Geçen iki ayın en önemli, ancak "en önemsiz" konusu, hiç şüphesiz cumhurbaşkanlığı seçimi olmuştur. Ve 5 Mayıs'ta yapılan üçüncü tur oylamayla, "onuncu" cumhurbaşkanı olarak Ahmet Necdet Sezer'in seçilmesiyle "önemsiz" önemli konu sonuçlanmıştır.
Demirel'in yedi yıllık görev süresinin sonuna yaklaşılırken başlayan cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmaları, ilkin, Demirel'in görev süresinin uzatılmasına ilişkin "5+5 formulü" ile anayasanın cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin maddesinin değiştirilmesi önerisiyle kamuoyunun gündemine girmiştir.
Demirel'in yeniden seçilmesini sağlayacak "5+5 formülü"ne ilişkin olarak parlamentoda temsil edilen düzen partilerinin yaptıkları ilk açıklamalar, cumhurbaşkanlığı seçiminin "ülkenin önemli sorunlarının önüne geçmemesi gerektiği" şeklinde olmuştur. Bunlar arasında Ecevit'in açıklamaları tam tersi yönde olmuştur.
Ecevit, aylar öncesinden Demirel'in "ülke ve bölge için bir istikrar ve güven unsuru" olduğunun altını çizerek, "görev süresinin uzatılması"nın gerekli olduğunu söylemiş ve bu yönde diğer düzen partileri ile görüşmeler başlatmıştı. Görünüşte "koalisyon hükümetini oluşturan üç parti" (DSP, ANAP ve MHP) ile DYP, Ecevit'in önerisine "sıcak" bakmışlar ve anayasa değişikliği önerisi TBMM'nin gündemine getirilmiştir.
29 Mart günü yapılan anayasa değişikliği oylamasında, değişiklik önergesi 303 oy almış ve böylece anayasa değişikliği için gerekli sayıya ulaşamayarak, Demirel'in yeniden seçilmesine ilişkin "5+5 formulü" gündemden çıkmış ve cumhurbaşkanlığı seçiminin, 12 Eylül anayasasının belirlediği koşullarla yapılması gündeme gelmiştir.
Bu gelişme sonucunda, "normal" cumhurbaşkanlığı seçim süreci başlamış ve 27 Nisan günü yapılan ilk tur oylamaya 12 aday katılmıştır.
"Hükümeti oluşturan koalisyon partileri" ile "parlamentoda temsil edilen" diğer iki partinin (DYP ve FP) genel başkanlarının "ortak adayı" olarak Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer, yapılan ilk tur oylamada 281 oy almıştır. İkinci tur oylamada 314 oy alan Ahmet Necdet Sezer, üçüncü turda aldığı 330 oyla "onuncu" cumhurbaşkanı seçilmiştir.
Tüm bu süreçte, en çok konuşulan konu, gerek Demirel'in yeniden seçilebilmesi için yapılması gereken anayasa değişikliği önerisinde, gerekse beş parti genel başkanları tarafından Ahmet Necdet Sezer'in "ortak aday" gösterilmesinde, önerilere "atılan imzalar" ve milletvekillerinin "imzalarının arkasında" durup durmayacakları olmuştur. Ve kamuoyunun da çok iyi bildiği gibi, aylar boyunca bu bağlamda görüşmeler yapılmış ve "pazarlıklar" sürmüştür.
"Ülkenin çözüm bekleyen sorunları" bir yanda dururken, cumhurbaşkanlığı seçiminin ülke "gündemini işgal etmesi"nin, neredeyse herkesin "kabul ettiği" bir "gerçek" olarak görüldüğü bu süreçte, Ecevit'in sözleriyle, "ülkemiz ve bölgemiz için istikrar ve güven unsuru" olan Demirel'in yeniden cumhurbaşkanlığına seçilmesine ilişkin yapılan "pazarlıklar", ülkemizin yakın tarihindeki tüm sömürücü sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkileri yansıtan bir ayna olmuştur.
Bu "pazarlıklar" içinde, ilk ve en önemli halka MHP olmuştur. Cumhurbaşkanlığı seçiminde "anahtar parti" konumunda bulunan faşistler, kendi içlerindeki ilişki ve çelişkilerin boyutlarına uygun bir tutum sergilemişlerdir.
"18 Nisan seçim sonuçlarının gösterdiği gibi, bugün MHP, oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar arasındaki bölünme ve parçalanmaların egemen olduğu bir dönem sonrasında, bu kesimlerin geçici bir ittifakı durumundadır. Deprem sonrasında yapılacak konutlar konusunda MHP içinde ortaya çıkan çatışma, bu ittifakı açık biçimde ortaya koymuştur. Başını tekstil ve inşaat sektöründe faaliyet yürüten küçük ve orta sermaye kesimlerinin çektiği bu ittifak, 'Asya krizi' ile gelişen dünya ekonomik buhranı koşullarında daralan iç pazarın genişletilmesi ve yeni pazarların bulunması temelinde oluşturulmuştur. Ancak, gelişen dünya ekonomik buhranı, kaçınılmaz olarak ne iç pazarın genişletilmesini, ne de yeni pazarların bulunmasını olanaksız hale getirmiştir. Dolayısıyla, MHP ekseninde oluşturulan ittifak, kendi istemlerine uygun bir gelişmenin olmadığı koşullarda hızla ve birden çözülme dinamiğine sahiptir. Bu ise, MHP'nin kendi içinde bölünmesini ve iç çatışmalara sahne olmasını getirebilecektir."
İşte bu çerçevede, MHP, cumhurbaşkanlığı seçimi "pazarlıkları"nda, "oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların bir ittifakı" olma niteliğine uygun olarak, "alabileceği en fazla tavizi" almaya çalışmıştır. Burada faşist MHP'nin sınıfsal bileşimine uygun olarak "iç pazarın genişletilmesi ve yeni pazarların bulunması" olmaz-sa-olmaz koşul durumunda ortaya çıkmıştır. IMF ile yapılan stand-by anlaşmasının iç pazarı daraltacağı ve darattığı bir ortamda MHP'ye verilebilecek "tavizler" oldukça sınırlı olduğundan, tüm "pazarlıklar" "yeni pazarlar bulunması" noktasında odaklanmıştır. Ve herkesin de bildiği gibi, bu "yeni pazarlar", Türki cumhuriyetleri diye adlandırılan ülkeler, özellikle de Azerbaycan'dır.
Ve yine, depolitizasyona rağmen, ülkemizde gelişen siyasal olayları izleyen herkesin bildiği gibi, beş yıl önce Elçibey aracılığıyla Azerbaycan'da darbe girişiminde bulunmuşlar ve darbe "Demirel'in son anda Aliyev'i uyarmasıyla önlenmiştir". Böylece, Azerbaycan'ın oligarşi dışındaki sömürücü sınıflar tarafından talan edilmesi, geçici bir süre için de olsa, engellenilmiştir.
Öte yandan, küçük ve orta ölçekli sanayi burjuvazisinin yeni partisi olarak MHP, aynı zamanda "Balkanlar"da "yeni pazarlar" arayışının da aracı durumundadır. Aynı şekilde, bu pazarlarda oligarşinin politik ilişkileri, doğrudan Demirel'in "insiyatifi" altında geliştirilmiştir. Bu "insiyatif"in sonuçları ise, Romanya'dan Arnavutluk'a kadar tüm Balkan ülkelerindeki faşist "mafya" ilişkilerinin çözülmesi ve "mafya şefleri"nin "tek tek yakalanarak ülkeye getirilmesi" olmuştur. Dolayısıyla MHP'yi oluşturan sömürücü sınıf ittifakı için, bu "yitirilmiş" ilişkilerin yeniden yaratılması ve genişletilmesi, Azerbaycan olayında olduğu gibi, yaşamsal öneme sahiptir.
İşte, Demirel'in cumhurbaşkanlığı görev süresinin uzatılmasına ilişkin anayasa değişikliği önerisi üzerinde başlayan "pazarlık", oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların oligarşi ile yaptıkları bir pazarlık durumundadır. Bu pazarlığa ilişkin tüm kozlar cumhurbaşkanlığı seçiminde ortaya konulmuştur.
Devlet Bahçeli'nin bu süreçteki hemen hemen tüm konuşmalarında öne çıkarttığı "istikrar ve uzlaşma" söylemi, oligarşiyle yürütülen pazarlığın ifadeleri durumundadır. Bir başka deyişle, faşistler, özellikle tekstil ve inşaat sektöründe faaliyet gösteren küçük ve orta sermaye kesimlerinin siyasal sözcüsü olarak oligarşiyi "istikrarsızlık"la tehdit ederken, aynı zamanda IMF ile yapılan stand-by anlaşmasını engelleyecekleri mesajını göndermişlerdir.
Sonuçta, Demirel'in yeniden seçilmesi konusunda taviz verilmiş, Elçibey, dört yıldır gözaltında tutulduğu Nahçıvan'dan Türkiye'ye getirtilmiştir. Bunun karşılığı olarak Ahmet Necdet Sezer'in cumhurbaşkanı seçilmesi konusunda "uzlaşmaya" varılmıştır.
Ancak, MHP ile yapılan bu "uzlaşma", MHP içindeki ittifakta önemli bir çatışma ortaya çıkarmıştır. Bu çatışma, Sadi Somuncuoğlu'nun "cumhurbaşkanlığına adaylığını koyması"yla belirginleşmiştir.
Marmara depremi sonrasında MHP içinde başlayan "geçici konutlar"-"kalıcı konutlar" tartışmasında taraf durumunda bulunan Sadi Somuncuoğlu, iç pazara yönelik üretim yapan küçük ve orta ölçekli sanayiciler ile iç ticaret burjuvazisinin çıkarlarının savunucusu durumunda olmuştur. Dolayısıyla, IMF ile yapılan stand-by anlaşmasından olumsuz yönde en çok etkilenen kesimi temsil etmektedir. Bu kesimler açısından "dış pazarlar" üzerinde yapılan "uzlaşma" hiç bir değere sahip değildir. Bu nedenle, Sadi Somuncuoğlu'nun kişiliğinde, MHP'nin yürüttüğü "pazarlıklar"a müdahale edilmek istenmiştir. Herkesin bildiği gibi, bu müdahale, karşı müdahaleyi getirmiş ve "töre" devreye sokulmuştur.
Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde MHP içinde ortaya çıkan bu gelişmeler, aynı zamanda oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların TBMM'deki diğer temsilcilerinin tutumlarıyla paralellik göstermiştir. TBMM'deki beş düzen partisinin tümünde yer alan bu kesimler, cumhurbaşkanlığı seçiminde, "siyasal parti ayrımı gözetmeksizin" birlikte hareket etmişlerdir. Bu birliktelik, gerek anayasa değişikliği oylamasında, gerekse cumhurbaşkanlığı seçimi oylamalarında, oyların dağılımında kendisini ortaya koymuştur. (Ve aynı oy dağılımı, aynı kesimlere bütün süreçte hiçbir taviz verilmediğini de göstermektedir.)
Demirel'in yeniden seçilmesini sağlayacak olan "5+5" oylamasında "evet" oylarının sayısı 303 çıkmıştır ve ilk tur oylamada Ahmet Necdet Sezer'e 281 oy verilmiştir. (İkinci turda 314, üçüncü turda, yani son oylamada 330 oy verilmiştir.)
ANAP'tan Yıldırım Akbulut, FP'den Nevzat Yalçıntaş ve MHP'den Sadi Somuncuoğlu'nun adaylıkları, yapılan "pazarlıklar"da iç pazara yönelik üretim yapan küçük ve orta sanayi burjuvazisi ile iç ticaret burjuvazisinin tekelleşememiş kesimlerinin bir "güç" gösterisi olmuştur. Ancak oligarşi dışındaki sömürücü sınıfların kendi içlerindeki bölünmüşlükleri, kendi sınıfsal nitelikleriyle birleşerek, etkili olmalarını engellemiştir.
Tüm bu ilişki ve çelişkiler içinde, "müslüman ülkeler"e yönelik üretim ve ticaret yapan küçük ve orta burjuvazi, yürütülen "Hizbullah" operasyonlarıyla devreden çıkartıldığından, bunların TBMM'deki temsilcilerinin fazlaca sesleri çıkmamıştır.
Oligarşi, bu ilişki ve çelişkiler içinden verebileceği en az tavizi vererek çıkmayı başarmıştır.
Özellikle MHP'nin merkez yönetiminin temsil ettiği tekelleşememiş sanayi ve ticaret burjuvazisinin "dış pazarlar"a "açılma" beklentisiyle "en kârlı" çıktığını düşünen kesimlerine, çok önemsiz tavizler verilmiştir. Çünkü, Kosova olayından sonra, söz konusu olan Balkan ülkeleri, neredeyse her açıdan emperyalist ülkelerin denetimi altına girmiştir. "Bakü-Ceyhan boru hattı" anlaşmasının imzalanması da, aynı şekilde oligarşinin Azerbaycan pazarına yönelik beklentilerini sonuçlandırmıştır. IMF anlaşmasıyla döviz kurlarının üçer aylık dilimlerle sabitlenmesi de, bu pazarlarda "iş" yapmayı düşünen kesimlerin beklentilerini büyük ölçüde engelleyecek niteliktedir.
Ancak, cumhurbaşkanlığı seçimiyle birlikte TBMM'de ortaya çıkan siyasal tablo, oligarşi açısından yeni "önlemler" alınmasını da gündeme getirmiştir. Görülmüştür ki, TBMM'ye bağımlı olmayı getirebilecek her türden gelişme oligarşinin aleyhine olacaktır. Bu nedenden dolayı, "28 Şubat" süreciyle başlatılan MGK'li yönetim uygulamasının varlığını sürdürmesi, oligarşinin çıkarlarına uygun gelmektedir.