalizm ve oligarşinin seçimleri gündeme getirerek kendilerinin askeri yenilgilerini engelleme manevralarını kolayca engelleyebilecek bir güç durumunda olacaktır. Böyle bir gücün, seçimlere katılmaktan çok, seçimlerin yapılmasını engellemek yönündeki hareketi esastır ve bunu gerçekleştirebilecek durumdadır. Halk Savaşının geliştiği bir evrede "seçimlere katılabileceğini" ileri sürerek, bugün "zayıf ve güçsüz" olunması nedeniyle "boykot taktiği"ni haklı göstermeye çalışmak kendini aldatmaktan başka bir şey değildir. Bu gerçeklik, Özgür Gelecek'in "Boykot Tavrı Nasıl Ele Alınmalı ve Nasıl Uygulanmalı" konusundaki açıklamalarında da görülmektedir. Şöyle demektedirler:
"Seçimleri boykot etmek demek; seçimler sürecine, oluşan ortama müdahele etmeyeceğimiz, ortaya çıkan elverişli durumdan yararlanmayacağımız anlamına gelmez... Bu anlamda seçimlere katılmak değil ama 'seçimlere karışmalıyız'...
Seçimlere karışmak; kitleleri kazanma ve onları boykota katma ve örgütleme projesidir...
- İMF, Dünya Bankası, TÜSİAD ve MGK'nın kitleleri aldatmak için ürettiği sahte politikaları, yalanları boşa çıkarmak, uygulanmasını engellemektir boykot,
- Sistemi, devleti, parlamentoyu, partileri, liderleri, milletvekili adaylarını teşhir ve tecrit etmektir boykot,
- Faşist ve gerici partilerin propagandalarını engellemek ve bunun yerine kitlelere gerçekleri anlatmaktır boykot,
- Faşist ve gerici partilerin adaylarının meydanlarda, bölgelerde kitleleri kandırmasını uygun devrimci yöntemler kullanarak engellemektir boykot, (...)
- Seçim büroları kurdurmamak, seçim araç-gereçlerini etkisizleştirmek ve engellemektir boykot,
- Radyo televizyon, video, kaset yoluyla propagandaların halka ulaşmasını engellemektir boykot,
- Sandık yapımından tutalım, sandık kurdurmaya, taşımaya, oy vermeye, oradan merkezlere oy pusulalarını taşımaya kadar tüm süreçleri engellemektir boykot..." [4*] (İtalikler bize ait)
Görüldüğü gibi, Özgür Gelecek, bir boykot "projesi" [5*] geliştirmiştir. Yani, bir boykot "tasarısı" sunmaktadır. Dolayısıyla, tasarı niteliğinde olduğu için, ifade edilenlerin kesinliği bulunmamaktadır. Ama yine de, tasarı (proje) olarak ortaya konulsa da, bunların bütünsel olarak seçimlerin yapılmasını engellemek amacı güttüğü açıktır. Böyle bir amacın ise, kaçınılmaz olarak, devrim güçlerinin, belirli bir güç olmasını, kendi ifadeleriyle söylersek, "kitleler üzerinde ideolojik-politik ve kurumlaşmış bir otorite haline gelmiş olması" gerektirdiği de ortadadır. Tek başına "Radyo televizyon, video, kaset yoluyla propagandaların halka ulaşmasını engelleme" amacı ele alınsa bile, bunun önemli bir güç gerektirdiği açıktır. Böylece "bazen objektif durum çok elverişli olduğu halde Partinin durumu (subjektif) buna elverişli olmadığı için" [6*] "boykot taktiği"ne "devam etmek" durumunda kalındığı anlaşılmaktadır. Doğal olarak, bir başkaları da (legalistler örneğin), kendi subjektif durumlarının buna elverişli olduğunu ileri sürerek, seçimlere katılmayı savunabileceklerdir. Subjektif koşulları seçimlere katılmaya elverişli olmayanların, yukarda ortaya koydukları "projeyi" nasıl hayata geçirebilecekleri ise, tümüyle anlaşılamaz bir şeydir.
İşte, düzen partileriyle, solun legalistleri ve oportünistleriyle Genelkurmay'ın "gözetimi ve denetimi" altındaki bir seçim ortamında genel görünümü budur. Bu görünüm, Genelkurmay'la sorunlarını çözmek isteyenler için ne denli öğretici ise, aynı oranda mevcut düzene karşı olan herkes için de öğreticidir.
Dipnotlar
[1*] Kurtuluş Cephesi, 44. Sayı, Temmuz-Ağustos 1998
[2*] R. Gott: Guerilla Movements in Latin-America, s: 21
[3*] Özgür Gelecek: Çetelerin parlamento seçimlerine hayır, Halk Savaşına Evet!, Sayı: 138, 19 Şubat-4 Mart 1999
[4*] Özgür Gelecek: agy.
[5*] Proje, Türkçe anlamıyla, tasarlanmış şey, tasarı anlamına gelmektedir.
[6*] Özgür Gelecek: agy.