"Bizlerin, partimize sürekli dil uzatmayı marifet zanneden teslimiyetçi zihniyet sahiplerinden beklentimiz, çok fazla değildir. Bunların uluslararası gelişmelere çok yönlü bakmaları ve Türkiye'nin haklarını asgarî düzeyde de olsa gözetmeleri yeterlidir.
Ancak, bu anlayışın uzağında oldukları için, kendileri gibi düşünmeyenleri değişim ve Avrupa Birliği karşıtı gibi göstermeleri, Milliyetçi Hareket'e dil uzatmaları tek kolay ve çıkar yol olmaktadır.
23 Mayıs ve 1 Haziran tarihleri arasındaki günlük gazetelerde MHP'nin AB üyeliğine bakışı ve görüşleri ile ilgili olarak 55 köşe yazarının 107 yazısı yayınlanmıştır. 4 tanesi doğrudan ya da dolaylı olarak MHP'yi haklı bulurken, geri kalan tümü MHP'yi hedef göstermiştir.
Radikal'de 19, Cumhuriyet'te 16, Milliyet'te 15, Posta'da 10, Hürriyet, Sabah ve Yeni Şafak'ta 9'ar, Zaman, Star ve Türkiye'de 4'er, Finansal Forum ve Gözcü'de 3'er, Dünya'da ise 1 köşe yazısı çıktı. MHP'yle ilgili en çok yazı yazanlar ise, Murat Yetkin (Radikal-8), İsmet Berkan (Radikal-5), Taha Akyol (Milliyet-4), Mehmet Ali Birand (Posta-4), Mustafa Balbay (Cumhuriyet-4) olmuştur.
Bu tür söylemler, en başta Türk Milleti'ne ve devletine derin bir güvensizliğin ve saygısızlığın ifadesidir." (Devlet Bahçeli, 4 Haziran 2002)
"Hiçbir partiye özel bir tavrım yok. Türkiye'nin şu anda önemli gündem maddelerinden birisi siyasi ve ekonomik alandaki reform hareketleri. Türkiye'nin milli politika olarak benimsediği Avrupa Birliği bunun önemli bir parçası. Bu konuya ilgi göstermemiz son derece doğal. Türkiye'deki tartışma gündeminin odağında ne varsa bunu yazdım. Ancak Bahçeli çok gereksiz bir çıkış yaptı. Ben bir anlam veremedim. Bahçeli'nin tavrı daha önce Türk siyasetinde hiç görülmemiş bir şey. Koalisyon ortağı bir parti liderinin gazeteleri ve gazetecileri isim vererek eleştirdiği görülmüş bir olay değil. Neyi amaçladığını sormak lazım. Bizi MHP tabanına yakından tanıtmak istediği belli. Ancak çabuk sinirlenen ve tahrik olan insanların ülkesinde yaşadığımızı unutmamak lazım. Bu sözlerin nereye gideceğini düşünmek lazım." (Murat Yetkin, Radikal)
4 Haziran günü faşist MHP'nin genel başkanı Devlet Bahçeli'nin "grup toplantısı"nda yaptığı konuşmada kendilerine karşı olan gazete ve gazetecileri isim vererek açıklaması, sözcüğün tam anlamıyla küçük-burjuva aydınlarına yönelik bir tehdit olmuştur. Murat Yetkin'in sözleriyle ifade edersek, bunlar, "MHP tabanına yakından tanıtılmıştır". Her ne kadar Radikal yazarı Murat Yetkin, "çabuk sinirlenen ve tahrik olan insanlar ülkesinde yaşadığımızı", dolayısıyla "bu sözlerin nereye gideceğini düşünmek" gerektiğini ifade etmişse de, herkesin bildiği gibi, Devlet Bahçeli'nin sözleri tüm küçük-burjuva aydınlarına "ayağınızı denk atın" demektedir.
1980 öncesini sürekli anımsayan ve 1980 öncesine dönülmesinden sürekli korkan küçük-burjuva aydınları, o dönemde faşist MHP'nin nasıl kitlesel katliamlar yaptığını, küçük-burjuva aydınlarını nasıl sokak ortalarında öldürdüğünü de çok iyi bilmektedirler. İsa Armağan, Haluk Kırcı, Mehmet Ali Ağca'nın yaptıkları, bir hayalet gibi onların üzerinde dolaşmaktadır. Ve MHP, onların bu korkusunu çok iyi bilmektedir. Devlet Bahçeli, gazeteleri ve gazetecileri isim vererek "MHP'ye dil uzatmakla" ve "devlete saygısızlık etmekle" suçlarken, arka planda 1980 öncesindeki faşist milis saldırıların görüntüsünü onlara anımsatmaktadır.
"Ya devlet başa, ya kuzgun leşe" çığlıklarıyla halka ve ilerici, demokrat aydınlara saldıran, onları katleden faşist MHP "değişmediğini" ve "değişmeyeceğini" bu gelişmeyle bir kez daha ortaya koymuştur.
Devlet Bahçeli'nin tüm küçük-burjuva aydınlarına yönelik olan bu tehdidi, 1999 Nisan seçimlerinden sonra koalisyon hükümeti kurulması için çalışan ve bu amaçla "MHP değişti" propagandası yapan kesimleri birincil hedef olarak göstermesi ve özellikle de Radikal gazetesini ve yazarlarını ilk sıraya yerleştirmesi bir dönemin sona eriş işaretlerini vermektedir.
İlgili herkesin anımsayacağı gibi, özellikle Radikal gazetesi çevresinde toplanmış olan "eski solcu" ve yeni "neo-liberal" küçük-burjuva aydınları "serbest piyasa ekonomisi" ve "globalizm" propagandasında özel bir yere sahip olmuşlardır. Ancak bu kesimlerin en büyük korkusu, T. Özal'ın sürekli kullandığı "1980 öncesine geri dönmektir". Bu nedenle her fırsatta, 70'lerdeki silahlı devrimci mücadeleyi karalamak için ellerinden gelen çabayı göstermişlerdir. Onlara göre, herşeyin sorumlusu silahlı devrimci mücadeledir; eğer silahlı devrimci mücadele olmasaydı, faşist MHP kitleleri katletmeyecek, küçük-burjuva aydınlarını öldürmeyecekti!
Onlar, yıllar boyu gazetelerin köşelerinde ve manşetlerinde silahlı devrimci mücadelenin kitleler üzerindeki etkisini kırmak ve yok etmek için çaba sarf ederken, sorunun özünü ve olayların gerçekliğini unutturmaya çalışmışlardır. Ve bunda oldukça başarılı da olmuşlardır.
Gerçek ise, politik dilde ifade edersek, faşist MHP'nin oligarşinin siyasal zorunun sivil vurucu gücünü oluşturduğudur. Bu sivil vurucu güç, MHP, mevcut düzenin çelişkilerinin keskinleştiği, halk kitlelerinin mevcut oligarşik düzene karşı tepkilerinin arttığı ve eyleme dönüştüğü koşullarda, halk kitlelerinin terör yoluyla sindirilmesi ve pasifize edilmesi için kullanılmıştır ve varoluş koşulu da buna bağlıdır. Bu nedenle MHP, her dönemde oligarşik yönetimin, devlet terörüne bağlı olarak yürüteceği "sivil terör" ün örgütü olarak varedilmiştir.
Susurluk olayında, Gazi katliamında da bir kez daha görüldüğü gibi, faşist milis örgütlenme olarak MHP ile devletin zor güçleri her zaman iç içe olmuştur. Devlet Bahçeli' nin gazetecilerin isimlerini vererek yaptığı konuşma ve sonrasında Genelkurmay başkanlığının yaptığı açıklamalar, açık biçimde devlet-MHP ilişkisini bir kez daha gözler önüne sermiştir. "Devlete yönelik her türlü tehdit" karşısında "hazır ve nazır" olduğunu her fırsatta ortaya koyan faşist MHP, Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığından sonra ortaya çıkan "yeni tehdit" unsurlarına karşı da devletin yanında yer aldığını açıkça ifade etmiştir.
Bu "yeni tehdit" unsurları Genelkurmay adına şöyle ortaya konulmuştur: "İç dinamikleri kuvvetli olan Avrupa 'bölgesel azınlık dilleri Avrupa şartı' ve 'Kopenhag kiterleri' ile alt kimliklerin ortaya çıkmasını teşvik etmektedir.
Avrupalılar için dinimizi değiştirmek mümkün olmadığına göre, gelişmiş ülkelere göç eden insanlarımız çok kültürlülüğü savunan Avrupa'da benimsenecek mi? Yoksa her kültüre siyasal bir tanım veren, ulusal azınlıklar yerine 'halk grupları' diyerek daha alt kimlikleri de ön plana çıkaran, temiz toplum, temiz ırk yaklaşımıyla kimlik çatışmaları teşvik edilmeye devam mı edilecek? 'Bölgesel azınlık dilleri Avrupa şartını' kabul ederek bölünmeler teşvik edilirken, kültür farklılığının neden olduğu çatışmalar gelecekte de tehdit olarak devam edecektir.
Ayrıca AB Katılım Ortaklığı Belgesinde de, bireysel hak ve özgürlükler kapsamında, bu devletin kurucusu ve asli unsuru olan Kürt orijinli vatandaşlarımız için kültürel haklar, anadilde yayım ve eğitim hakları adı altında ülkemiz bölünmek istenmektedir. İçeriden ve dışarıdan desteklenen bu gelişmeler milli birliğimizi ve toprak bütünlüğümüzü bozacak büyük bir tehdit niteliğini almıştır." (Harp Akademileri Komutanlığı Silahlı Kuvvetler Akademisi Komutanı Tuğgeneral Halil Şimşek'in 11 Ocak 2001 tarihli konuşması) Görüldüğü gibi, Genelkurmay'ın "yeni tehdit" algılaması ile Devlet Bahçeli'nin son konuşmasında ifade ettikleri bir bütünlük oluşturmaktadır. Doğal olarak, faşist MHP, devlete yönelik bu "yeni tehdit" karşısında da, ırkçı ve şovenist söylemle ifade edersek, "kelle vermekten ve kelle almaktan" kaçınmayacaktır. Ve şimdi "sol"dan "neo-liberalizm"e sıçrayan tüm küçük-burjuva aydınları, tutum, davranış ve söylemleri ile Genelkurmay'ın "yeni tehdit" tanımlamasının içine girmektedirler. Devlet Bahçeli de, "yeni tehdit" unsurlarının ülke içindeki uzantılarına karşı, "devlet adına" açıkça savaş ilan etmiştir.
Bu küçük-burjuva aydınlarına açıkça söylenmektedir ki, "ya adımlarınızı denk atarsınız, aksi halde 80 öncesinde olduğu gibi bedelini hayatınızla ödersiniz"!
Bu tehdit karşısında, "neo-liberal" küçük-burjuva aydınları için fazla seçenek de bulunmamaktadır. 1980 öncesinde olduğu gibi, faşist MHP'ye karşı duracak, kitleleri ve kendilerini koruyacak geniş bir silahlı devrimci mücadele de bulunmamaktadır. Kaçınılmaz olarak, Murat Yetkin'in sözleriyle ifade edersek, "çabuk sinirlenen ve tahrik olan" MHP tabanıyla yalnız başlarına kalmışlardır. "Sol' un şiddet kültürü"nden yakınan, bunu sona erdirmek için her türlü propaganda aracını kullanan ve özellikle "medya"da kümelenmiş bu küçük-burjuva neo-liberal aydınları, bugün ektiklerini biçmek durumundadırlar.
Bu neo-liberal küçük-burjuvalar kendi içlerinde bir bütünlük oluşturmaktan da uzaktırlar. Kimisinin geçmişi "eski sol"a uzanırken, kimisi "eski" faşist, şeriatçı bir geçmişten gelmektedirler. İçlerinde M. Ali Birand gibi T. Özal'ın koruması altında "medyatik" hale getirilmiş sözde "demokrat"lar da mevcuttur. Dolayısıyla, faşist MHP'nin tehdidi karşısında birleşik hareket etme olanağına bile sahip olmayan bu neo-liberaller için tek yol "teslimiyetçilik" olarak görünmektedir.
Bir dönemlerin "Türk-İslam sentezcisi" ve T. Özal'la birlikte neo-liberalizm yandaşı "demokrat" haline dönüşen Taha Akyol, Devlet Bahçeli'nin tehdidi karşısında şöyle yazmak durumunda kalmıştır: "MHP lideri Devlet Bahçeli, dün, medyaya genel eleştiriler yöneltmekle kalmadı, alışılmışın dışında bir tavırla, bazı gazetecileri ismen zikretti.
Bahçeli'nin sıraladığı listede 'dört yazı' ile ben de yer alıyorum.
Önce bir prensibimi belirteyim.
Ben yazılarımda daima saygılı bir üslup kullanmaya, kişilikleri, kurumları rencide etmemeye özen gösteririm. Bunu meslek ahlakının bir gereği sayarım.
Eleştirimde bile üslubumun 'sert' değil, farklı bir boyuta dikkat çekici, uyarıcı, düşündürücü olmasına çalışırım. İnanırım ki, 'sert üslup' mesajın ulaşmasını engeller, duygusallığı ön plana geçirir.
MHP'den bahseden dört yazım da tamamen bu ilkelere uygundur." Taha Akyol, bu sözlerinin ardında, yazdığı dört yazıdan alıntılar yaparak, yazılarının "ne hakaret, ne karalama, ne iftira" içermediğini ispatlamaya çalışmıştır.
M. Ali Birand'ın açıklaması ise, Murat Yetkin'in açıklamasına benzer bir uslup taşımaktadır: "Bahçeli'nin neden bu kadar sinirlendiğini anlayamadım. Gereksiz bir tepki gösterdi. Demek ki basındaki 4-5 kişiye çok önem veriyor ki isim vererek konuştu. MHP ile hiçbir alıp veremediğim yok. Ben MHP'nin AB konusunda uyguladığı politikaları eleştiriyorum. Partinin bu tavrı sürerse ben de eleştirmeye devam edeceğim. Her eleştiriye kızılırsa bunun adı demokrasi olamaz." Genelkurmay sözcülüğünden Başbakan yağcılığına kadar her telden çalan Fikret Bila ise, Devlet Bahçeli'nin "ifade ettiği bu görüş ve tavır, geçmiş görüş ve tavırlarıyla tutarlıdır" diyerek kendisini tehdit dışına çıkarmayı yeğlemiştir.
Yine "eski solcu", eski Cumhuriyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni, sonra Özalcı, neo-liberal olan Hasan Cemal ise, Devlet Bahçeli'nin konuşmasında adının geçmemesinden cesaret alarak şöyle yazmaktadır: "Sürpriz değil! Devlet Bahçeli seçim kampanyası için düğmeye bastı. Dünkü Meclis Grubu konuşmasını böyle yorumlamak daha doğru olur. MHP lideri, üslubu ve ele aldığı konularla seçimin yaklaşmakta olduğunu gösterdi.
Bahçeli seçim mi istiyor?
Erken seçimden mi yana?
Sanmıyorum.
Erken kapıyı çalacak bir seçimde MHP'nin sandıktan kolay çıkamayacağını, yüzde 10 barajını kolay geçemeyeceğini Bahçeli de görüyor.
Peki o zaman ne diye seçim kampanyası için düğmeye basmış olsun ki?
Belki de çaresizlikten...
Türkiye'nin kaçınılmaz olarak erken tarihte bir seçime doğru gittiğini gördüğü için kampanya düğmesine basmış olabilir.
MHP liderinin dünkü konuşmasında, üslubu ve bazı vurgularında bir telaş havası da dikkati çekiyor. Bu havada MHP'nin ürkek değil erkek olduğunu göstermek isteyen bir koku da var.
Hatta o kadar ki, basına aba altından sopa sallayan bir tarz bile sırıtıyor bu havada..." Hasan Cemal, Devlet Bahçeli'nin MHP'yi "merkeze" çekmeyi başaramadığından böylesine sertleştiğini yazarken, "Kimine göre MHP aslına rücu ediyor. Kimi de 'MHP zaten aslından ayrılmış değildi ki' diyor" diyerek yazısını tamamlamıştır.
Görüleceği gibi, faşist MHP'nin genel başkanı Devlet Bahçeli'nin 4 Haziran tarihinde meclis grubunda gazetelerin ve gazetecilerin adını tek tek sıralayarak yaptığı konuşmadaki tehdit, hemen tüm küçük-burjuva aydınları tarafından "algılanılmış"tır. Ancak tehdidin nedeni ve sonuçları konusunda henüz bir "fikir birliği" oluşmamışsa da, faşist MHP'nin "ürkek değil, erkek" olduğunu göstermeye çalışacağından fazlaca da şüpheleri bulunmamaktadır. Bunu anlamaları için çok düşünmeleri, hatta zeki olmaları bile gerekmemektedir. Her zaman olduğu gibi, neo-liberal serbest pazar ekonomisi bakış açısından baktıklarında bile, Devlet Bahçeli'nin ne yapabileceğini ve ne yapmak istediğini kolayca anlayabileceklerdir.
Bilindiği gibi, ülkemize T. Özal'la birlikte gelen neo-liberalizm, en açık biçimde, "herkesin istediğini yapması" olarak özetlenebilecek bir kavrayışı temsil eder. Bu kavrayış, amaca ulaşmak için her türlü yolu mübah sayan, bu açıdan hiçbir ilkeye ve ahlaki ölçüye sahip olmayan pragmatizmden başka birşey değildir. Bu açıdan bakıldığında, faşist MHP'nin başkanı Devlet Bahçeli' nin idam cezası konusundaki sözleriyle A. Öcalan'ın idam dosyasının "meclise indirilmesi" ve İmralı'dan "F-tipi cezaevine aktarılması" konusundaki açıklamaları bile neler olacağını göstermeye yetmektedir.
Devlet Bahçeli, neo-liberal aydınların dilinden konuşmakta ve onların kafa yapılarına uygun planlar hazırlamaktadır. İdam cezalarının kaldırılması konusunda gösterdiği "direnişin" çok fazla anlamı olmadığını bilen faşist MHP, sorunu "pratik yoldan" çözme hesapları peşindedir. Eğer AİHM nedeniyle askıya alınmış olan A. Öcalan'ın idam dosyasını "meclise indirebilirse", "şehit anaları" edebiyatı ile tüm milletvekillerinin oylarıyla onaylanmasını sağlamayı hesaplayan faşistler, olabilecek aksiliklere karşı ellerinin altında bir "B planı" bulundurmaktadırlar. Bu "B planı"na göre, A. Öcalan, İmralı'daki "özel uygulamadan" çıkartılarak, "herkes gibi" normal cezaevine gönderilecek ve orada "gereği" düşünülecektir. Böylece, ne Meclis oylaması yapılması gereği, ne AB'nin Kopenhag kriterlerinin çiğnenmesi sorunu ortada kalacaktır.
İşte Devlet Bahçeli'nin faşist "pragmatizmi" böylesine görünür niteliktedir.
Ve bazı neo-liberaller ise, bu gelişmeler karşısında faşist MHP'ye biraz taviz verilmesinden yanadırlar. Başını Hürriyet gazetesinin "değerli" genel yayın yönetmeni ve TÜSİAD üyesi Ertuğrul Özkök'ün çektiği bu "tavizci" neo-liberal kafa yapısına göre, faşist MHP'nin tüm "hassasiyeti" A. Öcalan konusunda odaklandığından, sorunu "B planı" çerçevesinde çözmek yerinde olacaktır.
Devlet Bahçeli'nin isim vererek gazeteleri ve gazetecileri hedef gösterdiği konuşmasının ardından Ertuğrul Özkök'ün sanki böyle bir konuşma yapılmamışcasına köşesinde yazdıkları bu konuda yeterli ip uçları verecek niteliktedir. Şöyle yazmaktadır "değerli" genel yayın yönetmeni "Şehit analarına zor bir mektup" başlıklı 6 Haziran tarihli yazısında: "Bu yazımın adresi şehit anaları. Evladını PKK ile mücadelede kaybetmiş anneler, babalar, kardeşler, eşler, sevgililer, çocuklar, arkadaşlar.
Yani Avrupa Birliği tartışmalarının gündemin zirvesine oturduğu şu günlerde, köşesinde oturup sessizce bu tartışmayı izleyen insanlar.
İşte onlara seslenmek istiyorum.
Benim ailemde PKK savaşında hayatını kaybetmiş bir şehit yok.
Sülalemde de yok.
Benim sülalemin şehitleri Bulgaristan topraklarında yatıyor.
Yani biz hem şehit verdik, hem de toprak...
PKK ile mücadelede hayatını kaybeden şehitlerimiz ise hayatlarını verdiler, topraklarını vermediler.
Biz şehitlerimizi orada bırakıp, anavatana döndük.
Büyüklerimiz, 'Burası son vatanımız. Buradan başka gidecek yerimiz yok' cümlesini İstiklal Marşı'nın sözleri gibi kafamıza yazdılar.
Yıllarca 'Bulgar mezalimini' anlatan hikâyelerle büyüdük. Ama aradan epey yıl geçti.
PKK ile mücadelede evlatlarını kaybeden insanların içindeki ateş ise hâlâ çok sıcak.
Onların içindeki acıyı anlamamak için insani duygulardan nasibini hiç almamış olmak gerekir.
Bilirim idam cezası, çocukların canını alan caniler için en ağır cezadır, yine bilirim ki aynı idam cezası o anneler için de adaletin tecellisidir." Ertuğrul Özkök, tüm bu "duygusal" ve "milliyetçi" sözlerini "şehit anneleri"nin, adını vermeden A. Öcalan'ın "idam cezası"nın uygulanması konusundaki "istekleri"nden vazgeçmelerini, "Avrupa Birliği'ne doğru tarihi yürüyüşe katılmaları" çağrısıyla bitirmektedir.
Görünüşte E. Özkök, AB için A. Öcalan' ın idam edilmesinden vazgeçme taraftarıdır. Ancak sözlerindeki ağır "duygusal" hava ve milliyetçi söylemle, "idam cezasını adaletin tecellisi" olarak sunmaktadır. O çok sevdikleri "çağdışı", "insanlık dışı" sözler bu kez yazısında hiç geçmemektedir. O, bir yandan Devlet Bahçeli'nin tehdit alanının dışına çıkmaya ve sonunun 70'deki Milliyet'in genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi ya da kendi gazetesinin eski genel yayın yönetmeni Çetin Emeç gibi olmaması için çabalarken, diğer yandan A. Öcalan'ın idamı konusunda her türlü pragmatik çözümü destekleyeceği mesajını vermektedir.
E. Özkök'ün yazısının satır aralarından okunacağı gibi, tüm "medyatik" neo-liberaller faşist MHP'nin tehdidini doğru algılamışlar ve bu tehditten kendilerini kurtarabilmek için A. Öcalan'ın idam edilmesine ya da "hal edilmesine" "yeşil ışık yakmaya" hazırlanmaktadırlar.
Onlar, küçük-burjuva aydınının dar bakış açısıyla ve küçük-burjuvazinin korkak ve kaypak sınıf özelliği ile biçimlenmişlerdir. Dolayısıyla faşizm karşısında, her zaman olduğu gibi, "uzlaşma" yanlısıdırlar. Faşistleri "azdırmamaktan", bunun için "küçük tavizler" vermekten yanadırlar. Hitler faşizmi karşısında da, Mussolini ve Franco faşizmi karşısında da, küçük-burjuvazinin ve aydınlarının tutumu böyle olmuştur. Faşistlerin komünistlere karşı tutumlarına "sessiz" kalarak, faşistleri ehlileştireceklerini, yatıştıracaklarını sanmışlardır. Bu nedenle, yıllarca anti-faşist cephenin kurulmasına karşı çıkmışlardır.[*] Ama sıra kendilerine geldiğinde, buna karşı çıkacak hiç kimse bulamamışlardır.
Bugün, Devlet Bahçeli'nin açık tehdidi karşısında küçük-burjuvazinin ve aydınlarının bu kaypak ve "teslimiyetçi" tutumu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Faşist MHP'nin terör yöntemlerini kullanması için "yeşil ışık" yakılmaktadır. Erken genel seçimin gündemde olduğu bir dönemde bu küçük-burjuva tutum, seçim döneminde ülke çapında faşist MHP'nin terör politikasını yürütmesi için uygun bir zemin oluşturmaktadır. Böylece faşist MHP'nin diğer partilerin seçmenlerini yıldırarak kendilerine oy verilmesini sağlamak amacıyla "terör tehdidi"ni kullanmasının önü açılmış olmaktadır.
İşte faşist MHP'nin genel başkanı Devlet Bahçeli'nin 4 Haziran günü yaptığı konuşmada söyledikleri, böylesine yalın bir gelişmenin başlangıcıdır. "Medyatik" olsun olmasın, "eski solcu" ya da yeni liberal tüm küçük-burjuva aydınları bir kez daha (ya da "üç-beş kez") düşünmek zorundadırlar. Ölümünü sabırsızlıkla bekledikleri B. Ecevit'in 12 Mart darbesi sonrasında söylediği şu sözü anladıklarında iş işten geçmiş olmamalıdır:
"Baskıyı, baskı yapanlar değil, baskıya boyun eğenler getirir."
[*] Faşizme karşı bu küçük-burjuva tutum öylesine köklüdür ki, bugün hâlâ faşizme karşı birleşik cepheye karşı olmakla övünen küçük-burjuva aydınları bulunmaktadır. Bunun son örneğini, "solda şiddet kültürünü yok etmeyi" kendisine görev edinmiş Can Dündar vermiştir. Can Dündar, Fransa’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ırkçı ve faşist Le Pen’in ikinci tura kalması üzerine başlayan anti-Le Pen harekete ilişkin yazısında şunları yazmıştır:
"Eskiden anti-faşist cephelere inanırdım.
Çok yürüdüm öyle pankartların ardından...
O uğurda akıtılmış çok kan gördüm; nice yoldaş gömdüm o cephenin kabrine...
Yolun sonu, karşısında cepheleştiğimizden daha ağır bir faşizm oldu.
Artık inanmıyorum, aynı toprakta düşman kamplara yerleştirilmiş kıtalara...
Toplumda ‘aykırı’ bir eğilim filizlendiğinde ‘Ezelim’ diye süngü takanlara değil, ‘çözelim’ diye kafa yoranlara kulak kabartıyorum.
Çağdaş demokrasilerin harcındaki tılsımın ‘dışlayıcılık’ değil, ‘katılımcılık’ olduğuna inanı-yorum.” (Milliyet, 25 Nisan 2002)