KURTULUŞ CEPHESİ - Mayıs-Haziran 1999
18 Nisan 1999 Seçimleri
Üzerine
18 Nisan seçimleri, ülkenin "çok partili" seçim tarihinde "rekor" olarak adlandırılacak ölçüde partinin (21 parti seçimlere katılmak için başvurmuş ve 20 parti resmen katılmıştır) katılımı ile gerçekleşti. Genel seçimlerde, 37.566.093 seçmenden 32.654.653'ü oy kullanmış ve böylece seçimlere katılım oranı %86.92 olmuştur. Ve herkesin bildiği gibi, DSP birinci parti olurken, MHP, en "iyimser"leri bile şaşırtarak %17.99 oy oranı ile ikinci parti olarak seçimlerden çıkmıştır.
Oligarşinin faşist milis örgütlenmesi olarak MHP'nin seçimlerde elde etmiş olduğu yüksek oy oranı, ilk anda büyük bir şaşkınlık yaratmıştır. Pekçok kişi, faşist milislerin elde etmiş olduğu seçim sonuçlarının "hile" sonucu olduğunu düşünmüşlerse de, sonuçların kesinleşmesiyle birlikte, bu sonucun nedenleri ve ortaya çıkaracağı gelişmeleri düşünmeye başlamışlardır. MHP'nin %17.99'luk oy oranı, kendisini "solcu" olarak tanımlayan ve büyük ölçüde CHP'ye oy veren kitle üzerinde büyük bir moral bozukluğu ortaya çıkarmıştır. Kimileri, bu seçim sonuçları sonrasında "bu ülkede yaşanmaz artık" düşüncesine kapılırken; kimileri, faşist milislere karşı yıllarca sürdürülen mücadelenin "bir işe yaramadığı"nı düşünmeye başlamışlardır. Hatta bir kesim, "bu halkla birşey yapılamaz" düşüncesini ileri sürerek, tüm yapılanların "boşa gittiği" sanısına kapılmışlardır. Büyük "umut" bağlanan ÖD Partisi'nin %1'i bile bulmayan oyu, böyle bir moral bozukluğu ortamında, CHP'nin barajı aşamamasıyla birleşerek, genel bir karamsarlık, durağanlık havasının yayılmasına neden olmuştur. 1 Mayıs günü ortaya çıkan manzara, bu karamsarlığın, aynı zamanda bir geri çekilmeye yöneldiğini açıkça göstermiştir. Daha birkaç yıl öncesine kadar birbirleriyle kaç bin kişiyi 1 Mayıs'ta "yürüttüklerini" tartışan, 50 binleri "yürütmekten" söz eden "sol", bu yılki 1 Mayıs'ta "genel katılım"ın düşük olmasının nedenini "üniversite sınavları"nın 2 Mayıs günü yapılmasına bile bağlayacak duruma gelmiştir.
Şüphesiz faşist milislerin seçimlerde elde etmiş olduğu sonucun yaratmış olduğu karamsarlık ortamında, her seçim sonrasında görülen "iyimser"likler de, "sol" yayın organlarında boy göstermiştir. 24 Aralık 1995 genel seçim sonrasında HADEP'in almış olduğu 1.171.623 oyu "azımsayanlar", "Türkiye'de en azından 4,5-5 milyon kişi HADEP ve dostlarına evet demiştir. Seçen sayısını üçle çarparak bu sonuca ulaşabiliriz. Her seçenin iki veya üç çocuğunu hesaba katarak. Bu bir başarıdır. Kendi adıyla, kendi kimliğiyle, ilk kez seçime katılan ve bu kadar oy alan kaç parti tanıyorsunuz." [*] diyenler, 18 Nisan 1999 seçimleri sonrasında, HADEP'in aldığı 1.477.675 oyu, "aslında üçle beşle çarpmak gerek. Bu da 5 milyonu aşan bir kitle demektir. (Devletin karşımıza çıkarmaya çalıştığı 5 milyon faşiste karşı 5 milyon yursever-devrimci. Onlar hazırsa iç savaşa; biz de hazırız)" [**] diyerek benzer biçimde yorumlamaya devam etmişlerdir. Oysa ki, aynı "mantık"la, faşist milis örgütlenmesi olarak MHP'nin aldığı oylar da 3-5'le "çarpılabilir" ve çıkan sonuç, hiç de düzeltilmeye çalışılan "moral"i güçlendirmeye yetmeyecektir.
Ancak "sol"daki seçim sonuçları yorumları bu türden "çarpma" ile sınırlı değildir. Matematiğin bilinen dört işleminin her biri kullanılarak seçim sonuçlarını "değerlendirmek" yaygın bir anlayış durumundadır. Bunlar içinde "toplama" işlemi daha geniş ölçüde rağbet görmektedir.
"Toplama"cılara göre, seçimlere katılım oranı "düşüktür". Bunlara göre, seçimlere katılmayanların sayısı (4.911.440) ile "geçersiz oylar"ın sayısı (1.494.217) "toplandığında", ortaya 6.405.657 sayısı çıkmaktadır. Bu da, "en büyük parti"nin seçime katılmayanlar ile geçersiz oy kullananlar olduğunu göstermektedir! (Tabi bu arada, değişik seçmen ve seçim sonuçlarını "esas" alarak, bu sayılar artırılabilmektedir. Örneğin, Özgür Gelecek, ülkedeki seçmen sayısını 39.789.120 olarak kabul edip, "en büyük parti"nin aldığı oyu, yani seçime katılmayanlar+geçirsiz oyları 7.133.050 olarak sayarak —%21.62— birinci ilan etmektedir. Bu sayılara göre, seçime katılım oranı %82.07 olmaktadır ve böylece "Sistem Çıkmazda!" sloganı için gerekli veriler ortaya çıkamaktadır.)
Genellikle seçimler öncesinde "boykot" çağrılarında bulunan sol örgütlenmelerin itibar ettiği bu "toplama" işlemi, asıl olarak, seçime katılmayanların, yani oy kullanmayanların seçimleri "boykot" ettikleri varsayımından kaynaklanmaktadır. İlk kez 20 Ekim 1991 seçimleri sonrasında solda boy gösteren bu "toplama" işlemciliği, 1987 seçimlerine göre katılım oranının düşmesine dayanıyordu. Bilineceği gibi, 12 Eylül askeri darbesinden sonraki ilk iki seçimde (1983 ve 1987) katılım oranı %92.3 ve %93.3 olmuştu. 20 Ekim 1991 seçimlerinde katılım oranı %83.9'a düştüğünden, "halkımızın %16.1'i" "düzenden umutlarını kesmiş" oluyordu. Doğal olarak, bu seçimde ortaya atılan bu "toplama-çıkarma" mantığı, yeni yetişen devrimci kuşak üzerinde etkili olmuştur. Kaçınılmaz olarak, aynı mantık daha sonraki seçimlerde de kullanılmaya ve böylece "moral" düzeltici değerlendirmeler yapılmaya devam edilmiştir.
Oysa ki, ülkemizde "çok-partili seçimler"in yapıldığı 1950 yılından günümüze kadarki seçimler incelendiğinde katılım oranları, hiç de "moral" düzeltici görünmemektedir.
Yıllar |
Seçmen Sayısı |
Katılım Oranı |
|
1950 | 8.905.743 | %89.3
|
1954 | 10.262.063 | %88.6
|
1957 | 12.078.673 | %76.6
|
1961 | 12.295.395 | %81.0
|
1965 | 13.679.753 | %71.3
|
1969 | 14.788.552 | %64.3
|
1973 | 16.798.164 | %66.8
|
1977 | 21.207.303 | %72.4
|
1983 | 19.767.366 | %92.3
|
1987 | 26.376.926 | %93.3
|
1991 | 29.978.837 | %83.9
|
1995 | 34.155.981 | %85.2
|
1999 | 37.566.093 | %86.9
|
Bu ve benzeri değişik seçim değerlendirmeleri solda her zaman ortaya çıkmasına karşın, hiç kimse bunların değerlendirilmesinin sosyolojik (toplumbilimsel) ve siyasal durumunu ele alma eğilimi göstermemiştir. Genellikle küçük-burjuva aydınlarının yaygın olarak kullandıkları sosyolojik değerlendirmeler ülkemiz solunda "genel kabul" gördüğü için, sol örgütlenmeler, bu değerlendirmelerin küçük-burjuva çerçevesi içinde ve sosyolojinin kullandığı burjuva ölçütler düzeyinde kalmaya devam etmişlerdir. Siyasal olarak ise, seçime katılmayanlar ile geçersiz oyların toplamına bakarak, "kitlelerin büyük bir kesiminin düzenden umutlarını kestiği" genellemesi ile yetinilmiştir. 18 Nisan seçimleri bu tür siyasal değerlendirmeye "milliyetçiliğin yükselişi" bağlamında bir eklenti yapmıştır.
Özellikle 1980 sonrasında, gerek ülkemizde, gerekse dünyada yaygınlaştırılan neo-liberalizmin ve pragmatizmin ideolojik deformasyonu sonucunda sınıfsal tahlillerin bir yana bırakılması ve bunun yerine "toplumsal çevre" ve "toplumsal tabakalar"ın geçirilmesi, pekçok olayda olduğu gibi, seçim sonuçlarının değerlendirilmesinde de egemen olmuştur. "Toplumsal çevre", "toplumsal tabaka" ölçütlerinin yaygın olarak kullanılmasının en önemli etkisi ise, bir sınıf oluşturan kesimlerin içsel olarak bölünmesi ve bu bölünmenin sonucu olarak onların oluşturduğu bütünle, yani sınıfla bağlarının silikleşmesi olmuştur. Mevcut düzenin ortaya koyduğu "veriler", tümüyle sınıfsal ölçütün kullanılamaz hale getirilmesine dayandırılmasıyla birlikte, sınıfsal tahliller yapılamaz hale getirilmiştir. Böylece, "sol"da egemen olan pasifizm, legalizm, "çevrecilik", "kadın hareketi" vb. "toplumsal çevre" ölçütleri içinde "politika" yapmaya yönelmiştir. 18 Nisan seçimleri öncesinde "medya" da büyük yer verilen ÖD Partisi ve "kadın hareketi temsilcileri", bu ölçütlerle değerlendirildiğinden, "önemli" bir oy alacağı beklentisi yaratmışlardır. Ancak, 18 Nisan seçimleri, bu ölçütün ülkedeki sınıflar arasındaki ilişkileri ve sınıflar arasındaki geçişleri silikleştirmesinin yarattığı "düş kırıklığı"nı beraberinde getirmiştir.
18 Nisan seçimlerinin gösterdiği en temel gerçek, ülkemizdeki sınıf ilişkilerinin, her zaman olduğu gibi, tüm ekonomik, toplumsal ve siyasal olayların temelini oluşturduğudur.
Kurtuluş Cephesi'nin değişik sayılarında ortaya koyduğumuz gibi, 1980 dünya ekonomik buhranı sonrasında sömürücü sınıflar arasında ortaya çıkan "consensus", 1987 sonrasında önemli ölçüde bozulmaya başlamıştır. Sömürücü sınıflar arasındaki "uzlaşma"nın bozulması, kaçınılmaz olarak, oligarşi ile oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki çelişkiyi keskinleştirmiştir. Diğer taraftan, oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar da, uygulanan neo-liberal ekonomi-politikalar sonucunda kendi içlerinde bölünmüşler ve değişik çıkar gruplarına ayrışmışlardır. Gerek düzen içi partiler içindeki ilişkiler, gerekse seçim sonuçları, bu bölünme ve ayrışmanın görüngüleri olmuştur. Küçük-burjuva aydınları böyle bir ortamda bu gruplar arasındaki ilişki ve çelişkilere dayanan "politik" tahlilleri öne çıkarmışlardır. Yukarda ifade etmiş olduğumuz "toplumsal çevre" ya da "toplumsal tabaka" ölçütü, bu "politik" tahlillerle ve bu tahlillerin dayandığı bölünme ve ayrışmalarla egemen kılınmıştır.
Gerek devrimci mücadelede, gerekse düzen içi politikalarda, sadece kısa dönemli (geçici) ittifaklar ve taktikler açısından bir değere sahip olan ilişki ve çelişkiler, bu ölçütler ve buna dayanan tahliller ile çarpıtılmış ve devrimci mücadele için bir "veri" haline getirilmiştir. Kürt ulusal hareketinin stratejik hedeflerinin bulanıklaştırılmasıyla birlikte gündeme gelen "siyasal çözüm" kavrayışı bu "veri"leri daha fazla öne çıkarmıştır. Strateji ile taktik arasındaki diyalektik ilişkinin koparılmasıyla birlikte gelişen "taktik"lere dayalı "politika yapma" anlayışı, yani stratejinin yerine ne olduğu belirsiz bir "politika yapma"nın geçirilmesi ve buna uygun pragmatist ve popülist söylem, solda sınıf tahlillerinin tümüyle bir yana bırakılmasını getirmiştir. Stratejik düzeyde, egemen sınıfların kendi aralarındaki çelişkinin düzeyi ile belirlenen ve dolaylı (vasıtalı) yedek güçler arasında değerlendirilen ilişki ve çelişkiler, böylece temel stratejik güç ve ilişkiler alanı olarak kavranılmıştır. Bu çarpılmanın sonucu, A. Öcalan'ın tutsak edilmesiyle pratikte ortaya çıktığı gibi, 18 Nisan seçimlerinde MHP'nin "yükselişi"nin "süpriz" olmasıyla da ortaya çıkmıştır.
24 Aralık 1995 seçimleri sonrasında düzen partileri içinde ve parlamentoda ortaya çıkan ayrışma ve bölünmeler, 18 Nisan seçimlerine katılan partilerin sayısındaki olağanüstü artış ile açık hale gelmiştir. Asıl olarak oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki parçalanma ve ayrışmanın bir ürünü olan bu olgu, doğrudan uygulanan ekonomi-politikaların bir sonucu olmuştur.
Bilindiği gibi, 1980 sonrasında emperyalizmin uygulamaya soktuğu ve temelinde geri-bıraktırılmış ülkelerin borçlarının tahsiline dayanan "ithalata yönelik sanayileşme" uygulamaları, oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasında önemli bir bölünme yaratmıştır. İhracata yönelen kesimler ile geleneksel olarak iç pazar için üretim yapan kesimlerin bu ayrışması, ihracatın konusuna ve yapıldığı ülkeye göre bir dizi alt ayrışmalarla devam etmiştir. İç pazara yönelik üretim yapan kesimler, emperyalist metaların ithalatının serbest bırakılmasına paralel olarak iç pazardaki paylarını giderek yitirmeye başlamışlardır. Enflasyonist politikaların sonucu olarak kitlelerin alım gücündeki düşüş, iç pazarda geleneksel metalara olan talebi belli oranda artırmasına rağmen, emperyalist metaların ithalatının serbest bırakılması tüketim normlarını değiştirdiğinden, bu pazara üretim yapan küçük ve orta sermaye kesimlerinin kâr oranlarının sürekli düşüşüne yol açmıştır. Böyle bir ortamda, "gelenekçi" görünümdeki Refah (Fazilet) Partisi, bu kesimlerin sözcüsü olarak öne geçmiştir. Ancak Refah Partisi ile DYP arasında kurulan koalisyon hükümetinin ünlü "28 Şubat süreci" ile düşürülmesi ve ardından Refah Partisi'nin kapatılması, küçük ve orta sermaye kesimlerini yeni bir arayışa itmiştir. Tansu Çiller'in "KOBİ"ler söylemi, bu arayış karşısındaki kesimleri DYP'ye kanalize etmeye yönelik olmuşsa da, "28 Şubat süreci"nin karşıtı konumunda olduğu için etkili olmamıştır. "Asya krizi"nin etkisinin 1998 sonlarından itibaren ülke içinde görülmeye başlanmasıyla birlikte, küçük ve orta sermaye kesimleri kendi içlerinde birleşme yönünde hareket etmeye başlamışlardır. ANAP ve DSP'nin ekonomi-politikaları bu kesimlerden çok tekelci burjuvazi lehine olduğundan, küçük ve orta sermaye kesimleri hızla MHP'ye kaymışlardır. MHP'nin "milliyetçiliği", bu kesimler açısından iç pazarın korunmasını da içerdiğinden, kendileri için tek seçenek haline gelmiştir. Antalya seçim sonuçlarında açıkça görüldüğü gibi, MHP'nin "milliyetçiliği"nin koruması, ekonomi-politika dışında da etkin olmuştur. (Antalya'daki küçük ve orta sermaye kesimleri ağırlıklı olarak turizm sektöründe faaliyet yürütmektedirler. A. Öcalan'ın tutsak edilmesine paralel olarak ortaya çıkan "intihar eylemleri" olasılığı en fazla turizm sektörünü etkilemiştir. Bu yüzden turizmde önemli bir yere sahip olan Antalya'da bu sektörde faaliyet yürüten tüm kesimleri MHP'nin "koruyuculuğu"na yöneltmiştir.)
Benzer gelişmeler, MHP'nin yüksek oy aldığı tüm iller için geçerlidir. "Kahrolsun PKK" sloganının ekonomik içeriği, daha önceki dönemde Refah Partisi'ne yönelmiş kesimlerin MHP'ye kayışlarını sağlamıştır.
Klâsik faşist demagoji, asıl olarak, kapitalist ekonominin buhran dönemlerinde hızla iflasa yönelen küçük ve orta sermaye kesimleri ile mülksüzleşen kitleleri "milliyetçi" bir söylemle kendisine yedeklemeyi amaçlar. Alman ve İtalyan faşizminin bir bütün olarak küçük ve orta burjuvaziyi yedeklerken kullandığı "milliyetçilik" demagojisi, küçük ve orta sermaye kesimleri için ekonomik buhran sonucu daralan iç pazarı genişletmeyi ve yeni pazarlar bulmayı vaad ederken, genişleyen pazar koşullarında mülksüzleşen kitleye yeni iş olanakları sağlamayı vaad ediyordu. MHP, yıllarca benzer bir demagoji ile, ülkemizdeki küçük ve orta sermaye kesimleri ile mülksüzleşen kitleleri kendisine yedeklemeye çalışmıştır. Ancak daha önceki dönemlerde, dünya ekonomik buhranının derinleştiği, dolayısıyla küçük ve orta sermaye kesimleri ile halk kitlelerinin durumunun hızla kötüleştiği dönemlerde, oligarşinin yönetimi askerileştirmesi, MHP'nin bu kesimleri kendisine yedekleyerek bunu seçimlerde oya çevirmesinin somutlaşmasını engellemiştir. 18 Nisan seçimlerinde MHP'nin almış olduğu oy, yönetimin açıkça askerileştirilmediği bir dönemde ortaya çıkmıştır. Avrupa Birliği konusundaki "milliyetçi" söylem, "Dış Türkler Bakanlığı" vaadi, uzun yıllardır MHP tarafından propagandada temel bir yere sahip olmuştur.
Günümüzde emperyalist metaların ithalatının serbest bırakıldığı koşullarda MHP'nin AB'ye karşı "milliyetçi" tutumu "iç pazarın korunması" olarak sunulmuştur. "Dış Türkler Bakanlığı" ise, "Türki cumhuriyetler"in pazarlarına daha kolay girilebileceği sanısı uyandırmıştır. Aynı şekilde, PKK'nin "yokedilmesi", bu alanda kullanılan kaynakların ekonomiye "geri döneceği" umudu yarattığından, MHP'ye yönelimi belirginleştirmiştir. (PKK konusunda MHP'nin uzun zamandır aynı propagandayı yürütmesine rağmen, bugün etkili olmasının nedeni A. Öcalan'ın tutsak edilmesiyle birlikte, bunun "gerçekleşebileceği" kanısının ortaya çıkmasıdır.)
Kırsal kesimde köylülerin Refah (Fazilet) Partisi'nden MHP'ye kayışları da, benzer bir "umudun" sonucu olmuştur. Özellikle hayvancılık alanında neo-liberalizmin uygulamalarıyla ortaya çıkan çöküş, "iç pazarın korunması" bağlamında MHP'ye yönelimi getirmiştir.
Öte yandan, MHP'nin büyük kentlerde etkili olamamış olması, yukarda ortaya koyduğumuz gelişmelerin, kentlerde yaşayan kitle açısından (özellikle işçiler ve gecekondulardaki yarı-işsiz kitle açısından) fazlaca önemli olmamasından kaynaklanmaktadır. Genellikle tüketici konumunda olan işçi sınıfı ve kent küçük-burjuvazisi için "iç pazarın korunması"ndan çok, enflasyonist politikaların sona erdirilmesi önemli olmaktadır. Örneğin büyük kentlerde önemli bir istihdam sağlayan tekstil sektörü açısından "ihracat" önemli olduğundan, çalışan kitle açısından MHP'nin ekonomik ve politik demagojisi somut birşey ifade etmemektedir.
Diyebiliriz ki, RP (FP), DYP ve ANAP'ın, dünya ekonomik buhranının ülke içine giderek şiddetle yansımasına paralel olarak etkin olamamaları MHP'nin seçimlerde yüksek oy alışının nedeni olmuştur.
Ancak MHP'nin aldığı oylardaki artış, ülke içindeki sınıf ilişkilerinde önemli bir değişim olduğu anlamına gelmemektedir. Küçük burjuvazinin bir kesiminin MHP'ye kanalize olması ile ortaya çıkan sonuç, ülkemiz tarihinde küçük esnaf, tüccar, zanaatçı ve sanayicinin politik tutumuyla çakışmaktadır. Emperyalist üretim ilişkilerinin ülke içinde yaygınlaşmasına paralel olarak ortaya çıkan gelişmeler, bu kesimlerin politik tutumlarını belirlemiştir. Bu politik tutum, emperyalist üretim ilişkilerinin gelişmesine paralel olarak geleneksel konumlarını ve ilişkilerini yitiren küçük ve orta sermaye kesimlerinin iç pazar temelinde milliyetçiliğe yönelmesi şeklinde ortaya çıkarken, diğer taraftan emperyalist üretim ilişkilerinin yaratmış olduğu yeni pazar olanaklarından yararlanmak şeklinde emperyalizm yanlısı bir tutum olarak belirginleşir. Bu kesimler, her iki açıdan da anti-emperyalist ve anti-oligarşik bir devrime karşıdırlar.
18 Nisan seçimlerinin ortaya koyduğu tüm bu gerçekler, ülkemizdeki sınıf ilişki ve çelişkilerinin emperyalist üretim ilişkilerinin ülke içinde genişlemesine paralel olarak ortaya çıkan ilişki ve çelişkiler çerçevesinde varlığını sürdürdüğünü göstermektedir. Tüm "medya" nın ve küçük-burjuva aydınlarının "dünya değişti" söylemine karşın, sınıf ilişki ve çelişkilerinin aynı temelde varlığını sürdürdüğünün açığa çıkması 18 Nisan seçimlerinin en önemli dersi olmaktadır. Bu bağlamda, ülkemiz solunda sınıf tahlillerini bir yana bırakanlar, 18 Nisan seçimlerinin kesin mağlubu durumundadırlar.
Dipnotlar
[*] M. Şehmuz Güzel, Özgür Politika, Aralık 1995
[**] Ekpolitika, Özgür Politika, 24 Nisan 1999, s: 4