KURTULUŞ CEPHESİ - Mart-Nisan 1998
"Ara Rejim", "Muhtıra" Tartışmaları
Sömürücü Sınıfların Çıkar Çatışmasıdır
Ülkemizde "şeriatçılık" ve "laiklik" konusu etrafında son gelişen olaylar, 10 Mart günü D. Baykal'ın "ara rejim" arayışlarına ilişkin olarak yaptığı açıklamayla birlikte başlamış ve 20 Mart günü Genelkurmay'ın "muhtıra"sı ile ülkemizdeki politik gündemi belirlemiştir. Hemen herkes, Genelkurmay ile ANASOL-D adı verilen M. Yılmaz başbakanlığındaki koalisyon hükümeti arasındaki "gerilim"le belirlenmiş bir ilişkiler zincirinin izleyicisi olmuştur. Mevcut düzenin partileri, basını ve "sivil toplum örgütleri", bu ilişkilerin tozu dumanı içinde birbiri ardına açıklamalar ve toplantılar yaparak "ara rejim"i nasıl engelleriz tartışmalarına boğulmuşlardır. "Şeriatçı tehlikeye karşı ordunun hassasiyeti" ile başlayan sözler, giderek "ordunun yönetime el koyması"nın biçimlerinin tartışılmasına yönelmiştir. Hemen her açıklama, toplantı, temel olarak "şeriatçı tehlike karşısında ordunun hassasiyeti" çevresinde odaklanmıştır. Böyle bir ortamda, kaçınılmaz olarak "şeriatçılık" ile "laiklik" karşıt iki kutup olarak ortaya çıkmıştır. "Laiklik"ten yana olanlar ile olmayanlar, "inananlar" ile "inançsızlar", "demokrasiden yana olanlar" ile "şeriatçılıktan yana olanlar" ya da "müslümanların demokratik hakları"nı savunanlar ile savunmayanlar şeklinde kutupsal karşıtlık içinde herkes bir şeyler söylemek durumunda kalmıştır.
Bu yapay kutupsal karşıtlık, somutta RP' nin ağırlıklı bir yere sahip olduğu "şeriatçılar" ile Genelkurmay'ın başını çektiği "laikler" arasında bir karşıtlık olarak kitlelere yansımaktadır. Doğal olarak her kutupsal karşıtlıkta olduğu gibi, birinden yana olan ötekine karşıt konuma düşmektedir ya da birine karşı olmayan ondan yana olmak durumunda kalmaktadır. Bu ortamda, özellikle kendisini laik olarak tanımlayan ya da "sıkma başa", "çember sakallıya" karşı olduğunu düşünen ilerici, demokrat ve sol kitle (ki ağırlıklı olarak düzen içi "sol" partilerin seçmeni durumundadırlar) tüm çatışmaların odağında yer almaktadır. Daha tam deyişle, kent küçük-burjuvazisinin sol ve orta kesimleri, bu süreçte oligarşi tarafından yedeklenmek istenmektedir. Dün olduğu gibi bugünde, tümüyle sola ve sol kitleye yönelik pasifikasyon ve baskı uygulamalarının temel gücü durumunda bulunan Genelkurmay, bu kesimlerin karşısına bir "kurtarıcı güç" olarak çıkartılmaktadır. Gerek 12 Mart döneminde, gerekse 12 Eylül döneminde askeri zorun tarihte görülebilecek en şiddetli ve en ağırına maruz kalmış olan bu kitlenin böylesi bir karşıtlık içinde başka bir çıkış bulamaması, mevcut durumun en temel sorunlarından birisini oluşturmaktadır.
Böyle bir ortamda, bu kutupsal karşıtlığın yapaylığını ortaya koyabilecek ve gelişmeler karşısında kitlelerin doğru bir bakış açısına sahip olmalarını sağlayabilecek tek güç durumundaki sol örgütlerin pekçoğu ise, gerek mevcut durumun tahlilinde, gerekse buna bağlı izlenilmesi gereken politikalar konusunda tam bir tutarsızlık sergilemektedir. "Biz başka türlü komünistleriz" diyerek "müslüman halkımıza" başlıklı bildiriler yayınlayan, devrim şehitleri için "mevlit" okutan ve böyle bir ortamda şeriatçılarla "ittifak" kurmaktan söz eden, onlarla "ortak eylem" düzenleyen ve bu bağlamda "türban eylemleri"ne "katılan" sol örgütler kadar, "ara rejimin" ABD'nin isteği olduğunu ve amacının temel olarak Kürt sorununu "çözmek" olacağını söyleyenler de çıkmıştır. Bunun yanında ülkemiz sol örgütlerinin önemli bir kesimi "şeriatçılığa" karşı kesin bir tutum içinde olmakla birlikte, gelişen siyasal olayların ortaya çıkarmış olduğu kutupsal karşıtlık karşısında açık bir tutum belirlemekten uzak kalmışlardır. Böyle bir durumda en bilinen söylem, her ikisine karşı olunduğunu ilan etmek şeklinde olmaktadır. Bu da, "şeriatçılık" ile "laiklik" karşıtlığının kesin bir ikilem oluşturduğu düşünülen bir ortamda kitleler için somut birşey ifade etmemektedir.
Benzer bir kutupsal karşıtlık durumu Kürt ulusal hareketinin 1984 sonrasındaki gelişimi içinde sık sık ortaya çıkmış ve sol örgütler bu durumlarda çoğu kez kesin bir tutum takınmaktan uzak kalmışlardır.
Anımsanabileceği gibi, 1984 sonrasında PKK'nin bazı silahlı eylemleri doğrudan kitleye yönelmiş ve pekçok kişi, içlerinde çocuklar ve öğretmenler olmak üzere PKK tarafından öldürülmüştür. Sol örgütler, bu eylemler karşısında mevcut düzenin bu eylemleri öne çıkartarak yürüttüğü propaganda nedeniyle açık bir tavır belirlemekten kaçınmışlardır. Bu ortamda solun karşı karşıya kaldığı ikilem, PKK-ordu (günümüzde yaygınlaşan ifadelerle "genelkurmay") ikilemi olmuştur. PKK'nin bu türden silahlı eylemleri karşısında alınacak tutum, ya Genelkurmay'ın söylemi ile çakışacaktı ya da PKK'nin bu yanlış eylemlerini onaylamak anlamına gelecekti. Böylece PKK tarafından "kemalist" olmakla suçlanmak ile kamuoyunda "sivil halka yönelik katliamı desteklemek"le suçlanma arasına sıkıştırılan sol, böyle bir durum yokmuş gibi davranarak, açık bir tutum sergilemekten uzak kaldı. Aynı biçimde, PKK'nin dini ideolojiler karşısındaki tutumunda ve emperyalist ülkelerle kurmaya çalıştığı "diplomatik" ilişkiler konusunda da solun karşı karşıya kaldığı ikilemler, hemen her zaman açık bir tavır belirlenmeyen durumlar ortaya çıkartmıştır.
Şüphesiz zaman geçmiş ve pek çok olay kendi içinde önemini yitirmiştir. Ancak 1980 sonrasında ülkemiz solundaki evrim, bu ikilemler içinde pragmatizmin ve oportünizmin gelişmesi yönünde olmuştur. Bunun sonucu ise, yeni yetişen devrimci kuşağın tüm bilincinin böyle bir ortamda şekillenmiş olmasıdır. Bu dönemde devrimci mücadeleye katılanların bir kısmının, zaman içinde sol örgütlerde yönetici konumuna gelmiş oldukları düşünüldüğünde, ortamın oluşturduğu bilinç, ister istemez günümüzde kendisini somut bir olgu olarak ortaya koymak durumundadır. Devrim ve karşı-devrim gibi gerçek bir kutupsal karşıtlık durumundan "bitaraf olan bertaraf olacaktır" sözlerini açıkça ifade edebilen bir devrimci kesimin, yapay kutupsal karşıtlıklar karşısında tavırsız kalışı, kimi kesimlerde pragmatist bir anlayışla bir taraf belirlenmesi gerektiği düşüncesini oluşturmuştur. Bugün solda ortaya çıkan çeşitli tutumların ardında bunlar yatmaktadır.
Gerçek ise, ülkemizde gelişen tüm siyasal olayların sınıfsal temelleri olduğu ve buna bağlı olarak geliştiğidir. Doğal olarak, sınıfsal bir bakış açısıyla olayları tahlil etmek ve tutum belirlemek gerekmektedir. Sınıf bakış açısından ve sınıfsal tahlillerden uzaklaştırılmış bir sol kitlenin böyle bir ortamda ikilemlerin içine sıkışması ve bu bağlamda pek çok yanlışlık yapması kaçınılmaz olmaktadır.
Ülkemizde son gelişen olaylara sınıfsal bakış açısıyla bakılacak olursa, tüm süreçte belirleyici olanın sömürücü sınıfların kendi aralarındaki çelişkilerinin keskinleşmesi olduğu görülecektir. Bir başka deyişle, 28 Şubat 1997 tarihli MGK kararlarıyla başlayan, RP-DYP koalisyon hükümeti yerine M. Yılmaz hükümetinin kurulmasıyla gelişen ve bu Mart ayında Genelkurmay'ın 20 Mart muhtırası ile en üst boyutuna çıkan "şeriatçılık-laiklik" kutuplaşmasının yaratmış olduğu ikilem, doğrudan doğruya ülkemizdeki sömürücü sınıflar arasındaki çelişkinin keskinleşmesinden başka birşey değildir. Böyle bir çıkar çatışması ortamında, çatışan kesimler, olabildiğince değişik kesimleri kendilerine yedeklemeye çalışmaktadırlar. Dinsel ideolojiyi kullanan kesimler, bu amaçla "allahlı komünistlerle" birlikte olabileceklerini ilan edebilmekte, diğer kesim ise (işbirlikçi tekelci burjuvazi) "allahsız komünistlerle" birlikte hareket edebileceklerini göstermektedirler. 1997 başlarında gerçekleştirilen "1 Dakika karanlık" eyleminde olduğu gibi, TÜSİAD'dan TOBB'a kadar pekçok kesim eylemi "desteklemiş" ve "subay lojmanları" eyleme "aktif" olarak katılmıştır. Aynı eylemler karşısında RP "mum söndü oynuyorlar" diyerek tavır alırken, T. Çiller, "eylemin arkasında DS var" diyerek Genelkurmay'ın "teröristlerle birlikte hareket ettiği" mesajını vermiştir.
Adına "politika" denilen tüm faaliyetler, böylesi bir gelişime sahne olurken, olayların ardındaki sınıfsal gerçekler, her zaman olduğu gibi, kitlelerden özenle gizlenmeye çalışılmıştır. Oysa ki, çatışan kesimler, kendi açıklamalarında bu gerçekleri açık olarak ifade etmişlerdir.
Anımsanabileceği gibi, Genelkurmay'da oluşturulduğu söylenen ve görevi "şeriatçıları" izlemek olarak açıklanan "Batı Çalışma Grubu", değişik "brifingler"de, "şeriatçı" kesimlerin ekonomik kaynaklarının kurutulmasına özel bir ağırlık vermiştir. Kompassan ve İhlas Holding gibi değişik holdingler ve şirketler "şeriatçı" kesimin finans kaynağı olarak bu brifinglerde ortaya konulmuştur. Ve yine anımsanabileceği gibi, Genelkurmay'ın bu faaliyetleri, 1997 Ocak ayında TÜSİAD'ın "demokratikleşme paketi"yle birlikte hızlanmış ve açık hale gelmiştir. Bu durum, 1994 başlarında ortaya çıkan mali bunalımla başlamıştır. T. Çiller'in ilan ettiği 4 Nisan Kararları çerçevesinde başlayan çatışma günümüze kadar gelmiştir. Ve hemen hemen tüm taraflar bu süreçte belirgin biçimde ortaya çıkmıştır. Bu, ülkemizin emperyalizme bağımlı niteliğinin yaratmış olduğu bunalımların somutta şekillenişinden başka birşey değildir. Bugünkü tüm siyasal ilişkiler ve çatışmalar, emperyalizmin III. bunalım döneminin ilişki ve çelişkileri içinde şekillenmekte ve gelişmektedir. (Ülkemiz solunda ortaya çıkan belirsizliklerin nedeni de, 1980 sonrasında neo-liberalizm propagandasıyla sınıfsal tahlillerin ve 1990 sonrasındaki "globalizm" söylemiyle emperyalizm tahlillerinin bir yana bırakılması olmuştur.)
Ülkemizin yakın tarihinde değişik dönemlerde ortaya çıkan siyasal bunalımlar incelendiğinde görülebilecek en temel olgu, kapitalizmin yukardan aşağıya, dış dinamikle, yani emperyalizmin istem ve çıkarlarına uygun olarak geliştirilmesi ve bunun yaratmış olduğu bunalımlardır. Emperyalizmin geri-bıraktırılmış ülkelere girişinden itibaren gelişen süreç, tümüyle bu ülkelerin karşı karşıya kaldıkları sorunların nedenini oluşturmaktadır.
Bilindiği gibi emperyalizm, I. ve II. bunalım döneminde feodal ve yarı-feodal ülkeleri kendi hegemonyası altına alarak sömürmekteydi. Eski-sömürgecilik yöntemlerinin ağırlıkta olduğu bu dönemde emperyalizmin ülke içindeki temel dayanağı (müttefiki) feodal egemen sınıflardı. Emperyalizmin dışsal bir olgu olduğu bu dönemde emperyalizm kendisine bağımlı bir komprador burjuvaziyi oluşturmuş ve bunlar aracılığıyla ülke içindeki siyasal ilişkileri yönlendirmeye çalışmıştır. Emperyalizmin II. yeniden paylaşım savaşından sonra uygulamaya başladığı yeni-sömürgecilik yöntemleriyle birlikte geri-bıraktırılmış ülkelerde, emperyalizme bağımlı ve emperyalist tekellerin yan kuruluşları olarak orta ve hafif sanayi geliştirilmiştir. Orta ve hafif sanayinin geliştirilmesine paralel olarak emperyalizmle baştan bütünleşmiş işbirlikçi burjuvazi, emperyalizmin temel müttefiki olarak kendi sömürüsünü yürüten ve gözeten bir konumda olmuştur. Ancak ilk yıllarda işbirlikçi tekelci burjuvazi henüz palazlanma, gelişme döneminde bulunduğu için, emperyalizm diğer yerli sömürücü sınıflarla, özellikle de feodal sınıflarla kurmuş olduğu eski ittifakını sürdürmüştür. Yeni-sömürgecilikle birlikte ülke içinde kapalı üretim birimleri yavaş yavaş yıkılarak pazara tabi kılınmaya başlanmıştır. Bu süreçte, işbirlikçi tekelci burjuvazi, değişik kesimlerle kurduğu ittifak ilişkileri ile, bir yandan kendi etki alanını genişletirken, diğer yandan siyasal yönetim üzerinde etkili olmaya başlamıştır. İşbirlikçi tekelci burjuvazi, bu dönemde oligarşiyi tek başına oluşturacak güçte olmadığından, iktidarı diğer sömürücü kesimlerle paylaşmak durumunda kalmış ve bunun sonucu olarak emperyalist sömürüden aldığı payını paylaşmak zorunda kalmıştır. Yukardan aşağıya geliştirilen kapitalizm, kaçınılmaz olarak feodal üretim ilişkilerini tasfiye etmeye başlamasıyla, işbirlikçi tekelci burjuvazi ile feodal sömürücü sınıflar (toprak ağaları ve tefeci-tüccarlar) arasındaki çelişkiyi keskinleştirmiştir. Emperyalizm işbirlikçi tekelci burjuvazi aracılığıyla feodal sınıfların bir kesimini kendi metalarının dağıtıcısı haline getirerek kendisine bağlarken, diğer kesimlerini doğrudan tasfiye etmeye yönelmiştir. İşte bu ilişkiler, bu dönemdeki tüm siyasal ilişkileri belirlemiştir. Oluşturulan siyasal ittifaklar ya da siyasal partiler, bu ilişkilere göre biçimlenmiştir. Bunun en açık görüngüsü, işbirlikçi tekelci burjuvazi ile bazı feodal kesimlerin aynı siyasal parti çatısı altında toplanması olmuştur. Ülkemizde 1950'de iktidara gelen DP, bu birleşimin partisi olmuştur.
Başlangıçta işbirlikçi tekelci burjuvazinin dağıtım şebekesini oluşturan eski bazı feodal kesimler, bu sayede yeni zenginlik kaynağına sahip olmanın vermiş olduğu rehavet içinde, bu ilişkilerin sürekli aynı kalacağını düşünmüşlerdir. Ülkemiz somutunda ortaya çıktığı gibi, gelişen kapitalizm, giderek işbirlikçi tekelci burjuvazinin güçlenmesini sağlamış ve güçlenen işbirlikçi tekelci burjuvazi kendi dağıtım şebekesini oluşturmaya yönelmiştir. Özellikle Anadolu ticaret burjuvazisi ve buna bağlı olarak küçük esnaf, bu gelişmeden doğrudan etkilenmiştir. Toprak ağalarının tasfiyesinde çok büyük bir direnişle karşılaşmayan emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazi, en büyük direnişi, bu ticaret burjuvazisinden görmüştür. Bu çatışma ortamında Anadolu ticaret burjuvazisi, ilk planda işbirlikçi tekelci burjuvazinin ticaret kesimiyle çatışmaya girmiş ve bu çatışma içinde geleneksel tefeci sermaye kesimleriyle olan ittifakına dayanmıştır. Bu ittifak, bir yandan bu ticaret burjuvazisine ticaret alanında yeni mali olanaklar sağlarken, diğer yandan küçük ve orta ölçekli sanayi kurma yönündeki faaliyetini geliştirmiştir. Tefeci sermaye aracılığıyla kurulan bu küçük ve orta ölçekli sanayi kuruluşları, ilk anda doğrudan ticaret burjuvazisi için üretim yapmayı hedeflemişse de, emperyalist üretim ilişkilerinin gelişmesi karşısında işbirlik-çi tekelci burjuvazinin sanayi kuruluşları için üretim yapmaya yönelmiştir. Bu aynı zamanda emperyalizm ve yerli işbirlikçi burjuvazinin bu kesimlerle yeni bir uzlaşmaya girmesinin ifadesi olmuştur. Bu uzlaşmanın siyasal yansısı ise, tüm sömürücü sınıfların ve tabakaların AP çatısı altında toplanmaları ve 1965 seçimleriyle AP'nin tek başına iktidara gelmesi olmuştur.
1970'lere gelinirken, işbirlikçi tekelci burjuvazi, o güne kadar oligarşi içinde ittifak içinde olduğu toprak burjuvazisi ve feodal kalıntıların en irileriyle kesin bir hesaplaşmaya yönelmiştir. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin oligarşiyi tek başına oluşturma yönündeki bu hareketi, aynı zamanda Anadolu ticaret burjuvazisini de kapsadığı için, küçük-burjuvazinin aydın kesiminin siyasal olarak yedeklenmesi en temel sorun haline gelmiştir. Çünkü küçük-burjuvazinin sağ kanadını oluşturan kesimler (esnaf ve zanaatkarlar), ticari ilişkileriyle Anadolu ticaret burjuvazisine bağlıdırlar. Bunların etkisizleştirilmesi ve karşılarına diğer bir küçük-burjuva kesiminin çıkartılması için küçük-burjuva aydınlarının yedeklenmesi temel sorun olmaktadır.
Mahir Çayan yoldaş, "Kesintisiz Devrim II-III"de bu dönemi ve gelişmeleri şöyle ortaya koymuştur:
"Amerikan emperyalizminin krizinin had safhaya ulaşması, ülkemizdeki tekellerin aç gözlü sömürüsünün artması emperyalist üretim ilişkilerinin iyice kökleşmesini oluşturdu. Bu ise, ülkemizdeki sosyal, iktisadi ve siyasi krizi iyice derinleştirdi. Paramız devalüe edildi. Fiyatlar görülmedik bir seviyeye yükseldi. Emekçi halkın yoksulluğu, sefaleti had safhaya ulaştı.
Amerika, Türkiye'deki Süleyman Demirel hükümetine iki tavsiyede bulundu. Ülkede kendi sömürüsünü artıracak bir dizi 'rasyonalizasyon' tedbirleri (dolayısıyla işbirlikçi-tekelci burjuvazi lehine) almasını (Bkz.OECD Raporları) ve orduyu yönetime katarak hızla gelişen demokratik mücadeleyi bastırmasını tavsiye etti.
Süleyman Demirel yönetiminin bir ayağı tekelleşememiş vurguncu Anadolu burjuvazisine ve feodal kalıntılara dayandığından bu tedbirleri gereği gibi yerine getiremedi. Tekeller için "huzuru" sağlayamadı.
Bunun üzerine alaşağı edildi. Ve askeri diktatörlük kuruldu. Böylece bir yandan aç gözlü tekellerin istismarını daha da artıracak, öteki egemen sınıf ve zümrelerin aleyhine sömürüyü disipline edecek bir dizi 'reformlar' yapılmış olurken, öte yandan ordu ve bürokrasi içindeki devrimci-milliyetçiler geniş ölçüde temizlenmiş ve halkımızın korkunç seviyede artan sefaletinin oluşturduğu tepkiler terörle engellenmiş, tekellerin açgözlü sömürüleri için 'huzur' sağlanmış olacaktı."
Bu gelişme içinde emperyalizm ve yerli işbirlikçi kesimlerin en temel politikası küçük-burjuvaziyi kendi politikasına tabi kılmak ve böylece onu kendine yedeklemek yönünde olmuştur. 12 Mart Muhtırası ile kurulan I. Erim hükümeti, "ilerici", "reformist", "Atatürkçü" sloganlarla işbaşına gelirken, küçük-burjuvazinin hemen hemen tamamının desteğini almayı başarmıştır.
Ülkemizde nüfus olarak çoğunluğu oluşturan küçük-burjuvazinin emperyalizm ve yerli işbirlikçi burjuvaziye yedeklenmesi, tümüyle ticaret ve toprak burjuvazisi ile feodal kalıntıların kitlesel gücüne karşı bir güç oluşturmaya dayandığından, temel olarak bu sömürücü sınıfların politik tutumlarına karşı bir politika ortaya koymayı zorunlu kılmaktadır. Özellikle 12 Mart öncesi dönemde faşist milislerle birlikte şeriatçı kesimlerin, ilerici, demokrat ve devrimci kitleye yönelik saldırılarının yoğunlaşması, küçük-burjuvaziyi yedekleyebilmek için gerekli politikaların ve sloganların oluşturulmasını kolaylaştırmıştır. Kurucuları arasında Fettullah Gülen'in de bulunduğu Komünizmle Mücadele Dernekleri şeriatçı kesimin kitlesel örgütlenmesi olurken, Erbakan'ın kurduğu Milli Nizam Partisi siyasal örgütlenme olarak ortaya çıkmıştır. Pek çok kentte mini etek giyen kadınlara yönelik saldırılar kent küçük-burjuvazisini büyük ölçüde tedirgin etmiş ve Kanlı Pazar olayı ile bu tedirginlik yerini paniğe bırakmıştır. Böyle bir ortamda Atatürkçülük, laiklik temelinde bir çıkış olarak kent küçük-burjuvazisi tarafından kolayca benimsenmiştir. Ordu içindeki devrimci-milliyetçilerin aynı temeldeki tepkilerinin ortaya çıkması, 12 Mart'la birlikte I. Erim hükümetinin görünümünü belirlemiştir.
Ancak gerek THKO'nin gerçekleştirdiği silahlı eylemler, gerekse de THKP-C'nin yürüttüğü silahlı propaganda I. Erim hükümetinin gerçek niteliğini, yani emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin hükümeti olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Böylece emperyalizmin kademeli planı bozulmuş ve kent küçük-burjuvazisinin, özelliklede aydın kesimin desteğini kaybetmiştir. Mahir Çayan yoldaşın da belirttiği gibi, "küçük-burjuvazinin aydın kamuoyunun desteğini kaybeden emperyalizm-işbirlikçi (tekelci) burjuvazi ikilisi, bu sefer zorunlu olarak, sömürüyü disipline etmeye yönelik bir dizi rasyonalleştirme tedbirlerinden (sarı reformlardan) tavizler vererek, tekrar bu tedbirlerden zarar görecek olan öteki gerici sınıf ve zümrelerle ortak müşterekler etrafında anlaşmışlardır". II. Erim hükümeti bu uzlaşmanın hükümeti olarak kurulmuştur.
Ancak gerek emperyalizmin içinde bulunduğu ekonomik buhranlar, gerekse işbirlikçi tekelci burjuvazinin kârını diğer sömürücü kesimlerle paylaşmak zorunda kalışına dayanan bu uzlaşma uzun sürmemiş ve 1973 Ekiminde seçimlere gidilmiştir.
Bugün ülkemizde "ara rejim" olarak adlandırılan bu dönem, 1973 genel seçimleriyle birlikte sona ermiştir. (Bugün "ara rejim" tartışmaları içinde sık sık "seçimlere gidilmesi" yönünde görüşler beyan edilmesinin temelinde de bu sona eriş biçimi yatmaktadır.)
Görüldüğü gibi, 12 Mart dönemi, küçük-burjuva kamuoyuna sunulduğu gibi, şeriatçı güçlerin gelişmesi ve saldırganlaşmasıyla ilgili değildir. Tüm dönemi belirleyen, emperyalizm ve yerli işbirlikçi tekelci burjuvazinin tek başına oligarşiyi oluşturmak istemesi ve buna bağlı olarak o güne kadar ittifak kurduğu kesimleri tasfiyeye yönelmesidir. Bu ortamda her iki taraf da mümkün olabildiğince geniş bir kitleyi kendisine yedeklemeye çalışmıştır. Emperyalizm ve yerli işbirlikçi tekelci burjuvazi küçük-burjuvaziyi yedeklemede "irtica" tehlikesini öne çıkararak "laiklik" temelinde "Atatürkçü-milliyetçi" bir görünümü kullanırken, diğer kesim (Anadolu ticaret burjuvazisi, toprak ağaları ve tefeci-sermaye) "din elden gidiyor" diyerek "müslümanlık" temelinde "milliyetçi-muhafazakar" bir görünümü kullanmıştır.
1973 seçimlerinden 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar geçen süre içinde, devrimci mücadelenin gelişmesi, tüm bu ilişkileri etkilemiş ve emperyalizm-işbirlikçi tekelci burjuvazi ikilisinin diğer sömürücü sınıflarla ittifakını belirlemiştir. Bunun ürünleri ise başını AP'nın çektiği I. ve II. Milliyetçi Cephe hükümetleri olmuştur. Demirel'in başbakanlığında oluşturulan MC'ler, Erbakan'ın MSP'si, Türkeş'in MHP'si ve Feyzioğlu'nun CGP'sinin oluşturduğu koalisyon hükümeti olarak sömürücü sınıflar arasındaki uzlaşmanın bir sonucu olmuştur. MC hükümetleri devrimci mücadeleyi engellemekte başarılı olamamış ve bunun üzerine 1978 başında CHP azınlık hükümeti oluşturulmuştur. Ecevit'in başbakanlığında kurulan CHP azınlık hükümeti, gelişen devrimci mücadele karşısında işbirlikçi tekelci burjuvazinin tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisiyle oluşturduğu yeni bir ittifakın ürünü olmuştur. Bu ittifakın dışında bırakılan diğer sömürücü kesimler, devrimci mücadelenin gelişimi karşısında içine düştükleri panik içinde bu ittifakın karşısına doğrudan çıkamamışlardır. Bu durumda, bazı küçük ve orta sanayi sermaye kesimleri tarafından finanse edilmeye başlayan MHP, bu ittifaka karşı tutumların sözcülüğünü yapmaya başlamıştır. Politik planda Gün Sazak (Yüksel İnşaat) ve Murat Sancak (Sancak Tül) tarafından açıkca dile getirilen bu karşı tutum, somutta faşist milislerin kitle katliamlarına yönelmeleriyle tamamlanmıştır. Bu kesimler, faşist milis saldırılarla kendilerinin bir güç olduğunu ve ülkede "huzur" isteniyorsa kendilerinin hesaba katılması gerektiğini göstermeyi amaçlamışlardır. Diğer bir deyişle, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve emperyalizm ikilisini uzlaşmaya zorlamak istemişlerdir. Emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazi devrimci mücadelenin pasifize edilebilinmesi için düzen içi son alternatif olarak gördüğü CHP hükümetini zorlayan bu faşist saldırılara kayıtsız kalmış ve Ecevit'in tüm çağrılarına rağmen faşist milislerin eylemlerini durdurmaya yönelik girişimlerde bulunmamışlardır. Çünkü onlar için, faşist milisler, belli kesimlerce kullanılan siyasal bir araç olmaktan öte, kendilerinin yönlendirebildiği kitle pasifikasyonunun birer aracı durumundadırlar. Bu nedenle, gerek Ecevit'in çağrılarını, gerekse faşist milisleri kendileriyle uzlaşma için kullanmak isteyen kesimleri görmezlikten gelmişlerdir.
Ecevit'in azınlık hükümeti işbirlikçi tekelci burjuvazi ile tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin gerek ekonomik alanda, gerekse devrimci mücadelenin pasifize edilmesi yönündeki beklentilerini karşılayamamıştır. Meclisin sayısal yapısı Ecevit koalisyon hükümetini düşürmeye elverişli olmadığından, bu ittifak, hükümete karşı doğrudan harekete geçmiştir. TÜSİAD'ın gazetelere verdiği ilanlarla başlayan bu karşı hareket, tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin üretimi ve dağıtımı durdurmasıyla birleştirilerek sürdürülmüştür. 1979 ara seçimlerinde büyük oy kaybına uğrayan Ecevit, baskılara karşı duramamış ve istifa ederek yerini Demirel'in başbakanlığında kurulan AP azınlık hükümetine bırakmıştır.
Siyasal planda bu gelişmeler olurken, ülke içindeki ekonomik buhran derinleşmiş ve emperyalist dünya ekonomisi genel bir buhrana girmiştir.
Emperyalizmin (başta ABD emperyalizminin) hegemonyası altında bulunan ülkemizdeki çarpık kapitalizmin ürettiği bunalımların derinleşmesi, her zaman -bir bütün olarak- sömürücü sınıflar arasında çıkar çatışmasını keskinleştirir. Derinleşen ekonomik buhranın yükünü (ya da bedelini) halk kitlelerine yüklemekte hemfikir olan (consensus) bu sınıflar ve zümreler, yine de bunalımın etkisinden kendilerini kurtaramazlar. Bu durumda, bu etkinin hangi kesimlere ve ne kadar yansıtılacağı sorunu, büyük bir iç mücadeleye yol açar. Ancak 80 Türkiye'sinde derinleşen, ne salt ekonomik bunalımdı, ne de ekonomik bunalım birincil sorundu. Temel ve ilk sorun halk kitlelerinin yükselen mücadelelerinin, mevcut düzeni temellerinden yıkacak boyuta ulaşmasıdır. Yani, 80 Türkiye'sinde sömürücü sınıflar için en önemli sorun, olgunlaşan milli kriz ve bozulmaya yönelmiş suni dengedir.
80 Türkiye'sinde ekonomik, toplumsal ve siyasal bunalım bir bütün olarak derinleşmiştir. (Milli krizin olgunlaşması.) Emperyalizmin 1975 yılından sonra karşılaştığı stagflasyon olgusu, 1979 sonlarında ağır bir ekonomik buhran halini almıştır. Bu da ülkedeki ekonomik ve toplumsal bunalımın şiddetini azaltmayı (istikrar önlemlerini) engellediği gibi, şiddetinin artmasına da yol açmıştır. Siyasal bunalım ise, yükselen devrimci mücadele temelinde oligarşik devlet otoritesinin büyük ölçüde sarsılmasıyla birlikte gelişmiştir. Nesnel olarak mevcut düzeni yıkacak güçte olan halk hareketi, revizyonizmin ve pasifizmin kuyrukçu çalışma tarzı yüzünden gerçek bir örgütlü güç değildi. Ama yine de, sömürücü sınıflar için bir varoluş sorunu gündemdeydi. Bu sınıfların, devrim tehlikesi karşısında biraraya gelmeleri ve birleşik bir hareket oluşturmaları, bu nedenle, öznel istemlerden öte, nesnel bir zorunluluktandı. İşte 80 Türkiye'sinde bu zorunluluk, egemen sınıfların yeni bir birleşimine yol açtı.
Karşı-devrimci güçlerin birleşmesi, her yerde olduğu gibi, egemen sınıfların çıkarlarının bir bütün olarak korunmasına dayanmaktadır. Ancak her biri kendi özdeneyimleriyle böyle bir birliğin yönetiminin uzun dönemde nasıl özel avantajlar sağlayacağını çok iyi bilirler. Bu nedenle, "kimin yönetiminde birlik" sorunu, içinde bulundukları bunalımdan nasıl çıkılacağı sorunu etrafında yoğun tartışmalara yol açtı. Birden çok yolun ortaya konulduğu ve tartışıldığı bir zamanda, gerekli birlik sağlanmamış olduğundan yönetimin askerileştirilmesi büyük sorunlar doğurabilirdi. (İşbirlikçi-tekelci burjuvazinin, bir askeri yönetim oluşturmaya gücü olmasına rağmen, bunu 80 sonlarına kadar ertelemesinin nedeni budur.) Bu dönemde tartışmalar, tümüyle egemen sınıfların ve fraksiyonlarının kendi ideologları ve siyasetçileri aracılığıyla sürdürülmüştür.
Demirel yönetimindeki AP'nin ortaya attığı "anayasa değişikliği taslağı", 12 Eylül öncesinde en etkin çözüm yolu olarak görünüyordu. Büyük ölçüde oligarşi dışında kalan sömürücü sınıflarca desteklenen bu yol, yönetimin askerileştirilmesinde "yeni" bir biçim getirdiğinden, bir süre için işbirlikçi-tekelci burjuvazi içinde de taraftar bulmuştu. Bu "yeni" biçimin özü, "sivil yönetim" ile "askeri güç" arasında bir koalisyon oluşturmaktı. Yani, genişletilmiş sıkıyönetim yetkileriyle silahlı kuvvetler devrimci mücadeleye karşı hareket serbestliğine sahip olurken, ekonomik ve siyasal yönetim AP'ye ("sivil hükümete") ait olacaktı. Bu bir bakıma 12 Mart dönemindekine benzer bir yönetimdi. Ancak bu kez "hükümetin başında" "partisiz" Erim değil, partili ve de partisiyle birlikte Demirel bulunacaktı. Bu yönetim döneminde parlamento kapatılmayacak, hatta genel seçimler bile ertelenmeyecekti. Nasıl ki 12 Mart döneminde Erim hükümeti, ordunun gücü ile anayasa değişikliklerini parlamentodan geçirebilmişse, bu kez de aynı güç, Demirel tarafından kullanılarak, hazırlanan "anayasa taslağı"na uygun değişiklikler kabul ettirilecekti. "Üsttekiler"in artık eskisi gibi yönetemediklerinin en açık ifadesi olan bu çözüm yolu, 1976 yılından beri MHP tarafından seslendirilen "sivil sıkıyönetim" formülüyle benzeşlik taşıyordu. Ancak 1980'e gelindiğinde Demirel hükümeti için, bir gecede gerçekleştirilecek askeri harekât riski ortadan kalkmıştı. Bu nedenle Demirel'in 1976'larda duraksadığı ve sonuçta reddettiği çözüm uygulanabilirdi.
Temel olarak küçük ve orta-sanayi burjuvazisi (tekelleşememiş sanayi burjuvazisi) ile Anadolu tüccar ve büyük esnafına dayanan ve onların siyasal sözcülüğünü de üstlenen Demirel yönetimindeki AP'nin çözüm yolunun ikinci bölümü ekonomik istikrar tedbirlerini içeriyordu. "24 Ocak Kararları" olarak bilinen bu tedbirler, ekonomik buhranın tüm sömürücü sınıflar için sınırlandırılması amacına yönelikti. 1978-79 yıllarında CHP hükümetinden beklenen ekonomik buhranın derinleşmesinin engellenmesi talebinden daha geniş kapsamlı "istikrar" tedbirleriydi bunlar. "24 Ocak Kararları", ilk haliyle AP'nin dayandığı sömürücü sınıfların çıkarlarına uygun düşüyordu. Ama tekelci-burjuvazi için, özellikle de tekelci sanayi burjuvazisi için "24 Ocak Kararları" ilk haliyle sınırlıydı ve buhranın yükünün bir bölümünü kendilerine yıkıyordu. Devrimci mücadelenin gelmiş olduğu düzeyle birlikte bu durum tekelci-burjuvazinin çözüm yolu konusundaki tercihini de değiştirecek boyutta olmuştur.
Tekelci burjuvazi dışında, bir kısım orta-burjuva da, Demirel'in başını çektiği çözüme, gerçekleştirilen siyasal ittifaklar nedeniyle karşı çıkmıştır. MC'li ya da MHP ve MSP'nin dış desteğinde bir AP azınlık hükümetiyle yürütülecek ekonomik istikrar tedbirleri ve kitle pasifikasyonunun getireceği yeni tavizler nedeniyle, tekelci sanayi burjuvazisinin bir kesimi AP-CHP koalisyonunu gündeme getirdi. Bu yolla oligarşi dışına çıkartılmış sömürücü sınıfların "disipline edilmesinin" mümkün olabileceği hesaplanıyordu. Özellikle CHP'nin tarım programı bu konuda özel bir yere sahipti ve bu program ülke solundan destek alabilirdi. Bu durumda oligarşi, Ecevit'ten parti içindeki "aşırı uçların" temizlenmesini ve CHP'nin taşra teşkilatının devrimci çevrelerle olan ilişkilerinin kesilmesini istedi. Bu isteklerinin yerine getirilmesini sağlamak amacıyla da "askeri cunta" tehdidini kullanmaktan da geri kalmadı.
1980 ortalarına gelindiğinde Ecevit, bir AP-CHP koalisyonuna hazır olduğunu ilan ettiğinde, bu, Demirel tarafından kabul edilmedi. Çünkü tekelci sanayi burjuvazisinin bu koalisyonla neyi amaçladığı diğer kesimlerce biliniyordu. Özellikle tekelleşememiş sanayi burjuvazisi böyle bir koalisyonu kabul edemezdi. Aksi halde MHP ve MSP'ye dağılmış gücü iyice etkisizleşecek ve pazarlık gücünü (ya da "direnme" gücünü) yitirecekti. Bu durum, Demirel'in CHP ile koalisyon kurulmasına sonuna kadar karşı duruşunun nedeniydi. Böylece bu çözüm yolu da uygulanamaz hale gelmişti.
Geriye yönetimin askerileştirilmesi formülünden başka bir yol kalmıyordu. Bu da, kaçınılmaz olarak, tüm politikacıların devre dışı bırakılarak, gerekli koşulların gizlice ve içte yürütülmesini gerektiriyordu. Yani egemen sınıfların asgari müşterekleri (consensus), doğrudan bu sınıf üyeleri tarafından (araçsız olarak) sağlanacaktı. Böylece TÜSİAD ortalıkta boy göstermeye -ama kamuoyundan gizli- başladı.
TÜSİAD, çözüm ya da çıkış yolu için, öncelikle kendi bünyesinde ortak bir program hazırlamaya yöneldi. 1996 ve 1997 yıllarında TOBB, Sabancı ve TÜSİAD'ın birbiri ardına kamuoyuna açıkladıkları "demokratikleşme paketi" benzeri bir tarzda (ama kamuoyundan gizli olarak) yapılan bu hazırlık, tam anlamıyla tekelci burjuvazi içindeki çelişkilerin, bir süre için çatışmadan uzak tutulmasını sağlayacak bir protokol oluşturmaya yönelikti. Bu protokol, karşılıklı olarak tekelci burjuvaların birbirlerinin "nüfuz alanlarına saygı" temelinde, kendi dışlarındaki sınıf ve tabakalara karşı bir ekonomik, toplumsal ve siyasal plana dayalı olacaktı. Bu planın temel hedefi, hükümet değişiklikleriyle değişmeyecek tek bir politikanın devlete egemen kılınmasıydı. Bu öz olarak, oligarşinin tekelci burjuvazi tarafından oluşturulması ve tüm devlet aygıtına oligarşinin mutlak biçimde egemen olması demekti. Böylece I. Erim Hükümeti ile 1971'de yapılmak istenen, ama THKP-C'nin silahlı eylemleri sonucu başarılamayan amaçlar yeniden gündeme getiriliyordu. (12 Mart'ta başlayan sürecin 12 Eylül ile birlikte tamamlanması esprisi.)
İşbirlikçi tekelci burjuvazinin "hükümet değişiklikleriyle değişmeyecek tek bir politikanın devlete egemen kılınması" yönündeki girişimi 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte pratiğe geçirildi. 1980'den günümüze kadar gelişen tüm siyasal olayları belirleyen de bu politika ve uygulamaları olmuştur.
Emperyalizm ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin bu politikası üç ana bölümden oluşmuştur.
Birinci olarak, gelişen ve gelişmesi olası olan halkın devrimci mücadelesini engelleyecek genel ve kalıcı bir pasifikasyon ve depolitizasyon uygulamasının devletin temel politikası olması,
İkinci olarak, tekelci burjuvaziyi ve sanayiyi temel alan bir ekonomi-politikanın devlet politikası haline getirilmesi,
Üçüncü olarak da, bu politikaları uygulayacak ve değiştirilemeyecek bir devlet yapısı kurulması, yani geleneksel bürokratların yerine teknokratlara dayalı bir devlet görevlileri sisteminin oluşturulması.
Bu üç temel üzerinde yükselen bu politikanın, tüm sömürücü sınıfların desteğini sağlaması gerektiğinden, ilk planda devrimci mücadelenin engellenmesi öne çıkartılarak gündeme getirildi. O güne kadar "komünizmle mücadele" ya da "anarşistlerle mücadele" olarak sunulan karşı-devrimci zor uygulamaları "terörizmle mücadele" çerçevesine oturtuldu. Bu yolla, küçük-burjuvazinin belli bir kesiminin desteğinin de alınması hesaplandı ve etkili de oldu.
İkinci planda, işbirlikçi tekelci burjuvazinin etkinliğini ve gücünü açıkca belirleyecek olan uygulama başlatıldı. Yine "hükümet değişiklikleri ile değişmeyecek" bir ekonomi-politikanın devlete egemen kılınması, yani işbirlikçi tekelci burjuvaziyi ve sanayiyi temel alan bir ekonomi-politikanın uygulanması, devrim mücadelesi karşısında zorunlu olarak bir araya gelmiş olan sömürücü sınıfların "consensus"unu dağıtacak özelliklere sahipti. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin (ve her zaman olduğu gibi emperyalizmin) bu ekonomi-politikayı diğer sömürücü sınıflara kabul ettirmede, bir yandan küçük-burjuva aydınları aracılığıyla (ki çoğunluğu "solcu" olarak bilinen kişilerdi) yoğun bir ideolojik propaganda sürdürürken, diğer yandan ekonomi-politikanın sömürüyü disipline etme yönünden çok sömürü koşullarını düzeltme yönünü öne çıkartmıştır. Bu bağlamda, "ithal ikameci sanayileşme" yerine "ithalata yönelik sanayileşme" sloganı gündeme getirildi. Oysa sözkonusu olan yenisömürgecilik yöntemlerinin ekonomik dilde ifadesinden başka bir şey olmayan "ithal ikameci sanayileşme"nin değiştirilmesi değildi. "İthalata yönelik sanayileşme" sloganı, doğrudan işbirlikçi tekelci burjuvazinin yeni ekonomi-politikaya karşı diğer sömürücü sınıfların tepkisini engellemeye ve zaman içinde bu sınıfların güçsüzleştirilmesine yönelik uygulamaları gizlemeye hizmet ediyordu.
O güne kadar işbirlikçi tekelci sanayi burjuvazisinin elinde bulunan sanayi kuruluşlarına parça üretimi yapan yan sanayi kuruluşları, yani küçük ve orta sermaye kesimleri, ekonomik buhran karşısında kârdan daha fazla pay almak istiyorlardı. Tekelci burjuvazinin sanayi kuruluşları tümüyle bu yan sanayiye bağımlı olduğundan bu kesimlerin karşı hareketini kısa dönemde göze alması olanaksızdı. Aynı şekilde dünya ekonomik buhranı koşullarında bu kesimlere (kısa vadeli de olsa) taviz vermesi de kendi yıkımına yol açabilirdi. T. Özal aracılığıyla başlatılan "serbest pazar ekonomisi", liberalizasyon uygulamalarıyla, bir yandan ithalatı serbest bırakarak işbirlikçi tekelci burjuvazinin ihtiyacı olan yan ürünlerin daha ucuza ve tavizsiz alınmasını sağlarken, diğer yandan küçük ve orta sermaye kesimlerini ihracata yönlendirerek ortaya çıkacak olumsuzlukları aşmayı hedefliyordu. (Bu, aynı zamanda emperyalist metropollerde küçük ve orta ölçekli sanayinin yeni pazar gereksinmesine denk düşmektedir.)
1990'lara kadar önemli bir sorunla karşılaşmadan uygulanan bu ekonomi-politika, işbirlikçi tekelci burjuvazinin, gerek yan sanayileri elinde tutan küçük ve orta sermayeye karşı, gerekse geçmiş yıllara göre daha sınırlı da olsa kendi ürünlerinin dağıtımını yapan Anadolu ticaret burjuvazisine karşı daha da güçlenmesini sağladı.
1990'lara gelindiğinde uygulanan ekonomi-politikanın diğer bir sonucu ise, emperyalist metaların ithalatının serbest bırakılmasıyla kitlelerin geleneksel metalara olan talebinin azalması ve ithal metaların ticaretiyle uğraşan yeni bir ticaret burjuvazisinin gelişmesi oldu.
1990'lara kadar "ihracata yönelik sanayileşme" popülizmi içinde tam bir rehavete düşen küçük ve orta sanayi burjuvazisi ile Anadolu ticaret burjuvazisi (ki bunlar, ağırlıklı olarak "ihracat şirketleri" kurarak, küçük ve orta sanayi mallarını pazarlamaya yönelmişlerdi), ihracatta başlayan gerilemeyle birlikte, yeniden içeriye yöneldiğinde ise, elindeki pekçok pazarı yitirdiğini gördü. Ve bunun üzerine politik ilişkileri kullanarak kendi konumunu düzeltmeye yöneldi. Bunun ilk sonucu, 12 Eylül askeri yönetiminin koyduğu "siyaset yasakları"nın kaldırılması yönündeki referandum oldu. Buna paralel olarak 12 Eylül'le birlikte kapatılan partilerin yeniden açılmasıyla, ANAP içinden ayrılan bu kesim, kendi çıkarlarını temsil edeceğini düşündükleri "eski" partilere yöneldiler. Birbiri ardına patlak veren "hayali ihracat" dosyaları bu ortamda basına yansıtıldı.
Tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin öncülüğünde oligarşi dışındaki sanayi ve ticaret burjuvazisinin büyük bir bölümünün oluşturduğu blok, referandumlarda kazandığı başarının güveniyle 1991 genel seçimlerine yönelmiştir. 1980 öncesinde kendisinin çıkarlarını temsil ettiğini bildiği S. Demirel'in yeni partisi DYP'nin kendilerinin çıkarlarını daha iyi koruyacağını düşünerek, tüm güçlerini DYP'ye kanalize etmişlerdir. 1980 sonrasında ağırlıklı olarak "ihracata" yöneltilmiş olan bu kesimler, 1980 öncesinde RP ve MHP' ye dağılmış kesimlerini de birleştirdikleri DYP' nin genel seçimlerden birinci parti olarak çıkmasıyla, pekçok şeyin düzeleceğini düşünüyorlardı. Seçim sonrasında kurulan DYP-SHP koalisyon hükümetinde ekonomiden sorumlu devlet bakanlığına T. Çiller'in getirilmesi, bu kesimlerin umutlarını daha da artırmıştı.
T. Çiller, 1980 sonlarında kısa bir süre TÜSİAD'da uzman ekonomist olarak çalışmışsa da, hazırladığı raporlarda sürekli olarak küçük ve orta sermayenin "korunması" ve "geliştirilmesi" yönünde tutum takınmış ve bunun üzerine TÜSİAD'la ilişkileri kesilmişti. Bundan öte, T. Çiller'in kocası Özer Uçuran, 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte orduyla yakın ilişkiler içinde bulunan bazı orta sermaye kesimlerinin büyümesinde özel bir yere sahip olmuştur. Bu kesimlerin ekonomik buhranla zor duruma düşmüş pekçok şirketi satın almasında Özer Çiller'in başında bulunduğu İstanbul Bankası önemli bir finansman kaynağı olmuştur. Ancak dünya ekonomik buhranı koşullarında bu kesimlerin büyümeleri fazla uzun sürmemiş ve 1982 bankerlik olaylarından sonra önemli bir kayıpla karşı karşıya gelmişlerdir. 1983 yılında T. Özal'ın ekonomiden sorumlu devlet bakanlığından uzaklaştırılarak yerine Kafaoğlu'nun getirilmesi de bu kesimlerin durumunu düzeltememiştir. Her ekonomik buhran döneminde olduğu gibi yeni sermaye ile eski sermaye (işbirlikçi tekelci burjuvazi) arasındaki çatışma, yeni sermayenin değersizleştirilmesiyle son bulmuştur.
Bu dönemde Tansu ve Özer Çiller'lerin yoğun ilişki içinde bulunduğu kesimlerin başında İstanbul Bankası'nın sahibi bulunan Haslar gelmektedir. Yine Kozanoğlu-Çavuşoğlu grubu, Bezmenler, Okumuş Holding, Sapmazlar grubu bu kesimi oluşturan önde gelen kesimlerdi. Tamamı 1982 bankerlik olayından sonra tüm sermayelerini ve güçlerini kaybetmişlerdir. İşbirlikçi tekelci burjuvaziye karşı bir güç olarak çıkan bu grupların ekonomik ve mali alanlardaki kadrolarından olan Çiller'ler, bu geçmişleriyle her zaman tekelleşememiş burjuvazinin gözde temsilcileri olarak görünmüşlerdir.
İşte bu ilişkileri içinde Demirel'in başbakanlığında oluşturulan DYP-SHP koalisyon hükümetinde ekonomiden sorumlu devlet bakanı olan T. Çiller, Demirel'in kişiliğinde simgelenen oligarşi ile oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların uzlaşmasının yeni bir ifadesi olmuştur.
1991'de Sovyetler Birliğinin dağıtılmışlığının resmileşmesiyle birlikte ortaya çıkan "Türki cumhuriyetler" pazarı, tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi için yeni bir olanak olarak görülmüştür. Demirel hükümeti devlet olanaklarını kullanarak bu kesimlerin "Türki cumhuriyetler"e girmelerini kolaylaştırmıştır. İşbirlikçi tekelci burjuvazi ve emperyalizm tarafından açıktan desteklenen bu yönlendirme, kaçınılmaz olarak sömürücü sınıflar arasındaki çatışmayı yumuşatmış ve "uyum"un öne geçmesini sağlamıştır. Bu çerçevede devlet olanakları seferber edilmiştir.
Bu ilişkiler içinde küçük ve orta sermaye kesimleri yeni pazarlardan daha fazla pay alabilmek amacıyla birbirleriyle kıyasıya bir rekabete girişmişlerdir. Her dönemde olduğu gibi, bu rekabet ortamında, siyasal iktidar üzerinde gücü olanlar diğerlerine göre daha avantajlı olmuşlardır. Ve bu durum, birbirleriyle kıyasıya rekabete girmiş olan küçük ve orta sermaye kesimleri arasında siyasal ilişkiler alanında yeni girişimler yaratmıştır. Tek tek milletvekili "satın alma"dan, siyasal partiler içinde gruplar oluşturmaya ve giderek ayrı siyasal partiler kurmaya yönelen bu girişimler, düzen partileri içindeki sürekli çatışma ve bölünmenin ana nedeni olmuştur. ANAP ile DYP olarak iki ana bölüme ayrılmış olan sömürücü sınıfların siyasal kadroları, bu yeni bölünmeler ve çatışma ortamında yeniden dağılıma uğramıştır. 82 Anayasası'nın milletvekillerinin parti değiştirmelerine ilişkin getirdiği yasaklar çerçevesinde bu çatışma ve bölünmeler siyasal partiler içinde sürdürülmüş ve yasakların kaldırılmasıyla birlikte kamuoyuna yansımıştır.
1995 Aralık seçimlerine kadar tüm siyasal ilişkiler alanı sömürücü sınıflar arasındaki bölünme ve çatışmaların siyasal partiler içindeki ayrışmaları olarak gelişmiştir. Birbiri ardına kurulan değişik siyasal partiler, bu dönemde bölünmenin en açık ifadeleri olmuştur. Islahatçı Demokrasi Partisi, Yeni Parti, Yeni Demokrasi Hareketi, Büyük Birlik Partisi bu ilişkilerin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ancak genel seçimlerin yaklaşmasıyla birlikte bu siyasal ilişkiler, seçim yasası çerçevesinde birer pazarlık konusu haline dönüşmüştür. Sonuçta ise, bunlar içinden sadece BBP, ANAP'la kurduğu seçim ittifakı ile meclise girebilmiştir.
1995 Aralık seçimlerinden en zararlı çıkan kesim, T. Özal döneminde ithalatın serbest bırakılmasıyla birlikte ortaya çıkan yeni ticaret burjuvazisi olmuştur. Ağırlıklı olarak C. Boyner'in YDH'sıyla siyasal gücünü artırmak isteyen bu kesim, seçimlerde YDH'nın hiçbir varlık gösterememesi üzerine geri çekilmek zorunda kalmıştır. Ancak bu siyasal girişiminin başarısızlığının faturasını da ağır bir biçimde ödemek durumunda olmuşlardır. Genel seçimlerden sonra başlatılan "yolsuzluk" soruşturmaları, ağırlıklı olarak bu kesimlere yönelik olmuştur. Ancak bu kesimler, geçmiş dönemdeki tüm kredi vb. yolsuzlukları içinde ilişki kurdukları kesimleri işin içine sokarak, soruşturmaların genişlemesini sağlamışlardır. Bu çerçevede Çillerlere yönelik yolsuzluklar kamuoyuna yansımıştır.
Diğer yandan sömürücü sınıflar arasındaki bölünme ve çatışma içinde RP'si yeni bir merkez olarak ortaya çıkmıştır. 1980 sonrasında uygulanan ekonomi-politikalar sonucunda en büyük zararı gören ve özellikle 1990 sonrasında ihracat olanaklarını büyük ölçüde yitiren tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi, kendi içinde değişik kliklere ayrılmış olmakla birlikte, 1995 seçimlerine girilirken ağırlıklı olarak RP çevresinde toplanmışlardır. Ancak DYP ve ANAP'la olan bağlarını tam olarak kopartmayan bu kesim, seçim sonrasındaki RP'li koalisyon girişimlerinin başını çekmiştir.
1995 Aralık seçimleri öncesine göre sömürücü sınıflar arasındaki bölünmenin siyasal yansılarının etkisi ve şiddeti azalmıştır. Hemen hemen mevcut büyük siyasal partiler çerçevesinde belirgin ittifaklar oluşmaya başlamıştır. İşte tam bu dönemde oligarşi, kendi içindeki çelişkileri tam olarak gidermemiş olsa da, etkin bir biçimde sürece müdahele etmeye başlamıştır. RP'li bir koalisyon hükümeti kurulmasından yana tutum takınan Sabancıların, DS'nin Ocak 1996'da gerçekleştirdiği Özdemir Sabancı eylemiyle bir süre için etkisizleşmesinin bir sonucu olarak DYP-ANAP koalisyon hükümeti kurulmuşsa da, ANAP'ın oligarşiyi temel alan politikaları ile DYP'nin tekelleşememiş burjuvaziye tavizler veren politikaları arasındaki çatışma ortamında fazla uzun sürmemiştir. Ve RP-DYP koalisyon hükümeti böyle bir ortamda kurulmuştur.
RP-DYP koalisyon hükümeti işbaşında kaldığı bir yıllık süre içindeki tüm faaliyetleriyle oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların çıkarlarına uygun bir politika izlemek yönünde olmuşsa da, oligarşinin değişik müdaheleleriyle (ki bunlar içinde basın birinci sırada yer almaktadır) fazlaca başarılı olamamıştır.
Bu dönemdeki gelişmeleri Kurtuluş Cephesi'nin Eylül-Ekim 1997 tarihli 39. sayısında şöyle ortaya koymuştuk:
"Tümüyle küçük ve orta sermayenin emperyalist üretim ilişkilerine tabi kılınması, kılınamayanların tasfiyesi ve yerlerine yenilerinin konulması olarak tanımlanabilecek ekonomik uygulamalar sonucunda, küçük ve orta sermaye kesimleri bölünmüştür. Bu bölünmüşlük, siyasal planda, birbirinden farklı partilerin ortaya çıkması ve milletvekili transferleriyle kendisini ortaya koymuştur. Bu ortamda Refah Partisi, küçük ve orta sermaye kesimleri içindeki bölünmüşlüğü, belli bir ortak çıkar etrafında birleştirme işlevini üstlenmiştir. Bunu yerine getirebildiği oranda siyasal olarak gelişeceğini varsayan RP, hükümet kuruluşunda görüldüğü gibi, hükümet olabilmek için her türlü tavizi vermiştir. Refah Partisi'nin bugünkü oy gücünü koruyabilmesinin tek yolu, çıkarlarını ortaklaştırmaya çalıştığı küçük ve orta sermaye kesimlerine yeni olanaklar sağlamaktan geçmektedir. Bu da, ancak hükümet olmakla olanaklıdır. Devlet olanaklarını artan oranda küçük ve orta sermayeye yöneltmek isteyen RP, mevcut koşulların kendilerine getirdiği engelleri düşünmeksizin hükümet kurmuşlardır.
Refahyol hükümetinin kuruluşu, oligarşi içindeki çıkar çelişkilerinin keskinleşmesine bağlı olarak, oligarşinin bütünsel bir tavrı ile karşılaşmadan gerçekleştirilmiştir. Ancak daha sonra Refahyol'un uygulamaya başladığı ekonomi-politikalar ve devlet kurumlarındaki 'kadrolaşma' girişimleri, oligarşinin tavır koymasına yol açmaya başladı. Sabancıların karşı çıkışlarına rağmen, oligarşi içindeki diğer kesimler 1997 başındaki TÜSİAD'ın "demokratikleşme paketi" ile bu tavırlarını açık biçimde ortaya koymaya başladılar. Görünüşte "demokrasi" savunusu altında ortaya konulan tavır, temelde oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların, özellikle de tekelleşememiş sanayi burjuvazisinin Refahyol hükümeti aracılığıyla kendisine yeni olanaklar sağlaması ve gücünü artırmaya yönelmesine yönelik olmuştur. Sabancıların tam olarak benimsemediği bu tavır, 'demokratikleşme paketi' ile ülkemizdeki küçük-burjuvazinin oligarşiye yedeklenmesi sağlanabilindiği oranda, oligarşinin gücünü göstermesine bağlı olarak geliştirilecekti. Özellikle küçük-burjuva aydınların, bir yandan 'demokrasi' söylemiyle, diğer yandan 'şeriatçılık' tehlikesiyle oligarşiye yedeklenmesi yönündeki faaliyetler, 1997 yılının ilk altı ayındaki gelişmelerin temelini oluşturmuştur.
Ancak oligarşi dışındaki sömürücü sınıf ve tabakalar (ki kimisi DYP içinde, kimisi MHP ve BBP içinde, kimisi Refah Partisi'nde temsil edilmektedir) yeni hükümetin aldığı kararlardan ve faaliyetlerden yeni beklentiler içine girdikleri için, oligarşi içindeki bu gelişmeler karşısında umursamaz bir tutum takınmışlardır. Özellikle TOBB ile MÜSİAD bünyesinde toplanan (ve de ayrışmış olan) küçük ve orta sermaye kesimleri, Refahyol hükümetinin sağlayacağı yeni olanakların ve tatlı kârların rüyası içinde günlerini geçirmeye başlamışlardır.
Oligarşi, bir yandan küçük-burjuvaziyi 'demokrasi' ve 'laiklik' söylemiyle kendisine yedeklerken, diğer yandan oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların Refah Partisi çevresinde oluşan 'birlik'ini dağıtmak için girişimleri hızlandırmıştır. Bunun ilk sonucu Y. Erez'in hükümetten ayrılması ve böylece DYP aracılığıyla Refah Partisi etrafında oluşturulmuş olan oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların 'birlik'inden TOBB'un koparılması olmuştur.
Bu durumda oligarşi, gerek küçük-burjuvazinin ve küçük-burjuva aydınlarının desteğini almış olması, gerekse oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasında bölünmeyi sağlaması karşısında DİSK, Türk-İş, TİSK ve TOBB arasında ortak bir 'eylem platformu' oluşturmuştur. Genelkurmay brifingleriyle desteklenen bu 'platform', gerçekleştireceği 'eylem' den çok, gerçekleşeni ifade ettiği bağlamda, tekelleşememiş sanayi burjuvazisi içinde kopmalara yol açmıştır. Bu kopan kesimler, oligarşinin olası yeni bir askeri darbesi koşullarında tüm olanaklarını kaybetme korkusuna kapılmışlardır. Bunun siyasal yansıması ise, DYP'nin parçalanması olmuştur.
Sonuçta, basit bir hükümet değişikliği fırsat bilinerek, Refahyol hükümeti 'müstefi' durumuna düşürülmüştür.
Yeni kurulan ANAP, DSP ve DTP, oligarşinin yeni taviz politikalarının ve buna bağlı uygulamalarının hükümeti durumundadır. Oligarşi, bu hükümet aracılığıyla, 1980 sonrasında sağladığı egemenliğini yeniden kurmak istemektedir. Ancak mevcut siyasal ilişkiler ve oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki olağanüstü parçalanmalar, bunu tam olarak gerçekleştirmesini olanaksız kılmaktadır. Bugün için, hükümet içinde ANAP aracılığıyla devlet bürokrasisi içinde yeni düzenlemelere giderek, geçmiş dönemdeki gibi olmasa da, 'teknokratlar'a dayalı devlet işleyişini kurmak istemektedir. Ama yaşanılan süreçte ortaya çıkan gelişmeler gözönüne alınarak biçimde bazı değişikliklere gidilmek istenmektedir. Küçük-burjuvazinin yedeklendiği gözönüne alınarak yapılan yeni düzenleme, daha esnek bir oluşumu ifade etmektedir.
Bugün oligarşi içinde de tam bir bütünlük mevcut değildir. Bugüne kadar gerçekleştirilenler, küçük-burjuvazinin kitlesel desteği alınarak, oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların belirli bir süre etkisizleştirilmesinden ibarettir. Dolayısıyla önümüzdeki süreç, oligarşinin gerek kendi içinde, gerekse oligarşi ile oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki (özellikle de tekelleşememiş sanayi burjuvazisiyle) çatışma tarafından belirlenecektir.
Bu süreçte, hiç şüphesiz oligarşi için küçük-burjuvazinin kitlesel gücü birinci dereceden önemlidir. Bu güç, oligarşi tarafından değişik biçimlerde kullanılmak durumundadır. Son günlerde '1 dakika karanlık' eyleminin yeniden gündeme getirilmesi, oligarşinin bu gücü kolaylıkla kullanabileceğini göstermektedir. Bunda, kendisini 'farklı sol' olarak sunan ve temelinde küçük-burjuvazinin mevcut düzene karşı memnuniyetsizlik ve tepkilerini oligarşiye yedeklemenin aracı olan küçük-burjuva örgütlenmelerin (özellikle ÖD Partisi) önemli bir işlev sahibi olduğu kesindir. Bu yönleriyle ele alındığında, yaşanılan sürecin kaba hatlarıyla '12 Mart muhtırası' dönemiyle benzerlikleri ortaya çıkmaktadır. Bu benzerlikler, özellikle oligarşinin uygulamalarıyla ve uygulamada kullandığı güçler gözönüne alınarak, yeni hükümet, yeni bir 'Erim hükümeti' olarak tanımlanabilmektedir. Ne varki, tarih bir tekerrür, basit tekrarlardan ibaret değildir. Tarih, aşağıdan yukarıya doğru yükselen, kökleri maddi üretime uzanan sınıf mücadelelerinin politik olaylar dizisidir. Tüm bu süreçte ortaya çıkan benzerlikler, sadece ülkemizdeki yönetimin oligarşik niteliğinin aynı olmasından kaynaklanmaktadır.
Bugün, ülkemizdeki siyasal gelişmelerin en temel özelliği, oligarşinin kendi dışındaki sömürücü sınıflarla olan çıkar çatışmasında küçük-burjuvaziyi 'demokrasi' ve 'laiklik' görünümü altında yedekleyerek bir güç olarak kullanmasıdır. Oligarşi, kendilerini 'sol' olarak gösteren, özünde küçük-burjuvazinin devrimci mücadele karşısında duyduğu korkuyu ifade eden örgütlenmeleri kendi amaçları doğrultusunda kullanmak durumundadır. Bu da, ülkemizde gelişen kitle hareketinin oligarşinin amaçları doğrultusunda kanalize edilmesinden başka bir şey değildir. 12 Eylül'ün üzerinden geçen 17 yıl boyunca şu ya da bu oranda biriken kitlesel tepkiler, bu süreçte pasifize edilmek durumundadır. Oligarşi, bu tepkileri, bir yandan kendi dışındaki diğer sömürücü sınıfları disipline etmek amacıyla kullanırken, diğer yandan bunların devrimci mücadeleye kanalize olmasını engellemek istemektedir. Kürt ulusal hareketinin giderek 'uzlaşma'ya yönelmesiyle birlikte, bu durum, ülkemizdeki tüm siyasal gelişmelerin odak noktasını oluşturmaktadır."
1998 yılına girildiğinde M. Yılmaz başbakanlığındaki ANAP-DSP-DTP koalisyon hükümeti oligarşinin isteklerine uygun bazı girişimlerde bulunmuşsa da, bu konuda fazla adım atamamıştır. Gerek ANAP-DTP içinde tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin bir kesiminin varlığı, gerekse de bu partilerin il ve ilçe teşkilatlarında küçük tüccar ve esnafın etkinliği oligarşinin istemlerini tam olarak yerine getirmelerini engelleyen en önemli neden durumundadır. Gerek 1970 öncesinde, gerekse 1974-80 döneminde oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki bölünmeler ve çatışmalar bu boyutta olmamasına rağmen, o dönemde de AP, pek çok konuda tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi öncülüğünde oluşturulmuş oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların çıkarlarını temsil etmek durumunda olduğundan, oligarşi ile çatışma durumuna girmiştir. Benzer durum, bugün M. Yılmaz hükümetinin karşısına çıkmıştır. Mart ayı içinde ortaya çıkan gelişmeler, yani M. Yılmaz ile Genelkurmay arasındaki "gerilim", temel olarak oligarşinin istemlerini karşılayan politikaların uygulanmamasından kaynaklanmaktadır. Bu "gerilim" içinde ağırlıklı yeri "islamcı sermaye"nin işgal etmesi, çatışmanın niteliğini açık biçimde sergilemektedir. Son günlerin popüler deyişiyle, M. Yılmaz hükümetine Genelkurmay aracılığıyla oligarşi "haddini bildirmiştir". Ve bunun ilk sonucu "faizsiz bankacılığa" yasaklama getiren yasanın hazırlanarak TBMM'ye sunulması olmuştur.
Bilindiği gibi, "faizsiz bankacılık" olarak ifade edilen özel finans kuruluşları, 16 Aralık 1993 tarihinde T. Özal tarafından çıkartılan kararnameyle oluşturulmuştur. Bu alanda faaliyet gösteren altı büyük şirket Al Baraka Türk, Faisal Finans, Kuveyt-Türk, İhlas Holding, Asya Finans ve Anadolu Finans'tır. Bunlar sözcüğün tam anlamıyla bankacılık yapmakla birlikte, "özel finans kuruluşları" kararnamesi çerçevesinde oluşturulduklarından, bankaların tabi olduğu hükümlere tabi değillerdir. Özellikle bankaların mevduat karşılığında Merkez Bankasına yatırmak zorunda oldukları disponibilite oranları ile "özel finans kuruluşları"nın yatırmak zorunda oldukları oranlar arasında önemli farklılıklar bulunmaktadır. Bu yönüyle, bu "özel finans kuruluşları", "kâr-zarar ortaklığı" hesabıyla topladıkları mevduatı, daha geniş ölçüde kredi olarak kullanabilmekte ve daha düşük faiz isteyebilmektedir. Bu durum, orta ve küçük sermaye kesimlerinin 1980 öncesinde tekelci burjuvazinin denetimindeki bankalara olan bağımlılığını sınırlandırdığından, oligarşinin bunlar üzerindeki etkisi azalmıştır. Özellikle tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi (orta sermaye kesimleri) buralardan aldıkları düşük faizli kredilerle kâr oranlarını yükseltebilmekte ve kimi durumlarda tekelci burjuvazinin pazarlarına yönelik üretimde bulunabilmektedir. Buna ilişkin en somut gelişme, RP-DYP hükümeti döneminde çıkartılan "kullanılmış oto ithalatı yasası" ile İhlas Holding'in Güney Kore malı KIA otomobilini ve Ülker'in yine Güney Kore malı Daewoo otomobilini iç pazara sürmesi olmuştur. "Faizsiz bankacılık" sistemi ile kendisine bağladığı belli bir alım gücüne sahip tüketici kitlesine sahip olan bu kesimler, bu yolla oligarşinin otomotiv sektöründeki pazarlarına el atmışlardır. Ve belki de yaptıkları en büyük "hata" da bu olmuştur.
Herkesin bildiği gibi, ülkemizdeki otomotiv sektörü, emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemlerinin ilk uygulamaları olarak oluşturulmuş ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin en temel gücü olmuştur.
Koç Holding'in TOFAŞ-FİAT otomobilleri ile OYAK'ın RENAULT otomobilleri, 1990'lara kadar ülke içi pazarın rakipsiz otomobilleri olmuştur. Doğal olarak "islamcı sermaye"nin otomotiv sektörüne el atması ve ülkede alım gücüne sahip belli bir tüketici kitlesini baştan kendisine bağlamış olmasından en fazla etkilenen kesimler de bu iki otomotiv şirketi olmuştur. OYAK'ın işin içinde olması, yani Ordu Yardımlaşma Kurumu'nun bundan birinci dereceden etkileniyor olması, kaçınılmaz olarak "ordu"nun devreye girmesini getirmek durumundadır. Ancak OYAK'ın tek faaliyet alanı otomotiv sektörü de değildir. OYAK'ın sahip olduğu şirketler arasında Tam Gıda, Entaş Tavukçuluk, Tukaş konservecilik, Pınar Et ortaklığı, Kutlutaş Holding (inşaat) bulunmaktadır. (Tam Gıda, OYAK'ın İslam Kalkınma Bankası ile ortak kurduğu bir şirkettir. Bu ortaklık bile, son gelişmelerin gerçekte bir "laiklik" sorunu olmadığını açık biçimde göstermektedir.)
"İslamcı sermaye" denilen kesimin temel faaliyet alanlarına bakıldığında OYAK ile olan çatışmasının ne boyutlarda olduğunu görmek olanaklıdır. Ancak bu çatışma uzun süreden beri devam etmekle birlikte, çatışmayı şiddetlendiren olaylardan birisi otomotiv alanında ortaya çıkmış, diğeri de gıda ürünleri alanında olmuştur. RP-DYP koalisyon hükümeti döneminde Et-Balık Kurumu'nun Hak-İş'e satılması, bu alandaki gelişmeleri hızlandırmıştır.
Görüldüğü gibi, son gelişen olaylar içinde ordunun doğrudan yer almasına yol açan olaylar dizisi, generallerin en önemli gelir kaynaklarından olan OYAK'ın "islamcı sermayenin" gelişmesinden birinci dereceden etkilenmesiyle bağlantılıdır. "Generallerin holdingi" OYAK temelinde generaller devreye girmiştir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, tüm bu gelişmeler içinde oligarşinin tam bir birlik içinde olmadığı da kesindir. Sabancı Holding bu gelişmeler karşısında "tarafsız" bir konumda kalmaya özen göstermektedir. "Kullanılmış otomobil ithali" yasası döneminde olduğu gibi Sabancı Holdingin bu "tarafsız" konumu, gerek tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisiyle olan ilişkileri, gerekse aynı alanlarda yeni yatırımlara girişmesinden kaynaklanmaktadır. (Toyota-Sabancı ortaklığı gibi) Sabancıların RP hükümetine daha "sıcak" bakmasının arkasında yatan neden de aynıdır.
Görüldüğü gibi, ülkemizdeki siyasal ilişkiler alanında görülen tüm gelişmeler, sömürücü sınıfların kendi aralarındaki çıkar çatışmasının ürünleri durumundadır ve bu çatışmanın boyutlarına göre biçimlenmiştir. Bir başka deyişle, ülkemiz yakın tarihinde görülen değişik olaylar, 1965 AP'si ,1960 sonlarında N. Erbakan'ın başını çektiği "takunyalılar"ın AP'den ayrılarak MNP'yi kurmaları, F. Bozbeyli'nin başını çektiği DP'lilerin AP'den kopmaları, I. ve II. Erim hükümetleri, I. ve II. MC hükümetleri, 1980 yılında AP-CHP koalisyon hükümeti kurulması girişimleri, 1984 ANAP'ı ve günümüze kadar oluşturulan ve bozulan koalisyon hükümetleri yeni-sömürgecilik yöntemlerinin ülkemizdeki evriminin ürünleri olmuşlardır. Ve her dönem, egemen sınıfların kendi aralarındaki çelişkilerinin keskinleşmesi, mevcut düzenin siyasal ilişkiler alanında bunalımlar yaratmış ve her bunalım döneminde her kesim kendisine değişik sınıfları yedekleyebilmek için faaliyet yürütmüştür.
1980 sonrasının popüler söylemiyle söylersek, sömürücü sınıfların kendi içlerinde oluşturdukları "consensus" 1965'de AP'yi ve 1984' de ANAP'ı ortaya çıkarmıştır. Ancak bu "uzlaşmalar", ülkenin çarpık ekonomik yapısında uzun soluklu olamamış ve yerini "çatışma"ya bırakmıştır. Zaman zaman oluşturulan değişik koalisyon hükümetleri, bu "çatışma" ortamında gerçekleştirilmiş geçici uzlaşmalar olarak ortaya çıkmıştır.
Sınıfsal olarak oligarşi ile oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki çelişkinin "çatışma-uyum" diyalektiği içindeki sürecine göre şekillenen bu ilişkiler tüm açıklığına karşın, solda egemen olan oportünist ve revizyonist kavrayışlarla "toplumsal muhalefet" ya da "mevcut düzene karşı" bir süreç olarak değerlendirilebilinmiştir. Değişik zamanlarda kendisine "devrimci" diyen değişik sol örgütlerin yayınladıkları "müslüman halkımıza" başlıklı bildiriler, açıklamalar, tümüyle sınıfsal perspektifin bir yana bırakılmasının ürünleri olmaktadır.
Mart ayında gelişen siyasal olaylar (üniversitelerde türban eylemleri ve Genelkurmay'ın 20 Mart muhtırası vb.), dün olduğu gibi, bugün de devrimcilerin şeriatçılık ve laiklik konusunda da açık ve net bir belirlemeye sahip olmalarını ve buna uygun bir pratik yürütmeleri gereğini açık biçimde ortaya koymuştur. Bu, aynı zamanda, yeni-sömürgecilik koşullarında bizim gibi ülkelerde ortaya çıkan tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisi karşısında proletaryanın sınıfsal tutumunun belirlenmesi demektir.
Bu konularda açık ve net bir belirlemenin ortaya konulabilmesi için, şüphesiz ülkemizin doğru bir sınıfsal tahlilinin yapılması zorunludur. Sınıfsal perspektifi bir yana bırakan her türden değerlendirme ve tahliller, lafta ne söylerse söylesin, pratikte sınıf mücadelesinin reddi demektir. Gelişen siyasal olaylar karşısında şaşkınlığa düşenler, her zaman sınıf perspektifine sahip olmayanlar olmuştur. Mevcut durumdaki gelişmelerin ülkemiz solu açısından ortaya koyduğu en temel gerçek de budur.