Bugün, hiç tartışmasız Türkiye çok ciddi bir ekonomik darboğaza girmiştir. "Kırılgan beşli" ya da "kırılgan sekizli" içinde yer alsın, her durumda "dış alem"deki olumsuzluklar Türkiye ekonomisini uzun yıllar etkileyecek bir ekonomik krize sürüklemek üzeredir.
"Dış alem"den gelen kriz koşullarında ya da krizin ayak sesleri duyulduğunda (dışa bağımlı ekonomilerin yazgısıdır bu) yapılabilecek olanlar da sınırlıdır. Bir taraftan yıllar içinde birikmiş olan dış borçların çevrilebilirliği, yani faiz ödemelerinin düzenli olarak yapılması ve borçların yenilenmesi sorunuyla karşı karşıya kalınır, diğer yandan varolan ekonomik ilişkilerin sürdürülebilmesi için gerekli yeni "dış kaynaklar" ("taze para") bulunması sorunu ortaya çıkar. Her durumda dışa bağımlı ülkenin "dış alem"den gelecek olan dövizlere gereksinimi vardır. Bunlar da, ya uzun vadeli kurumsal borçlanma yoluyla ya da kısa vadeli "sıcak para" girişiyle sağlanabilir. Birincisi, yani uzun vadeli kurumsal borçlanma, doğrudan IMF düzeyinde yapılacak "stand-by" anlaşması ile olanaklıdır. İkincisi ise, "sıcak para"ya verilecek faizlerle ilgilidir.
Ekonomi ne kadar fazla dövize gereksinme duyarsa, "sıcak para"nın talep ettiği faiz oranı da o ölçüde artar (arz-talep yasası). Döviz ihtiyacının yüksek faizle temin edilmesi, doğrudan ülke parasının değerine ve kamu bütçesine yansır. Kamu bütçesine yansıyan yüksek faiz oranı, bütçede faiz giderlerinin artmasına yol açar. Bütçe açığını kapatmanın tek yolu da yeni vergiler konulmasıdır.
Kaçınılmaz olarak artan vergiler tüketici kitlelerinin alım gücünü azaltır, dolayısıyla iç talep daralır. Öte yandan yüksek faiz oranları bireysel ya da kurumsal kredilere yansır. Kredi maliyetleri artar. Bu da fiyatlara yansıyarak bir kez daha iç talebin daralmasına yol açar. İç talebin daralması "reel sektör"e yansıyarak üretimin azalmasına, pek çok işyerinin kapanmasına ve sonuç olarak işsizliğe neden olur. Bu da iç talebi daha da azaltır. İç ticaret, daralan talebin etkisiyle azalır ve ticari kârlar, hem oransal olarak, hem de miktar olarak azalır.
Ancak dışa bağımlı, yani tüm iç tüketimini neredeyse ithal mallarla karşılayan bir ülkede iç talebin daralması ister istemez cari açığın küçülmesine, dolayısıyla da ülkenin döviz gereksinmesinin azalmasına yol açar. Böylece ülke ekonomisi giderek daha alt düzeyde de olsa yeni bir denge noktasına ulaşır. Bu da ekonomik krizden küçülerek çıkılması demektir.
Ama AKP iktidarını tüm bunlar ve kapitalist dünya ekonomisinin işleyişi hiç ilgilendirmemektedir. Onlar için, varsa da, yoksa da, iç talebi canlı tutmak, tüketimi artırmak ve böylece ticareti büyütmektir. Şüphesiz tümüyle ithalata bağımlı olan iç talebin artırılması demek cari açığın artması demektir. Dünya kredi hacmindeki daralma koşullarında cari açığın finanse edilemez hale gelmesine yol açar. Diğer bir ifadeyle, cari açığı finanse edebilmek için yüksek faizle dış borçlanmaya gidilmesi zorunlu hale gelir. Bu da, bir kez daha kurların yükselmesine yol açar. Kurların yükselmesi ithal ürünlerinin fiyatlarının artmasına, dolayısıyla enflasyonun yükselmesine ve sonuçta iç talebin daralmasına neden olur. İç talepteki daralma da, üretimin düşmesi, işsizliğin artması ve tüketicilerin vergi yükünün büyümesi demektir. Böylece bir kez daha başa dönülmüş olunur.
Bugün AKP'nin yapmaya çalıştığı şey, seçimlere kadar kurlarda meydana gelen yükselişin fiyatlara yansımasını (enflasyon) engellemekten ibarettir. Bu yüzden Merkez Bankası'nın doğrudan dolar satarak piyasalara müdahale etmesi de, 29 Ocak gece yarısı faizleri "beklenmedik" oranda artırması da bu amaca yöneliktir.
Feodal-tacir zihniyetine sahip AKP'nin anlayamadığı şey, ekonominin tüm işleyiş kuralları ve mantığının kapitalist nitelikte oluşudur.
Kapitalizm koşullarında kâr oranları herşeyin başı ve sonudur. Kapitalist (ister sanayici kapitalist olsun, ister para ticareti yapan kapitalist olsun) her zaman yüksek ve daha yüksek kâr oranı sağlamak yönünde hareket eder.
"Sermaye, kâr olmadığı zaman ya da az kâr edildiği zaman hiç hoşnut olmaz, tıpkı eskiden doğanın boşluktan hoşlanmadığının söylenmesi gibi. Yeterli kâr olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir yüzde 10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin %20, iştahını kabartır: %50, küstahlaştırır; %100, bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; %300 kâr ile, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kâr getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler." (T. J. Dunning. Akt. Marks, Kapital I, s. 779.)
Faiz ise, Marks'ın tanımıyla, "kökeni bakımından, faal kapitalistin, sanayicinin ya da tüccarın, kendi sermayesi yerine borç alınan sermayeyi kullandığında, para-sermaye sahibine ve onu ödünç verene ödemek zorunda olduğu kârın, yani artı-değerin yalnızca bir parçası(dır)." (Marks,
Kapital III, s. 325.) Bu parça ne kadar büyük olursa, kâr o ölçüde azalır. Bu nedenle faizlerin yükselmesi, kredi kullanan sanayici ve tüccarın ("reel sektörün") kârlarının daha büyük bir bölümünü para-sermaye sahibine ("finans kuruluşları"na) aktarması demektir. Bunun tersi de geçerlidir. Doğal olarak, her zaman daha yüksek (azami/maksimum) kâr peşinde koşan sanayi ve ticaret sermayesi ile bu kârdan faiz olarak pay alan para-sermaye arasında bir çelişki ortaya çıkar. Bu çelişkide, kendi öz sermayesi olmayan sanayi ve ticaret sermayesi açısından faiz,
kendisinin kârından alınan "haraç" olarak da görülebilir.
İşte AKP'li "iş dünyası"nın zihniyet dünyasında faiz karşıtlığı böyle ortaya çıkar.
Gerçekte ise, faiz, öz sermayesi olmayan sanayici ve tüccarın kâr edebilmek için sahip olması gereken sermaye (borç para ya da kredi) karşılığında ödenen bir paydır, "gelir ortaklığı"dır. Bu ortaklıkta, ortakların hangi oranda kârı bölüşecekleri "serbest piyasa" kurallarına göre belirlenir. Bu da arz ve talep yasasına göre biçimlenir.
Eğer piyasalarda borç verilebilir sermaye (para) çoksa, yani para arzı fazlaysa, talep sabit olduğu koşullarda (ya da arza göre daha azsa) faizler düşük olur. Eğer para arzı sabitse (ya da talebe göre daha azsa), kredi talebi arttıkça faizler de yükselir.
Düne kadar, FED'in "3. parasal genişleme" politikasına son verme kararına kadar, dünya çapındaki para-sermaye hacmindeki (para arzı) büyük artışın doğal sonucu olarak faiz oranları olabildiğince düşük olmuştur. Şimdi ise, bu para arzı azalmaktadır ve sonuçta talep aynı kaldığı ya da arttığı koşullarda faiz oranlarının yükselmesi kaçınılmazdır.
Öte yandan cari işlemler açığı veren ve bu nedenle "dış kaynağa", yabancı para-sermayeye gereksinmesi olan ülkeler açısından, gereksinmenin büyüklüğüne (talep miktarı) ve aciliyetine (kısa vadeli oluşuna) bağlı olarak değişken faiz oranları söz konusu olur. FED politikaları sonucunda dünya kredi hacmindeki genişleme faiz oranlarının düşmesine yol açtığı gibi, daralması da faiz oranlarının yükselmesine yol açar.
Kapitalist sistemde tüm bu kâr-faiz ilişkisi, doğal kabul edilen ve karşılıklı çıkara dayanan bir ilişkidir. Recep Tayyip Erdoğan'ın çok sevdiği sözle, "
win-win" ilişkisidir. Sanayici ve tüccar, kendi öz sermayesi, yani kendisine ait bir sermayesi olmadığı için borç (kredi) alır. Aldığı borç para (kredi) ile sanayici üretimi gerçekleştirmek için gerekli metaları, tüccar ise satışından kâr elde edeceği malları alır. Bu borç para (kredi) olmadığı koşullarda ne sanayici, ne tüccar tek kuruş kâr elde edemez. Bu bilindiği için, kapitalist sistem içinde "kapitalist zihniyet" hiçbir zaman kredi karşılığında ödediği faizi kendisinden alınan "haraç" olarak görmez.
AKP (ya da "islamcı") zihniyetine göre, faiz "haraç"tır, haraç olduğu anlamda da "haram"dır. Çünkü para-sermaye, sadece basılı kağıt parçalarını ona-buna vererek, helal kazançtan faiz adı altında "haraç" almaktadır. Para üzerinden para kazanmaktadırlar ve bu kazançlarında hiçbir "alınteri" yoktur! Kendi zihniyet dünyalarında "alınteri" dökülmeden kazanılan her şey "haram"-dır!
Onların ideali, cimri Yahudi tüccardır. Bunun yerli dildeki karşılığı "Kayserili tüccar" olmaktadır. Cimri Yahudi tüccar gibi, önce kendi parasıyla bir sandık limon almalıdır. Ardından bu limonları satarak elde ettiği parayla iki sandık limon alıp satmalıdır. Bunu başarabilmesi için, yapacağı tek şey cimrilik yapmaktır, yemeyip-içmeyip kazandığını biriktirmeli ve yeniden ticarete yatırmalıdır. Böylece "allah yürü ya kulum" dediği sürece, limon sandıklarının sayısı artacak, bizim cimri Kayserili tüccarın satışı ve geliri yükselecektir. Bir sandık, on sandık, yüz sandık derken, giderek kamyon dolusu, TIR dolusu limon alıp-satmaya başlayacaktır. Kamyonları kamyonlar, TIR'ları TIR'lar takip edecek, kazanç (kâr) giderek büyüyecek ve nihayetinde başka alanlarda faaliyet gösterecek kadar parası (sermayesi) olduğunda şirketleşecek, ardından da holding haline gelecektir.
Bütün bunları yaparken feodal-tacirimiz, hiçbir biçimde kredi kullanmadığından hiç kimseye de faiz ödememiş olacaktır. Burada bu feodal-tacirin limonlarını satın alanlar da, kendi "alınteri" ile çalışıp kazanan insanlardır. Dolayısıyla onların paraları "helal"-dir. Böylece "helal" limonlar, "helal" para sahipleri tarafından satın alınarak feodal-tacirin zenginleşmesini sağlamış olacaklardır.
Buraya kadar herşey "din"e uygun görünmektedir. Ama ne yazık ki, sistemin adı kapitalizm ve işleyişi de "serbest pazar ekonomisi"dir. Bu sistem içinde limon satarak birisinin zengin olduğunu gören ve kendisinin de bu yolla zengin olabileceğini düşünen bir başka "Kayserili" çıkabilir. O da birincisinin yolundan gider. Bir sandık limon alır, satar... Böylece "piyasa"da limon satanların sayısı birden ikiye, satılacak limonların miktarı iki katına çıkar. Yani limon arzı artmıştır. Eğer piyasada limona olan talep artmamışsa, yani aynı kalmışsa, bu durumda limonların fiyatı düşer. Her iki limon tüccarı da fiyatlarını düşürmek zorunda kalır. Bunun sınırı ise, limonların alış fiyatıdır. Limonların satış fiyatı alış fiyatının altına düştüğü andan itibaren, her iki limon tüccarı da zarar eder. Bir süre cimrice harcamayıp biriktirdikleri paraları zararı telafi etmek için kullanırlar. Şirketleşme, holdingleşme, zengin olma "hayal" haline gelir.
Aynı durum banka kredisi kullanan limon tüccarı için de geçerlidir. Diğerlerinden tek farkı, limonları satın almak için kredi kullanması ve bunun karşılığında belli oranda faiz ödemesidir. Dolayısıyla bunun kâr marjı diğerlerinden daha azdır ve zarar ettiğinde krediyi ödeyemez hale gelir. Böylece kredi veren banka parasını alamaz ve kendi hesabına zarar yazar. Bu da bankaların "kredi riski" dedikleri durumdur.
Bu limon ticareti yoluyla zenginleşme "modeli"nde bir eksik nokta vardır: Limon tüccarları aldıkları limonları
alış fiyatının üstünde satarak kâr ("helal kazanç") elde etmeleridir. Burada limon üreticisinin geliri her durumda limon tüccarından daha az olmaktadır. Limon üreticisinin kendi "alınteri" ile, "emeği" ile ürettiği limonları daha yüksek fiyattan satan birileri bu işten kâr etmektedirler ve bu kâr da "helal kazanç" olarak kabul edilmektedir. Öte yanda, limon alıcısı da, gerçek üretim fiyatının üzerinde bir pay ya da "haraç" ödeyerek limonu satın almaktadır. Ama bu "haraç", bizim "helal" limon satıcılarımız tarafından "haram" kabul edilmemektedir. Bu "kazanç", onun hakkıdır, çünkü limonları almış ve üreticinin doğrudan bulamayacağı alıcıya götürmüştür. Böylece limon üreticisi ile limon alıcısı arasında "buluşturucu" işlevini yerine getirmiştir, öyleyse bu "aracılık" ilişkisinin kazancı da "helal" olacaktır!
Oysa bankalar da aynı işi yapmaktadırlar. Bir tarafta para sahipleri, diğer tarafta para sahibi olmayanlar vardır. Bankalar (finans kuruluşları, hedge fonları vb.), para sahipleri ile paraya gereksinme duyanlar arasında "aracılık" yapar. Limon ticaretinde yapılan "aracılık"tan elde edilen kazanç (ki burada adı faizdir) "helal" ise, bankaların para ticaretinde yaptıkları "aracılık"tan elde ettikleri kazanç da "helal" olacaktır.
Bu iki durum, AKP'nın feodal-tacir zihniyetinin bir türlü anlayamadığı, daha doğrusu anlamamazlıktan geldiği şeydir.
Burada üreticiler ile tüketiciler arasında "aracılık" yapanlar kutsanırken, üreticilerin kendi ürünlerini kendilerinin satması tümüyle dışta bırakıldığı da gözden kaçırılmamalıdır. Bizim cimri feodal-tacirimiz "uyanık"lık yapmaktadır. Üretici ile tüketiciyi yan yana getirmek yerine, birbirlerinden uzak olmasından yararlanarak kazanç elde etmektedir. Aralarındaki mesafe ne kadar uzak olursa, feodal-tacirin kârı o kadar büyük olacaktır. Tıpkı bir zamanlar "güneş batmayan imparatorluk" olan İngiltere'nin Hindistan'la olan ticareti gibi. Bugün tartışmasız herkes bilmektedir ki, İngiltere, yüzyıllarca Hindistan'ı ticaret yoluyla alabildiğine sömürmüştür.
Bu ünlü "faiz haramdır" masalları, bir başkasının "helal" kazançtan elde ettiği parasal birikimlerini kendi ticari sermayesi için hiçbir karşılık ödemeksizin kullanma zihniyetinin ürünüdür. Bu da ancak harcayabileceğinden çok daha fazla para kazanan kişilerin olduğu ve bu kişilerin "vatan, millet" adına bu birikimlerini isteyenlere ve ihtiyacı olanlara karşılıksız olarak verdiği bir toplumda mümkündür. Ancak o zaman da parasal birikim, kişisel olmaktan çıkar toplumsal nitelik alır. Bu da olsa olsa, Bay Dühring'in "yeni sosyaliter kuruluş"unda mümkündür.
Şurası kesindir: Bankalar, para ticareti yapan kuruluşlardır. Belli bir "kâr payı" karşılığında topladıkları malı (parayı) daha yüksek bir "kâr payı" karşılığında ihtiyacı olanlara satar. Bu yönüyle, herhangi bir malın ticaretini yapan tüccarlardan zerre kadar farkları yoktur.
Yeniden güncel duruma dönersek, bugün dünya çapında "likidite" bolluğunun sonuna gelinmiştir. Düne kadar FED politikaları sonucunda dünya çapında ortaya çıkan para bolluğu, faizleri alabildiğine düşürmüş, çoğu durumda sıfır faizle borç para alınabilir olmuştur. Malın (para) maliyeti sıfır ya da sıfıra yakın olunca, kaçınılmaz olarak malın satış fiyatı (kredi faizleri) da o kadar düşmüştür. Bir diğer ifadeyle, borç verilebilir para arzı, para talebinden çok daha fazla olmuştur. Şimdi arz azalırken, talep yükselmiştir. Kapitalist sistemde her zaman olduğu gibi, arz-talep dengesi bozulduğunda fiyatlar da değişir. FED'in para arzını kısması, herhangi bir malın arzının azalması türünden bir sonuç üretmektedir. Borç paraya olan talep yüksek olduğu sürece, para arzındaki azalışın paranın fiyatına (faiz oranı) yansıması doğaldır.
Bugün T.C. Merkez Bankası'nın faizleri yükseltmek zorunda kalması, daha yüksek faiz oranıyla "dış alem"den para talep etmesi anlamına gelmektedir. İster cari açığı kapatmak için olsun, ister iç tüketim ve yatırımlar için olsun, dış borçlanmaya gitmek zorunda olan her ülke, kaçınılmaz olarak para arzındaki azalışa paralel olarak daha yüksek maliyetle borçlanmak zorunda kalacaklardır. Bu da daha yüksek faiz ödemesi demektir.
Dış borçların (dış krediler) maliyetlerinin yükselmesi, yabancı paraların fiyatının yükselmesi, yerli paranın değerinin düşmesine yol açar. İkinci olarak, dış borçlanma yoluyla sağlanan kredilerin maliyetleri artacağından kredi faiz oranları da yükselir. Her iki durumda da, kredi kullanan şirketlerin faiz giderleri ve kur riskleri artar. Kredi maliyeti yükseldikçe, mevcut kredilerin çevrilebilirliği azalır ve yeni kredi talepleri azalır. Bu da üretimin düşmesine ve hatta durmasına yol açarak işsizliğin artması sonucunu doğurur.
Kredi maliyetlerinin yükselmesi (faiz oranlarının artması), kredili satışların düşmesine de yol açar. Bu da iç talebin daralmasına, üretilen malların satılamamasına, iflaslara, dolayısıyla da bir kez daha üretimin düşmesine ve durmasına neden olur.
Öte yandan, bütçe harcamalarını karşılayabilmek için borçlanmak zorunda kalan devlet, artan faiz oranları nedeniyle daha fazla faiz ödemek zorunda kalır. Artan faiz giderlerini karşılamak için vergiler artırılır. Vergi artışı doğrudan fiyatlara ve tüketicilere yansır.
Ödenemeyen krediler, üretimde duraksamalar, iflaslar, artan vergiler birbiri ardına gelir. İşsizler ordusuna yeni işsizler katılır. Kitlelerin alım gücü düşer, talep daralır. Yüksek faiz ve yüksek kur nedeniyle artan fiyatlar, düşen taleple belli ölçüde dengelenir. Tek sorun, bu dengenin ne zaman ve ne kadar sürede gerçekleşeceğinin bilinmemesidir. Her zaman olduğu gibi, tüm bu sorunların (kriz) faturasını çalışan kitleler ödeyecektir.
Konuyla bağlantılı yazılar:
***
Ekonomi-Politik Nedir? Ekonomik Tahliller Ne İşe Yarar? [Kasım-Aralık 2012 - 130. Sayı]
***
ABD, FED, Q1, Q2, Q3... [Kasım-Aralık 2012 - 130. Sayı]
***
Altın Oyunu [Kasım-Aralık 2012 - 130. Sayı]
***
Tüketicinin Tüketimi [Kasım-Aralık 2012 - 130. Sayı]
***
Büyüyen Üretimin Küçülen Ekonomisi [Eylül-Ekim 2012 - 129. Sayı]
***
İç Talep Daralınca... Fi-Yapı’nın İflası [Eylül-Ekim 2012 - 129. Sayı]
***
Dünya Borç Krizinin Arifesi mi? [Temmuz-Ağustos 2011 - 122. Sayı]
***
Ekonomide “Hissedilen Hava Sıcaklığı” [Temmuz-Ağustos 2011 - 122. Sayı]
***
Ekonomik Krizin Ayak Sesleri mi? [Mayıs-Haziran 2011 - 121. Sayı]
***
Ekonomide Komplo Korkusu (Sıcak Para Operasyonu) [Ocak-Şubat 2011 - 119. Sayı]
***
Duble Yol ve Kapalı Üretim Birimlerinin Kapitalizme Açılması [Ocak-Şubat 2011 - 119. Sayı]
***
“Yaşamınızdaki Dünya Bankası” [Eylül-Ekim 2010 - 117. Sayı]
***
Komşunun Krizi [Mart-Nisan 2010 - 114. Sayı]
***
Ekonomik Krizi Neden Hissetmiyoruz? [Ocak-Şubat 2009 - 107. Sayı]
***
Aşırı-Üretim, Kriz ve Kriz İhracı [Kasım-Aralık 2008 - 106. Sayı]
***
Dünya Ekonomisi "Teknik Anlamda" Resesyona Girince [Kasım-Aralık 2008 - 106. Sayı]
***
Kapitalist Ekonominin Devresel Hareketi (Cycle/Çevrim) ve Devrim [Kasım-Aralık 2008 - 106. Sayı]
***
IV. Bunalım Dönemine Talim Ederken V. Bunalım Dönemine Giriş
***
"Finans Krizi"nin İlk "Reel" Sonuçları
***
Teoriyi ve Tarihi Unutmuşlara Ekonomi-Politik Notları
***
"Finans Krizi" "Reel Sektör"e Yansıyacak mı?
***
Ne Olacak Şimdi?
***
"The Party is Over" [Parti Bitti!]
***
Bankalar Kamulaştırılırken Neo-Liberalizmin Yazgısı
***
Dünya Ekonomik Bunalımı Ortamında Sömürücü Sınıflar Arasındaki Çelişkiler Keskinleşirken
***
Petrol Fiyatları, Gıda Krizi, Dolar Enflasyonu
***
Aşırı-Üretimden Mortgage Krizine [Mart-Nisan 2008 – 102. Sayı]
***
Bu Kriz, O Kriz mi? [Ocak-Şubat 2008 - 101. Sayı]
***
"Global Ekonomide Türbülans" Bir Kez daha Karşılıksız Dolar Sorunu [Kasım-Aralık 2007 - 100. Sayı]
***
Dışa Bağımlı Bir Ekonominin Anatomisi: 2006 Türkiye Ekonomisi [Ocak-Şubat 2007 - 95. Sayı]
***
Doların Mehter Yürüyüşü (II) [Ekonomik Krizin Ayak sesleri] [Temmuz-Ağustos 2006 - 92. Sayı]
***
Doların Mehter Yürüyüşü [Eylül-Ekim 2004 - 81. Sayı]
***
Sol Ekonomistlerin Çıkmazı
***
Sol Yayınlarda Ekonomi Yazını
***
Yaz Sıcağında Ekonomi [Tüccarlar Arası Savaş ve Barış]
***
"Türkiye Kabına Sığmıyor"-"Büyümede Dünya Rekoru"
***
YTL, İMKB, TCMB, IMF, RTE vs.
***
Piyasaların AKP Sevgisi Nereden İleri Geliyor?
***
Nerede Kalmıştık? [Piyasalarda Şenlik Var!]
***
Haydi! İMKB'ye Gidelim! ["Üç taksitte 1 Kilo Domates"]
***
Menkul Kıymetler Borsası Kazandırıyooor!
***
Menkul Kıymetler Borsası Kazandırmaya Devam Ediyor!-I
***
Menkul Kıymetler Borsası Kazandırmaya Devam Ediyor!-II
***
Menkul Kıymetler Borsası Kazandırmaya Devam Ediyor (mu)?
***
Menkul Kıymetler Borsası Hâlâ Kazandırmaya Devam Ediyor!
***
Koşun! Menkul Kıymetler Borsası Kazandırıyor!