KURTULUŞ CEPHESİ - Ocak-Şubat 1997
Oligarşinin
Küçük-Burjuva Reformist Aydın "Sevgisi"
Nereden Geliyor?
Son aylarda ülkemizde sınıfsal ve politik iktidar sorunundan soyutlanmış "demokrasi", "temiz toplum", "hukuk devleti", "Kürt sorunun çözümü", "barış" vb. bir dizi kavramların tartışması ve bununla iç içe yürüyen her türlü kavram kargaşası en üst seviyede gündemi belirler olmuştur. Devletin muhtevasına ilişkin fikir veren, bazı ilişkilerin deşifre olmasını sağlayan, kamuoyunda "Susurluk kazası" olarak bilinen kaza da, bu tartışmaların daha da yoğunlaşmasını getirmiştir.
Başta oligarşi ve hükümet içinde yer alan tekelleşememiş burjuva kesimler olmak üzere, küçük-burjuva reformist aydın çevreler de bu tartışmaların belirleyici ve etkileyici özneleri olmuşlardır. Tüm bu sınıf ve kesimlerin ortak özelliği gerçekleri gizlemek olmaktadır.
Yine bu dönemde alternatif maddi bir devrimci gücün ülke gündemini belirleyememesi, başta proletarya olmak üzere, tüm halkın olaylara aktif ve doğru bir biçimde tepki göstermesini de engellemiştir.
Koşulların bu olduğu bir ortamda devrimci potansiyelin etkisizleşmesi ve oligarşi tarafından yedeklenmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Her ne kadar devrimci potansiyelin gelişebilmesi ve maddi bir güç haline dönüşebilmesi açısından olumsuz sonuçlar verebilecek bir süreçten geçiyorsak da, sınıf mücadelesinin kendisi dinamik bir süreçtir. Bu dinamik süreci nesnel olarak ortaya koymak, nesnel sürecin öznelerini doğru biçimde tanımlamak Marksist-Leninistlerin doğru ideolojik yaklaşımları ve eylemi için, her dönem olduğu gibi, bu dönemde de zorunludur.
Oligarşi iktidarını korumak ve sürdürmek için somut koşullardaki gelişmelere bağlı olarak, kendi yasallığı içinde ya da dışında değişik taktik ve girişimlerde bulunmak durumundadır. Bu taktiklerinde değişik sınıfları veya kesimleri ya da güçleri öne çıkarır ya da geriye çekebilir. Ve bu aynı zamanda tüm halkın geleceğini de doğrudan etkileyen sonuçlar doğurabilmektedir.
İşte son aylarda oligarşinin, bazı somut gelişmelerin de etkisiyle, özellikle ideolojik karşı hareketi (bu karşı oluş proletarya ideolojisine olan bir durumdur) sözkonusudur. Oligarşinin bu hareketinde, aynı zamanda onunla birlikte küçük-burjuva reformist aydınlarının da yüksek sesle konuşmaya başladıkları bir dönemden geçiyoruz.
Bu süreçte, küçük-burjuva reformist aydınları sadece konuşmakla kalmamış, bir çok platformda tekelci burjuvazinin gözde simaları ve örgütleriyle kol kola girerek halkın karşısına çıkabilmişlerdir. Oligarşinin en sadık partilerinden ANAP'la "temiz toplum" mitinglerine katılma çağrısı yapan bu kesimler, ANAP'ın tüm yolsuzluklarla dolu eski hükümet dönemini unutturmak istercesine hareket etmektedirler.
ANAYOL hükümetinin gidip REFAHYOL hükümetinin getirilmesi sonucu ANAP'ın tekrar hükümet olma çabaları yoğunlaşırken, bununla bağlantısının da açık olduğu görülen A. Doğan'a ait günlük "Radikal" gazetesi de yayın hayatına başlamıştır. Yine "Radikal" gibi bir "fikir" gazetesi olduğunu ilan eden D. Bilgin'e ait "Yeni Yüzyıl" gazetesi kol kola vererek 10 bin liralık fiyatlarıyla geniş halk kitlelerini çok yönlü olarak etkilemeyi hedeflemektedirler.
Bugün bunlar halka "büyük gazetecilik olayı" olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Ama olayın sadece "büyük gazetecilik olayı" olmayıp, Amerikan emperyalizminin "Demokrasi Projesi" uygulamalarından, oligarşinin her türlü siyasi manevralarına kadar bir dizi olguyu içeren bu olayın, halk kitlelerini ideolojik bombarduman altına almak isteyen yanı devrimciler için açık bir gerçek durumundadır. Halk kitlelerini ideolojik olarak etkilemenin bir aracı olarak bu gazeteler, oligarşinin çizdiği sınırlar içersinde ve oligarşinin izniyle küçük-burjuva reformist aydınları için yeni bir "ekmek kapısı" ve yeni bir kürsü durumundadır.
Küçük-burjuva reformist aydınlarının "aydın"lığına, küçük-burjuvazinin sınıfsal niteliği tarihsel bir gerçek olarak damgasını vurmuştur. Onun içindir ki, küçük-burjuva aydınları ekonomik, toplumsal ve siyasal istemlerini sonuna kadar gerçekleştirme yeteneğinden, yani siyasal iktidar sorunu olarak bu istemleri tanımlamaktan ve bu yönde mücadele etme yeteneğinden yoksundurlar. Ülkemizde, devrimcilerin ve halkın imhası sürerken, küçük-burjuva aydınları, genellikle susmuş ve reformist istemlerden bir adım öteye gitmemişlerdir. Onlara göre, iktidara alternatif değil, muhalif olunur.
Lenin, 1917 Temmuz'unda "Cavacnacyar Hangi Sınıftan Çıkarlar?" başlıklı yazısında durumu şöyle açıklamaktadır:
"Küçük-burjuvazi devrimci proletaryanın ardından gitmeye korkar, ama bu korkunun kendisini burjuvazinin ardından gitmeye mahkum ettiğini de bir türlü anlayamaz... Burjuvazi ile proletaryanın kıyasıya bir sınıf mücadelesine giriştikleri bir çağda, küçük-burjuvazinin sınıfsal tutumunun temeli, olanaksız olanı istemektir, eşdeyişle ortayolu düşlemektir. O ortayol ki, böylesine bir mücadelede asla izlenemez."
Küçük-burjuva reformist aydın çevreler sınıflardan söz etmezler; onun yerine "sivil toplum" ve burjuva ulus anlayışına sığınırlar ya da daha muğlak ifadelerle olayları geçiştirmeye çalışırlar. Halkın imhasına yönelik karşı-devrimci eylemleri bir "ekip"e, "çete"ye bağlar ya da en popüler deyimleriyle "karanlık güçler"dir bunları gerçekleştirenler.
Ülkemizdeki mevcut düzenle sınıfsal olarak da oldukça güçlü olan ilişkilerinin getiridiği yaşam tarzı ve alışkanlıkları (12 Eylül sonrası tüketim mallarının değişiminin de etkisiyle) öyle güçlüdür ki, bugünkü anlayışlarıyla bu kesimler, tek varlık koşullarının birkaç düzenlemeyle bu düzenin olacağını düşünürken, sınıf perspektifinden uzak duruşları, 12 Eylül döneminde sürdürülen terör ortamıyla birlikte proletaryaya da uzak durmaya başlamışlar, oligarşinin bunlar üzerindeki baskısıyla da devrimci mücadelenin meşruiyetini, en azından evrensel insan hakları bağlamında zulme karşı direnme hakkının meşruiyetini bile savunamaz duruma gelmişlerdir. Deyim uygun düşerse, yasallık konumu dışında halkın meşru direnme hakkı bu kesimler için hiçbir şey ifade etmemeye başlamıştır.
Küçük-burjuva reformist aydınlarının bu tutumuna rağmen, proletarya ve onun öncüsü için sorunun özü siyasal iktidar sorunudur. Proletarya, kurtuluşa kadar savaşın sürdürülmesi gerektiğini devrim okulunda ilk ders olarak okumuştur.
İşte küçük-burjuva reformist aydın çevrelerin politikaları, oligarşiden aldıkları icazet ve araçlarla (gazete, tv, dergi, radyo vb.) bir kez daha halkın umutlarını ve düzene karşı tepkilerini oilgarşiye yedeklemeyi sağlayacak yeni araç durumundadır. Böylece 90'lı yılların başlarından itibaren etkisizleşmeye başlayan depolitizasyon uygulamaları (ve dolayısıyla suni denge), daha önce oligarşiye yedeklenmiş kesimlerin kopuşunu getirmekle birlikte, sorunlara sınıfsal perspektiften bakma alışkanlığına sahip olmayan kesimlerin yeniden oligarşiye yedeklenmelerini sağlamakla kalmamış, devrimci alternatif bir gücün maddi olarak mevcut olmayışı nedeniyle, halk kitlelerinin bu ortamda etkisiz ve hareketsiz kalmalarını getirmiştir. Bu da suni dengenin nesnel olarak bozulmaya yöneldiği koşullarda oligarşinin en önemli avantajı olmuştur.
Oligarşi Refahyol hükümeti içinde yer alan tekelleşememiş burjuva kesimlere yöneltilecek kâr transferlerini engellemeye devam ederken, bir yandan da ilerici kesimlerin artan hoşnutsuzluklarını ve eylemlerini her yöntemi kullanarak denetlemek ya da engellemek istemektedir. Her iki amaç için de küçük-burjuva reformist aydınları çok önemli bir misyona sahiptirler. Böylece oligarşi, kendi reformist aydınlarıyla küçük-burjuvaziyi yedekleyerek Refahyol hükümetini "hizaya" getirmeye yönelirken, kendi düzeninin tüm çürümüşlüğü gün be gün ortaya çıktığı bir ortamda, kendisini gizlemeyi hesaplamaktadır. Küçük-burjuva reformistleri, oligarşi için iyi birer sözcü durumundadırlar. Şayet bunlar yeterli olmazsa, İtalya'dan "temiz eller"in ünlü savcısı Di Pietro getirtilerek kendilerinin ne denli "temiz" olduklarını göstermeleri işten bile değildir.
Tüm bu gelişmeler içinde dikkat edilmesi gereken nokta, şüphesiz küçük-burjuva reformist aydınlarının nasıl bu kadar etkili olabildikleri ya da oligarşi tarafından etkili olacaklarının nasıl düşünüldüğüdür.
Bunun bir nedeni, oligarşinin, 12 Eylül'den sonra bu kesimleri yedeklemede gösterdiği başarıdır. Özellikle mevcut küçük-burjuva aydınları, oligarşinin kendi yasal çerçevesi içinde yaşamalarını sağlanarak ve bu alanlarda kendi "geçimlerini" sağlayacak olanaklar sunularak yedeklenmişlerdir. Aynı olanaklar T. Özal'ın "transformasyon" söyleminde ifadesini bulan "döneklik"le yedeklenen eski "sol" aydınlara da sunulmuştur. Ve bu iki kesim, günümüzdeki küçük-burjuva reformist kesimin yapısını oluşturmuştur.
İkinci neden ise, Kürt ulusal hareketinin bu kesimlere yaklaşımındaki pragmatizmdir.
Pekçok sol örgütlenmenin son yıllarda birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da görülen ideolojik zayıflığı da bir diğer neden olarak ortaya çıkmaktadır. Sol örgütlenmelerin pek çoğunun ideolojik-politik yaklaşımlarındaki bu oportünizm ve pragmatizmlerinden bir çeşit referans alan bu küçük-burjuva reformist kesimleri halkın gözünde çok etkili olabilmiştir. Öyle ki, bu kesimlerin etkileri, giderek sol örgütlerin Leninist niteliğini değiştirmeye yönelik dayatmalara kadar varmıştır. Örneğin, devrimci örgütlerin disiplin uygulamalarının bir sonucu olan polisle işbirliği yapanların cezalandırılması uygulamalarına, bu unsurlar "adil yargılanmadıkları"nı söyleyerek karşı çıkmaktadırlar. İşbirlikçilerin düzen tarafından nasıl ödüllendirildiği ve kullanıldığını, yargılamayı kimin nasıl yapması gerektiğini geçiştiren bu kesimler, devrimcilerin yargı anlayışını halkın gözünde olumsuz göstermek için basın toplantıları yapmaktan kaçınmamaktadırlar. Burada sorun, tekil düzeyde ya da şu örgütlenme tarafından gerçekleştirilen cezalandırmaların ne denli "adil" olup olmadığı değildir. Onların yapmak istedikleri, bu tekil olayları kullanarak Leninist örgütlenme anlayışını yeni yetişen devrimci kuşağın gözünde karalamaktır.
Küçük-burjuva reformist aydınlarının yukarda ortaya koyduğumuz bu durumlarının oligarşi tarafından çok iyi tespit edildiği açıktır.
Diğer etkenlerle birlikte, legal alanın sınırları içinde kalmanın avantajlarından da yararlanan bu kesimler, hemen her yerde, işçi sendikaları, insan hakları dernekleri, barolar ve çeşitli meslek örgütlerindeki yönetimlere girerek daha geniş bir propaganda olanağı da bulabilmişlerdir. Buralarda da, özellikle Kürt ulusal hareketinin kısa vadeli "işbitirme" yaklaşımının yarattığı ortam, onlara bu olanakları daha kolay kullanmayı getirmiştir. İşte tüm bu olanaklardan da yararlanarak her yerde "demokrasi", "temiz toplum", "akan kan dursun", "barış", "mafya-siyaset-polis" türünden sloganlarla ortaya çıkmaktadırlar.
Dünya devrimci deneyimlerinin de kanıtladığı gibi, geri-bıraktırılmış ülkelerde, silahlı mücadele verdiğini söyleyen kimi örgütler, o ülke oligarşileriyle çeşitli biçimlerde de olsa, zımni saldırmazlık anlaşmaları yapabilmişlerdir. Ülkemizde de özellikle PKK'nin oligarşiye karşı tavrı, siyasal olarak bu boyuttadır. PKK, sorunu neredeyse sadece "özel savaş aygıtı" ve "savaş ağaları"na indirgeyerek açıklama noktasına gelmiş, hatta daha da ileri giderek, "bakın S. Sabancı bile Kürt sorunu çözülsün diyor" diyerek, oligarşinin tüm bunların sorumlusu oluduğunu adeta unutturmaya çalışmaktadır.
Tüm bunların, Marks'ın "kitlelerin alıklaştırılması" olarak adlandırdığı durumdan hiç bir farkı yoktur.
Sözün özü, devrimciler için sorun ne yalın bir ekonomizmdir, ne de yalın bir "feda ruhu" dur. Sorun, devrimci halk iktidarının kurulması yönündeki mücadelenin sınıfsal karakterinin kavranılmasıdır.
Son yıllarda ortaya çıkan en önemli olgulardan biri de, oligarşinin "demokrasi", "temiz toplum", "Kürt sorunun çözümü" vs. istediği düşüncesinin halkın ve giderek sol örgütlerin bir kısmı tarafından benimsenmesi olgusudur. Bu görüşler daha da yayılarak tüm legal ve düzen partileri tarafından ifade edilir hale gelmiştir. Herkesin "akan kan dursun" istemi (!) bu kadar yinelenirken, neredeyse kanın akmasını isteyenin Zimbabwe devlet başkanı olduğu gibi traji-komik bir noktaya gelinmesi de ülkemizin gerçeklerinden olabilmiştir.
Tüm sömürücü sınıfların istediği gibi, oligarşi de, sömürü için belli bir düzen (istikrar) ister. Bu düzen onun istemlerine göre ülkenin tüm siyasal ve toplumsal yaşantısını (isterse dengesiz olsun farketmez) belli bir uyum içinde tutmasını zorunlu kılar. Bu uyumdan her sapma onu olumsuz etkiler. Ülkemizde iç dinamikle gelişen bir kapitalizm mevcut olmadığından, ülkenin iç dinamikleri emperyalizm tarafından çarptırıldığından, oligarşi, doğal olarak ortaya çıkan siyasal ve toplumsal dengesizliği, suni bir denge kurak "aşar" ve böylece kendi sömürüsü için uygun (uyumlu) ortamı sağlamış olur.
İşte ülkemizde oligarşinin "istikrar" diye ifade ettiği, sömürü çarklarının uyumlu işlemesi esprisi budur. Bu istikrarın güvenliği oligarşinin en temel sorunudur. Silahlı devrim hareketi oligarşinin aradığı bu istikrar için en büyük tehlike durumundadır. Bunun dışında oligarşinin istikrarının temel taşları olan militarizm ve bürokrasinin hükümet değişikliklerinden etkilenmesine tahammülü yoktur. Bu konuda hükümetlere santaj yapmaktan da çekinmezler. Son dönemde Refahyol hükümetinden oligarşinin rahatsızlığının bir nedeni de budur.
İşte oligarşinin tüm ülke sorunlarındaki, yani "demokrasi", "temiz toplum", "Kürt sorununun çözümü" vb. sorunlara ilişkin "çözümü", oligarşinin denetiminin kesin olarak sağlandığı ve sömürüsünün güvence altına alındığı koşulların sürekliliğini ifade eder. Bu durum, oligarşinin sınıfsal varolma sorunudur, kendi doğasıdır. Aksini düşünmek, oligarşinin sınıfsal olarak devrim lehine dönüştürülebilineceğini düşünmektir, kendi kendisini yok edebileceğini düşünmekle eşdeğerdir.
Bütün bunlar ülkemizin gerçeği iken, Marksizm-Leninizm adına, devrimcilik ya da demokratlık adına bu ilişkilere, oligarşi ve onun yönlendirdiği küçük-burjuva reformist aydın kesimlere, tüm bunları yaparken, her ne gerekçe bulunursa bulunsun, sessiz kalan sol örgüt ya da kişiler onların çarpıtmalarına ve halkı sersemletmelesine izin vermiş olurlar.
Marksizm-Leninizmi kendisine eylem kılavuzu almış bir devrimci örgüt başından itibaren oligarşiye ve onun siyasil iktidarına alternatiftir. Bu alternatiflik, başlangıçta, maddi bir güç olarak büyük değildir elbet. Ancak hangi boyutta bir maddi güç olursa olsun, onun ideolojik-politik görüşlerinde ve eyleminin muhtevasında bu alternatiflik mevcuttur, mevcut olmak zorundadır. Kısa vadede kazanç gibi görünen belli gelişmeler, Marksizm-Leninizmi kılavuz edinmiş devrimci örgütün siyasal iktidar hedefinden ve Marksist-Leninist ideolojiden taviz vermesini asla getirmemelidir ve bu asla kabul edilemez. SSCB'nin dağıtılmışlığı koşullarında bu tehlike her zamankinden daha fazla mevcuttur. İdeolojiden vargeçilmesi ölüm demek olduğu gibi, ülkemiz özgülünde "yaşam hakkı en kutsal haktır" demagojisiyle dolaylı olarak Marksist- Leninistlere de yöneltilmiş bir dayatmadır. Bu yönde bir gelişme, sadece devrimci örgütün tasfiyesini değil, aynı zamanda tüm halkın kısa dönemde büyük acılara katlanmasını getirebileceği gibi, geleceğini de çok daha fazla tehlikeye atmayı getirebilecek güçtedir.
Oligarşinin 12 Eylül ile gerçekleştirdiği pasifikasyon ortamı son yıllarda etkisizleşmekte, en azından 80'li yılların ortasındaki gücünden uzaklaşmaktadır. Bu etkiyi tekrar kurabilmek için oligarşi, ilk planda devrimci kadro pasifikasyonuna yönelirken, artan kitle hareketleri karşısında açığa çıkan kendiliğinden kitle hareketlerinin pasifize edilmesine de yönelmektedir. Tüm bu yönelimlerinde oligarşinin pasifikasyonunu örtmek için kullandığı ideolojik söylem ise, "ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü", "terör" olmaktadır. Oligarşinin bu demagojik gerekçelerinin kaynaklığını yapan da, toplumdaki ulusal, dini, mesleki vb. gibi bir dizi farklılıklardır ve bu farklılığa rağmen bireylerin karşılıklı ilişki içinde bulunmalarıdır. Birincisi, halk kitlelerinin birlikte, birleşik hareketini ve örgütlenmesini engellemek için kullanılırken; ikincisi demagojinin etkili olabilimesi için kullanılmaktadır.
"Onlar, devrim mücadelesini engelleyebilmek için her yolu denemektedirler. Bu amaçla her türlü ikincil sorunları öne çıkarmaya çalışmaktadırlar.
İşte oyuna gelinmemesi gereken yer burasıdır.
Sorun, devrim sorunudur.
Sorun, iktidar sorunudur. Sorun, iktidarın hangi kesimlerin değil, hangi sınıfların olacağı sorunudur.
Sorun, demokratik bir toplum yaratma sorunudur.
Sorun, ülkenin bağımsızlığı sorunudur.
Oligarşinin tüm yapmak istedği, kitlelerin dikkatini devrim sorunundan, iktidar sorunundan, demokrasi sorunundan, bağımsızlık sorunundan uzaklaştırmaktır." [1*]
Her ne kadar ulusal, dinsel, mesleki vb. açıdan ülkemizde politize olmaya yatkın kitleler mevcut ise de, bu kitlelerin eylemi açığa çıktığında oligarşinin zor güçleri tarafından kanlı bir şeklide bastırılabildiği birçok kez yaşanmıştır. Her ulustan ve dinden ve de meslekten emekçilerin birlik ve dayanışma günü olan 1 Mayıs, bu yüzden oligarşinin en korkulu günlerinden biri olagelmiştir. Nitekim emekçilerin bu farklılıkları gözetmeksizin diğer toplumsal kesimlerle de biraraya gelebildiği 96 1 Mayıs'ında üç insanın öldürülmesi, geçmişte olduğu gibi oligarşinin tahammülsüzlüğünü bir kez daha göstermiştir.
Bu açıdan bakıldığında da, bu toplumsal farklılıkların peşine takılarak, onların ortak noktalarını ve öncülük sorununu dikkate almadan yayınlanan bildirilerin başına bu farklılıkları öne çıkaran hitap sözcükleri koymak, aynı zamanda emekçi yığınları, soldan bu farklılıklarına göre bölmekten başka bir sonuç vermeyecektir.
Burada devrimci örgütün esas görevi, proletaryanın önder sınıf konumunu tüm halka göstermek ve gerçekleştirmektir. Bu görevin yerine getirilmesi, aynı zamanda, ikincil kimlik ve konumların birbirleriyle olan çatışmalarını ve sorunlarını da çözebilecek niteliktedir. Bu anlamda, doğru ideolojik-politik hat, devrimci örgüt tarafından bir kez belirlendi miydi, tüm sorun, onun pratiğe geçirilmesi noktasından odaklaşır ve burada belirleyici olan kadrolardır.
Kısacası, oligarşi, bir dönem kadro pasifikasyonunu, bir dönem kitle pasifikasyonunu, bir dönem "demokratlık" görünümünü öne çıkartabilir ya da üçünü birlikte kullanabilir. Ama oligarşi, her dönemde sınıfsal olarak devrim güçleri ile karşı-devrimci güçleri ve bunların hareketlerini gizleyerek, devrimci potansiyel güçleri ideolojik olarak saptırmayı ya da hareketsiz kılmayı, halkın mevcut düzene karşı tepkilerini yine kendi içinde ortaya çıkardığı siyasal örgütlenmelerle kendi yönüne kanalize etmeyi gündeme getirmektedir ve getirecektir de. Son yöndeki hareketinin en tipik ifadesi, "sivil toplum" söylemiyle ortaya sunulan bireyselleşmiş bireylerin faaliyetleri olmaktadır.
Bu bireyselleşmiş bireyler ya da küçük-burjuva reformist aydınları, oligarşiye, gerçekleştirmesine izin verebileceği birkaç anayasal düzenlemeyle, devlet aygıtı içindeki birkaç faşist kadronun tasfiye edilmesiyle toplumsal istikrarı sağlayabileceğini söylemektedirler.
Bu gelişmelere PKK'nın sessiz kalması ya da onaylar yönde beyanlarda bulunması, yukarda ortaya koyduğumuz yöndeki gelişmeleri hızlandırmış ve kitlelerde belli beklentiler ortaya çıkarmıştır. PKK'nin oligarşi ile uzlaşma ve anlaşma yönündeki hareketinin, giderek kendi ideolojik belirlemelerini ve ilkelerini ortadan kaldırmasına kadar ulaşmış olması, TDKP'den KSD'ye ve DY'ye kadar 1980 öncesinin "sol-radikal" örgütlerin legalize olmasıyla birleşerek, tüm sol örgütlere yönelik bir değişim dayatmasının yaygınlaşmasını getirmiştir. Bu yöndeki dayatmalar, yoğun bir ideolojik propaganda paralelinde sürdürülen polis operasyonlarıyla fiili bir yönlendirmeyle tamamlanmaktadır.
Burada kesinkes unutulmaması gereken nokta, devrim mücadeleleri açısından bu tür gelişmelerin yeni olmadığıdır. Öyle ki, devrimci mücadelenin rotasını çarptırmak ve hedef şaşırtmak için her yol denenmiştir ve denenmektedir. Devrimci mücadelenin büyük darbeler aldığı dönemler sonrasında oligarşinin terörüyle paniğe kapılan pekçok küçük-burjuva aydını, değişik yöntemlerle oligarşiye yedeklenmişlerdir. Bu yedeklenmede, oligarşinin kendi icazetiyle, izniyle yaşattığı "sol" örgütlenmeler önemli yere sahiptir. Bu örgütlenmenin niteliğini ve nasıl satın alındıklarını Latin- Amerika ülkelerinde sıkca rastlanılmaktadır:
"(Bu partiler) biraz öğrenci ve işçi sınıfının pek azı tarfından takip edilen şehirle entellektüellerden ibarettir, profesyonel politikacılar tarafından yönetilirler ki, onlar hizmetleri para karşılığında değil, kapalı toplantılar yapabilme, haber bülteni veya sanat gazetesi çıkarmak ve sendikalarda bir kaç köşeyi tutma izni gibi küçük politik iltifatlar karşılında kiraya verirler. Bunlar para için her şeyi yapan insanlar değildir. Onların çürümüşlüğü daha gizlidir. Onlar para ile değil, fakat sadece onların ve takipçilerinin, proleteryanın insanlığın kurtuluşu için verdiği mücadelede önder olabildiği hayalini yaşatacak asgari şartlar temin edilerek satın alınabilirler." [2*]
Oligarşinin iktidarına alternatif bir devrimci halk iktidarının kurulması yönündeki devrim mücadelesi, ülkenin her yerinde devrim ve karşı-devrim güçlerini ve dinamiklerini etkileyecek şekilde yürütülmek zorundadır. Bu savaş, politikleşmiş bir askeri savaş olmak durumundadır. Bu savaşta, küçük-burjuva reformist aydın kavrayışına ve bunun getirdiği tereddütlere yer yoktur. Bu savaşın önder gücü proletaryadır ve proletaryanın ideolojisi, her türlü oportünizme, revizyonizme ve reformize kapalıdır.
Tüm bu gerçekler unutulduğu zaman oligarşi doğan boşluğu doldurmakta tereddüt etmemiştir ve de etmeyecektir. Oligarşi, küçük-burjuva reformist aydınlar kanalıyla "demokrasi", "temiz toplum", "barış" özlemleri içinde olan halkın yasal sınırlar içinde kalmasını sağlayarak ve bunun için kendi icazetiyle yaşattığı "sol" görünümlü reformist partileriyle tepkileri pasifize ederek kendi düzen sınırları içinde tutmaktadır. Silahlı mücadeleyi yanlış kavrayışların ortaya çıkarmış olduğu pratik ve kitle pasifikasyonu (oligarşinin zor güçlerinin yarattığı korku ve panikle birlikte) bu sonucu neredeyse "kaçınılmaz" hale getirmektedir.
Unutulmamalı ki, oligarşik diktatörlüğün bu taktikleri, ne ilktir, ne de son olacaktır. Küçük-burjuva reformist aydınların anlamak istemedikleri bu gerçekler, soldaki oportünizm ve pragmatizmle birleşerek daha uzun bir süre etkili olabilecektir.
Evet, son aylarda ülkemizde küçük-burjuva reformist aydınların oligarşinin sunduğu her türlü olanaktan yararlanarak, geniş halk kitlelerini ideolojik olarak etkilemesinde önemli ilerlemeler gösterdiği gözlenilmektedir. Aynı şekilde, Marksizm-Leninizm adına bu kesimlere karşı tutum ve yaklaşımlardaki olumsuzlukların ve yetersizliklerin sonuçları da gözlenmektedir.
Bugün ülkemizde, proletaryanın önderliğinde halkın devrimci mücadelesinin her cephede verilmesiyle, demokratik halk devrimi programı, ülkemizde yaşanan tüm bu kavram keşmekeşini de, küçük-burjuva reformist çarpıtma ve çıkmazları da ortaya koyup aşabilecek tek yoldur. Böylesi bir gelişme, sınıfsal ayrışmayı gerçekleştirerek, oligarşinin tecrit edilmesini de sağlayacaktır.
Ülkenin her yerinde soyut kavramlar tartışılıyor diye, hatta dünyada sınıflar üstü demokrasi hakim diye, kısacası çoğunluk böyle istiyor diye, bilimsel kurallar değişmeyecektir. Demokratik Halk Devrimi Programı, Marksizm-Leninizmin kılavuzluğu altında ve dünya devrimci deneyimleri üzerinde yükselmiş bilimsel bir programdır. Ama Marksist-Leninistler, yaşanılan somutluk içinde dünyayı değiştirme eylemi içinde bulunan devrimciler olarak, gelişen her olayı ve sorunu, Marksizm-Leninizmin kılavuzluğu altında tahlil etmeleri, yorumlamaları ve kendi değiştirme eylemine yansıtmaları günümüzün en önemli faaliyetinden birisi olmaktadır.
Bizler biliyoruz ki, devrimci pratik faaliyet, belki aylarca, hatta yıllarca belli bir düzeyde sürdürülmek zorunda kalabilir. Hemen harekete geçelim, hemen kitleselleşelim türü gerekçelerle, devrimci teoriye gerekli önem verilmez ise, teoride yapılacak en küçük bir hata gelecek tüm süreci belirleyecek sonuçlar ortaya çıkarabilecektir.
Ne istiyoruz? Ne yapıyoruz?
Bizler açısından bu sorunun yanıtı yıllar önce açık bir biçimde verilmiştir. Ancak birilerinin bir kez da geriye dönerek, bu soruları kendine sorması artık bir zorunluluk olmuştur.
Dipnotlar
1* THKP-C/HDÖ-ATK 7 Nolu Açıklaması
2* R. Gott: Guerilla Movements in Latin America, s: 21. Akt. Türkiye Devriminin Acil Sorunları , s: 127