KURTULUŞ CEPHESİ - Mayıs-Haziran 1994
Emperyalist Sömürü
ve 5 Nisan Kararları
Yılbaşından itibaren ekonomide görülen "anormallikler", birbiri ardına yapılan devalüasyonlar ve doların 16.000'den 40.000 liraya fıralamasıyla "para bunalımı" ya da mali kriz denilen yeni bir döngüye girdi. Birbiri ardına iflas eden TYT Bank, İmpexbank ve Marmarabank mali krizin boyutlarının ne denli geniş olduğunu gösterdi. Ancak ekonomik buhranın bu görüngüleri ülkedeki bunalımı bütün olarak sergilemekten de uzaktı. Sadece iflas eden bankalara yüksek faiz için yatırılmış devlet paraları bile, bunalımın politik boyutları da bulunduğunu gösteriyordu. Aynı şekilde TYT Bank, İmpexbank ve Marmarabank ile Türkİnvest, binlerce insanın küçük tasarruflarının (ve de umutlarının) bir kalemde yok edildiği yerler olarak bunalımın sosyal niteliğini de göstermektedir.
Ülkemizdeki sorun, ne salt ekonomik bir buhrandır, ne de "güven eksikliği"nden kaynaklanan bir "para bunalımı"dır. Bu bunalımın adı, ekonomik, sosyal ve siyasal alanları kapsayan milli krizdir.
Yönetenleri de, yönetilenleri de, ezeni de ezileni de etkileyen bu milli (ulusal) krizin temelinde ise, ülkemiz ekonomisindeki çarpıklık yatar. Ancak bu çarpıklığın nedeni ise, ülkenin emperyalizme bağımlılığıdır. Bu yüzden ülke ekonomisinin emperyalizme bağımlı olmasından gelen çarpıklığı, emperyalist ülkelerdeki buhranların ülkeye aktarılmasını sağlamaktadır. Bir başka deyişle, ülkemizdeki ekonomik buhranın temel nedeni, ülke ekonomisinin dengesini ülke içinde değil, emperyalist metropollerde tamamlamasıdır.
Emperyalizmin III. bunalım dönemi olarak tanımladığımız günümüz koşullarında, yeni-sömürgecilik yöntemleri emperyalist sömürünün biçimini belirlemektedir. Yeni-sömürgecilik yöntemleri tam olarak kavranılmadan, değil günümüzdeki ekonomik buhranlar, daha önceki on yıllardaki ekonomik buhranları bile açıklamak olanaksızdır.
Ülkemiz solunda sık sık unutulan ya da unutturulan bu durum, aynı zamanda ülkenin emperyalizme bağımlılığının ifadesidir. Emperyalizme olan bağımlılık bir bütün olarak ülkedeki gelişmelerin temel yönünü belirler. İşte bu temel yön içinde yeni-sömürgecilik yöntemlerinin işleyişi, mevcut tüm sorunların belirleyicisi durumundadır.
Yeni-sömürgecilik yöntemlerinin temelinde emperyalizmin kendisine yeni pazarlar açması, mecvut pazarlarını genişletmesi yatar. Yani yeni-sömürgecinin amacı, geri-bıraktırılmış ülkelerde iç pazarın genişletilmesidir. Bu pazar genişletmenin bir yanı, emperyalizme bağımlı bir sanayi yaratmakken, diğer yanı kapalı ekonomik birimleri yıkarak buraları pazara açmaktır.
Emperyalizm, geri-bıraktırılmış ülkelerde iç pazarı genişletmek için, kendisine bağımlı orta ve hafif sanayilerin kurulmasına yönelik finansmanı ilk dönemde doğrudan kendisi sağlamıştır. Bu amaçla "proje kredileri" adı altında sadece kendi çıkarlarına uygun yatırımların yapılması için geri-bıraktırılmış ülkeleri borçlandırmıştır. Bu borçlar emperyalizme bağımlı sanayi kuruluşlarının kurulmasında kullanılmasına karşın, tümüyle geri-bıraktırılmış ülke devletleri tarafından garanti altına alınmıştır. Bir başka deyişle, "devlet garantisine sahip borçlar" olarak verilen krediler, bir yandan emperyalist tekellerin ve işbirlikçi burjuvazinin aç gözlü sömürüsü için gerekli temelleri sağlarken, diğer yandan ülkenin tüm kaynakları, borçlara verilen devlet garantisi ile emperyalizme ipotek edilmektedir.
Yeni-sömürgecilik yöntemlerinin bu işleyişinde, nakit sermaye olarak aktarılan paranın "proje kredisi" olarak emperyalist tekeller ve onun işbirlikçileri tarafından kullanılırken, devlet kasasına tek bir dolar bile girmemektedir. Emperyalist ülkeden gelen kredi, işbirlikçi burjuvazi eliyle yatırım için gerekli makine ve donanımın emperyalist ülkelerden satın alınması için kullanıldığından, tüm işlemler sadece kağıt üzerinde gerçekleşmektedir. Bu bağlamda emperyalist ülkelerden gelen krediler, ülke içinde dolaşıma girmemektedir. Emperyalist tekellerin (ve tabi işbirlikçi burjuvazinin) yapacağı bütün iş, yatırımın tamamlanması ve üretime geçerek ürünleri iç pazara sürmesidir. Bu ürünlerin satın alınabilinmesi için gerekli talep, doğrudan emperyalizme bağımlı ülkenin devleti tarafından yaratılacaktır. Bir yandan emperyalizme bağımlı ülke devleti, emperyalist ülkenin yatırımlarını yüksek gümrük duvarlarıyla korumaya alırken, ilk büyük tüketici olarak bu yatırımların ürünlerinin alıcısı olur. Örneğin ülkemizde oto sanayinde açık biçimde görüldüğü gibi, üretilen otomobiller uzun bir süre devlet tarafından sağlanan kredilerle üst düzey devlet memurlarına ve subaylara satılmıştır. (OYAK-Renault işbirliği) Böylece devlet, yüksek maliyetle elde ettiği kaynaklarını, çok düşük faizlerle emperyalist tekellerin mallarının satın alınması için tüketmek durumunda kalmaktadır. Öte yandan devletin elinde bulundurduğu temel sanayi kollarındaki ürünler (özellikle demirçelik), aynı tekellerin daha düşük maliyet-daha yüksek kâr sağlamaları amacıyla maliyet fiyatlarının altında bu sanayi kuruluşlarına girdi olarak satılmaktadır. Diğer yandan iç pazarda emperyalist tekellerin ürünlerine daha fazla talep sağlamak amacıyla, yüksek taban fiyatları, yüksek maaşlar devreye sokulmaktadır. Ülkenin milli gelirindeki gerçek artışlarla karşılanmayan bu talep artırıcı uygulamalar, devlet bütçesinin sürekli açık vermesiyle somutlaşmaktadır. Ekonomistlerin subvansiyon adını verdikleri bu uygulama, doğrudan emperyalist sömürüden ve ülkenin emperyalizme bağımlılığından kaynaklanmaktadır.
Öte yandan emperyalizme bağımlı sanayi, emperyalist ülkelerden artan oranda ithalat yapılmasını zorunlu hale getirmektedir. Emperyalizme bağımlı sanayinin her üretim artışı, aynı oranda ithalatın artmasını getirdiğinden, ülke ekonomisi, sürekli ödemeler dengesi açığı ile yüz yüze kalmaktadır.
Gerek devlet bütçesinin sürekli açık vermesi, gerekse dış ödemeler dengesinin sürekli ülke aleyhine olmasının ürünü ise, sürekli enflasyon ve sürekli döviz sorunudur. Bir başka deyişle, enflasyon ve döviz sorunu, emperyalizme bağımlı ülkelerin sürekli gündemindedir ve bu olmaksızın ekonominin işlemesi olanaksızdır. Artan enflasyon oranları ve artan dış borçlar geri-bıraktırılmış ülkelerin emperyalizme bağımlı kılınması sonucu ortaya çıkan bir bedel olmaktadır.
Emperyalist ülkelerdeki ekonomi kendi "normal" işleyişi içinde olduğu dönemlerde, bu sorunlar geri-bıraktırılmış ülkelere verilen yeni borçlarla belli bir denetim altında tutulabilinse de, emperyalist ülke ekonomilerinin buhrana girmesiyle birlikte denetimden çıkmaktadır. 1960 sonrasında emperyalist ekonomilerin, özellikle Amerikan ekonomisinin askerileştirilmesiyle birlikte ekonomik buhranın şiddetinin azaltılması ve zamana yayılması (ekonominin devrevi hareketinin iki aşamaya inmesi) görece uzun bir süre bu çarkların önemli ve bütünsel bir sorunla karşılaşmadan işlemesini getirmiştir. Zaman zaman tek tek geri-bıraktırılmış ülkelerde ortaya çıkan sorunlar ise, yerel düzeyde IMF'nin "istikrar tedbirleri paketi" ile giderilmeye çalışılmıştır. Ve her zaman bu uygulamanın siyasal sonucu askeri darbeler olmuştur. Ve her askeri darbe de, emperyalizme bağımlı bir ekonominin ortaya çıkardığı toplumsal ve siyasal sorunların, siyasal zorun askeri biçimde maddeleştirilmesiyle geçiştirilmesinin aracı olarak kullanılmıştır.
Emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemlerinin yarattığı sorunların ilk ortaya çıktığı ülke olan Brezilya tarihsel bir örnek sergilemiştir.
Brezilya'nın yakın tarihi nerdeyse tüm geri-bıraktırılmış ülkelerin tarihi gibidir. 1929 dünya ekonomik buhranı koşullarında "himayecilik" politikalarının uygulandığı bir dönemde bir askeri darbe ile iktidara gelen Vargas, azçok gelişmiş tüm geri-bıraktırılmış ülkelerde olduğu (ve olacağı) gibi "devletçilik" politikasının yürütücüsü olmuştur. Devlet, bir kollektif kapitalist gibi, birbiri ardına temel sanayi kuruluşları ve alt yapı tesisleri (demir-çelik fabrikaları, barajlar, yollar vb.) oluştururken, öte yandan da yerli bir burjuva kesiminin oluşması için geniş teşviklere girişmiştir.
Ancak II. yeniden paylaşım savaşından sonra Amerikan tekelleri (başta otomobil tekelleri, Chreysler, GM, Ford) Brezilya'da fabrikalar kurmaya başlamışlardır. 1957 ekonomik buhranı koşullarında Brezilya ekonomisi yüksek enflasyon ve ödenemeyen dış borç yükü ile tam bir çıkmaza girdiğinde IMF devreye girmiştir. Ancak mevcut hükümetlerin IMF'nin koşullarını kabul etmemeleri üzerine Nisan 1964'de yapılan bir darbeyle sivil hükümet devrilmiş ve askeri yönetim kurulmuştur. Ocak 1965'de IMF ile askeri yönetim "stand-by" anlaşması imzalamıştır.
IMF ile yapılan "stand-by" anlaşması alınacak "istikrar tedbirlerini" şu şekilde sıralıyordu:
a) "Talep enflasyonu" olarak tanımlanan enflasyonu sınırlamak amacıyla sıkı para politikaları ve "gerçekçi faiz oranları" uygulaması,
b) Bütçe açıklarını kapatmak amacıyla kamu harcamalarının kısıtlanması ve vergi gelirlerinin artırılması,
c) Daha önceki sivil hükümetlerin koyduğu fiyat denetimlerinin kaldırılması, yani fiyatların serbest bırakılması,
d) Ücret artışlarının sınırlandırılması,
e) Ödemeler dengesi açığının kapatılması ve bu amaçla "gerçekçi kur politikaları"nın uygulanması,
f) İhracatın teşvik edilmesi ve ithalatın liberasyonu.
Ancak 1965'de IMF'nin Brezilya'ya dayattığı "istikrar tedbirleri" bunlarla sınırlı değildir. Bu tedbirler paketinin en önemli halkası ise "de-nationalization", yani Vargas döneminde kurulmuş olan sanayi kuruluşlarının satılmasıdır. Bugün ülkemizde en çok konuşulan konu olarak "özelleştirme" Brezilyalıların karşısına "gayri-millileştirme" olarak 1964 askeri darbesiyle birlikte çıkmıştır. Brezilya'ya emperyalizmin dayattığı bu "özelleştirme" uygulamasının ana nedeni, emperyalist finans kuruluşlarının Brezilya'ya verdikleri kredileri tahsil etmek istemeleridir. Böylece emperyalist tekeller, devlet garantisindeki borçlarını tahsil ederken, öte yandan da çok düşük fiyatlarla temel sanayi kollarındaki birçok devlet kuruluşunu satın alma olanağı bulmuşlardır.
Brezilya'da adı çok açık biçimde ifade edildiği gibi "gayri-millileştirme" olan "özelleştirme", yeni-sömürgecilik uygulamalarının kaçınılmaz bir gelişim evresine denk düşmektedir. Emperyalizmin içsel bir olgu olmasının en açık görünümü olan bu uygulama, ülkedeki işbirlikçi-tekelci burjuvazinin güçlenmesiyle açıklanamaz. Böyle bir uygulamanın gündeme getirilebilinmesi için, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki devrimci ve millici hareketlerin bastırılmış olması şarttır. Yoksa emperyalizm için, "gayri-millileştirme" her dönemde bir amaçtır. Zaten bu uygulamanın Brezilya'da 1965'de gündeme getirilmesine rağmen, ülkemizde 1985'lerin beklenilmesi bunu açıkça göstermektedir.
Ülkemizde IMF aracılığıyla emperyalizmin dayattığı "istikrar tedbirleri", hiçbir zaman, gerek Brezilya'da uygulananlardan, gerekse diğer geri-bıraktırılmış ülkelerde uygulananlardan pek farklı olmamıştır. 24 Ocak Kararları'nda açık biçimde görülen bu durum, "istikrar tedbirleri"nin, son tahlilde, emperyalist ekonomilerin içinde bulundukları ekonomik durgunlukla bağlantılı olduğunu gösterir.
Başta da belirttiğimiz gibi, bizim gibi ülkelerin ekonomik dengeleri, ülke içinde değil, dışında, yani emperyalist metropollerde ortaya çıkar. Bu nedenle, geri-bıraktırılmış ülke ekonomileri, her koşulda emperyalist ekonomilerin durumu tarafından belirlenir. Yılbaşından bu yana ülkemizde ortaya çıkan gelişmeler de bunu bir kez daha tanıtlamıştır.
Ocak ayından itibaren dolarda meydana gelen büyük değişiklik, bankaların iflasın eşiğine gelmeleri, yapılan devalüasyonlar, her kesimde şok etkisi yaratırken, emperyalist ekonomileri izleyenleri pek fazla şaşırtmamıştır. Demirel başta olmak üzere, oligarşinin tüm siyasal kadrolarını şaşırtan bu gelişmeler, Fransa ve İngiltere'de üç yıl önce başlayan, son iki yılda Almanya'yı içine alan ve giderek Japonya'yı da etkilemeye başlayan ekonomik durgunlukla bağlantılıdır.
Emperyalist ekonomilerdeki durgunluk, kendi iç pazarlarında meta satışlarındaki düşüşle birlikte başlamıştır. Tüketim malları sektörünü bir bütün olarak kapsamayan ilk durgunluk belirtileri, 1980 dünya ekonomik buhranından sonra büyük yatırımlara sahne olan elektronik metalar alanında ortaya çıkmıştır. Giderek diğer dayanıklı tüketim malları sektörünü etkisi altına alan durgunluk geldiği noktada banka kredilerinin geri ödenmesinde önemli sorunlar yaratmaya başlamıştır. İşte emperyalist finans kuruluşlarının geri-bıraktırılmış ülkelere kredileri kısmalarının ve eski kredileri geri ödemelerini talep etmelerinin nedeni bu gelişme olmuştur.
Ancak emperyalist ülkelerin içinde bulundukları durgunluğu kontrol altında tutabilmek için uyguladıkları temel politika, düşük maliyetle üretim yaparak, meta fiyatlarını aşağı çekmektir. Maliyetlerin aşağıya çekilmesi için kendi ülkelerinde uygulayabilecekleri her türlü tedbiri devreye sokarken, dış pazarlardan çok daha düşük maliyetle hammadde ya da yarı-mamül madde alma yollarını denemektedirler. Bu amaçla ellerinde bulunan kaynaklardan birisi dağıtılmış SSCB iken, diğeri de geri-bıraktırılmış ülkelerdir. Özellikle demir-çelik ürünleri ile doğal enerji kaynakları (kömür, doğal gaz vb.) açısından Rusya ve çevresi ülkeler emperyalist tekellere kısa vadede önemli avantajlar sağlayacağı düşünülmektedir.
Burada geri-bıraktırılmış ülkelerin işlevi ise, düşük fiyatlı tüketim malları ile emperyalist ülkelerin iç pazarlarındaki talep daralmasını aşmayı sağlamak ve dış borç ödemelerini yaparak emperyalist finans kuruluşlarının içine girdikleri likidite sorununu aşmalarını sağlamaktır. Zaten geri-bıraktırılmış ülkelere de, en düşük fiyatlarla ürünlerini ihraç etmekten başka da şeçenek bırakılmamıştır.
5 Nisan'da Çiller Hükümeti'nin ilan ettiği ekonomik istikrar tedbirlerinin tüm hükümleri, yukarda ortaya koyduğumuz konularla ilintilidir. Bir başka deyişle, 5 Nisan Kararları klâsik IMF istikrar tedbirleri olarak, emperyalist sistemin bütün olarak işleyişiyle bağlantılı bir uygulamaya denk düşmektedir. Bu yüzden, kararların "IMF ile görüşme yapılmadan" alınmış ve daha sonra IMF'ye gidilmesi hiçbir ekonomik ve politik değere sahip değildir. Sıradan bir iktisatçının bile ezbere bildiği IMF istikrar tedbirlerinin, IMF tarafından özel bir yazı haline getirilmesi hiç de gerekli olmamaktadır. DYP-SHP koalisyon hükümetinin 5 Nisan Kararları'nı IMF'ye danışmadan aldıkları yönündeki "övünme"leri, sadece kitlelerin IMF'ye duydukları tepkileri pasifize etmeyi amaçlayan bir demagojidir.
5 Nisan Kararları'nın klâsik IMF istikrar tedbirleri olmasına rağmen, ülkemiz için yeni uygulama olan kısmı KİT'lerin tasfiye edilmesidir. Bu tasfiye ediliş, 1965'lerin Brezilyasında uygulanan gayri-millileştirme ile birlikte, bir başka özelliğe de sahiptir.
Halkımızın da çok iyi bildiği gibi KİT'lerin "özelleştirilmesi" söz konusu değildir. Söz konusu olan verimli KİT'lerin yabancı tekellere satılması, yani "yabancılaştırılması"dır. Bu yanıyla 1965 Brezilyasındaki uygulamalar gündemdedir. Ancak diğer yandan, bazı KİT'lerin kapatılması gündeme alınmıştır. İşte bu yön uygulamanın yeni kısmıdır.
"Bazı KİT'lerin kapatılması", yani demir-çelik sanayi, kömür ve tekstil sanayi kuruluşları başta olmak üzere bazı KİT'lerin kapatılması, bugün emperyalist ülkelerin, özellikle de AT ülkelerinin içinde bulundukları durgunlukla bağlantılıdır. Almanya ve Fransa'nın demir-çelik ve kömür sektöründe faaliyet gösteren pekçok fabrika ve maden ocağını kapatmayla yüz yüze oldukları bir ortamda, Türkiye'ye bu sanayilerin kapatılmasının dikte ettirebilmesi yeni bir olanak sağlamıştır. İlk dönemde ağırlıklı olarak dağıtılmış SSCB devletlerinden ucuz demir-çelik ve kömür alarak kendi maliyetlerini düşürmeyi hesaplayan bu emperyalist ülkeler, kendi ülkelerindeki işçi hareketlerinin yükselmesi karşısında geri adım atmak durumunda kalmışlardır. İşte tam bu sırada Türkiye'deki ekonomik buhran derinleşmiştir. Daha önce AT ile yoğun ilişki içinde olan ve bu emperyalist ülkelerin (özellikle de Alman emperyalizminin) işbirlikçisi olan İshak Alaton aracılığıyla gündeme getirilen kömür madenlerinin kapatılması (ki bu ilk adımdır), bu ülkelerden ithalat yapılmasını getirecekti. Bu da, Almanya ve Fransa'nın kendi madenlerini kapatmadan, dünya standartlarına göre yüksek maliyetli kendi kömürlerinin ve demir-çelik ürünlerinin ülkemize satılması demekti. Böylece emperyalizm, bir yandan kendi ülkelerindeki sosyal huzursuzluğu da en aza indirirken, dağıtılmış SSCB devletlerinden alacağı ucuz hammadde ile kendi maliyetlerini aşağıya çekebilecekti.
İşte AT ülkelerinin içinde bulundukları durgunluk, 5 Nisan Kararları'nda demir-çelik ve kömür sanayindeki KİT'lerin kapatılması şeklinde yansımıştır. Bu yansıma, aynı zamanda AT ülkelerinin IMF içindeki artan ağırlığı ile bağlantılıdır.
Bu yönüyle 5 Nisan Kararları, ülkemizin emperyalizmin açık pazarı haline getirilmesinin yeni bir evresini ifade etmektedir.
1994 başında patlak veren "para bunalımı" yeni-sömürgecilik yöntemlerinin ürünü olan ve aynı zamanda yeni-sömürgecilik yöntemlerinin tıkanmasını ifade eden bir ekonomik buhrandır. Ve artık yeni-sömürgeciliğin de emperyalizmi kurtaramayacağı görülmektedir. Ancak yeni bir uygulama da ortaya çıkmamıştır. Doğal olarak, emperyalizm, sorunlarını yeni- sömürgecilik çerçevesinde çözmek zorundadır. Bu zorunluluk, kendilerine alternatif bir gücün bulunmadığı, anti-emperyalist hareketlerin güçten düştüğü bir dönemin ilişki ve çelişkileri içinde biçimlenmektedir. Ve ayrıca emperyalist ülkeler arasındaki entegrasyonun yeni biçimleriyle de belirlenmektedir. 5 Nisan Kararları'nda görüldüğü gibi, Amerikan emperyalizmi yanında Alman emperyalizminin de içinde bulunduğu ekonomik durgunluğun gerekleri doğrudan ifadesini bulmaktadır. Bu açıdan 5 Nisan Kararları'na karşı mücadele, topyekün emperyalist ülkelerin somut çıkarlarına karşı mücadele olarak somutlaşmaktadır. Kısacası, 5 Nisan Kararları'na karşı mücadele, anti-emperyalist mücadelenin ta kendisidir.