"Türk Silahlı Kuvvetleri'nın görüşü, hükümetle aynıdır ve hükümetin Yüce Meclisimiz'e sunduğu tezkerede yansıtıldığı gibidir.
Şu bir gerçektir ki, Türkiye savaşı tek başına önleme olanak ve yeteneğine sahip değildir. Ama biz, hesabımızı savaş çıkmayacak varsayımına dayayamayız. Bu hususta seçeneğimiz maalesef iyi ile kötü arasında değil, kötü ile daha kötü arasındadır. Ya tamamen dışında kalacağız ya da savaşanlara yardımcı olup sürece katılacağız. Hiç katılmamakla savaşın aynı zararlarını göreceğiz. Fakat zararımızın telafi edilmesi ve savaş sonrasında söz sahibi olmamız asla mümkün olmayacaktır. Şayet savaşanlara yardımcı olursak zararımızın bir kısmı telafi edilebilecek.
Kuzeyden cephe açılacağı için savaş kısa sürecek, acılar azalacak, beklenmedik gelişmeler olmayacak ve daha az insan ölecekti diye düşündük. Bir tek kurşun atmadan görevimizi tamamlayarak dönecektik. Beklenmeyen gelişmelere müdahale zorunda kalırsak savaşanlar karşı çıkmayacaklardı. Bütün bunlar ve diğer hususlar bir belgeye bağlandı, nispeten garantiye alındı.
Ekonomik yardım, yapacağımız işbirliğinin bir bedeli olarak değil, savaşanların bize verecekleri zararın hiç olmazsa bir kısmının telafisi için istendi. Yoksa oraya yapacağımız yardımların bedelinin peşinde olunmadı.
Meclis ulusun temsilcisidir. Egemenlik, kayıtsız şartsız ulusundur. Bu karara sadece saygı duyuyoruz. Bütün dileğim, savaştan kaçınmak için seçtiğimiz hareket tarzının bizi, savaşanları da karşımıza alarak bazı hareketler yapmak zorunda bırakmamasıdır."
(Genelkurmay Başkanı Özkök'ün 5 Mart 2003 tarihli konuşması)
Adının başında "Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni" değil, "Orgeneral ve Genelkurmay Başkanı" sıfatı bulunan Özkök, 1 Mart günü TBMM'de savaş tezkeresinin[1*] kabul edilmemesi üzerine yaptığı açıklamada bunları söylemiştir. Böylece bir kez daha Genelkurmay devreye girerek, "politika"nın asli unsuru olduğunu ortaya koymuştur.
"Orgeneral ve Genelkurmay Başkanı" sıfatlı Özkök, bu açıklamasıyla, Amerikan emperyalizminin 62 bin askeri ile 255 uçak ve 65 helikopterinin Türkiye üzerinden Irak'a saldırması için "yeşil ışık" yakmıştır. "Medya" diliyle ifade edersek, Özkök, "kuzey cephesi"nin açılması için gerekli "yasal prosedür"ün, yani formalitelerin yerine getirilmesini istemiştir.
İşte bu açıklamayla birlikte, ülkemizdeki siyasal iktidar, millet meclisi, devlet, hükümet, anayasa gibi tüm kurum ve kavramlar hemen bir yana itilmiş ve Amerikan askerlerini ve silahlarını taşıyan gemiler İskenderun limanına yanaşarak "yüklerini" boşaltmaya başlamıştır. Sabah gazetesinin 7 Mart tarihli başlığında ifade edildiği gibi, "Kuzey cephesi" fiilen açılmıştır.
O andan itibaren İskenderun limanına indirilen ve Mardin-Silopi'ye giden Amerikan askerlerinin ve araçlarının görüntüleri günlük haberler haline gelmiştir. TBMM'de "tezkere" kabul edilmemiş olmasına rağmen, yani "yabancı silahlı kuvvetler unsurlarının" ülkeye girmesi ve konuşlanması kabul edilmemişken, Amerikan askerlerinin ve araçlarının Türkiye toprakları üzerinde istedikleri gibi hareket etmeleri, Türkiye'de, anayasanın ve anayasada ifadesini bulan "kurumlar"ın hiç bir anlamının olmadığını (bir kez daha) açıkça göstermiştir.
Şüphesiz ulusal meşruiyeti kendi anayasasından ve meclisinden alamayan Türk silahlı kuvvetlerinin "saygıdeğer, anlı ve şanlı" generallerinin, uluslararası meşruiyeti Birleşmiş Milletler'den alamayan Amerikan emperyalizmiyle açık işbirliği sergilemesine kimse şaşırmamıştır. Amerikan emperyalizminden aldıkları icazetle askeri darbe yapmaya alışmış bir ordudan daha farklı bir tutum beklenilemeyeceği de ortadadır.
Ve Türkiye adının başında Orgeneral ve Genelkurmay Başkanı sıfatı bulunan Özkök' ün 5 Mart tarihli açıklamasından Amerikan emperyalizminin Irak'a resmen saldırıya geçtiği 20 Mart gününe kadar anayasanın askıya alındığı bir dönemi yaşamıştır. Bir başka deyişle, 5 Mart tarihinden itibaren Türkiye, fiilen askeri yönetim altına girmiştir. 20 Mart günü TBMM'de "ikinci tezkere"nin kabul edilmesiyle birlikte, fiili askeri yönetim, biçimsel olarak, "anayasal" çerçeveye oturtulmuştur.[2*]
Yıllar boyu "Atatürkçü", "Atatürk milliyetçisi" olmakla övünen, "Atatürkçülük" adına askeri darbeler yapan, milyonlarca vatandaşını işkenceden geçiren, ülkenin bağımsızlığı için savaşan devrimcileri katleden "Türk" silahlı kuvvetleri, "aziz vatanın kalelerinin zaptedilmesini, bütün tersanelerine girilmesini, bütün ordularının dağıtılmasını ve memleketin her köşesinin bilfiil işgal edilmesini"[3*], genelkurmay başkanının açıklaması ile, "cebren ve hile ile" kabul etmiştir.
12 Eylül darbesiyle yaptırdıkları kendi anayasalarını bile kolayca bir yana itebilen bir gücün meşruiyetinden, yasallığından sözetmek olanaksızdır. Bu koşullar altında, hiç kimsenin yasalardan, yasallıktan, yasal mücadeleden söz edemeyeceği de açıktır. Ülkenin fiilen işgal edilmesine onay veren bu güce karşı direnmek ve bu işgali fiilen ortadan kaldırmak ise, sözcüğün ulusal ve tarihsel anlamıyla meşrudur.
21 Mart tarihinde çıkartılan ve Amerikan emperyalizmine "hava sahasını kullanma izni" veren İkinci "tezkere"nin TBMM'de onaylanması, bu gücün gayri meşruluğunu ortadan kaldırmamıştır. Sadece "millet meclisi" adını taşıyan kurumun bu gayrı meşruluğa onay vermesi anlamına gelmektedir.
Diğer yandan, adının başında Orgeneral ve Genelkurmay Başkanı sıfatı bulunan Özkök'ün 5 Mart tarihli açıklaması, aynı zamanda, "medyatik" Özkök'ün sözcülüğünü yaptığı zihniyetin ve ideolojinin üniformalı ifadesidir.
Üniformalı Özkök, "ya tamamen dışında kalacağız ya da savaşanlara yardımcı olup sürece katılacağız. Hiç katılmamakla savaşın aynı zararlarını göreceğiz. Fakat zararımızın telafi edilmesi ve savaş sonrasında söz sahibi olmamız asla mümkün olmayacaktır. Şayet savaşanlara yardımcı olursak zararımızın bir kısmı telafi edilebilecek, Kuzeyden cephe açılacağı için savaş kısa sürecek" diyerek "savaşanların" yanında saf tutulması gerektiğini söylerken, "Bu savaş mümkün olduğu kadar kısa sürede bitsin ve ABD duruma hákim olsun" diyen "medyatik" Özkök'le aynı düşünceye sahiptir.[4*]
Düne kadar Amerikan emperyalizminin dünyaya egemen kılacağı "demokrasi"den, "ekonomik refahtan" söz eden "medya"nın ünlü E. Özkök, M. Ali Birand, Güneri Civaoğlu gibi "globalizm" propagandistlerinin, bugün "savaştan" ve "savaş rantlarından" söz ederken sergiledikleri pişkinlik ve yüzsüzlük, üniformalı Özkök'ün dilinde "savaşanlara yardımcı olmak" haline dönüşmüştür.
Anımsanacağı gibi, 1990 sonrasında "ulusal devletler"in öneminin kalmadığını, "ulusal bağımsızlığın" yerini "ulusalararası bağımlılığın" aldığını söyleyen "globalizm" yandaşları, bu dönemde Türkiye'nin "soğuk savaş" dönemindeki "jeo-politik" önemini yitirdiğini, dolayısıyla Amerikan emperyalizminin bölgesel çıkarlarının korunmasında hizmet görecek bir "bölgesel askeri güç" olarak yeniden önemli bir "stratejik ortak" haline gelinebilineceğinin teorisini yapmışlardır. TÜSİAD'ın açıkça ifade ettiği bu "bölgesel güç" teorisi, Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi olmayı sürdürebilmenin tek yolu olarak görülmektedir.
Onlara göre, Amerikan emperyalizminin "yeni dünya düzeninde" Orta-Doğu'da bir dizi askeri müdahalede bulunması kaçınılmazdır, ancak Amerikan kamuoyu bu askeri müdahalelerde "kayıp" verilmesini istememektedir. Onların bu "hassasiyetini" gözeterek, onlarla ya da onlar adına askeri müdahalelere girişerek "soğuk savaş" dönemindeki "jeo-politik" konum yeniden kazanılabilecektir.
İşte bu mantıkla, Amerikan emperyalizminin her türlü askeri saldırısına katılmayı "birinci vazifesi" olarak ilan eden oligarşi ve onun silahlı kuvvetleri, bu yolla elde edileceği umulan ekonomik ve askeri çıkarların peşine düşmüştür. Irak savaşında Amerikan emperyalizminin yanında savaşa girerek, üniformalı Özkök'ün ifadesiyle "savaşanlara" yardımcı olunduğu ölçüde Irak'ın yağmalanması için kurulacak "masada" yer alınacağı hesabına girmişlerdir.
Küçük işbirlikçi kafalar, "globalizm" diye diye "global" gelişmeleri bile göremeyecek kadar körleşmişlerdir. Yıllarca propagandasını yaptıkları "somut bugün"de yaşayarak, dünü ve yarını unutmuşlardır. Savaşın, politikanın şiddet araçlarıyla sürdürülmesinden başka bir şey olmadığını bile anımsayamayacak kadar hafıza kaybına uğramışlardır. Bu nedenle, "savaştan sonra" kurulacağını zannettikleri paylaşım "masası"nda yer alarak kapacakları kırıntıların hesabına başlamışlardır.
Oysa ki, Yugoslavya'nın parçalanması ve Afganistan'ın işgalinde yaşadıkları gibi, hiç de ortaya "masa" kurulmamaktadır. Paylaşım hesapları, her zaman olduğu gibi, savaştan çok önce yapılmakta ve "kapalı kapılar ardında" kimin ne alacağı saptanmaktadır. "Bir solucan bulunca sevinen"[5*] bu darkafalılar, Irak saldırısından birkaç gün önce yapılan Azor "zirvesi"nin ne anlama geldiğini bile anlayamayacak kadar kördürler. Üniformalı Özkök'ün sözüyle "savaşanların" safında yer alan Avustralya'nın bulunmadığı, "savaşanlar" yanında yer almayan İspanya'nın, Amerika ve İngiltere'nin yanında üçüncü ortak olarak ortaya çıktığı "Azor zirvesi"nde savaş kararı alınmasıyla bile uyanmamışlardır. Onlar hâlâ kurulacağını varsaydıkları "masa"nın hayali peşinde koşmaktadırlar.
İşte dünyadaki gelişmelerden bihaber aptalca teorilerle kamuoyunu yönlendirmeye çalışanlar, üniformalı Özkök'ün "vize"sine rağmen, Kuzey Cephesi'nin açılmasını sağlayamamışlardır. Amerika'nın vereceğini söyledikleri 30 milyar dolarla kamuoyunu kendi yanlarına çekmeye çalışırken, Amerika'nın "B planı" olduğunu, Kuzey Cephesi'nin açılmasına izin verilmediği takdirde bu planın yürürlüğe sokulacağını ve sonuçta 30 milyar dolardan olunacağı propagandasına başlamışlardır. Ve sonunda ikinci "tezkere" yi meclisten geçirterek hava sahasının Amerikan saldırganlarına açılmasını sağlamışlardır. Bu andan itibaren, savaşın ilk gününü birkaç Tomahawk füzesi atmakla geçiren Amerikan emperyalizmi Irak'a yoğun hava bombardımanına başlayabilmiştir. Artık "tezkere"nin kabul edilmesi için propaganda yapan, "medyatik" olsun olmasın tüm Özkökler, isteyerek ya da kerhen "tezkere" ye oy vermiş olan tüm milletvekilleri ve "tezkere"nin kabul edilmesiyle sevinç çığlıkları atanlar Bağdat'ta Amerikan emperyalizminin B-52'lerinin bombardımanı ile ölen her insanın hesabını vermek durumundadırlar. Onları üniformaları ve "medya"ları kurtaramayacaktır.