27 Ekim 1997 günü New-York borsasında meydana gelen %7.2'lik düşüşle birlikte başlayan ”Asya Krizi”, 1998 ortalarında Rusya'ya ulaşarak, emperyalist sistemin bütününde ekonomik durgunluğun genel bir olgu haline gelmesine neden olmuştur.
”Globalleşme”nin alabildiğine propagandasının yapıldığı bir dönemde, Asya ve Rusya'da ekonomik krize dönüşen buhran, IMF'nin müdahalesiyle ”lokalize” (”yerelleştirme”) edilmeye çalışılmış ve bunun sonucu olarak (her zaman olduğu gibi) ekonomik buhranın yükü geri-bıraktırılmış ülkelere aktarılmıştır.
Güney Doğu Asya ülkelerinde patlak veren ve Rusya kriziyle birlikte genelleşen ekonomik buhran, uluslararası kredilerin bileşiminde kısa vadeli borçların (ticari kredilerin) uzun vadeli borçlara oranının kapatılamaz boyutlara ulaşmasının bir sonucu olmuştur. Bu durumun geri-bıraktırılmış ülkeleri bir gecede iflas noktasına getirebilmesinin nedeni, emperyalist sistemin bütünündeki para-sermayenin aşırı birikimi ve bu sermayenin daha yüksek kâr oranları için sürekli bir hareket halinde bulunmasıdır. Bu gelişmede en temel araç ulusal borsalar olmuştur. Dolayısıyla, tüm mali (parasal) gelişmeler, neredeyse uluslararası para-sermayenin hareket ettiği ulusal borsaların iniş-çıkışlarıyla izlenebilir hale gelmiştir. Para-sermayenin ulusalararası hareketinde borsaların araç olarak kullanılmasının bir sonucu olan bu durumla, borsa spekülasyonlarıyla ortaya çıkan ”dalgalanmalar” birbirinden farklıdır.
2000 yılının Kasım ortalarına gelindiğinde dünya borsalarında düşüşler sürekli ve genel bir nitelik almış ve Kasım ayının son günlerine doğru ulusal ekonomileri doğrudan etkileyen boyutlara ulaşmıştır. Bu gelişmenin Türkiye'ye yansısı ise, İstanbul Borsası'ndaki büyük düşüş ve repo ve faiz oranlarının yükselişi olmuştur. Bankalar arası gecelik faiz oranları %250'ye ve hazine bonolarının birleşik faizleri %50'lere yükselmiştir. ”Yabancı yatırımcılar” ve ”yabancı bankalar”ın Türkiye'deki ”pozisyonlarını” kapatmaya başlamalarıyla birlikte dövize olan talep artmıştır. Artan döviz talebi, kaçınılmaz olarak döviz fiyatlarının artmasına neden olacağından, Merkez Bankası piyasalara müdahale etmiş ve piyasaya son bir hafta içinde 6 milyar 299 milyon dolar vermiştir.
Merkez Bankası'nın tüm müdahelasine rağmen 29 Kasım gününe gelindiğinde repo faizleri %240 ve bona faizleri %63 olmuştur. Borsacıların deyimiyle söylersek, ”piyasanın en aktif kağıdı” olan 20 Haziran 2001 vadeli hazine bonosunun faiz oranı bir gecede 17 puan artarak %64'e ve 21 Şubat 2001 vadeli hazine bonosunun faizi ise 91 puan yükselerek %166.56'ya ulaşmıştır.
Bu gelişmeler, kaçınılmaz olarak İstanbul borsasına yansımış ve borsa 9.000'in altına düşmüştür.
Türkiye'de meydana gelen bu gelişmeler karşısında, Ecevit'ten Hazine Müsteşarlığı'na kadar tüm ”ilgililer” ”piyasalarda paniğe gerek olmadığı” yönünde açıklamalar yapmaya başlamışlardır. Başbakan Ecevit ve Devlet Bahçeli, bu gelişmelerin ”faiz lobisinin” işi olduğunu açıklamışlar ve bunlara boyun eğilmeyeceğini ”istikrar tedbirleri”nden ”taviz verilmeyeceğini” ”kesin bir dille” ifade etmişlerdir.
Gazetelerin ve televizyonların tüm ekonomi haberleri bu gelişmeleri bildirirken, ”piyasalardaki tedirginliğin” nedeni olarak son dönemdeki banka operasyonları ile ”işadamlarının” gözaltına alınmasını göstermişlerdir. Kimileri ise, uluslararası para piyasalarındaki gelişmelerin buna neden olduğunu söylerken, kimileri bunun ”pek çok nedeni” olduğu kehanetinde bulunmuşlardır.
Ancak bunlar da etkili olamamış ve 1 Aralık tarihine gelindiğinde borsa endeksi 7.977'e düşmüştür. (1 cent) Bunun yanında, döviz fiyatlarını denetlemek amacıyla Merkez Bankası'nın piyasaya müdahale etmesiyle döviz rezervlerindeki 6,2 milyar dolarlık düşüş karşısında ”yeni önlemler”e başvurulmuş ve bankalar döviz satmaya zorlanmıştır. Bunun sonucu ise, repo faiz oranlarının %1700'lere yükselmesi (ortalaması %727) ve 20 Haziran 2001 tarihli bonoların faiz oranları %67,32'ye, 21 Şubat 2001 tarihli bonoların faizleri %189,35'lere yükselmiştir.
Tüm bu gelişmelerin gerçek nedeni ise, emperyalist sistemin bütününde 1997 Ekim'inde ”Asya krizi” ile başlayan ekonomik buhranın şiddetinin, tüm ”yerelleştirme” çabalarına karşın azaltılamaması ve zamana yayılamamasıdır. Petrol fiyatlarında ortaya çıkan artışların yanında emperyalist metropollerdeki talebin hızla düşüşü, emperyalist sistemin karşı karşıya olduğu aşırı-üretim sorununu daha da ağırlaştırmıştır. Tüm bunların yanında dünya çapında tüketici kitlenin elindeki ”küçük tasarruflar”ın borsalar aracılığıyla kısa vadeli ticari krediye dönüştürülmesi ve bu kredilerin ödenememesi, hem meta talebini düşürmüş, hem de para-sermayenin önemli bir bölümünün değersizleşmesine neden olmuştur. Ve böylece, sessiz sedasız Güney Kore ”mucizesi”nin devlerinden Daewoo otomobil şirketinin iflasına gelinmiştir.
Son gelişmelerin başlangıç noktası ise ”hi-tec” şirketlerinin kısa vadeli borçlarını ödeyemez hale gelmeleri olmuştur. Ekonomi diliyle söylersek, tüketim malları sektörü içinde bilgisayar ve teknoloji ürünlerindeki aşırı-üretim, tüm çabalara karşın azaltılamamış ve stoklar hızla büyümüştür. Kısa vadeli krediler, depolarda meta-sermaye olarak büyük bir stok oluşturmuştur. Emperyalist metropollerdeki ucuz gıda satış mağazalarında düşük fiyatlarla bilgisayar satışları başlatılmasına karşın, stoklar eritilememiştir.
Bilgisayar satışlarındaki büyük artışlarla birlikte, İnternet şirketleri ürünlerine olan talepteki büyüme ve beklentiler, para-sermayenin bu alana yönelmesine neden olmuş, ancak ”beklentiler gerçekleşmemiştir”. Özellikle büyük ”medya” manipülasyonu (güdüleme) ile ”tüm dertlere deva” gibi gösterilen elektronik alış-veriş (yeni türedi ekonomistler buna ”e-ticaret” diyorlar), emperyalist sistemin bütünündeki meta stoklarının eritilmesinde işe yaramadığı gibi, bankacılık alanında uluslararası tekellerin kendi iletişim ağlarını kurmaya yönelmeleri, tüketim malları ticaretine dayanan elektronik alış-veriş şirketlerini zor duruma sokmuştur. (Uluslararası tekellerin kendi elektronik iletişim ağı kurmaya yönelmeleri, kesinkes İnternet'le ilgili değildir. Burada sözkonusu olan, tekellerin kendileri tarafından kullanılacak yeni bir elekronik iletişim sisteminin kurulmasıdır. İnternet adlarının 2.000 dolardan satılacağı yeni ”.biz” uzantıları bunun ilk habercileridir.)
Elektronik alış-verişin ”dev”i olarak ”medya” tarafından propagandası yapılan Amazon. com ve arama makinelerinin en büyüğü diye lanse edilen Yahoo bu gelişmelerin en tipik örnekleri olmuştur.
Başlangıçta kitap pazarlama şirketi olarak doğan ve zaman içinde her türlü metanın ticaretine yönelen Amazon.com, borsa aracılığıyla kısa vadeli kredi kullanan yeni ”global” şirketlerin öncülerindendir. 356 milyon hisse satışıyla borsaya giren Amazon.com 10 Aralık 1999'da ”zirve” yapmış ve hisselerinin değeri 113 dolara yükselmiştir. Borsacıların diliyle söylersek, bu tarihte Amazon.com' un borsadaki hisselerinin toplam değeri 10 milyar 668 milyon dolara yükselmiştir. 2000 yılının 17 Ekim'ine gelindiğinde, Amazon.com hisselerinin değeri 19,38 dolara inmiş ve toplam değeri 2 milyar 193 milyona düşmüştür. Bir başka deyişle, Amazon.com'un ”piyasa değeri”, 10 Aralık 1999'da 40 milyar 247 milyon dolar iken, 17 Ekim 2000 tarihinde 6 milyar 902 milyon dolara inmiştir. Böylece elektronik ticaretin devi Amazon.com, bir yıl içinde %82 değer kaybetmiştir.
Öte yandan ”en büyük” internet arama makinesi Yahoo'nun durumu Amazon.com' dan farklı değildir. 4 Ocak 2000 tarihinde Yahoo hisselerinin fiyatı 250,06 dolar iken, 28 Kasım 2000'de 36,97 dolara düşmüştür. Böylece 89 milyar dolar değere ulaşan Yahoo, bugün 20 milyar dolar değerindedir. Kayıp oranı %78'dir.
Dünya çapında borsada işlem gören İnternet şirketleri, son bir ay içinde %22,40; son üç ayda %41,39 ve son bir yılda %59,81 değer kaybetmişlerdir.
Otomotiv sektörünün en büyük tekellerinden birisi olan DaimlerCrysler'in borsa göstergeleri de benzer durumdadır. 13 Ocak 2000 tarihinde 78,69 dolara yükselen hisseleri, 21 Kasım 2000'de 37,90'na düşmüştür. Böylece toplam hisse değeri 80 milyar dolardan 38 milyar dolara inmiştir. Değer kayıp oranı %52 olmuştur.
Tüm bu verilerde görülen ortak nokta 2000 yılının Ocak ayında dünya çapında borsaların büyük bir yükseliş yaşadığı ve Kasım ayında aynı oranda büyük bir düşüşün başladığıdır.
Ülkeler bazında gelişmeler ele alındığında, Japonya ve AB ülkelerinde fiyatların arttığı, sanayi girdi fiyatlarının yükseldiği görülmektedir. Özellikle Almanya'da ithalat fiyatları geçen yılın Kasım ayından itibaren sürekli artmaya başlamıştır. Ekim 2000'de Almanya'da ithalat fiyatlarının yıllık artış oranı %13.4 olmuştur. Bu artışın iç piyasadaki yansıması toptan eşya fiyatlarının (TEFE) geçen yıla oranla %7.4 artması olmuştur. Bir başka deyişle, Ekim ayı itibariyle Almanya'da enflasyon oranı %7.4'dür. Almanya'nın dış ticaret dengesi, Euro'daki düşüşe rağmen fazla vermeye devam etmektedir. Bu da, enflasyon oranının %15'ler seviyesine yükselmesini engelleyen bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Eylül 2000'de Almanya'nın ihracatı 95 milyar mark ve ithalatı 88 milyar mark olmuştur (Dolar olarak ihracatı 43 milyar dolar, ithalatı 40 milyar dolar). Ocak ayında Almanya'nın ihracatı 51 milyar dolar, ithalatı ise 48 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir.
Bu gelişmeler yanında ”sessiz-sedasız” ortaya çıkan bir olay da, Frankfurt borsasında Neumarkt (yeni pazar) hisselerinin Kasım 1999 ile Mart 2000 arasında ”zirve” yaparak, endeks değerinin 10.000'lere çıkması ve ardından sürekli olarak düşmeye başlamasıdır. Nisan ayına girildiğinde Neumarkt endeksi 5.000'lere inmiş ve Kasım sonunda endeks 3.000'lere gerilemiştir.
Öte yandan, 1980 dünya ekonomik buhranı sırasında Deutsche Bank'ın başına gelenler bir kez daha tekrarlanmaya başlamıştır. Geri-bıraktırılmış ülkelerin emperyalizmin uluslararası finans kuruluşlarından ve emperyalist devletlerden doğrudan aldıkları dış borçların yetersiz kaldığı bir evrede devreye giren Deutsche Bank, 1980 ekonomik buhranı sırasında olduğu gibi, bugün de Alman devletinin garantisi altında geri-bıraktırılmış ülkelere büyük krediler açmıştır. Deutsche Bank'ın temel işlevi, ekonomik buhran dönemlerinde Alman tekelleri için ek talep yaratmak ve mevcut pazarlarda denetimi ele geçirmektir. IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalizmin uluslararası finans kuruluşlarında Amerikan emperyalizminin gücü ve geri-bıraktırılmış ülkelerin siyasal yönetimindeki egemenliği koşullarında Alman emperyalizminin bu ”sızma” yöntemi, hemen her zaman Deutsche Bank aracılığıyla uygulanmış ve ekonomik buhranın ağırlaştığı evrelerde her zaman Deutsche Bank'ın kaybı ile sonuçlanmıştır. Bugün de aynı durum ortaya çıkmış ve Deutsche Bank, Türkiye, Meksika, Brezilya ve Arjantin gibi daha büyük geri-bıraktırılmış ülkelerde ortaya çıkan borç krizinden birinci planda etkilenmiştir. 2000 yılı itibariyle Türkiye'nin çıkarmış olduğu dolar ve euro endeksli hazine bono ve tahvillerinin %25'e yakın kısmı Deutsche Bank tarafından satın alınmıştır.
Böylece Kasım ortalarında patlak veren yeni ekonomik kriz, 1999 sonlarındaki Brezilya'daki devalüasyonla sonuçlanan IMF ”istikrar tedbirleri”nin bir devamı niteliğindedir. 1997 ”Asya Krizi” ve 1998 Rusya krizinden sonra, krizler batıya doğru kaymış ve Türkiye, Brezilya ve Arjantin krizi halini almaya başlamıştır.
İşte böyle bir ortamda Türkiye'nin dış ticaret açığı, Ocak-Mayıs 2000 döneminde 9 milyar 202 milyon dolar iken, Ocak-Eylül 2000 döneminde 18 milyar 958 milyon dolara yükselmiştir. Hazinenin sahip olduğu döviz rezervlerinin 24 milyar dolar olduğu düşünülecek olursa, dış ticaret açığının döviz rezervlerinin erimesine neden olacağı, dolayısıyla Türkiye'nin IMF tarafından yapılan dış borç ödeme ”takvimi”nin gereklerini yerine getiremeyeceği açıktır. Bu da, hazinenin daha fazla gelire ihtiyacı olması demektir. ”Faiz” ve ”faiz dışı gelirler”, hangi biçimde olursa olsun artırılmak zorundadır. ”Faiz dışı gelirler”i artırmak için yeni ek vergiler getirilmek ve satılabilir her türden devlet kurumunun ”piyasa koşullarına uygun olarak” satılması, yani ”özelleştirilmesi” gerekmektedir. Son hafta içinde meydana gelen döviz talebini karşılamak amacıyla hazineden çıkan beş milyar dolar hesaba katıldığında, döviz rezervlerinin dış ticaret açığını bile karşılayamayacak seviyede olduğu görülmektedir. Telekom ihalesi, %33,5 ”blok satış” ve yönetimin çoğunluğunu satın alana verilmesiyle elde edilecek gelir ”devede kulak” kalmaktadır. Dolayısıyla hazinenin yeniden büyük oranlarda borçlanmaya gitmesi, yani bono ve tahvil çıkartması gündemdedir. Böyle olunca faiz oranlarının ”beklentilerin” çok üzerine çıkması kaçınılmaz olmaktadır.
Yerli ve yabancı tüm ”yatırımcılar”ın borsa, repo ve bono piyasasındaki paralarını çekerek döviz alımına geçmeleriyle birlikte, repo faiz oranlarının %250'ye, bono faizlerinin %63 ila %153 seviyesine yükselmesinin temelinde bu gelişmeler yatmaktadır.
KurtuluşCephesi'nin Temmuz-Ağustos 2000 tarihli 56. sayısında yayınlanan ”İthalatPatlamasındanFaşist-MafyaCumhuriyetine” başlıklı yazımızda bu durumu şöyle özetlemiştik: ”Genel kural olarak dış ödemeler dengesi açığı veren emperyalist ülkeler, tek tek ya da birleşik olarak ekonomik buhrana sürüklenirler. Aynı durum emperyalizme bağımlı ülkelerde ise, artan dış borçlanma ve bunların faizlerini ödemek amacıyla ülke içi üretim değerlerinin alabildiğine düşük fiyatla ihracı şeklinde ortaya çıkar. Tüm bunlara karşın, dış ödemeler dengesi vermeye devam eden ülkelerin, günümüzün popüler söylemiyle ifade edersek, uluslararası kredi kuruluşlarının verdiği notları sürekli düşer. Bu düşüş, o ülkenin yeni kredi (dış borç) bulamaması ya da çok yüksek faiz oranlarıyla (tefeci faiz oranıyla) küçük kredi bulabilmesi sonucunu doğurur. Bu süreç devam ettiği takdirde, alacaklı ülke ve kuruluşlar, borçlu ülkenin borçlarını ödeyebilmesi için IMF tarafından hazırlanan 'istikrar tedbirleri' paketini kabul etmeye zorlarlar. IMF paketinin özü, borçlu olan ülkenin dış ödemeler dengesindeki açığı kapatacak önlemlerin alınmasıdır. Bunun somut ifadesi ise, devlet bütçesindeki harcamaların azaltılması ve böylece devletin bütçe dengesini tutturarak gelirlerini dış borçların ödenmesine yönlendirmesidir. Ve herkesin bildiği gibi, bunun en açık görünümü ise ücret ve maaşların dondurulması ya da görüntüsel zamlar yapılmasıdır.” Bunun anlamı, ülkede dışarıya satılabilir herşeyin satılacağı ve devlet gelirlerinin (burjuva ekonomistlerinin yeni moda sözcükleriyle söylersek ”faiz dışı gelirleri”nin) tamamının dış ödemeler dengesine ayrılacağı demektir. 23 Aralık 1999'da IMF ile imzalanan ”stand-by” anlaşmasıyla birlikte uygulanmaya başlanan ”istikrar tedbirleri”nin en yalın ifadesi, tüm halk kitlelerinin hızla yoksullaştırılması ve mülksüzleştirilmesidir. Ancak IMF'nin ”istikrar tedbirleri”nin 2000 yılındaki uygulamaları ”istenilen boyutta” olmamıştır. Daha önceki yazımızda ifade ettiğimiz gibi, bunun nedeni halkın tepkilerinin birleşik ve zamandaş olarak ortaya çıkmasını engelleme amacıdır. Bu politik amaç, IMF'nin deyişiyle, ”daha kararlı ve daha otoriter” bir yönetimin işbaşına gelmesini de zorunlu kılmaktadır.
”Globalleşen” ve ”demokrasinin egemen olduğu” bir dünyada, ”daha otoriter” rejimlerin işbaşına getirilmesinin, geri-bıraktırılmış ülkelerde yönetimin askerileştirilmesinden başka bir anlamı yoktur. Bütün sorun, emperyalizmin, özellikle Amerikan emperyalizminin SSCB'nin dağıtılmışlığı koşullarında ”demokrasinin zaferi”ni büyük reklam ve propaganda kampanyalarıyla ilan ettiği bir zamanda ”demokrasiye bir süre için ara vermeyi” dünya kamuoyuna nasıl kabul ettireceğinde yatmaktadır. Bu bağlamda, ”Amerikanın gücünü ve onurunu güçlendirme” sloganıyla başkanlık seçimine giren ve başkan yardımcısı olarak ”Körfez Savaşı” sırasında savunma bakanı olan D. Cheney'i seçen W. Bush bu dönemin en uygun ABD başkanı görünümündedir.
Tüm bunlardan habersiz görünen amatör ekonomist köşe yazarları ve gazetelerin genel yayın yönetmenleri ”piyasalardaki paniği önlemek” amacıyla yazılar yazmaya, manşetler atmaya başlamışlardır. Bunlardan birisi olan Güneri Civaoğlu 30 Kasım günkü yazısında şunları yazmaktadır: ”Arjantin ekonomisi kilitlendi.
İç ve dış borçlarını ödeyemez hale geldi.
Her ay 2 milyar dolar dış borç ödemesi gerekirken, 1 dolar bile yoktu.
İşte bu noktada, IMF'nin henüz yeni kurulan bir fonu devreye sokuldu:
'Supplement Resurce Facility' (ek kaynak kolaylığı)...
Arjantin'e bu fondan 20 milyar dolar acil yardım yapıldı.
Ayrıca...
Diğer büyük Batı ülkeleri de, 15 milyar dolarlık bir paket taahhüt ettiler.
Arjantin, belini doğrultmakta...
Güney Kore'ye de daha önce böyle 50 milyar dolar fonlanmıştı. 3 ay sonra para geri döndü.
Bizim hazine, IMF ile ilişki kurdu.
Tıpkı, Arjantin'e yapıldığı gibi yeni kurulan ek yardım fonundan para istedi.
IMF'yle yaptığımız anlaşmada, istikrar programı uygulayan bazı ülkelerde bir takım ani olumsuz şartların oluşması halini öngören, böyle bir 'acil ek yardım' hükmü var.
Anlaşmadaki acil yardımı hareketlendirmek için hükümet, IMF'ye bir 'ek niyet mektubu' hazırlamakta.
Türkiye'nin de o yardımdan kısa sürede yararlanması beklenmekte.
Bunun 7 milyar dolar dolaylarında olabileceği öngörülüyor.” 23 Aralık 1999 günü IMF tarafından onaylanarak yürürlüğe giren ”istikrar tedbirleri” sonrasında elinde hesap makinesiyle Türkiye'ye akacak ”paraların” hesabını tutan Milliyet gazetesi yazarı Yalçın Doğan'dan sonra Güneri Civaoğlu, ikinci ”stand-by” anlaşmasının ve bununla birlikte akacak dolarların müjdesini vermektedir.
Milliyet'in abisi Hürriyet gazetesinin 30 Kasım tarihli haberinde ise şunlar bildirilmektedir: ”Dış borç anapara ve faiz ödemelerini karşılayamama tehlikesiyle karşı karşıya kalan Arjantin, dışardan 30 milyar dolarlık kurtarma paketi alacak. Mali sıkıntı içindeki ve sosyal patlamanın eşiğindeki Arjantin'de hükümet, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası ile kreditör ülkelerle, acil kurtarma yardımı almak üzere müzakereleri başlattı. Başkent Buenos Aires' e dün ulaşan IMF heyetiyle müzakerelere katılan Maliye Bakanı Mario Vicens'in, Radio Mitre'ye verdiği mülakatına göre, bu kurtarma paketi zorla uygulanmayacak, fakat, bir garanti olacak. IMF, Dünya Bankası, Inter-Amerikan Kalkınma Bankası (IADB) ile ABD, İspanya, İtalya, Fransa ve muhtemelen Almanya ile 12 büyük ticari bankadan toplam 30 milyar dolar acil kredi alınacak. Bu miktarın 15 milyar doları nakit, 15 milyar doları da rezerv olarak verilecek. Yeni kurtarma paketi, Arjantin hükümeti, faiz oranlarının yüzde 5 ila yüzde 9 artmasından kaynaklanan sorunları çözmesine katkıda bulunacak. Ancak, Arjantin ekonomisinin bu yılki büyüme hızının en iyi ihtimalle binde 7'nin üzerine çıkamayacağı hesaplanıyor. Arjantin hükümeti, 30 milyar dolarlık yardım paketi saysinde, dış borç ödemelerinde dondurma (moratoryum) ilan etmekten kurtuldu.” Güneri Civaoğlu, Arjantin'in IMF'nin ”acil servisi”nden yardımı ”aldığını” yazarken, Hürriyet gazetesi daha yardımın ”alınacağı”nı haber yapmıştır. Güneri Civaoğlu, ”piyasanın ateşini düşürmek” amacıyla manipülasyon yaparken, Hürriyet gazetesinin ekonomi haberleri servisini uyarmayı unutmuş görünmektedir. Arjantin, ister ”acil yardım”ı almış olsun, ister alıyor olsun, isterse alacak olsun, ortadaki tek gerçek Arjantin'in de, Türkiye'nin de dış borçlarını ödeyemez hale geldiğidir. Tüm düzen politikacılarının da, Güneri Civaoğlu' nun da çok iyi bildiği gibi, ülkemizin tarihi dış ödemeler dengesi açığının büyük boyutlara ulaştığı dönemlerde yapılan büyük devalüasyonlar sonrasında askeri darbelerin gerçekleştiğidir. 1980 sonrasında Güneri Civaoğlu başta olmak üzere, tüm ”medya” yazarları, ülkemizde bir askeri darbe koşullarının olmadığını ileri sürerlerken, dayanakları hep dış ödemeler dengesi açığının çok büyük boyutlarda olmaması olmuştur.
Öte yandan, Güneri Civaoğlu gibilerinin iddia ettikleri gibi 50 milyar doların Güney Kore' ye verilmiş olması, Kasım ayında Güney Kore ”mucizesi”nin en büyüklerinden Daweoo otomobil şirketinin iflasını ve binden fazla işçinin işsiz kalmasını engellememiştir. Ki Arjantin Maliye Bakanlarından Jose Luis Machinea ise, uygulamaya konan yeni ekonomi programının işe yarayacağından emin olduğunu açık bir dille ifade etmiştir.
Ve yine IMF'nin ”acil servis” hizmeti verdiği yakın tarihin en büyük olayı, 1995 Ocak ayında Meksika hükümetine bir gecede verilen 50 milyar dolar'dır. ”GloballeşmeTuzağı” adlı kitapta bu olay şöyle anlatılmaktadır: ”Peso Shield Operasyonu
Washington'un politik cephesi kış tatilini yaptığı sırada, bunalım başlamıştı. Noel'den dört gün önce Meksika hükümeti, yedi yıldan beri ilk kez parasının değerinin düşürüldüğünü bildirdi. Pesonun şimdiye kadarki değeri %15 düşürülerek, 5 ABD centine karşılık gelecekti. Bütün dünyada, özellikle de New-York Wall Street'teki büyük bankalarda ve onlara bağlı yatırım fonlarında çalışan özel yatırım paralarının yöneticileri arasında panik başladı. Onlar, 50 milyar doların üzerinde bir parayı, devlet tahvillerine, bonolara ve hisse senetlerine yatırmıştı. Sonuçta Meksika, mali politika açısından IMF' nin ülkenin yeniden yapılanması ve ekonomisi ile ilgili tüm önkoşullarını yerine getiren güvenilir bir ülke olarak biliniyordu. Ama artık yüklü miktardaki değer kaybı, yabancı yatırımcıların sermayesini tehdit ediyordu...
Başkan Clinton, hükümetinin Meksika'ya 40 milyon dolarlık kredi güvencesiyle destek olacağını açıkladı. Kimsenin Meksika devletinin dış alacaklılara ödeme yapamayacağından korkması gerekmediğini söyledi.
Clinton'un tavrı, bir rahatlamaya yol açacağı yerde, krizden sorumlu yöneticilerin şaşkınlığına neden oldu, durum daha da vahimleşti. Yatırımcılar şimdi, Meksika'nın dolarlarını tükettiğini tahmin etmekle kalmadılar, bunu artık biliyorlardı da.... Meksika merkez bankası her gün yarım milyar dolarlık Peso almasına rağmen, kur sürekli yükseliyordu. İthal edilen malların bedeli ödenemediğinden, bu durum Meksika için tehdit ediciydi, ABD içinse Meksika'nın ticaret sektöründeki binlerce çalışanı etkilediğinden sorun oluşturuyordu. Pesonun bu düşüşü, dünyanın geri kalanını ilgilendirmiyordu bile.
Bu durum 12 Ocaktan itibaren dramatik bir şekilde yön değiştirdi. Clinton ve Zedillo'nun mali dayanışma sözünü verdikleri gün, hiç kimsenin hesaba katmadığı bir gelişme yaşandı. Dünyanın tüm önemli borsa merkezlerinde Singapur'dan Londra'ya, ordan New-York'a kadar bir düzineye varan paranın aynı anda değeri düştü. 'Emerging markets' diye adlandırılan tüm Orta Avrupa ve güneyin gelişmekte olan ülkelerindeki yatırımcılar, aniden hisse senetlerini düşük fiyatlarla elden çıkardılar ve borçlarını ödeyemediler. Ellerine geçen parayı, dolar, mark, İsviçre frangı ve yen gibi dövizlere yatırdıklarından, bıraktıkları paraların ve menkul değerlerin kurları düştü. Güney Asya ülkelerinin merkez bankalarının genel müdürleri, ilk kez acil bir toplantı için bir araya geldiler. Ortaya çıkan durumdan kendileri sorumlu olmadıkları halde, yatırımcıları yatıştırmak için, hissedilir ölçüde faizleri yükseltmek yoluyla, paralarının değerini yapay olarak artırmak zorunda kaldılar.
Krizin dördüncü haftasının sonu olan 20 Ocak gününden itibaren, dolar kurları da düşüşe geçti.” [H. P. Martin-H. Schumann, GloballeşmeTuzağı,DemokrasiyeveRefahaSaldırı, s: 52-53] İşte bu gelişme ve koşullar içinde Ocak 1995'de Meksika'ya 50 milyar dolar ”acil yardım kredisi” verilmiştir.
Bugün ülkede yaşanan borsa düşüşleri, dövize olan talebin yükselmesi, Merkez Bankası'nın bir hafta içinde 5 milyar dolar piyasaya vermesi, aynı sürecin yinelenmesinden başka birşey değildir.
İster 1995 Meksika krizi, 1997 Asya krizi, 1999 Brezilya krizi, isterse Ağustos 2000'deki Arjantin krizi olsun, tümünün ortak noktası emperyalizme bağımlı geri-bıraktırılmış ülkeler olmaları ve uzun zamandan beri IMF'nin denetimi ve gözetimi altında ”istikrar tedbirleri” uygulamalarıdır. Bu ülke devletlerinin ellerinde ”özelleştirilecek” birşeyleri de kalmamış durumdadır. Dolayısıyla devlet tümüyle vergi ve yüksek faizli bono ve tahvil gelirleri ile dış borçlara bağımlı durumdadır. Ve kaçınılmaz sonuç, halk kitlelerinin yoksullaşması, küçük-burjuvazinin mülksüzleşmesi ve Meksika örneğinde olduğu gibi yılda 1 milyona varan kişinin ABD'ye kaçak işçi olarak gitmesidir.
Bülent Ecevit, ülkede patlak veren krizin sorumlusu olarak ”yüksek faiz lobisi”ni sorumlu tutarken, bu ”lobi”nin başını büyük bankaların (İşbankası ve Akbank başta olmak üzere) çekmesi, olayların gelişimini belirleyecek izler taşımaktadır.
Bugün için hükümetin, Hazine'nin ve Merkez Bankası'nın yapabileceği birşey kalmamıştır. Piyasalarda yatırım yapmış ”yabancı yatırımcılar”ın ”pozisyonlarını” kapatarak döviz talebinde bulundukları bir ortamda, bu talebin karşılanmasından başka bir yol yoktur. Bu ”yabancı yatırımcılar”ın talep ettikleri dövizler ile daha şimdiden 20 milyar seviyesine ulaşmış olan dış ticaret açığını kapatmak için gerekli döviz, devletin sahip olduğu döviz rezervlerinden fazladır. Bu durumda, ”yabancı yatırımcılar”ın döviz taleplerine karşılık olarak çok yüksek faizlerle bono ve tahvil satılması kaçınılmazdır. Bundan sonrası ise bilinen hikayedir: Yükselen repo, bono ve tahvil faizleri, yükselen kredi faizleri, yükselen maliyetler ve yükselen fiyatlar ve devalüasyon. Sonuç: Elveda deflasyon programı.
Elbette bir başka yol daha bulunmaktadır. Bu yol, Güneri Civaoğlu gibi kamuoyunu ”manipüle” etmeye soyunmuş ”medyatikler”in önerdiği gibi, IMF'nin ”acil kurtarma yardımı” dır (Güneri Civaoğlu'nun ”Supplement Resurce Facility”si).
IMF bile bu ”acil kurtarma yardımı”nın ek bir ”istikrar tedbiri”ni gerektirdiğini ve çok sert uygulamalar içerdiğini söylerken, bu yardım sonrasında ülke ekonomisinin tümüyle IMF tarafından yönetileceğini söylemek istemektedir. Bunun anlamı ise, her türden ”seçim kaygısı” duymaksızın ”gerekli önlemlerin” alınıp, kararlı bir biçimde uygulanmasıdır. Bu önlemlerin en önemli maddesi ise, tüm ücret ve maaşların dondurulması, küçük ve orta işletmelerin iflas ettirilmesi ve köylülerin vergilendirilmesidir. ”Acil kurtarma yardımı”nın koşulu olarak ortaya çıkan böylesine bir uygulamanın hangi ”seçilmişler”le yapılacağı ise, herkesin düşünmesi gereken sorudur. Kısacası, Güneri Civaoğlu gibilerinin krizden çıkış olarak sundukları öneri, kesinkes otoriter bir yönetimi gerektirir. Ülkemiz somutunda bunun iki olasılığı vardır: Ya yönetim askerileştirilecektir, ya da ”otoriter” bir parti hükümet olacaktır. Yalçın Doğan'dan sonra Güneri Civaoğlu'nun da ”beyaz çoraplara” elveda demesi işten bile değildir.
"Bütün bunların IMF'nin ”istikrar tedbirleri”nin tüm yükünün halka ödettirilmesinden başka bir anlamı olmadığı açıktır. Ama her zaman olduğu gibi, bundan ”kazananlar” vardır. Ve yine her zaman olduğu gibi, bunlar emperyalizm ve onun yerli işbirlikçileridir.
Bu öylesine açık bir gerçektir ki, 1998 yazında patlak veren Asya Krizi ile başlayan dünya ekonomik buhranı, emperyalist ülkelerde durgunluk ortaya çıkartırken, dünya çapındaki aşırı-üretim sorununun alabildiğine büyümesine neden olmuştur. Bütün emperyalist ülkeler için mal stoklarının eritilmesi, yani bunların ihraç edilmesi yaşamsal bir öneme sahiptir. Doğal olarak, emperyalist metaların ihracı, bir başkalarının ithal etmesi ile olanaklıdır. İşte ülkemizde meydana gelen ithal patlamasının konjonktürel nedeni budur.
Emperyalizme bağımlı ekonomiye sahip olan bizim gibi geri-bıraktırılmış ülkelerdeki sanayinin dışa bağımlılığının getirmiş olduğu ithalat artışı, emperyalist metropollerdeki aşırı-üretim buhranıyla birlikte, emperyalist metaların doğrudan ithaliyle birleşerek ithalatın olağanüstü artmasını getirmiştir. Burada dikkat çekici yan ise, emperyalist metaların geri-bıraktırılmış ülkelere artan ihracatında bu metaları tüketen bir kitlenin yaratılmış olmasıdır. İşte bu kitle, Serdar Turgut'un 6.5 milyon olarak verdiği ve tüm ekonomi-politikaların bunlar için yapıldığını söylediği kitledir.
Bu emperyalist metaların tüketicisi kitle, aynı zamanda ülke nüfusunun eğitim düzeyi yüksek kesimlerini oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, küçük-burjuvazinin aydın kesimini içermektedir. Bunların herşeyde olduğu gibi, ithalatta meydana gelen büyük artış karşısında ”endişeye gerek yok” türünden açıklamalar yapmaları çok doğaldır.
İthalatta meydana gelen büyük artışın ortaya koyduğu en temel gerçek ise, 2000 yılı sonu itibariyle ithalatın 60 milyar dolarlar seviyesine ulaşabileceğidir. GSMH'nın 160-179 milyar dolar olduğu bir ülkede, 60 milyar dolarlık bir ithalat, üretmeden tüketmek anlamına gelmektedir. Bu sürecin, birkaç yıl içinde (IMF'yle yapılan stand-by anlaşması süresinde) ülkeyi ödemeler dengesi krizine sokacağını ve giderek Porto-Rico'laştıracağını söylemek için fazla bir ekonomi bilgisine sahip olmak gerekmemektedir. Bu ise, ülkenin geriye dönüşün olanaksız olduğu bir sürece girmesi demektir. ”İstikrar tedbirleri”nin 2002 yılına kadar ”tavizsiz uygulanması”yla varılacak yer, Türkiye'nin emperyalist metaların açık pazarı haline gelmesiyle sonuçlanacaktır. Bu durumda, ülke içi sanayi üretimi ile birlikte tarımsal üretimin alabildiğine gerilemesi kaçınılmaz olacaktır. Üretimdeki bu gerilemenin doğal sonucu ise insanların yaşamlarını sürdürebilmek için çalışacak iş bulamamalarıdır."