KURTULUŞ CEPHESİ - Eylül-Ekim 1995
Gelişen Siyasal Olaylar
ve
Oligarşinin Siyasal Zoru
Genel seçimlere bir yıl kala Deniz Baykal' ın CHP Genel Başkanlığı'na seçilmesiyle başlayan süreç, 20 Eylül günü dört yıldır süren DYP-SHP koalisyon hükümetinin istifası ile sonuçlandı. Çiller'in istifasını Demirel'e vermesi ve ardından yeniden hükümeti kurma görevini almasıyla birlikte gelişen olaylar, sözcüğün tam anlamıyla bir siyasal kaos ortamı yaratmıştır. Hemen hemen oligarşik yönetimin kendi içindeki tüm çelişkilerinin siyasal olarak ifade edildiği bu ortam, aynı zamanda 1994 başlarından itibaren gelişen ekonomik ve sosyal krizin bir devamı olarak tüm toplumsal kesimleri içine almıştır. Bu yılın Mart aylarından itibaren gelişen toplumsal çatışma dinamikleri, aynı zamanda ortaya çıkan siyasal kaosun hazırlayıcısı olmuştur.
Hemen hemen her alanda aylardır üst üste yığılan gelişmeler, bugünkü siyasal kaosu, neredeyse kaçınılmaz hale getirmiştir.
1994 Ocağında ortaya çıkan mali kriz ve ardından alınan 5 Nisan Kararları, ülkedeki ekonomik buhranın hızla derinleşmesinin dışavurumları olmuştur.
1980'lerde uygulamaya sokulan ve temelinde emperyalist tüketim metalarının iç pazara sokulması yatan ekonomi-politika, kısa dönemde ekonomide belli bir canlanma ortaya çıkarmışsa da, yarattığı ödemeler dengesi açığı ile, ülke ekonomisinin kronik sorununu daha da büyütmüştür. Bu duruma karşı kısa vadeli önlemler alınmış ve yüksek kur ve faiz politikaları ile ithalatın getirmiş olduğu döviz darboğazı aşılmaya çalışılmıştır. Ancak burjuva ekonomistlerin "sıcak para" olarak tanımladığı bu döviz girdisi, bir süre sonra faiz ödemelerinin getirdiği yeni mali yüklerle birleşerek, ödemeler dengesini daha da bozmuştur. Genelde büyük açıklar veren ödemeler dengesi, sağlanan "sıcak para" ile günlük döviz işlemlerinin sürdürülmesinin etkisi ile iç pazara hemen yansıyan sonuçlar ortaya çıkarmamıştır. Ocak 1994'de döviz fiyatlarında görülen ani ve büyük artış, artık bu tür uygulamalarla ekonominin ayakta tutulamayacağını açık biçimde ortaya çıkarmıştır. Bu gelişme, her zaman olduğu gibi, IMF'nin devreye girmesini getirmiştir.
İşbirlikçi-tekelci burjuvazi, bu koşullar altında tüketimin frenlenmesi gerektiğini açık biçimde ifade etmeye başlamıştır. Özellikle emperyalist tüketim malları ithalatına yönelik tüketimdeki büyük artışlar, tüketimin kısılmasını kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu ise, doğrudan doğruya kitlelerin eline geçen para miktarının düşürülmesini gerektirmektedir. Bir başka deyişle, kitlelerin alım gücünün azaltılması, bu dönemde uygulanması gereken temel ekonomi-politika olmaktadır. Bunun anlamı ise, ücret ve maaşların dondurulmasıdır. 5 Nisan Kararları, temel olarak kitlelerin alım gücünün aşağı çekilmesi ve bu yolla tüketim mallarına olan talebin azaltılmasına yönelik alınmıştır. Ancak, daha henüz alınan kararların üzerinden birkaç gün geçmeden bu yöndeki uygulamalar delinmeye başlamıştır. Özellikle tüketim malları üreticisi ve ithalatcısı durumunda olan sermaye kesimleri, DYP içindeki güçlerini kullanarak, alınan kararları "sulandırmışlar"dır. Başını Yalım Erez'in çektiği TOBB, burada belirleyici bir rol oynamıştır. Bu da, işbirlikçi-tekelci burjuvazi ile hükümet arasındaki ilişkileri eskisi gibi sürdürülemez boyuta getirmiştir.
5 Nisan Kararları'nın en önemli savunucuları durumunda olan işbirlikçi-tekelci burjuvazinin, hemen 6 Nisan günü TÜSİAD ve S. Sabancı aracılığıyla yaptıkları açıklamalarla bu kararlardan hoşnut olmadıklarını ilan etmeleri, doğrudan tüketimi azaltmaya yönelik uygulamaların kararların içinde sınırlı bir yere sahip kılınmasının ürünü olmuştur. Fakat işbirlikçi-tekelci burjuvazi, kararlara karşı bir tutum sergilemekle birlikte, tümüyle karşısına çıkmamıştır. Bunun nedeni ise, SHP'nin "sosyal-demokrat"lığı ve PKK eylemlerinin yarattığı kitlesel tepkileri kullanarak, kitlelerin "gönüllü tasarrufa" yöneltilmesi yönündeki kampanya olmuştur. Yine 1994 yazında iç borçlanma temelinde aylık net %50 faizle piyasadan para toplanması, iç tüketimi belli bir süre frenleyebilmiştir.
Ama tüm bunların sonucu, ekonomide yaygın bir durgunluk başgöstermiştir. Bu da, kaçınılmaz olarak işten çıkartılmaları artırmıştır. Bunun faturası ise, sosyal bunalımın de rinleşmesi olmuştur.
Tüm bu gelişmeler karşısında oligarşinin yaptığı uyarıları dikkate almayan Tansu Çiller hükümeti, 1995 yılında gerçekleştirmeyi planladığı özelleştirme uygulamalarıyla sağlayacağı "taze para"ya bütün umutlarını bağlamıştır. Yine aynı yolla 1995 yılı içersinde yapılması gereken kamu işyerlerindeki toplu iş sözleşmelerinden kurtulmayı planlamıştır. Ve bu planlara öylesine büyük umutlar bağlamıştır ki, daha 1995 yılına girilir girilmez, işçi ücretleri için "sıfır zam"mı teleffuz etmekten çekinmemiştir.
İşte böylesine bir ekonomik buhran koşullarında girilen 1995 yılı, özelleştirmeyle sağlanacağı varsayılan "taze para", IMF'nin vereceği kredi dilimi ve Gümrük Birliği anlaşması gereğince AT'nun ödeyeceği "uyum kredisi" yle birlikte ekonomik buhranı hafifletmek için kullanılma planlarıyla başlamıştır. Ancak Gümrük Birliği anlaşmasının sonuçlanmasının gecikmesi, özelleştirme uygulamalarının planların çok gerisinde kalması sonucunda, ekonomideki tıkanıkların giderilmesi hemen hemen olanaksız hale gelmiştir.
Bu koşullar altında SHP ile CHP'nin birleşmesi ve geçici bir süre için Hikmet Çetin'in başkanlığa getirilmesi, Çiller hükümeti içinde önemli bir siyasal sorun ortaya çıkmadan yaz sonlarına kadar gelmesini sağlamıştır. 1994 yılında ortaya çıkan ekonomik durgunluk ve daralma, 1995 yılının ilk altı ayında yeniden uygulamaya sokulan "sıcak para" politikalarıyla sağlanan döviz girdileri ile yeni bir büyüme dalgası yaratmış olması, aynı zamanda Çiller hükümetinin 1995 yazına kadar önemli bir muhalefetle karşılaşmadan gelmesinin diğer bir nedeni olmuştur. Ancak tüm hesaplar CHP kurultayı sonrasındaki gelişmelerle bozulmuştur.
Ekonomik alandaki bu gelişmeler, aynı zamanda sosyal ve siyasal gelişmelerde de yansısını bulmuştur.
1994 başındaki büyük mali kriz, bir yandan ekonomik önlemler paketi ile geçiştirilmeye çalışılırken, diğer yandan Kürt ulusal hareketine yönelik imha operasyonlarının kesin sonuca ulaştırılması girişimleriyle birleştirilmiştir. Burjuva ekonomistlerin "piyasaya güven verme" olarak adlandırdıkları politik kararların en önemlisi DEP milletvekillerinin Mart başında apar-topar tutuklanmaları olmuştur. Buna paralel olarak, dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş'in ağzından, "sorunun bu yıl içinde kesin olarak bitirileceği" açıklamaları yapılmıştır. Böylece, Kürt ulusal hareketine yönelik askeri operasyonların getirmiş olduğu ekonomik yük ve bu bölgenin ekonomik faaliyetin dışına itilmişliğinin sona ereceği beklentisi egemen kılınmaya çalışılmıştır.
5 Nisan Kararları sonrasında ülke çapında yürütülen "Başka Türkiye yok" kampanyaları, ekonomik sorunların siyasal araçlarla çözülmesi girişimi olarak ortaya çıkmıştır. Böylece devletin tüm propaganda araçları devreye sokulmuş ve tüm zor güçleri, yasalara bağlı olmayan bir hareket serbestliği içinde, her türlü tenkil politikalarının uygulayıcısı olmuştur. Bu durumun en önemli sonucu, başta Dersim olmak üzere, pek çok yerde köylerin yakılarak boşaltılması olmuştur.
Bu politikaların uygulanması ile elde edilmeye çalışılan gelişmelerin istenilen düzeyde olamaması, tüm uygulamaların 1995 yılına yayılmasını getirmiştir. Mart 1995'de Kuzey Irak'a yönelik büyük operasyon, aynı politikanın devamı olarak ortaya çıkmıştır. Ve yine Gazi Mahallesi olayları, oligarşik yönetimin zor uygulamalarının toplumun her kesimini içine alacak boyutlarda sürdürüleceğinin açık örneği olmuştur.
Diyebiliriz ki, oligarşinin Çiller hükümeti aracılığıyla sürdürdüğü siyasal zor uygulaması, 1995 yılında yoğunlaşarak ve yayılarak devam etmek durumundadır. Oligarşinin siyasal zoru, bir yandan Kürt sorununun getirmiş olduğu ekonomik yükten kurtulmak, diğer yandan gelişen toplumsal muhalefeti daha henüz mevzi nitelikteyken sindirmek amacıyla kullanılmak durumuna gelmiştir. Böylece, oligarşinin siyasal zorunun en geniş biçimde kullanılmasının gündemde olduğu bir döneme girilmiştir. İşte böyle bir dönemde CHP'nin hükümet içinde varoluşu, aynı zamanda siyasal zorun yaygınlaştırılmasının bir engeli haline geleceği açıktır. Siyasal zorun her çeşit toplumsal muhalefete karşı en sert biçimde uygulanmasının gündemde olduğu bir evrede, CHP'nin, kendi varoluşundan vazgeçmeden sessiz kalması beklenemezdi. CHP'li bakanların birbiri ardına devlet terörü üzerine yapmaya başladıkları açıklamalar, oligarşinin siyasal zorunu yaygınlaştırma yönündeki politikalarına karşı ilk tepkiler olarak ortaya çıkmıştır. Ve sonuç olarak, Çiller-Baykal görüşmesinden sonra hükümetin istifa etmesi üzerine, Çiller'in Necdet Menzir konusunda yaptığı açıklamalar, sorunun nerede yattığını ortaya koymuştur.
Daha henüz yeni bir hükümet kurulmamışken ve Adalet Bakanlığı CHP'ye aitken Buca Cezaevinde meydana gelen katliam, oligarşinin siyasal zor uygulamasını hangi boyutlarda yaygınlaştıracağının açık kanıtı olmuştur. Ve yine Türk-İş'in, mevcut kamu işyerlerindeki grevlerin, grevin ertelenmesi koşullarında bile devam edeceğini açıklaması ardından MGK'nın yapmış olduğu "herkes yasalar çerçevesinde hareket etmelidir" türünden açıklama, siyasal zor uygulamasının en şiddetli biçimde uygulanacağının ifadeleri olmuştur.
Bugün gündemin baş konusu, oligarşinin siyasal zoru ve bu zorun yaygın bir biçimde kitleler üzerinde uygulanması olmaktadır. Bu ise, bir yandan faşist milislerin "resmi" bir örgütlenmesi durumunda olan özel timlerin, geçmiş dönemle kıyaslanmayacak ölçüde yasa-dışı hareket içine sokulması; diğer yandan büyük kentlerde polisin kitlelere yönelik saldırılarının yasal hiçbir denetime bağlı olmaksızın artması demektir. Böylece, 1980 öncesinde faşist milislerle yapılmak istenen kitle pasifikasyonu, doğrudan doğruya oligarşinin resmi zor güçleri aracılığıyla gerçekleştirilecektir. Çiller'in kuracağı her türlü hükümet (ki buna azınlık hükümeti de dahildir), günümüz koşullarında ve ilişkileri içinde oluşturulmuş yeni bir MC olacağı bu gelişmelerle görülmektedir. Bu sadece, hükümetin gayrı resmi ortağının MHP olmasından değil, aynı zamanda ve temel olarak yerine getireceği siyasal zor uygulamalarıyla yeni bir MC olacaktır. Zaten sorun, hükümetler sorunu değildir. Söz konusu olan, oligarşik devlet aygıtının kullanımıdır. Oligarşinin hükümet düzeyindeki siyasal temsilcileri, her durumda olgarşik devlet aygıtının uygulamalarının kitleler nezdindeki görünümleridir. Bu görünüm, hemen her zaman uygulamaya uygun kadroların göreve getirilmesini gerektirmiştir. T. Çiller'in başbakanlığı, oligarşinin her türlü yasa tanımaz zor uygulamaları için uygun bir görünüm verdiği açıktır. Sürekli işlenen "ana" görüntülerinin temelinde bu yatmaktadır. Çiller'in oligarşinin siyasal zor uygulamasındaki tek işlevi de bu olmaktadır. D. Baykal'ın "devleti kuşatan gizli güçler" sözünde ifadesini bulan, oligarşinin siyasal zor uygulamasını yaygınlaştırmasının hükümet dışı "güçler"le ilgili olduğudur. Bu "gizli güçler", bizzat oligarşik devlet aygıtının kendisidir.
şüphesiz böyle bir siyasal zor uygulaması koşullarında, oligarşinin tercihi geniş bir tabana dayanan hükümet kurulması olmaktadır. ANAP-DYP koalisyonunun TÜSİAD tarafından gündeme getirilmesinin temelinde bu tercih yatmaktadır. Türkeş'in "geniş tabanlı bir hükümet kurulması"nı dile getirmesi ve hatta bu hükümette CHP olmazsa, DSP'nin yer alması gerektiğini ifade etmesi, aynı zamanda oligarşinin, bu kapsamda uygulayacağı siyasal zora karşı yükselecek kitlesel tepkiyi bu partiler aracılığıyla pasifize etmeyi düşündüğünü göstermektedir.
Diyebiliriz ki, bugün oligarşinin siyasal zoru, tüm toplumsal kesimleri içine alacak boyutta uygulanmak durumundadır. Bunun temel amacı, kitlelerin artan memnuniyetsizlik ve tepkilerini pasifize etmektir. Bu aynı zamanda, Kürt ulusal hareketine yönelik geniş kapsamlı bir imha harekâtının başlatılmasını içermektedir. Bu nedenle, gündemdeki tek madde, oligarşinin siyasal zorudur.
Bu siyasal zor uygulaması, aynı zamanda, oligarşinin dış ilişkileri açısından da kaçınılmaz hale gelmiştir. En açık ifadesini Hazar petrollerinin taşınmasına ilişkin boru hatları pazarlıklarında bulan bu ilişkiler, aynı zamanda ülke içinde "huzur"un sağlanmış olmasını, yani "istikrar"lı bir ülke görünümü kazanılmış olmasını gerektirmektedir. Bu da, kaçınılmaz olarak, siyasal zorun "tavizsiz" uygulanması demektir.
Böylesine kapsamlı bir zor uygulaması, kaçınılmaz olarak "güçlü bir hükümet" ve belirli bir süreyi gerektirmektedir. Bu da, Çiller'in ifade ettiği gibi, seçimlerin normal süresi olan 1996 Ekim'ine kadar iktidarda kalacak bir hükümet kurulması ya da kurulacak hükümetin bu süreye kadar gerekli uygulamaları yapması demektir. Ama siyasal planda, sömürücü sınıflar arasındaki bölünme ve parçalanmalar, böylesi bir hükümetin kurulmasını engellediği gibi, seçimlerin normal süresinde yapılmasına kadar beklenilmesini de zorlaştırmaktadır. Çiller'in "ya hemen seçim, ya da zamanında seçim" olarak ifade ettiği durum, siyasal zor uygulamasının kaçınılmaz gerekleri olarak ortaya çıkmaktadır.
Sorun, oligarşinin siyasal zoru ve bu siyasal zora karşı alınacak tavır sorunudur. Günümüzde devrimci mücadelenin belirleyicileri, oligarşinin siyasal zorunu kırma, oligarşiyi sınıfsal olarak tecrit etme, emperyalizmin uzantısı olduğunu kitlelere gösterme ve kitleleri silahlı mücadele saflarına kazanmadır.
Oligarşinin siyasal zorunu kırma ve niteliğini açığa çıkarma görevi, kaçınılmaz olarak, siyasal zorun askeri ve oligarşik devlet aygıtı ile olan bağlarının niteliğini teşhir etmekten geçer. Bu boyutu ile, oligarşinin siyasal zoruna karşı alınacak tavır, aynı zamanda kitlelerin kitle pasifikasyonuna karşı duruşunun örgütlenmesini içermek durumundadır. Ancak bu görevler, doğrudan doğruya oligarşinin siyasal zorunun uygulanışına uygun düşen biçimde ve somutluğunda ortaya çıkacaktır. Bugün, söz konusu olan oligarşinin siyasal zorunun en geniş ölçekte uygulanmasının gündemde olmasıdır. Ancak kitlelelerin depolitizasyonunun hâlâ etkin olduğu bir dönemde bulunulması, aynı zamanda, siyasal zor uygulamasının doğrudan politize olmuş kesimler üzerinde yoğunlaşmasını getirecektir. Bu da, kaçınılmaz olarak, oligarşinin tüm propaganda araçlarını kullanarak, olayları saptırmasını ve siyasal zor uygulamasını "münferit" olaylarmış gibi göstermesini getirecektir. Burada oligarşinin kitlelerin 12 Eylül'den günümüze kadar süren depolitizasyon sürecinin bitmek üzere olduğunu saptamış olması önemlidir. Kitlelerin günümüzde hızla politize olma koşulları içinde olmalarına rağmen, henüz politize olmamışlığı, aynı zamanda oligarşinin siyasal zorunu politize olmuş kitleler üzerinde kullanarak, henüz politize olmamış kitleleri pasifize etmeyi amaçlaması şeklinde bir kullanımını getirecektir.
Tüm bu siyasal gelişmeler içinde faşist MHP'nin üstlendiği ve üstleneceği görevler gözden kaçırılmamalıdır. Sömürücü sınıflar içindeki bölünmelerin ve parçalanmaların geldiği boyut gözönünde tutulursa, MHP'nin bu süreçte oynayacağı rol ve yerine getireceği görevlerin oligarşi açısından ne denli önemli olduğu açıkça görülecektir.
MHP, oligarşinin yaşattığı bir güç olarak, kitlelerin pasifize edilmesi ve şovenist sloganlarla ideolojik etki altına alınması görevini her dönemde sürdüregelmiştir. Bugün bu görevleri Kürt ulusal hareketine karşı tavırla birleştiren MHP, aynı zamanda Türki Cumhuriyetler" üzerinde ideolojik ve fiili bir güç olarak yaşatılmaya çalışılmaktadır. Azerbaycan'dan Tacikistan'a kadar hemen tüm "Türki Cumhuriyetler"deki gerici ve ırkçı siyasal hareketin arkasında bulunan MHP, bir kısım orta sermaye kesimlerinin denetime alınmasında da rol oynamaktadır. Özellikle "Türki Cumhuriyetler"e yöneltilen sermaye kesimleri, her durumda MHP'nin siyasal denetimi altında bulunmak durumundadırlar. Bu, aynı zamanda TOBB'un Çiller hükümeti ile olan yakın ilişkileriyle büyük bir paralellik göstermektedir.
Faşist milislerin artan oranda devlet aygıtı içinde görevlendirilmeleri, özellikle polis teşkilatı içinde etkin bir güç olarak yerleştirilmeleri, MHP'nin 1980 öncesindeki devlet aygıtı ile olan ilişkilerini daha üst boyuta ulaştırmıştır. Bugün için, 1980 öncesinde olduğu gibi, açık bir faşist milis örgütlenmeyi ortaya çıkarmamış olan MHP, devlet aygıtı içine yerleştirilen militanları aracılığıyla, böyle açık bir örgütlenmeye gereksinme göstermemektedir. Geçmiş dönemdeki gibi "Ülkü Ocakları" türünden bir örgütlenmeyi yaygınlaştırmamış olması, devlet aygıtı içindeki faşist milis kadrolaşmanın gelmiş olduğu boyuttan kaynaklanmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki, MHP'nin "Ülkü Ocakları" türünden açık faşist milis örgütlenmeyi yaygınlaştırmamış olması, bunları çok kısa sürede yaygınlaştıramayacağı demek değildir. Kitle pasifikasyonunda devletin resmi zor güçlerinin etkisiz kaldığı ya da etkili bir biçimde kullanılmasının engellenildiği koşullarda MHP'li faşist milislerin sahnede öne çıkması şaşırtıcı olmayacaktır. (Gelişen pek çok olay içersinde faşist milislerin kitlelere yönelik saldırıları önemli bir yere sahiptir. Ancak bizim burada ele aldığımız oligarşinin politik tutumu ve bununla bağlantılı olarak faşist milis hareketin oynadığı ve oynayacağı roldür.)
İşte bu nedenlerden dolayı, MHP'ye karşı alınacak tavır, aynı zamanda oligarşinin siyasal zoruna karşı alınacak tavır içinde mütalaa edilmek durumundadır. Oligarşik devlet ile MHP'nin işbirliği kitlelere gösterilmesi görevi gündemdeki yerini sürdürmektedir.
Günümüzde, oligarşinin, sömürücü sınıflar içindeki çelişkilerin keskinleşmesi ve ülkedeki ekonomik ve sosyal bunalımın hızla derinleşmesi koşullarında siyasal zorunu "maddeleştirmesi" gündemdedir. Bu durum, aynı zamanda, oligarşinin siyasal zorunun açığa çıkartılması ve tecrit edilmesinin şartlarının olgunlaşması demektir.
Henüz yeni yeni gelişmeye başlayan demokratik kitle hareketlerine karşı oligarşinin siyasal zorunun artan oranda yoğunlaştırılması, aynı zamanda işçi sınıfına yönelik baskı politikalarının artırılmasını beraberinde getirmektedir. Bu koşullar içinde şehir küçük-burjuvazisi ise, 12 Eylül sonrasında uygulanılan depolitizasyon ve tüketim ekonomisi sonucunda önemli bir parçalanma içindedir. Ancak küçük-burjuva demokratları, devlet zorunun en açık biçimde ve her türlü yasa-dışı uygulanmasından tedirginlik duymaktadırlar. Bu kesimler, PKK'nin eylemlerini gerekçe yaparak sürdürülen siyasal zor karşısında, bir yandan hükümete karşı tepkilerini yükseltirken, diğer yandan Kürt ulusal hareketine karşı şovenist politikaların sessiz onaylayıcısı durumunda bulunmaktadırlar.
Küçük-burjuvazi sınıfsal yapısı gereği, çabuk pasifize olan ve çabuk tepki gösteren bir sınıftır. Bu nedenle, oligarşiye karşı ilk tepkiyi ortaya koyan sınıf olmakla birlikte, siyasal zor karşısında ilk pasifize olan sınıf olmak durumundadır. Genellikle eğilimlerini güçler dengesine göre somutlaştıran küçük-burjuvazi, her dönem güçlü olanın yanında yer alma eğilimi içindedir. Bu niteliği ile, bugün memur eylemleriyle etkin bir durumda bulunmakla birlikte, aynı zamanda siyasal mücadelenin giderek keskinleşmesine paralel ilk uzaklaşacak olan sınıf durumundadır.
Günümüzde, oligarşinin elindeki en önemli üstünlük, 12 Eylül'ün yaratmış olduğu pasifikasyon ve depolitizasyon sürecinin bitirilememiş olmasıdır. Bu da, kaçınılmaz olarak, henüz gelişim ve oluşum halindeki demokratik muhalefet hareketinin kolayca ve kitlelerin tepkisini fazlaca almadan dağıtılabilinmesi koşullarını yaratmaktadır. Sözcüğün tam anlamıyla demokratik muhalefet hareketi olarak tanımlanamayacak küçük gruplarla yürütülen protesto eylemleri karşısında devletin zor güçlerinin dağıtma ve sindirme eylemlerinin geniş halk kitleleri tarafından sessizce izleniyor olması 12 Eylül'ün yaratmış olduğu pasifikasyon ve depolitizasyon sürecinin ürünü durumundadır. Bu nedenle, 12 Eylül'ün yaratmış olduğu pasifikasyon ve depolitizasyona karşı yürütülecek mücadele, aynı zamanda oligarşinin siyasal zoruna karşı yürütülecek mücadelenin bir parçası olmak durumundadır.
Aynı şekilde, kitlelerin içinde bulundukları depolitizasyon ve pasifikasyonun uzun yıllardır sürdürülüyor olmasının nedenlerinden birisi olarak ortaya çıkan devrimci unsurların kitleler üzerindeki prestijlerini yitirmiş olmaları, diğer bir temel olgu durumundadır. Salt oligarşinin terörü karşısında düşülen bir yılgınlıkla sınırlı kalmayan gelişmeler, sol unsurların çürümüşlüğü ve yozlaşmasıyla birleştiğinden, devrimcilerin kitleler üzerindeki prestijleri önemli zararlara uğramıştır. Bu da, kaçınılmaz olarak, bu durumu yaratan unsurların açık bir tecritini amaçlayan bir eylemin sürdürülmesini gerektirmektedir.
Tüm bunlara, ülkemiz solunda ortaya çıkan legalizmin yarattığı pasif tutumları da eklemek gerekmektedir. Revizyonist ve oportünistlerin, birbiri ardına geliştirmeye çalıştıkları "legal" ya da "açık" parti girişimleri, aynı zamanda, oligarşinin siyasal zorunun "maddeleşterilmesi" koşullarına karşı alınacak topyekün tavrı engelleyecek niteliktedir. Bugün için bu kesimlerin temel dayanakları, kitlelerin içinde bulundukları edilgenlik ve depolitizasyon olmaktadır. Kitlelerin mevcut düzene karşı olan memnuniyetsizlik ve tepkilerinin giderek yoğunlaştığı koşullarda, bu gelişmeye paralel olarak gitmeyen bir politizasyon durumu, tüm oportünistlerin legalizmi öne çıkartmaları için uygun bir ortam yaratmaktadır. Nesnel koşullardaki hızlı gelişmeler ile öznel koşullardaki geri kalmışlık arasındaki çelişkiden güç alan bu kesimlerin, giderek kendi politik girişimleri için kitleleri pasifize etmeleri gündeme gelecektir. Bu da, oligarşinin siyasal zoruna karşı alınacak tavra karşı oligarşinin "sol"dan desteklenmesinden öte bir anlama sahip değildir. (Son günlerde çeşitli çevrelerin bombalama eylemlerine karşı -ki bu eylemlerin hedeflerini doğru olup olmaması, bu kesimler için önemli değildir- yürüttükleri "alaycı" tutumlar, bunun ilk görünümleri olmaktadır.)
Bu koşullar altında, devrimci taktikler, doğrudan oligarşiye ve oligarşinin siyasal zoruna karşı alınacak tutumla belirlenmek durumundadır. Oligarşi, niteliği gereği, kitlelerden tecrit olmanın nesnel koşulları içindedir. Bu nedenle, esas olarak, kitlelerin oligarşiye yedeklenmesinin sona erdirilmesi ve devrim saflarına çekilmesi gerekmektedir. Bu ise, oligarşi ile halk kitlelerinin düzene karşı olan tepkileri arasında kurulmuş olan suni dengenin bozulması demektir. Bu görev, kitlelerin tepki ve memnuniyetsizliklerinin politize edelmesini ve oligarşinin siyasal olarak tecrit edilmesini gerektirir. Bunun için ise, geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının düzenlenmesi ve buna paralel olarak geniş bir ajitasyon ve propagandanın yürütülmesi gerekmektedir.
Oligarşinin, emperyalizmin uzantısı olması gerçeği, bir yandan emperyalizmin ülkemizdeki açık politika ve hedeflerine, diğer yandan askeri varlığına tavır alınmasını gerektirmektedir. Bu bağlamda, ülkemizdeki egemen sınıfların emperyalizmin ülkemizdeki temsilcileri olduğu ve emperyalizmin sömürü mekanizması açıklanmalıdır.
Bu politik hedeflere yönelik olarak sürdürülecek devrimci mücadele, aynı zamanda, son onbeş yılın getirmiş olduğu ideolojisizleşmeye karşı sürdürülecek yoğun bir ideolojik mücadeleyi de kapsamak durumundadır. Bu mücadelenin somut hedefi ise, devrimci değerlerin yozlaşmasına, çürütülmesine ve değersizleştirilmesine yol açan her türlü kişi ve girişime karşı açık tecrit politikalarının uygulanması olmalıdır.
Tüm bu devrimci görevler, kitlelerin tepkilerinin yoğunlaşmaya yöneldiği ve buna paralel olarak oligarşinin siyasal zorunun yaygınlaştırılmasının gündemde olduğu koşullarda yerine getirilmek durumundadır. Kitlelerin içinde bulundukları depolitizasyon, aynı zamanda, devrimci mücadelenin, demokratik kitle mücadeleleriyle birlikte geliştirilmesinin eş zamanlı olmadığı koşullarda sürdürülmesi demektir. Her koşullar altında, 12 Eylül'ün ortaya çıkardığı sonuçların varlığını sürdürmesi ile belirlenen bir süreç yaşanmak durumundadır. Ancak tüm gelişmeler, bu sürecin daha fazla devam edemeyeceğini göstermektedir. Bu nedenle, oligarşinin karşı karşıya bulunduğu sorunlar, aynı zamanda devrimci mücadelenin geliştirilmesi için nesnel koşulların her zamankinden daha fazla olgunlaştığını göstermektedir. Bütün sorunların çözümü, bu koşullarda yeni sürecin gerektirdiği devrimci görevleri yerine getirmekten geçmektedir.