2001 Şubat krizi, Türkiye tarihinin en ağır ekonomik bunalımının doruk noktası olmuştur. "Globalizm" propagandalarıyla körüklenen tüketim ekonomisinin bu ağır krizi, her şeyden önce, Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığıyla birlikte emperyalizmin dünyaya tam olarak egemen olduğu, bu egemenliğinin "kapitalizmin zaferi" olarak ilan edildiği bir dönemin sonunda ortaya çıkmıştır. Küçük-burjuva ekonomistlerinin "televoleci" türlerinin "ertelenmiş talep" diyerek göklere çıkardıkları tüketim, bir yandan borsa maceralarıyla, diğer yandan ithal mallara yönelik tüketimle, ülke tarihinde görülmedik bir düzeye yükselmiştir. "Kapitalizmin zaferi" çığlıkları eşliğinde ithalata bağımlı bu tüketim patlaması, toplumun her kesimini içine almış, kentlerden köylere, tüm toplumsal kesimleri sonu hiç gelmeyecekmişcesine tüketmeye yöneltmiştir.
Borsayla, yüksek faizle, rüşvet ve yolsuzluklarla, banka hortumlamalarıyla, turizm hizmetçiliğiyle ve nihayetinde kredi kartlarıyla beslenen bu tüketim patlaması, üretmeden tüketen bir toplumsal davranış biçimi ortaya çıkarmıştır.
Geniş halk kitleleri, özel olarak kent küçük-burjuvazisi, bu üretmeden tüketmeyi "globalizm"in bir nimeti olarak algılamış ve kapitalizmin sonsuza kadar varlığını sürdürecek bir "tüketim toplumu" olduğu inancıyla tüm geçmiş yılların "acısını" çıkartmaya başlamıştır.
Borsa rekordan rekora koşarken, repo, ters-repo sözcükleri dillerde dolaşırken, her türlü ithal malına yönelik talep alabildiğine artarken, hiç kimse bu "değirmenin" suyunun nereden geldiğine aldırış bile etmemiştir. Tüm topluma dalga dalga yayılan tüketim hastalığı, giderek tüketmekten başka birşeyle ilgilenmeyen bir toplumsal ilişki ortaya çıkarmıştır. Öyle bir toplumsal ilişki ortaya çıkmıştır ki, ülke tarihinin en ağır depremlerinden birisi olan Marmara depreminde ölen on binlerce insanı bile birkaç günde unutabilmiştir. Marmara depreminde annesi, babası, eşi, çocukları, kardeşleri ölenler, birkaç milyon uğruna tüm ölülerini bir kenara itip, dağıtılacağı söylenen paranın kuyruğuna girmeye koşmuşlardır.
Böylesine duyarsızlaştırılmış, tüketmekten başka birşey düşünemez hale gelmiş toplum, AB üyeliği uğruna kendi ülkesinden, memleketinden, topraklarından kolayca vazgeçebilecek bir hale de gelmiştir. Cebine "AB pasaportu" koyduğunda kapağı Avrupa'ya atma hayalleri gören bu toplum, ülke kaynaklarının alabildiğine ve pervasızca talan edilmesine aldırış bile etmemiştir. Tersine, ülke kaynaklarının "özelleştirme" adıyla talan edilmesinin kendilerine getireceği üç-beş kuruşla neler alacağının planlarını yapan alelade insan topluluğu haline dönüşmüşlerdir.
Özellikle kent küçük-burjuvazisinin tüketim çılgınlığı, vurdumduymazlığı dalga dalga ülke sathına yayılmış, neredeyse Lale devrinin "vur patlasın, çal oynasın" günleri yaşanmaya başlamıştır. Her köşe başında "halk konserleri", "simit sarayları" bu yaygınlaşmanın arabesk kültür olguları olarak her yerde görülmeye başlanmıştır.
Kent küçük-burjuvazisinin tüketim çılgınlığı, vurdumduymazlığı, üretmeden tüketme düşüncesi ne denli ülke sathına yayılmışsa, hizmetler sektörü o denli gelişmiş ve neredeyse tek "üretken" sektör haline gelmiştir. Kredi kartlı yaşam sahipleri, mangal partilerinde, bayram turizminde günlerini gün ederken, hizmetler sektörü kırsal alanlardan kentlere yeni göç eden insanları istihdam etmeye başlamıştır.
Tüketim ekonomisinin itme verdiği hizmetler sektöründeki gelişmeler ve bu sektörün işgücü ihtiyacını karşılayan yeni göç dalgası, büyük kentlerde ve turizm bölgelerinde yeni bir toplumsal yapı ortaya çıkarmaya başlamıştır. "Medyatik" dilde "beyaz Türkler" denilen, ancak büyük bölümünü kent küçük-burjuvazisinin oluşturduğu kesimin üretmeden tüketme mantığıyla belirlenen "çalışmama" ve "çalışmayı" küçümseme tutumu, yeni göçmenlerin hizmetler sektöründe tek çalışan kesim haline gelmesine yol açmıştır. Özellikle Güney Doğu Anadolu'dan göç eden Kürtler bu kesimin en büyük bölümünü oluşturmuştur.
AB üyeliği ile birlikte cebine "AB pasaportu"nu koyanın ülkeyi terk etmeyi düşündüğü bu ortamda, onların terk etmeye hazırlandıkları her alan yeni göçmen nüfus tarafından, özellikle de Kürt göçmenler tarafından hızla doldurulmuştur. Artık bu ülkede çalışan, üreten sadece bu yeni göçmen kitlesi olmuştur. Giderek bu göçmen kitlesi, inşaat alanından turizm hizmetlerine, mahalle bakkallarından lokantalara kadar "beyaz Türkler"in boşalttığı alanları doldurmuşlardır.
Borsa vurguncusu, banka hortumcusu, kamu kuruluşlarının "özelleştirme" vurguncularının yanında istihdam edilen kredi kartlı "beyaz Türkler", kent küçük-burjuvazisi, bu yeni göçmen kitlenin canla başla çalışmasından, kendilerine sundukları hizmetten çok mutlu olmuşlar, yakın zamanda Avrupa'ya kapağı atacaklarından onların daha da gelişip yayılmaları için "yardımcı" olmuşlardır.
2001 Şubat krizi bu tüketim çılgınlığına, toplumsal yapıdaki yozlaşma ve çürümeye bir ölçüde engel oluşturmuşsa da, tüketmekten ve AB üyeliğiyle ülkeyi terk etmekten başka şey düşünemeyen kent küçük-burjuvazisinin tutumunda hiçbir değişikliğe yol açmamıştır.
Kemal Derviş yeni kurtarıcı, kendi "yaşam tarzları"nın koruyucusu olarak alkışlanırken, AB yolunda engel olarak ortaya çıktığı düşünülen herkes ve her kesim "medya" aracılığıyla kötülenmiş ve sindirilmiştir.
Artık IMF ve AB komiserlerinin her dediği yapılmalıdır! Onların tüketim çılgınlığını sürdürebilmelerinin tek yolu bu olmuştur. Nasıl olsa AB üyeliğiyle birlikte ülkeyi terk edecekleri için, ülkenin ne olacağı da, ülkenin geleceği de onları ilgilendirmemiştir. Ülke, isteyenin istediği yeri alabileceği boş ve değersiz bir toprak parçası haline dönüşmüştür. Ermenilere "soykırım" karşılığı olarak şuraları, Kıbrıs'ta "işgal" karşılığı olarak buraları, Ege'de "antik Yunan" karşılığı olarak her yeri bol keseden dağıtmaya başlamışlardır.
Onlar, Avrupa yolculuğu için bavullarını toplarken, ülke toprakları her isteyene verilmeye hazır hale getirilirken, "varoşlar" yeni göçlerle dolmuş, onların boşalttıkları her alan hızla doldurulmuştur.
2002 Ekim seçimlerinde büyük gönül rahatlığı içinde AKP saflarına geçen bu kent küçük-burjuvaları, AKP sayesinde ülkede geçirecekleri bu son günlerde elde kalan son şeyleri de tüketmeye yönelmişlerdir.
Daha 2001 Şubat krizinin üzerinden iki yıl geçmeden yeniden başlayan tüketim hastalığı, AKP'nin şeriatçı "sermaye"sinin katılımıyla ülkenin son kalan kaynaklarının da hızla tüketilmesine yol açmıştır. Ekonominin düzeldiğine ilişkin "medyatik" propagandalar tüketimi daha da canlandırmış, AB komiserlerinin birbiri ardına yaptıkları açıklamalarla AB kapısının açıldığı düşüncesi tüketimi katlayarak büyütmüştür.
Tüketimdeki her artış, hizmetler sektöründe yeni bir büyüme dalgasına yol açarak, bu alanlarda istihdam edilen nüfusu da büyütmüştür. Böylece hizmetler sektörü, sadece yeni göçmenlerin istihdam edildikleri bir yapıya dönüşmüştür.
Ülkede üretim yapılmadığından, varolan kamu kuruluşları da "özelleştirmeler"le elden çıkartıldığından, sanayi işçilerinin sayısı sürekli azalmıştır.
20 Mart 2003, "kapitalizmin zafer"inin ilan edildiği, sonsuz kapitalizm cennetinde tüketmekten başka birşey yapmak gerekmediğini düşünenlerin "globalleşen barış dünyası"nı darmadağınık etmiştir. Amerikan emperyalizminin Irak işgali, özellikle "dar gelirli", dolayısıyla tüketim çılgınlığından fazlaca nasiplerini alamamış, ülke kaynaklarının talan edilmesiyle giderek daha da zor duruma düşmüş halk kitlelerini derinden sarsmıştır. Irak işgali, özellikle Amerikan emperyalizminin doğrudan işbirlikçisi haline gelmiş olan Kuzey Irak Kürtlerine karşı büyük bir tepkinin de ortaya çıkmasına yol açmıştır. Amerikan emperyalizmine karşı duyulan tepki, "işbirlikçi Kürtlere" karşı duyulan tepkiyle birleşmiş ve "tüm Kürtler"le özdeşleşmiştir.
Kuzey Irak Kürtlerinin, kendileri için "en büyük fırsat" olarak gördükleri Amerikan emperyalizminin Irak işgali sayesinde "kendi devletlerine sahip olma" olanağını ele geçirdikleri düşüncesiyle ve Baas iktidarının ve Irak ordusunun dağıtılmasıyla ülkedeki tek örgütlü silahlı güç olmanın avantajıyla ortaya çıkışları, "medya"ya yansıyan tutum ve beyanları, Amerikan işgaline karşı olan tüm halk kesimlerinin "tüm Kürtlere" olan tepkisini daha da büyütmüştür.
Diğer yandan AKP iktidarıyla, en azından Anadolu sanayi ve ticaret sermayesinin biraz daha güçleneceği beklentisi gerçekleşmemiş, tersine AKP destekçisi "yeşil sermaye" kesimlerinin daha da semirmesine ve güçlenmesine yol açmış olması küçük ve orta sermaye kesimlerinin hoşnutsuzluğunu daha da artırmıştır. Uzanların "yolsuzlukları"nın üstüne gidilmesiyle "beyaz Türkler"in üzerine gidileceği beklentisi içine giren küçük ve orta sermaye kesimlerinin, Uzanlardan boşaltılan alanların AKP'li "yeşil sermaye"nin eline geçerek "islami sosyete"nin semirme alanları haline dönüşmesi AKP'ye olan umutları sarsmıştır. AKP iktidarına kadar "beyaz Türkler"in elinde bulunan ithal malları ticaretinin, AKP iktidarıyla birlikte "islami sosyete"nin eline geçmesi, Anadolu küçük ve orta sermaye kesimlerinin AKP'den kopmalarına yol açmıştır.
İthal mallarına yönelik "kredi kartlı talep"teki artışa karşın, iç pazar için üretim yapan sermaye kesimleri ile bu ürünlerin ticaretiyle uğraşan tüccar ve esnaf kesimlerinin durumunda hiçbir değişiklik olmamıştır. AKP iktidarıyla birlikte ortaya çıkan tek değişiklik, "beyaz Türkler"in yerini "yeşil Türkler"in almasından ibaret kalmıştır.
Turizm sektöründe "herşey içinde" uygulamalarıyla fiyatların alabildiğine düşmesi ise, bu sektördeki rekabeti şiddetlendirmiş, giderek bu sektörde yeni bir paylaşım savaşına yol açmıştır. Bu paylaşım savaşında bu sektörde istihdam edilen Kürt göçmenlerin "vurucu güç" olarak yer aldıkları ölçüde, rekabet "Türk-Kürt" ayrışmasına ve çatışmasına dönüşmüştür. Turizm bölgelerinde, özellikle Kuşadası'nda meydana gelen bombalı eylemler, "medya" tarafından ne kadar "önemsizleştirilmiş" olursa olsun, her durumda turizm sektöründeki paylaşım savaşının bir parçası olmuştur. Bu paylaşım savaşında AKP'nin "yerliler"den yana tutum takınacağı beklentisiyle AKP saflarına geçmiş "yerli tur operatörleri", AKP'nin tüccar zihniyeti karşısında "aldatıldıklarını" ve "yalnız bırakıldıklarını" düşünmeye başlamışlardır. Bu sektörde belli bir güç oluşturan "ülkücü mafya" denilen kesimler, ortaya çıkan güvensizliğin "hamisi" haline gelmeye başlamışlardır. Bunun sonucu olarak turizm sektöründeki rekabette "vurucu güç" olarak kullanılan Kürt göçmenlerin karşısına "öz be öz Türk mafyası" çıkmaya başlamıştır.
Birkaç yıl öncesine kadar "beyaz Türkler"in tüketim "çeşitliliği"ne cevap vermek amacıyla hizmetler sektöründe, özel olarak lokanta vb. hizmetlerde "Doğu Anadolu yemekleri" için açılan yeni pazarın büyümesi ve artan talep, giderek "yerli" işyerlerinin kapanmasına neden olmaya başlamıştır.
Doğu ve Güneydoğu'daki "sınır ticareti" üzerindeki eski sınırlamaların AKP iktidarıyla birlikte kaldırılmasıyla artan "ithalat"ın giderek Batı bölgelerindeki hizmetler sektörünün mal taleplerini de karşılamaya yönelmesi, yeni bir çatışma alanı daha ortaya çıkarmıştır. Bir dönem turizm bölgelerindeki "halı ticareti" alanında görülen "sınır ticareti" kaynaklı çatışma, çeşitlenmiş ve yaygınlaşmıştır.
2004 yılı sonlarına gelinirken, "medya"nın ekonomiye ilişkin "pembe" tablolarına karşın, geniş halk kesimlerinin alım gücünün sürekli düşmesi, ucuz dolara bağlı artan ithalatla beslenen işsizlik, "beyaz Türkler" (kent küçük-burjuvazisi) dışında kalan kesimlerin tepkilerinin yoğunlaşmasına neden olmuştur.
Bu koşullarda, özellikle 17 Aralık "AB zirvesi" öncesinde AB komiserlerinin (özel olarak Verheugen'in) ulusal ve dinsel azınlıklar konusunda yaptıkları açıklamalar, "AB ilerleme raporu"nda yer alan talepler, AB'ye bağlanan "umutları" tümüyle ortadan kaldırmıştır.
AB'ye bağlanan "umutlar"ın ortadan kalkmasıyla birlikte, son beş yıl içinde meydana gelen gelişmelerin yarattığı tüm çatışma dinamikleri 2005 yılıyla birlikte görünür hale gelmiştir. Nevroz kutlamaları sırasında Mersin'de meydana gelen "bayrak olayı"yla birlikte çatışma açığa çıkmıştır.
"Medya"nın küçük-burjuva "globalist köşe yazarları"nın "etnik çatışma" olarak tanımlamaya çalıştıkları çatışmalar, ekonomik, toplumsal ve siyasal alanlardaki çelişkilerin birleşerek bir bütün oluşturdukları milli krizin derinleşme koşullarının çatışmalarından başka bir şey değildir. Geçmiş dönemlerden tek farklı yanı, bu milli krizin derinleşme koşullarında düzene alternatif bir gücün, devrimci bir gücün maddi bir güç olarak mevcut olmayışıdır. Dolayısıyla çatışmalar, devrimci bir alternatif gücün mevcut olmadığı koşullarda, sınıflar arasındaki çelişkilerin "ulusal" kimlik altında, "milliyetçilik" temelinde siyasallaşmasının dışavurumları olmuştur.
Çatışmada yer alan "ulusal" kimlik sahiplerinin bir bölümü, emperyalizme bağımlı bir ülkede "ulusal bağımsızlığın tehlikede olduğu" düşüncesiyle hareket ederken, diğer bir bölümü kendi "ulusal haklarını" elde edebilmenin koşullarının her zamankinden daha fazla olduğu düşüncesiyle hareket etmektedir. Şeriatçı AKP kadrolarının herşeye rağmen "laik askeri darbe"yi önleme çabası içinde oluşları, giderek çatışmada "devlet güçleri"nin "tarafsız" ve "etkisiz" kalmalarına yol açtıkça, çatışma daha fazla "tabana" yayılmaya ve "sivil güçler"in daha fazla etkin olmasına yol açmıştır.[1]
Milli krizin toplumsal ve siyasal gelişmelerle derinleşmeye başladığı, her türden çelişkinin kendisini dışa vurması için koşulları olgunlaştırdığı bir dönemde, olayları dışsal gözlemlerle değerlendirmek ve buna bağlı olarak "Türk ve Kürt halklarının kardeşliği" bağlamında "barış ve itidal" tavsiyelerinde bulunmak ne denli anlamsızsa, bu çatışmalarda faşist milislerin etkinliğini öne çıkartarak gelişmeleri "yükselen milliyetçilik" ya da "faşist güruhların kışkırtması" olarak değerlendirmek de o kadar yanlıştır.
Toplumsal ve siyasal gelişmelerle milli krizin derinleşmeye yöneldiği bugünkü koşullarda, gelişmeleri parçasal düzeyde ele almak ve buna bağlı olarak parçalarda mücadele etmeyi öne çıkarmak, ülkenin emperyalizme bağımlılığını görmezlikten gelerek "özelleştirmeler"e karşı "kamu kuruluşları yabancılara peşkeş çekilemez" türünden "mücadeleler" yürütmekle özdeştir. Emperyalizme bağımlı, ekonomisinden dış politikasına kadar IMF, AB ve Amerikan emperyalizmi tarafından yönetilen bir ülkede "ulusal bağımsızlığın tehlikede olduğu" ne kadar anlamsız ve halkın bilincini saptırıcıysa, "özelleştirme" ya da AB karşıtı parçasal "mücadeleler" de o denli anlamsız ve bilinç saptırıcıdır.
Aynı şekilde, toplumsal ve siyasal alandaki gelişmeler ve bunların ortaya çıkarmış olduğu çatışmaları, "derin devletin provokasyonu" ya da "bir avuç faşist güruhun kışkırtması" olarak değerlendirmek ve bu değerlendirmeden yola çıkarak "birleşik cephe" önerileri yapmak, ülkedeki milli krizin niteliğini ve derinleşmesini görmemekle özdeştir.
Bugün milli krizin derinleşme sürecinde faşist milisler, ortaya çıkan gelişmeleri kendi yönlerine kanalize etmeye çalışmaktadırlar. Mevcut koşullarda devrimci alternatifin maddi bir güç olarak mevcut olmaması nedeniyle, faşist milisler bu faaliyetlerinde, çelişkilerin ve çatışmaların "ulusal" görünüm almasından yararlanmaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla çelişkilerin ve çatışmaların gerçek niteliklerinin ortaya konulması, faşist milislerin "ulusal çatışma" temelindeki faaliyetlerinin etkisizleştirilmesinin ana halkası durumundadır. "Ulusal" yan ne denli ikincil hale getirilirse, sınıfsal temel o denli öne geçecektir. Bu nedenle sorun, faşist milislerin "kışkırtıcılığına" karşı "cephe"ler kurma önerileri yapmak yerine, gelişme ve çatışmaların sınıfsal niteliğini sergileme yönünde mücadele etmektir. Bu ise, öncelikle siyasi gerçeklerin açıklanması demektir ve hangi mücadele biçimi temel alınarak bu siyasi gerçeklerin açıklanacağını bilmek meselesidir.
Bu devrimci görevler bir yana bırakılarak, bir yandan "marjinal" konularla uğraşırken, diğer yandan "faşist mafyacı güruh"un "kitleleri kışkırtmasından" söz etmek, buna karşı "birleşik, yurtsever vs. cephe" önerileri ve girişimleri yapmak, henüz maddi bir güç olmamış devrimci alternatifi daha ruşeym halindeyken yok etmekle özdeştir. Yıllar önce faşist MHP'ye ilişkin olarak yapılmış olan şu değerlendirme bugün için de yol gösterici olacaktır: "Bugün ülkemizdeki siyasal gelişmelerde MHP, kitlelerin gerek ideolojik etkiler altına alınması, gerekse pasifleştirilmesi için önemli bir görev üstlenmiştir. Başka bir ifadeyle, oligarşi, kitleleri pasifleştirmede milis güçlerini kullanmaktadır. Hükümetler, bu saldırı ve sindirme eylemlerini 'adi vakalar' olarak lanse etmekte ve devletin araçları ile bazı durumlarda fiilen pasifikasyonu yürütmektedir. Bu işleyiş, oligarşik yönetimin normal bir işleyişidir ve mutlaka tavır alınması gereklidir. MHP'nin militanlarına karşı alınacak tavır, tek başına ele alınamaz. MHP, oligarşinin yaşattığı bir güçtür. Bugünkü görevi, kitleleri pasifleştirmek ve şovenist sloganlarla kitleleri ideolojik etki altına almak olduğu halde, devrimci hareketi saptırma görevini de üstlenmiştir. Hedef, devrimcileri sınıf mücadelelerinden saptırmak ve kısa bir 'vuruşma'ya indirgemektir. Dünya tarihinde bunun örnekleri vardır. En son örnek, Lübnan'da yaşanmaktadır.
Bu durumda MHP'ye karşı alınacak tavır ihmal edilemez. Ancak, mücadelenin tek boyutunu da teşkil etmez. MHP'ye karşı alınacak tavır, oligarşinin siyasal zoruna karşı alınacak tavrın içinde mütalaa edilmelidir. MHP'ye karşı verilecek mücadele, oligarşik devletin araçlarına karşı olan tavrın içindedir. Klâsik faşizmin ideolojik savunucusu MHP'nin sınıf desteği ve kitlelerle olan çelişkisi dikkate alınarak, olaylar içinde oligarşik devlet-MHP işbirliği kitlelere gösterilip, gerek MHP'nin ideolojik etkileri kırılmalı, gerekse de oligarşinin kitlelerden tecrit edilmesi görevi yerine getirilmelidir."[2] Bugün ülkedeki mevcut gelişme ve çatışmalardan en çok etkilenen kesim, tüm tüketim sapkınlığına karşın kent küçük-burjuvazisidir. Özellikle AB'den umudunu tümüyle kesmiş olan bu kesim mensupları, giderek ülkenin "parçalanması" ve "işgal edilmesi" korkusu içine düşmüşlerdir. Bu kesimlerin bu korkusu, 28 Şubat sürecindeki "laikliğin elden gitmesi" korkusundan daha derindir. Bu kesimlerin "Şu Çılgın Türkler" kitabına karşı gösterdikleri ilgi bu korkunun boyutlarını göstermeye yetecek niteliktedir. "Küçük-burjuvazi, sınıfsal yapısı gereği, çabuk pasifize olan ve çabuk tepki gösteren bir sınıftır. Bu nedenle, oligarşiye karşı ilk tepkiyi koyan sınıf olmakla birlikte, siyasal zor karşısında ilk pasifize olan sınıftır da. Eğilimini güç dengesine göre somutlaştırır. Bu nedenle siyasi mücadelemizde ilk yanımıza gelecek ve yine ilk uzaklaşacak olan sınıftır."[3] Bu nedenden dolayı, bu kesimlerin korkuları ne abartılmalıdır, ne de yok sayılmalıdır. Bugün "ülkenin üzerinde oynanan oyunlar" karşısında büyük korku duyan bu kesimler, aynı zamanda 1980 öncesindeki çatışmaların benzerinin bir kez daha yaşanmasından da korkmaktadır. Bu nedenle, bir yanıyla anti-emperyalist ve AKP karşıtı mücadelenin radikal bir biçimde yükseltilmesinden yana tavır takınırken, diğer yanıyla bu yükselecek mücadelenin "bir iç savaş görünümü" almasından korkmaktadır. Bu korkusuyla, "linç" olaylarının "Türk-Kürt çatışması" boyutuna karşı çıkarken, "ülkenin parçalanması" endişesiyle "bir şeylerin" yapılmasını da desteklemektedir. Bir yandan anti-emperyalist, ulusal bağımsızlıkçı bir devrimci mücadelenin gelişmesini isterken, diğer yanıyla devrimci mücadelenin ortaya çıkartacağı daha üst ve sert mücadelelerden korkmaktadır. Her durumda faşist milis örgütlenmelere (adının MHP ya da BBP olmasının önemi yoktur) karşı olan bu kesimler, solun ulusal bağımsızlık ve ulusal konularda "tutarsız" oluşundan yola çıkarak "milliyetçi" bir yöne kaymışlardır.
Geçmiş dönemlerle kıyaslanmayacak ölçüde ikircikli hale gelmiş olan kent küçük-burjuvazisinin bu sınıfsal özellikleri, gelişen siyasal olaylar karşısında güvenilir bir kitle tabanı oluşturmaktan uzaktır. DİSK'in 12 Eylül'ün 25. yılı nedeniyle düzenlenen mitinge katılmama kararı ve mitingin iptalini istemesinin arkasında yatan bu sınıfsal özelliktir.
Bugünkü koşullarda köylülük, sahipsiz ve kimsesiz bir "topluluk" olarak tümüyle dışlanmıştır. Soldaki legalizm ve kent merkezli politikalar nedeniyle kendi kaderine terk edilmiş olan köylü kitleleri, gelişen siyasal olayların basit ve sıradan bir izleyicisi durumundadırlar. Özellikle tarım ürünleri ithalatından ve ucuz dolar politikasından en fazla etkilenen kesim olan köylülük, "pazar ekonomisi"ndeki gelişmelerle artan oranda sınıfsal farklılaşmaya uğradığından, eski dönemlerden çok daha dağınık, örgütsüz ve heterojen bir topluluk haline gelmiştir. Bu yapısıyla her türlü siyasal yönlendirmeye her zamankinden daha fazla açıktır. Ülkede gelişen olayların ve çatışmaların gerçek niteliğini kavrayamadıkları sürece, bu çatışmaların içine çekilmeleri olasılığı gittikçe artmaktadır. En tehlikeli gelişme, köylülerin, "Türk-Kürt çatışması" temeline oturtulmuş milli krizin derinleşmesinin yaratmış olduğu çatışmaların içine çekilmesidir.
İthalata dayalı ekonomi-politikanın bir sonucu olarak üretmeden tüketmenin alabildiğine yaygınlaşmasından en fazla etkilenen diğer kesim ise işçi sınıfı olmuştur. 1980 öncesindeki mücadelelerle elde edilmiş işçi hakları ne ölçüde 12 Eylül döneminde ortadan kaldırılmış ve sendikalar ne denli güçsüzleştirilmişse de, işçi sınıfının 1991 sonrasında tüketim ekonomisine eklemlenmesi ve basit "tüketici kitle" içinde yer alması, küçük-burjuva ideolojisinin işçi sınıfı içinde yaygınlaşmasına yol açmıştır. Büyük özel ve kamu kuruluşlarında çalışan işçiler giderek "aristokrat işçi" haline dönüşürken, küçük ve orta sanayi kuruluşlarındaki işçiler, sendikal örgütlenmeye bile sahip olmayan örgütsüz, "kendi kendine bir sınıf" haline dönüşmüştür. Bu nedenden dolayı, dışa bağımlı, dolayısıyla ithalata dayalı ekonominin ortaya çıkardığı "özelleştirmeler" karşısında sadece kendi parçasal-kişisel çıkarlarının peşine düşerek çıkış yolları aramaya yönelmiştir. Bu nedenle, "özelleştirmeler"e karşı yürütülen mücadeleler, hükümet ya da özelleştirilen kuruluşların yeni sahipleriyle daha elverişli koşullarda pazarlık edebilmenin aracı olarak ortaya çıkmıştır. SEKA olayı açıktır.
İşçi sınıfının "kendisi için sınıf" olmaktan "kendi kendine sınıf" olmaya doğru geriye döndürülmesinde yıllar boyu sürdürülen karşı-devrimci propagandalar ve oligarşik devletin zor uygulamaları belirleyici olmuşsa da, soldaki legalizmin egemenliğinin de bu pasifize olmada önemli katkısı bulunmaktadır.
Bugün işçi sınıfı, köylülükten sonra, ülkede gelişen siyasal olaylar karşısında basit bir "izleyici" konumunda bulunan "kendi kendine sınıf" durumundadır.
İşçi ve köylü kitlelerinde görülen bu "edilgenlik" ve "izleyicilik", devrimci alternatifin maddi bir güç olmamasının ortaya çıkardığı bir durumdur. Bu nedenle, bu sınıfların etkin bir siyasal güç haline gelmesinin yolu, devrimci maddi bir gücün ortaya çıkmasıyla olanaklıdır.
İşte bu koşular altında, bugün izlenmesi gereken siyasal çizgi, anti-emperyalist ve anti-oligarşik mücadeleyi, mevcut durumun öne çıkarttığı politik hedeflere yönelik olarak, politikleşmiş askeri savaş temel, demokratik muhalefet tali olmak üzere, her yerde, işçi-köylü ittifakı temeli üzerinde maddi ve fiili örgütlenmeyi, yani halkın kurtuluş cephesini inşa ederek yürütmektir. Bunun ilk adımı, legalizmin ekonomik-demokratik kitle mücadeleleri üzerindeki ideolojik ve fiili egemenliğini ortadan kaldırmaktır. Bu yapıldığı ölçüde, devrimci alternatifin maddi bir güç haline gelmesi ve politikleşmiş askeri savaş temelinde mücadeleyi geliştirmesi için gerekli koşullar yaratılabilecektir.
Mevcut durumun öne çıkardığı temel olgular ve görevler bunlardır.
[1] Bu durum, solda pek çok yanlış değerlendirmelere neden olmaktadır. Kendilerini "marksist leninist komünistler" olarak tanımlayan Atılım dergisine göre, "Türk burjuvazisinin, Türk işçi ve emekçilerini 'bölücü terör' demagojisiyle zehirleyip kendine yedeklediğinden kimsenin kuşkusu yoktur". (abç) (Atılım, "An'ı yakalamak", Sayı: 70, 2 Eylül 2005.) Eğer "Türk işçi ve emekçileri", "Türk burjuvazisi"ne "kuşkusuz" bir biçimde "yedeklenmişlerse", ortada sadece devrimciler için değil, "marksist leninist komünistler" için de ciddi bir sorun var demektir. Bu konuyu bu sayımızda yer alan bir başka yazımızda ayrıntılı olarak ele alacağız. [2] İlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz, 1976. [3] İlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz, 1976. [4] Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği.