KURTULUŞ CEPHESİ - Eylül-Ekim 1995
Sömürücü Sınıflar İçindeki Bölünmeler
ve
Siyasal Yansıları
20 Eylül günü CHP'nin koalisyon hükümetinden çekilmesiyle birlikte meydana gelen olaylar, hükümet oluşturulmasına ilişkin görüşmelerdeki tartışmalar, kavgalar son günlerin en çok izlenen televizyon dizilerine dönüşmüştür. TÜSİAD'ın, bizzat Vehbi Koç'un ağzından ifade ettiği ANAP-DYP koalisyonunu tercihinin, T. Çiller ile Mesut Yılmaz arasındaki görüşmelerin nasıl gerçekleştirilemez hale getirdiği, kamuoyunun gözünün önünde yapılmıştır. Bu gelişmeler, her zaman olduğu gibi, karşılıklı kişisel suçlamalarla birlikte devam etmiştir. Ortaya çıkan bu bölünmeler, TBMM'de 12'ye varan parti dağılımı, giderek Tansu Çiller'in "azınlık hükümeti" kurup kuramayacağı tartışmaları na dönüşmüştür.
Ancak tüm bu gelişmeler içersinde gözden kaçırılan en önemli nokta, her siyasal tavrın, şu ya da bu kişinin kişisel isteklerine göre biçimlenemeyeceğidir. Bir başka deyişle, gelişen tüm siyasal olaylar, aynı zamanda, toplumsal ve ekonomik ilişkilerin bir yansısı ve devamı durumundadır. Toplumun sınıflardan oluştuğu gerçeğini dışlayan her yaklaşımın, gelişen olayları açıklayamayacağı da ortadadır. Bugün hükümet krizi olarak ortaya çıkan gelişmeler, doğrudan doğruya oligarşinin mevcut düzeni yönetememe krizi durumundadır ve sömürücü sınıf ve tabakalar arasındaki çatışmanın dışavurumlarıdır.
Türkiye ekonomisinin yıllardır süren bunalımları, 1994 Ocak ayında ortaya çıkan parasal krizle birlikte, bir kez daha tüm ekonomik, toplumsal ve siyasal ilişki ve dengeleri altüst etmiştir. Açıktır ki emperyalizmin (başta ABD emperyalizminin) hegemonyası altında bulunan ülkemizdeki çarpık kapitalizmin ürettiği bunalımların derinleşmesi, her zaman -bir bütün olarak- sömürücü sınıflar arasındaki çıkar çatışmasını keskinleştirir. Derinleşen ekonomik buhranın yükünü (ya da bedelini) halk kitlelerine yüklemekte hemfikir olan (consensus) bu sınıflar ve fraksiyonları, gene de bunalımın etkisinden kendilerini kurtaramazlar. Bu durumda, bu etkinin hangi kesimlere ve ne kadar yansıtılacağı sorunu, büyük bir iç mücadeleye yol açar. Bugünkü hükümet krizinde ortaya çıkan olaylar, partilerin ortaya koydukları koşullar vb. bu çatışmanın ve mücadelenin ürünüdür.
1995 Türkiyesinde oligarşinin karşı karşıya bulunduğu sorunlar, hemen her dönemde karşısında olan sorunlarla bir ve aynıdır. Ancak 12 Eylül koşullarında sömürücü sınıflar arasında gerçekleştirdiği ve temel olarak kendisinin hegemonyasına dayanan "uzlaşma", 1994 yılındaki gelişmelerle, hemen hemen dağılmıştır. Ve siyasal planda karşı karşıya olduğu somut sorun da bu olmaktadır. Ama geçmiş dönemden farklı olarak, sömürücü sınıf ve tabakalar, kendi içlerinde parçalanmış durumdadır ve oligarşinin (özellikle de tekelci sanayi burjuvazisinin) etrafında yeni bir "uzlaşma"ya yönelmeleri çok daha zordur.
Türkiye'nin yakın tarihinde bu tür hükümet bunalımları sık sık ortaya çıkmıştır. Bu açıdan, oligarşinin bu tür bunalımlara karşı oldukça geniş bir deneyimi olduğu da ortadadır. Yukarda ifade ettiğimiz gibi, bugün, sömürücü sınıflar, kendi içlerinde alabildiğince küçük gruplara bölünmüşlerdir ve bunların birleştirilmesi, herşeyden önce oligarşinin bir dizi tavizi vermesini gerektirmektedir. Bu durum karşısında, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin ilk girişimi, kendi içinde daha birleşik olduğunu varsaydığı ANAP ile DYP çatısı altında bulunan kesimlerle bir uzlaşma aramak olmuştur. Herkesin de gördüğü gibi, bu uzlaşma, varsayılanın ötesinde bir bölünmüşlüğe denk düştüğü için gerçekleşememiştir.
Sözün özü, bugün oligarşinin karşı karşıya olduğu sorun, sömürücü sınıflar arasındaki "12 Eylül uzlaşması"nın sona ermiş olmasıdır. Ancak yeni bir "uzlaşma", aynı zamanda, bu sınıfların kendi içlerindeki parçalanma ve bölünmelerin boyutları nedeniyle kolayca kurulabilir nitelikte değildir. Bu bölünmenin en yoğun bulunduğu kesim ise, oligarşi dışındaki sömürücü sınıflardır ve özellikle tekelleşememiş sanayi burjuvazisi içindeki parçalanma ve içsel ittifak girişimleridir. İşte bu parçalanma ve girişimler, günümüzdeki tüm düzen sınırları içindeki siyasal ilişkilerin temelini oluşturmaktadır. Bu parçalanma ve içsel ittifak girişimleri tam olarak tahlil edilmeden, olayların kavranılabilinmesi olanaksızdır.
Tekelleşememiş sanayi burjuvazisi, bilindiği gibi, başlangıcı 1980 yılında Demirel'in azınlık hükümeti kurması ve 24 Ocak Kararları'nın alınması ile başlayan bir süreç içersinde işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile "uzlaşma"ya varmıştır. Bu "uzlaşma", 12 Eylül'le birlikte, sömürcü sınıfların bir bütün olarak "uzlaşma"ya girmelerini getirmiştir. Bu "uzlaşma", sömürücü sınıfların kendi içlerindeki çıkar çatışmasının ikincil kalması ile ortaya çıkan bir zorunlu "uzlaşma" niteliğinde olması, kaçınılmaz olarak uzun dönemli "çatışma" dinamiklerini içinde barındırıyordu. Bir başka deyişle, bu dönemde özellikle tekelleşememiş sanayi burjuvazisi ile oligarşinin "uzlaşma"sında, ekonomik buhran karşısında yükü kimin üstleneceğinde bir anlaşmaya değil, devrimci mücadelenin yükselmesi ve düzeni temelinden tehdit eder duruma gelmesi yatmaktadır. Bunun sonucu olarak, tüm sömürücü sınıflar, kendi düzenlerinin varoluşu konusunda bir "uzlaşma"ya gitmişlerdir. Bu "uzlaşma", aynı zamanda, 12 Eylül faşist yönetiminin üzerinde yükseldiği sınıfsal temeli oluşturmuştur. Günümüzdeki hükümet kriziyle birlikte, ülkenin karşı karşıya bulunduğu "büyük iç ve dış sorunlar"ın sürekli dile getirilmesi, aynı zamanda oligarşinin, diğer sömürücü sınıfları, benzer türden bir "uzlaşma"ya yöneltmek istemesinin ifadeleridir. Ancak görüldüğü gibi, bu da fazlaca etkili olmamaktadır.
Oligarşinin, sömürücü sınıflar içindeki parçalanma ve içsel ittifaklara göre ve bunların her biri ile yapılacak "anlaşmalar"la yeni bir sürece girmek istemediği de ortadadır. Bunun nedeni, diğer kesimlerdeki geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde ortaya çıkmış olan bölünme ve parçalanmalardır. İşte ülkenin son yıllarda karşı karşıya kaldığı pekçok çelişik ekonomik, toplumsal ve siyasal tutumların temelinde de bu yatmaktadır. Bunun tarihsel kökleri ise, 1950'lere dayanmaktadır.
1950'lerden itibaren uygulanan yeni-sömürgecilik yöntemlerinin ortaya çıkardığı kapitalist gelişme bir dizi yeni yatırım alanları ortaya çıkarmıştır. Ancak gelişen kapitalizmin kendi iç dinamiği ile değil de, dış dinamikle, yani emperyalizme bağımlı olarak geliştiğinden, ortaya çıkan yeni yatırım alanları da, sürekli olarak emperyalizme bağımlı olmuştur. Emperyalizm, özellikle Amerikan emperyalizmi, ilk dönemde, bir yandan kendisi ile başkan bütünleşmiş işbirlikçi-tekelci burjuvaziyi geliştirip güçlendirirken, diğer sömürücü sınıf ve tabakalarla olan ittifakını sürdüregelmiştir. 1960 sonrasında emperyalizmin, o güne kadar ittifak içinde olduğu çeşitli sömürücü sınıf ve tabakalarla ilişkisi, 1965 Genel Seçimlerine yansımış ve Demirel'in yönetimindeki AP tek başına iktidar olabilecek bir çoğunluk sağlamasına neden olmuştur. Bugün tartışmalarda sık sık yer aldığı gibi, o dönemde nispi temsil sistemine göre ve milli bakiye uygulamasına dayanan bir seçim sistemi olmasına rağmen AP tek başına iktidara gelecek çoğunluğu sağlamıştır. İşte bu seçim sonucunun temelinde, emperyalizmin tüm sömürücü sınıf ve tabakalarla kurduğu ittifak yatmaktadır.
Ancak 1965 Genel Seçimlerinden sonra, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin gelişmesi sürmüş ve emperyalizmin temel müttefiki konumuna gelmiştir. Bunun sonucu ise, emperyalizmin, o güne kadar ittifak içinde olduğu Anadolu tüccar kesimi ile feodal kalıntılarla ittifakını bozması olmuştur. Bunun siyasal sonucu ise, Erbakan'ın başkanlığında MNP'nin kurulmasıdır. Bu dönemde, yeni yeni gelişmeye başlayan küçük ve orta sermaye kesimleri, tüccar sermayesinin yatırımları ile ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, emperyalizmin bu kesimlerle ittifakı bozması, kaçınılmaz olarak, bu sermaye kesimlerinin önemli zarara uğramasına neden olmuştur.
Yine aynı süreçte, emperyalizmin toprak ağalarının bir kısmını oligarşinin dışına çıkarması, AP'den Bozbeyli başkanlığında bir grubun ayrılıp DP'yi kurmaları sonucunu doğurmuştur.
Emperyalizmin, işbirlikçi-tekelci burjuvazinin oligarşiyi tek başına oluşturması yönündeki girişimleri, aynı zamanda, yeni-sömürgecilik yöntemleriyle ortaya çıkmış olan dışa bağımlı sanayilerin ortaya çıkardığı yan sanayileri kullanarak, kendisine bağımlı bir kesimin ortaya çıkmasına yönelmiştir. Küçük ve orta sermaye yatırımları olarak ortaya çıkan bu yan sanayiler, aynı zamanda 1960 sonlarında palazlanmaya başlayan yeni bir kesimin ortaya çıkmasını getirmiştir. Bu kesim, giderek kendini diğer küçük ve orta sermaye kesimlerinden ayırmış ve başlı başına tekelleşememiş sanayi burjuvazisi haline gelmiştir. İşte 12 Mart koşullarında, henüz gelişim halinde olan bu tekelleşememiş sanayi burjuvazisi siyasal alanda hiçbir girişimde bulunmamış, oligarşinin kendi politikalarının uslu bir izleyicisi olmuştur.
1980 yılına gelindiğinde, AP, işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile büyük toprak sahiplerinin siyasal temsilcisi olarak belirginleşirken, MSP, orta ve küçük sermaye kesimleri ile Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ve tüccar-tefeci sermayesinin siyasal temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır.
Bu durum, aynı zamanda, MC hükümetlerinin kuruluşundaki anlaşma ve uzlaşmaların, hangi kesimler arasında ve nasıl yapıldığını da ortaya çıkarmaktadır. (Burada MHP, örgütlediği faşist milis gücüyle oligarşinin siyasal temsilciliğine soyunmuş bir parti olarak, her zaman oligarşinin gösterdiği yönde hareket etmiştir. Günümüzde de bu özelliğini sürdürmektedir.)
1980 sonrasında uygulanan ekonomi-politikalar ve ülkenin emperyalist metaların açık pazarı haline getirilmesi, kaçınılmaz olarak, oligarşi dışında yeni çıkar gruplarının ve sömürücü kesimlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Özellikle Özal döneminde uygulanan politikalar, kendi içinde tekelleşememiş burjuvaziyi değişik bölümlere ayırmıştır. Yine 1980 dünya ekonomik buhranının bir ürünü olarak değişik emperyalist ülkelerin ülkedeki yatırımlarının artması, bu kesimlerin ilişkilerini daha da çeşitlendirmiştir.
Tüm bu gelişmeler, artık oligarşinin denetleyemediği bir dağılım olarak 1990'lara doğru hızlanarak devam etmiştir. Böylece oligarşi için, eskisi gibi belli birkaç kesimle sınırlı olmayan değişik sömürücü kesimler ortaya çıkmıştır.
1990 yılından itibaren, emperyalist metaların yoğun olarak ülke içi pazara girmesi ve değişik emperyalist ülkelerin ülke içinde yatırıma yönelmeleri daha da belirginleşmiştir. Bu da, meydana gelen gelişmeyi hızlandırıcı sonuçlar doğurmuştur.
Bugün bir kısmı kendilerini siyasal partiler düzeyinde ifade etmemekle birlikte, oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar kendi içlerinde önemli çatışma içinde bulunan onlarca fraksiyona bölünmüştür. (Biz burada, ağırlıklı olarak kendilerini siyasal partiler düzeyinde ifade eden kesimleri ele alacağız.)
Meydana gelen bölünmüşlüğün somut ifadesi bugün TBMM'de kendilerine yer bulan irili ufaklı siyasal partilerde bulmaktadır.
Tekelleşememiş burjuvazi içindeki bölünmüşlük, gelişen yeni orta sermaye kesimlerinin ortaya çıkmasına kıyasla daha önemli sonuçlara sahiptir.
MNP'den MSP'ye ve günümüzde RP'ye dönüşerek varlığını sürdüren en önemli tekelleşememiş burjuva kesim, 12 Eylül sonrasında sağladığı devlet desteği ve Suudi sermayesi ile kendisini güçlendirmiştir. Özellikle 12 Eylül sonrasında "ihracatı teşvik primleri"nin artırılması sonucu "İslam ülkeleri"ne yönelik ihracatla gelişen sermaye kesimleri, kendi içlerindeki çıkar çatışmasını uzun süre ikincil kılabilmişlerdir. Ancak Islahatçı Demokrasi Partisi (IDP) -ki günümüzde Millet Partisi olarak Meclis'te iki milletvekiline sahiptir- ile ilk önemli bölünmeyi yaşamıştır. Bunun yanında değişik tarikatlar düzeyinde artan bir bölünme yaşanmış ve yaşanmaya devam etmektedir. Fethullahçılar ile İhlas Holding bünyesinde toplanan kesimler, bugün için siyasal partiler düzeyinde ayrı bir örgütlenmeye yönelmemişlerse de, diğer kesimlerle önemli bir çatışma içine girmişlerdir.
Fethullahçılar, siyasal olarak DYP ile ilişkilerini geliştirirken, aynı zamanda oligarşinin "Türki Cumhuriyetler"e yönelik faaliyetlerinde önemli işlev görmektedirler.
İhlas Holding çevresi ise, geleneksel olarak RP ile olan siyasal ilişkilerini kesmemiş olmakla birlikte, tekelleşememiş sanayi burjuvazisi içinde ve kendi önderliğinde bir blok oluşturmaya yönelmiştir. İhlas Holding'in hemen her alanda "yatırımları"nı artırdığı görünümü altında yatan bu blok oluşturma girişimi bulunmaktadır.
Şüphesiz tekelleşememiş burjuvazi içindeki en önemli bölünme, siyasal planda ANAP-DYP farklılaşması olarak ortaya çıkmıştır. 12 Eylül koşullarında oligarşinin oluşturduğu "uzlaşma"nın ürünü olan ANAP, giderek kendi bünyesinde tekelleşememiş burjuvazinin güçlendiği bir parti haline gelmiştir. ANAP üzerinde oligarşinin etkisi varlığını sürdürmekle birlikte, tekelleşememiş burjuvazinin bir kesiminin etkinliğini artırması, aynı zamanda bunların çıkarlarının sözcüsü haline gelmesini getirmiştir. ANAP, giderek 12 Eylül'ün ürünü olan holdinglerin temsilcilerinin ağır bastığı bir parti görünümü kazanmıştır. Ancak, tıpkı 12 Mart holdingleri gibi, bu holdinglerin oligarşi ile olan çıkar ortaklığı, ilk planda önemli bir çatışma ortamı yokmuş görünümü vermektedir. Örneğin, bir zamanların ünlü ENKA'sı, TEKFEN'i, DOĞUŞ Holding' i, hemen hemen her düzeyde emperyalizme bağımlı bir sermaye alanında faaliyet göstermektedirler. DOĞUŞ grubunun almış olduğu zırhlı araçlar ihalesi, aynı zamanda Amerikan FMC grubu ile bir ortaklık durumunda olması, ister istemez oligarşi ile açık bir çatışmaya girmesini engellemektedir. Ama siyasal alanda dayandıkları Özal ve onun ANAP'ını yitirmeleri, kaçınılmaz olarak pekçok zarara uğramalarına neden olmaktadır. Bu da, hükümet krizinde ortaya çıkan ANAP-DYP uzlaşmazlığının arka planını oluşturmaktadır. (Hemen ekleyelim, 1994'de oligarşinin "yolsuzluk" olaylarının üzerine gidilmesi konusunda yaktığı yeşil ışık, asıl olarak bu kesimleri etkisizleştirmeyi hedeflemiştir.)
Ancak kendilerini halen ANAP içinde siyasal olarak ifade eden tekelleşememiş sanayi burjuvazisi de kendi içinde, emperyalizmle olan ilişkilerinin boyutlarına göre değişen ölçülerde bölünmüş durumdadır. Bu da, kendisini çeşitli sayılarda milletvekili olarak ortaya koymaktadır.
Aynı şekilde tekelleşememiş burjuvazinin kendi içinde bölünmüşlüğünün ortaya çıktığı bir diğer parti de DYP olmaktadır. ANAP içinde olduğu gibi, DYP içinde de değişik kesimlerin doğrudan kendilerine bağlı milletvekilleri bulunmaktadır. Bu da, DYP içindeki bölünmüşlüğün temelini oluşturmaktadır. Ancak DYP'nin hükümet olmasının getirdiği avantajlar, bu kesimlerin açık bir çatışma ortamına girmelerini engellemektedir. Cavit Çağlar'ın Çiller'e yönelik olarak değişik zamanlarda sergilediği farklı tutumların temelinde hükümet olmanın getirdiği avantajlar yattığını bilmeyen yok gibidir.
Diğer bir kesim ise, Özal döneminde ortaya çıkmış ve giderek kendilerini güçlendirmiş olan yeni orta sermaye kesimleridir. Özal döneminin "işbitirici" kesimleri olarak belli bir sermayeye sahip olmuş bu kesimler, "liberal ekonomi"nin aynı zamanda ideolojik savunucuları olarak ortaya çıkmışlardır. "Çağ atlama"nın temsilcileri olan bu kesimler, emperyalist metaların ülkenin iç pazarına yoğun bir biçimde sokulmasının ve kitlelerin artan bir tüketime yöneltilmelerinin ürünüdürler. Önemli bir kesimi turizm alanında faaliyet gösterirken, bir diğer kesimi emperyalist metaların ithalatçısı durumundadırlar. Ancak ortak özellikleri, doğrudan doğruya tüketime ilişkin alanlarda faaliyet göstermeleridir. Bu yanlarıyla kendi içlerinde hazır giyim alanında (konfeksiyon) faaliyet gösteren kesimleri de kapsamaktadır. Bir dönem hızlı birer Özalcı olan bu kesim, Özal'ın siyasal etkinliğini yitirmesi ve ardından da ölmesiyle kendilerine yeni kimlik bulmaya yönelmişlerdir. Bugün için YDH bünyesinde ve Cem Boyner'in çevresinde toplanma eğilimi içindedirler.
Bunların yanında, önemli bir sermayeye dayanmayan, ancak kimi özel çıkar ilişkileri ile birbirine bağlanmış kesimler de bulunmaktadır. Kendisini en açık biçimde Ahmet Özal'da biçimlendiren bu kesimler, Özal döneminin ekonominin gözenekleri arasında varedilmiş talancı bir sermaye sahipleridir. Bugün için önemli ölçüde etkisizleştirilmiş bu kesimler, Yusuf Özal'ın YP'sinde kümelenmiş birkaç milletvekili ile kendilerini yaşatmaya çalışmaktadırlar.
Oligarşi için önemli bir sorun olmamakla birlikte, hükümet krizi gibi durumlarda bugün için bir araç durumunda olan diğer bir bölünme de MHP bünyesinde ortaya çıkmıştır. Bu bölünme, temel bir ekonomik ilişkiye dayanmaktan çok, oligarşinin MHP'ye biçtiği yeni misyon ve görünümle birlikte ortaya çıkmıştır. MHP'ye biçilen yeni görünüm ve misyon, öncelikle kendisini 1980 öncesinin "eli kanlı faşisti" olmaktan çıkarmasını gerektirmektedir. Bu da, 12 Eylül öncesinde MHP'nin silahlı kadrolarını oluşturan ve pekçok çinayetin planlayıcı ve uygulayıcısı olan kesimlerin ön plandan çekilmesini gerektirmiştir. Ancak bunu kendilerine karşı bir tasfiye hareketi olarak kabul eden bir grup faşist, BBP olarak örgütlenmişlerdir. Daha çok çek-senet işleri ile uğraşan faşist kesimlerden aldığı parasal destekle ayakta duran BBP, bugün için basit bir araç olmaktan öte bir işleve sahip değildir. (Ancak BBP'nin oligarşi açısından böyle olması, somutta böyle olduğu ya da olacağı anlamına gelmemektedir. Bu kesimler, siyasal alanda etkinliklerini sürdürebilmek için MHP'yle rekabet içinde olmak zorundadırlar. Bu da, oligarşinin MHP'ye biçtiği görevleri öncelikli olarak yerine getirme eğilimi yaratabilecektir. Bunun sonucu olarak BBP'li faşistler, ilerici ve devrimci kitlelere yönelik saldırıları mevzi durumlarda yönetmeye talip olmak durumundadırlar. Kimi durumda münferit hareketler içine girerek faşist propagandadan etkilenmiş kesimler üzerinde etkilerini yaymak isteyeceklerdir. Bu da, oligarşi için bir başka çatışma durumu yaratacağından, ister istemez hesaba katılmasını gerektirmektedir.)
Ve diğer bir bölünme de CHP bünyesinde ortaya çıkan ve kendisini CHP-DSP ayrışması olarak ifade eden bölünmedir. Bu bölünmenin temelinde, kendisine "liberal burjuvazi" de diyebileceğimiz orta sermaye kesimleri ile 12 Eylül sonrasında farklılaşan küçük-burjuvazi içindeki ayrım yatmaktadır. Özal döneminde en geniş ölçekte üretilen yeni bir şehir küçük-burjuva tipi, ilk dönemde göze çarpmamakla birlikte, M. Karayalçın ve çevresinin siyasal ilişkilere girmesiyle belirginleşen bir gelişimi ortaya çıkmıştır. Genellikle belli bir sermaye sahibi olmayan bu yeni tip küçük-burjuva unsurlar, bir yandan SHP-CHP ayrışmasını ortaya çıkarmışlar, diğer yandan da DSP'nin tümüyle ayrı kalmasını sağlamışlardır. Ancak bu ayrışmada asıl belirleyici olan eski dönemin CHP'sinde kendisini ifade eden "liberal burjuvazi"nin kendi içindeki bölünmüşlüğüdür. Bu bölünmüşlük, kendi içinde değişik sermaye kesimlerini içermekle birlikte, günlük dilde "mütahitler" denilen kesimin SHP bünyesinde toplanmasıyla belirginleşmiştir. Genellikle eski dönemin CHP'sinin belediyelerinin ihaleleriyle varolan bu kesimler hızlı birer Özalcı olmakla birlikte, ekonomik varoluşlarının parti olduğunu bildiklerinden kendilerini ayırmışlardır. Ecevit'in emperyalist-kapitalist ilişkileri geliştirme yanlısı politikaları bu kesimleri her dönem rahatsız etmiştir. Yine aynı şekilde, CHP bünyesinde yer alan kimi toprak sahiplerinin Özal döneminde uygulanan ekonomi-politikaların ürünü olarak zenginleşmeleri, bölünmeyi artırmıştır. Daha çok küçük grupların farklılaşması olarak ortaya çıkan bu bölünme, şehir küçük-burjuvazisindeki gelişme ve farklılaşmalarla beslendiği için varlığını sürdürme eğilimindedir. Ecevit'in, giderek milliyetçi söylemi öne çıkarması, kendisinin dayanmak istediği küçük-burjuva kesimlerin kırsal niteliğinden kaynaklanmaktadır. Ancak her ikisi de, oligarşi açısından kitlelerin pasifize edilmesi için gerekli birer politik parti durumunda bulunmaktadır. Bu nedenle, her zaman olduğu gibi, iktidar oluşları da, iktidarda kalışları da oligarşinin elindedir.
Tüm bu bölünmüşlüğün dışında, irili ufaklı pek çok "parti girişimi" ile kendilerini ifade etmeye çalışan değişik kesimler bulunmaktadır. Ancak bunlar, dönem dönem kamuoyuna yansımakla birlikte, küçük çıkar grupları olarak siyasal alan dışı durumundadırlar. Örneğin, bir dönemlerin bazı CHP'li unsurlarının, zaman içinde girdikleri ticari ilişkiler (TIR taşımacılığı ya da tarımsal ürün ihracatçılığı gibi) sonucu olarak siyasal iktidarla olan ilişkileri için yaptıkları siyasal girişimler bunlar arasında sayılabilir.
Bunun dışında, henüz çıkarları, diğer kesimlerden bağımsızlaşmamış sermaye kesimleri bulunmaktadır. Bu kesimler, zaman içersinde ortaya çıkmış olan parçalanmaları büyüteceklerdir. Örnek olarak bugün turizm alanında faaliyet gösteren pekçok sermaye kesimleri verilebilir. Ayrıca, düne kadar Özal himayesinde bulunan, bugün bir kısmı Yusuf Özal'ın YP'sinde toplanmışsa da, önemli bir kısmı tümüyle siyasal partiler alanının dışında bulunan "Özal tipi sermaye" kesimleri bulunmaktadır. En tipik örneği Uzanlar olan bu kesimler, partiler düzeyinde bir birlik oluşturmak durumunda değillerdir. Neredeyse, her biri kendi çıkarlarının sözcüsü ve takipçisi olan "işbitiriciler" durumundadır. Bir kısmı Mehmet Barlas'ın düzenlediği ev toplantılarında buluşmaktadırlar.
Tüm bunların yanında, Kürt ulusal hareketinin gelişimi ile devlet terörünün yoğunlaşması sonucu ekonomik ilişkiler içersinden bir süre için çıkartılmış sermaye kesimleri bulunmaktadır. Bu kesimler, uzun bir süredir kendilerini HEP, DEP, HADEP içersinde ifade etmeye çalışmışlardır. Ancak devletin yoğun baskısı karşısında, kendi içlerinde parçalanmışlar ve değişik siyasal oluşumlara doğru savrulmuşlardır. Bu kesimlerin, aynı zamanda toprak ağalığı ile olan doğal ilişkileri, genel seçimler açısından önemli bir güç oluşturmalarını sağlamaktadır. Oligarşinin bu kesimleri yedeklemek ve kendi siyasal sistemine dahil etmek için yaptığı ve yapacağı pekçok girişim bulunmaktadır. Son TOB Raporu ve İSO'nun yanlarına Sabancı'yı da alarak Diyarbakır'a gitmeleri, bu girişimlerin seçimlere doğru hızlanarak süreceğini göstermektedir.
İşte bu ilişki ve çelişkiler içersinde bulunan oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar, aynı zamanda günümüzde düzenin her türlü siyasal bunalım ve çözümünün belirleyicisi durumundadır. 1980 yılından itibaren sürdürülen ekonomi-politikanın denetim dışına çıkmasının ürünü olan bu bölünmeler, aynı zamanda ekonominin bir düzene ve denetime alınmasının gerekliliğini ifade etmektedir. Oligarşinin bugün en temel sorunlarından birisi, eski dönemlerle kıyaslanmayacak ölçüde "sömürünün disipline edilmesi" sorunudur. Bu sorunun siyasal planda çözümlenebilmesi için belirli bir siyasal gücün ortaya çıkarılması gerekmektedir. Oligarşinin istediği türden bir "disiplin"i sağlayacak bir siyasal oluşum bugün için mevcut değildir. Ama öte yandan ekonomik gelişmeler, bu denetimin en kısa sürede alınmasını gerektirmektedir. Normal koşullarda oligarşi için çözücü eylem yönetimin askerileştirilmesi olmak durumundadır. Fakat mevcut koşullar oligarşinin bu yöndeki eylemini frenlemektedir. Oligarşinin yeniden yükselttiği "güçlü iktidar" söyleminde ifadesini bulan, kendi içinde değişik fraksiyonlara bölünmüş tekelleşememiş burjuvaziyi disipline edecek ve buna paralel olarak "rayından çıkmış ekonomiyi düzeltecek" bir dönemdir. "Seçilme kaygısı olmaksızın" bu işleri yapacak bir siyasal kadro oligarşi için yönetimi askerileştirmeden başvuracağı araçlardan birisi durumundadır. Ancak 12 Eylül döneminde sağladığını sandığı bu durum, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller gibi kadrolarının kendi partilerinde başkanlığa getirilmiş olmasına rağmen işlememesi ile boşa çıkmıştır. Yine de oligarşinin bu kadrolarını kendi istediği doğrultuda hareket ettirmeye zorlayacak olanaklara sahip olduğu da açıktır. Özellikle TÜSİAD'ın hazırlayıp sunduğu yeni seçim yasası önerisi, aynı zamanda bu zorlamanın "demokratik" biçimi olmaktadır. Seçimlere kadar geçecek süreç, oligarşinin tüm bu koşullarda yönetimi askerileştirmeden yeni bir "uzlaşma" dönemini sağlama girişimleri ile geçecektir. Bu da, seçimlerden önce yapılamasa bile, seçim sonrasında kaçınılmaz olarak yapılmak zorunda kalınacak bir dizi ekonomik uygulama ile ortaya çıkacaktır.