... Ve Genelkurmay Başkanı Konuştu!
“Kararların doğruluğu sonradan olayların gelişmesiyle belli olur.”
"Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Şener Eruygur'un emekli olması ve görevi Orgeneral Fevzi Türkeri'ye devretmesi nedeniyle düzenlenen tören sonrasında düzenlenen kokteylde, Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök'le yaptığımız sohbetin konusu ise ağırlıklı olarak Irak'tı...
Özkök, Irak'taki gelişmeleri büyük bir dikkatle izlediklerini belirtirken, "Vietnam'a benzetiyor musunuz?" sorusu üzerine şu yanıtı verdi:
"Halkın kararlılığı, direniş bakımından Vietnam'a benziyor. Coğrafi ve askeri koşullar bakımından ise benzemiyor. Bir yere girerken çıkış stratejisi de yapılır. Ama her zaman uygulanamayabilir veya düşünüldüğü gibi uygulama olanağı bulunmayabilir. ABD'nin çıkış stratejisini bilmiyoruz. Bu koşullara göre değişebilir, tedrici de olabilir."
"Irak'taki olaylara bakınca Türkiye bugünkü konumundan memnun mu?"
Özkök, bu soruyu "Bu koşullarda olabilecek en iyi durumdayız. PKK konusunu ayırarak söylüyorum, memnunuz. PKK konusu bizim için ayrı nitelik taşıyor" diye yanıtlıyor.
Bu kez Özkök'e "1 Mart tezkeresi geçseydi, Türk askeri de orada olacaktı. O açıdan baktığınızda durumu nasıl görüyorsunuz?" diye soruyoruz. Yanıtı şu oluyor: "Kararların doğruluğu sonradan olayların gelişmesiyle belli olur. Bugünkü duruma ve koşullara baktığımızda memnunuz. Türkiye'nin yetiştirdiği çok iyi bürokratlar, diplomatlar var. Koşulları iyi değerlendirebiliyorlar"." (Milliyet, 27 Ağustos 2004)
... Genelkurmay Başkanı Geçen Yıl da Konuşmuştu!
"Türk Silahlı Kuvvetleri'nın görüşü, hükümetle aynıdır ve hükümetin Yüce Meclisimiz'e sunduğu tezkerede yansıtıldığı gibidir.
Şu bir gerçektir ki, Türkiye savaşı tek başına önleme olanak ve yeteneğine sahip değildir. Ama biz, hesabımızı savaş çıkmayacak varsayımına dayayamayız. Bu hususta seçeneğimiz maalesef iyi ile kötü arasında değil, kötü ile daha kötü arasındadır. Ya tamamen dışında kalacağız ya da savaşanlara yardımcı olup sürece katılacağız. Hiç katılmamakla savaşın aynı zararlarını göreceğiz. Fakat zararımızın telafi edilmesi ve savaş sonrasında söz sahibi olmamız asla mümkün olmayacaktır. Şayet savaşanlara yardımcı olursak zararımızın bir kısmı telafi edilebilecek.
Kuzeyden cephe açılacağı için savaş kısa sürecek, acılar azalacak, beklenmedik gelişmeler olmayacak ve daha az insan ölecekti diye düşündük. Bir tek kurşun atmadan görevimizi tamamlayarak dönecektik. Beklenmeyen gelişmelere müdahale zorunda kalırsak savaşanlar karşı çıkmayacaklardı. Bütün bunlar ve diğer hususlar bir belgeye bağlandı, nispeten garantiye alındı.
Ekonomik yardım, yapacağımız işbirliğinin bir bedeli olarak değil, savaşanların bize verecekleri zararın hiç olmazsa bir kısmının telafisi için istendi. Yoksa oraya yapacağımız yardımların bedelinin peşinde olunmadı.
Meclis ulusun temsilcisidir. Egemenlik, kayıtsız şartsız ulusundur. Bu karara sadece saygı duyuyoruz. Bütün dileğim, savaştan kaçınmak için seçtiğimiz hareket tarzının bizi, savaşanları da karşımıza alarak bazı hareketler yapmak zorunda bırakmamasıdır."
(Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün 5 Mart 2003 tarihli konuşması)
Sıfatı "Genelkurmay Başkanı" olan bir kişi Amerikan emperyalizminin Irak saldırısı öncesinde çok açık biçimde şöyle diyordu:
"Hiç katılmamakla savaşın aynı zararlarını göreceğiz. Fakat zararımızın telafi edilmesi ve savaş sonrasında söz sahibi olmamız asla mümkün olmayacaktır. Şayet savaşanlara yardımcı olursak zararımızın bir kısmı telafi edilebilecek.
Kuzeyden cephe açılacağı için savaş kısa sürecek, acılar azalacak, beklenmedik gelişmeler olmayacak ve daha az insan ölecekti diye düşündük. Bir tek kurşun atmadan görevimizi tamamlayarak dönecektik."
"Bir tek kurşun atmadan" savaştan çıkılacağını söyleyebilen bir genelkurmay başkanı, savaşın savaş değil, bir "harp oyunu" olduğunu sanacak kadar savaş gerçeklerinin dışında yaşayabilmektedir. Ve aynı genelkurmay başkanı, bir yıl sonra, Irak işgalinin "Vietnam'a benzediğini" söyleyerek, bir yıl önce söylediklerini kolayca unutturabilmektedir.
Gelişen olayları anımsatmak bile gereksizdir. Mart 2003'de Amerikan askerlerinin Türkiye'ye yerleştirilmesi ve Kuzey Irak'tan cephe açılması konusunda "kararlı" bir tutum sergileyen Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'e rağmen, TBMM "tezkere"yi kabul etmemiştir. Böylece bir yanda Genelkurmay'ın Amerikan emperyalizmiyle birlikte Irak'ın işgaline katılması yönünde "düşünce, öneri ve kararı" bulunurken, diğer yanda TBMM'nin "savaşa girmeme kararı" ortaya çıkmıştır.
Bugün Genelkurmay Başkanı, bu iki karar karşısında, "kararların doğruluğu sonradan olayların gelişmesiyle belli olur" diyerek, kendi kararlarının yanlışlığını açıkça ilan etmektedir.
Evet, "Genelkurmay Başkanı" sıfatını taşıyan bir kişi, bugün "Irak'ta olmadığımız için memnunuz" diyerek geçen yıl "tezkere"de ifade edilen kendi görüşlerinin yanlışlığını ilan ederken, hiçbir şey olmamış gibi davranmaktadır. Oysa ortada iki farklı ve karşıt görüş ve buna bağlı iki farklı karar söz konusudur.
Birinci görüş ve karar, Amerikan emperyalizminin Irak saldırısına katılmak, "savaşanlara yardımcı olmak" ve "tek kurşun atmadan" "avantajlar" elde etmeyi amaçlayan "hükümet tezkeresi"nde ifadesini bulan Genelkurmay görüş ve kararıdır.
İkinci görüş ve karar ise, Genelkurmay'ın görüş ve kararına karşıt olarak, TBMM'nin Amerikan emperyalizminin Irak saldırısından uzak durmak, "savaşanlara yardımcı olmamak" şeklinde özetlenebilecek "tezkere" yi onaylamama kararıdır.
Ancak olaylar bu iki zıt görüş ve kararla da bitmemiştir. TBMM'nin, Irak savaşına katılmayı karar haline getirilmesini içeren "hükümet tezkeresi"ni kabul etmemesine rağmen, 5 Mart günü aynı Genelkurmay Başkanı'nın açıklamasıyla Amerikan askerlerinin Kuzey Irak'a sevkiyatı fiilen başlatılmış ve savaşın başlangıcına kadar sürmüştür.
Şimdi şu sorular yanıtlanmalıdır:
Eğer Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök' ün bugün söylediği gibi, bir kararın doğruluğu "sonradan", "olayların gelişmesiyle" belli oluyorsa, savaş ve muharebe kararları neye göre, hangi ölçülerle alınmaktadır?
Genelkurmay'ın yıllarca değişik düzeylerde ve değişik olasılıklara göre hazırladığı "savaş planları"nın doğruluğu "sonradan" belli olacaksa, bunca hazırlık ve çabaya neden gerek duyulmaktadır?
Bir genelkurmay ya da savaş alanında görevli bir komutan aldığı kararın doğru ya da yanlışlığını "sonradan" görecekse, aldığı kararı neye dayandıracak ve nasıl açıklayacaktır? Bir başka komutanın, aynı zaman diliminde ve aynı savaş alanında farklı bir karar önerisi hangi gerekçe ile reddedilebilecektir? Ve alınan kararın yanlışlığı "sonradan" belli olduğunda, kararı alan komutanın sorumluluğu ne olacaktır?
Burada şirketlerden, holdinglerden ve onların aldığı "yatırım ve atama" kararlarından değil, savaştan, insanların yaşamları ve ölümleri üzerine alınan kararlardan söz edilmektedir. Eğer savaş "bir cinayet" ise, bu cinayeti işleyenlerin sorumluluğundan söz edilmektedir. Hiçbir subay ya da genelkurmay başkanı, "ben karar alırım, doğruluğu sonradan belli olur" diyerek ortaya çıkamaz. Her karar gibi, savaş kararlarının da bir gerekçesi vardır. Bu gerekçeler belirli somut olgulara dayanan mantık ürünleridir. Dolayısıyla alınan bir savaş kararı, somut olgulara (istihbarat, keşif vb. bilgilere dayanan) ve bu olguların değerlendirilmesine (bakış açısına ya da yeni Genelkurmay söylemi ile "felsefeye") bağlı olarak alınır. Alınan karar, pratikte, uygulamada, yani savaş alanında doğru olmadığı, isabetsiz karar olduğu, yani yanlış karar olduğu ortaya çıktığında, kararın kapsamına bağlı olarak verilmiş kayıplar (insan hayatları, askeri malzeme ve toprak) söz konusudur. Bu kayıpların sorumluları da, doğal ve kaçınılmaz olarak, aldıkları karardan dolayı sorumlu tutulacaklardır. Savaşta bu sorumluluk, sorumlu olanların kurşuna dizilmesine kadar uzanan bir dizi cezayı öngörür.
Savaş kararlarının, kararı veren komutanların kurşuna dizilmesine neden olabilecek kadar önemli olmasına yol açan gerçeği ise insan yaşamlarının yitirilmesidir. Hiç kimse insanların yaşamları üzerine "doğruluğu sonradan belli olur" diyerek sorumsuzca kararlar alabilme hakkına ve yetkisine sahip değildir.
Bunlar öylesine açık gerçeklerdir ki, örneğin ünlü Sarıkamış saldırısı kararı veren Enver Paşa, onbinlerce "mehmetçik"in donarak ölmesine neden olduğu için, hem tarih tarafından, hem de askeri açıdan "lanetlenmiştir". Aynı şeyler Osmanlı İmparatorluğunun I. Dünya Savaşına (emperyalistler arası paylaşım savaşı) girme kararı için de geçerlidir.
Ama Genelkurmay Başkanı sıfatını taşıyan Hilmi Özkök'ün "felsefesi"ne göre, Enver Paşa'nın bu kararlar karşısında hiçbir sorumluluğu olmaması gerekmektedir. Çünkü "kararların doğruluğu sonradan, olayların gelişmesiyle belli olur"! Dolayısıyla Enver Paşa da aldığı kararların doğruluğunu önceden bilebilecek durumda değildir, sorumlu tutulamaz!
Böylece Hilmi Özkök'ün "sorumsuz komutanlığı" altında bir savaş mekanizması sözkonusudur. Bu öylesine bir mekanizma haline dönüşmüştür ki, "üniformaları gibi felsefi görüşleri bakımından da tek tip olan" bu silahlı mekanizma içinde alınan kararların hiçbir sorumluluğu ve sorumlusu mevcut değildir. İnsan yaşamları ve ülkenin geleceği üzerine böylesine sorumsuzca karar alabilmeyi bir meziyet, bir felsefe ve mantık haline dönüştüren orduların nasıl bir tehlike oluşturabileceğini tarih sayısız örneklerle ortaya koymuştur.
Kendi söylemleri ile ifade edersek, "TSK'nin iç ve dış tehdit algılamaları"na dayandırılan askeri ve politik kararlarının doğru ve yanlışlığı "sonradan" anlaşılacağı için, ciddiye alınabilecek hiçbir değere sahip değildir. Kendi aldıkları kararların sorumluluğunu taşımayanların ciddiyetinden de söz edilemez. Bu nedenle, Genelkurmay Başkanı sıfatını taşıyan Hilmi Özkök'ün açıklamaları ve görüşleri herhangi bir ciddiyete sahip değildir. Onun tek gücü emir-komuta zincirine kölece bağlı askeri hiyerarşik düzendir. Bu hiyerarşinin en tepesinde bulunanlar her türlü sorumluluktan vareste tutulmuşlardır. Onlar emir verir, astlar uygular. "Sonradan", "olayların gelişmesiyle" emirlerin yanlışlığı ortaya çıktığında ise, sorumlu olanlar, uygulayıcılar yani astlardır. Tıpkı "sosyete fişlemesi" olayında olduğu gibi.
Anımsanacağı gibi, "medya"nın taktığı isimle "sosyetik fişleme", İstanbul/Maltepe II. Zırhlı Tugay Komutanlığı'nın istihbarat çalışmaları çerçevesinde "mülki idare amirliklerine" gönderdiği "bilgi formu"nda "kendini ulusal değerlerin dışında ve üstünde gören AB ve ABD yanlısı kişi ve gruplar" ve "yüksek sosyete" hakkında bilgi toplanması olayıdır. Olayın "medya"ya yansıtılmasıyla birlikte başlayan eleştiriler karşısında Genelkurmay Başkanlığı'ndan yapılan açıklamada "gereğinin yapılacağı" söylenmiştir. Ağustos YAŞ toplantısında II. Zırhlı Tugay Komutanı Tuğgeneral Mehmet Kaya Varol emekliye sevkedilerek "gereği yapılmış"tır!
Bu olayda "kararların yanlışlığı sonradan, olayların gelişmesiyle belli olunca", kararın sorumlusu cezalandırılmıştır. Ama ülkenin savaşa girmesi gibi önemli bir karar söz konusu olduğunda aynı cezalandırma söz konusu olmamaktadır.
Bütün bunlar Genelkurmaya egemen olan "tek felsefe"nin pragmatizm olduğunu açıkça göstermektedir. Bu gerçeği aynı Genelkurmay Başkanı şöyle itiraf etmektedir:
"TSK, tarihi boyunca vazgeçilmez değerleri olan dürüst, pragmatik, çağdaş ve tutarlı çizgisini sürekli olarak muhafaza ederken, değişiklik ve yeniliklerin talep ettiği reformları atılgan bir şekilde kendi içinde yapagelmiştir." (Hilmi Özkök'ün 23 Ağustos 2004 tarihli konuşması)
Bu pragmatik yönetim altında bulunan ordu tümüyle "çıkara" bağlanmıştır. Bu çıkarcı yönetim altındaki ordu ise, insan yaşamlarının "en iyi ihraç ürünü" haline getirilmesinin diğer bir adıdır. Genelkurmay Başkanı'nın sorumluluğu (gerçek anlamda sorumsuzluğu) bir holding sahibinin sorumluluğu ile özdeşleştirilmiştir. Ancak tek farkla ki, yanlış "yatırım kararı" alan bir holding patronu sermayesini kaybederken, yanlış karar alan genelkurmay başkanı yerini ve rütbesini korumayı sürdürmektedir. Bu da "tarihi boyunca vazgeçilmez değerleri olan" darbeci, işkenceci Türk Silahlı Kuvvetleri'nin genelkurmayının insan hayatlarına sermaye kadar bile değer vermediğinin açık göstergesidir.