"İskra'nın karşısına 'çalışan yığınların eylemini yükseltme teorisi'ni sürmekle, Martinov, gerçekte, bu eylemi alçaltma eğilimini açığa vurmuştur; çünkü, o, bütün ekonomistlerin önünde secdeye yattıkları iktisadi mücadelenin, yeğ sayılması gereken mücadele, özel önem taşıyan ve yığınların eylemini yükseltebilmek için 'en geniş uygulanabilirliğe sahip' bir araç olduğunu, bunun, bu eylem için en geniş alan olduğunu söylemiştir. Bu tipik bir yanılgıdır, çünkü yalnız Martinov'a özgü bir şey olmaktan uzaktır. Gerçekte 'emekçi yığınların eylemini yükseltmek', ancak, bu eylem 'iktisadi bir temel üzerinde siyasal ajitasyon'la sınırlanmadığızaman olanaklıdır. Siyasal ajitasyonun zorunlu olarak genişlemesinin temel bir koşulu, siyasal teşhirlerin kapsamlı bir biçimde örgütlendirilmesidir. Ancak, böyle bir teşhir aracılığıyladır ki, yığınlar siyasal bilinç ve devrimci eylemi eğitebilirler. İşte bunun içindir ki, bu eylem, bütün uluslararası sosyal-demokrasinin en önemli işlevlerinden birisidir, çünkü siyasal özgürlük bile bu teşhirleri ortadan kaldırmaz, olsa olsa onun doğrultusunu birazcık değiştirir. Nitekim Alman Partisi, özellikle siyasal teşhir kampanyasını yorulmak bilmez bir enerjiyle yürütüyor olması sayesinde durumunu güçlendirmekte ve etki alanını genişletmektedir. Eğer işçiler, hangisınıflarıetkiliyorolursaolsun, zorbalık, baskı, zor ve suistimalin hertürlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse, ve işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal-demokrat açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz. Eğer işçiler, öteki toplumsal sınıfların herbirini,entellektüel, manevi ve siyasal yaşamlarının bütün belirtilerinde gözleyebilmek için somut ve her şeyden önce güncel siyasal olgular ve olaylardan yararlanmasını öğrenmezlerse; eğer materyalist tahlil ve ölçütleri, nüfusun bütün sınıflarının, tabakalarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün yönlerine pratik olarak uygulamayı öğrenmezlerse, çalışan yığınların bilinci, gerçek bir sınıf bilinci olamaz. Kim, işçi sınıfının dikkatini, gözlemini ve bilincini, tamamıyla ya da hatta esas olarak işçi sınıfı üzerinde yoğunlaştırıyorsa, böylesi, sosyal-demokrat değildir; çünkü, kendini iyi tanıyabilmesi için, işçi sınıfının, modern toplumun bütün sınıfları arasında karşılıklı ilişkiler konusunda tam bir bilgi, sadece teorik bilgisi değil, hatta daha doğru olarak ifade edelim; teorik olmaktan çok, siyasal yaşam deneyimine dayanan pratik bilgisi olması gerekir. Bu nedenle yığınları siyasal harekete çekmek için en geniş uygulanabilirliğe sahip araç olarak ekonomistlerimizin va'zettikleri iktisadi mücadele kavramı, pratik sonuçları bakımından çok zararlı ve gericidir. Bir sosyal-demokrat haline gelebilmesi için, işçi, toprakbeyi ile papazın, yüksek memur ile köylünün, öğrenci ile serserinin iktisadi niteliği ve toplumsal ve siyasal özellikleri konusunda açık-seçik bir fikre sahip olmalıdır; onların güçlü ve zayıf yanlarını bilmelidir; her sınıf ve tabakanın kendi bencil özlemlerini, kendi gerçek 'iç yapısını' gizlemek için kullandığı bütün parlak sözlerin ve safsataların anlamını kavramalıdır; belirli kurumların ve yasaların yansıttığı şu ya da bu çıkarların neler olduğunu ve bu yansıtmanın nasıl olduğunu anlamalıdır. Ama bu 'açık-seçik tablo', herhangi bir kitaptan edinilemez. İşçi, bunu, ancak canlı örneklerden, belirli bir anda çevremizde olup bitenlerin, herkesin üzerinde konuştuğu ya da birisinin fısıldadığı şu ya da bu olayda, rakamlarda, mahkeme kararlarında vb. belirenin sıcağı sıcağına teşhirinden edinebilir. Bu kapsamlı siyasal teşhirler, yığınları devrimci eylem bakımından eğitmenin zorunlu ve temel bir koşuludur."
[Lenin: NeYapmalı?, s: 74-75, Dördüncü Baskı, Sol Yay.] (abç)
Marksist-Leninist literatürde, siyasi gerçekleri açıklama (teşhir), kitlelerin bilinçlendirilmesi yönündeki çalışmanın temel halkası durumundadır. Gerek işçi sınıfının sınıf bilincine ulaşması, gerekse halk kitlelerinin mevcut düzenin niteliğini gerçek boyutlarıyla kavrayabilmeleri, yani bilinçlenmeleri açısından siyasi gerçekleri açıklama çalışması, aynı zamanda devrimci örgütün temel çalışması durumundadır. Bu açık bir biçimde kavranıldığı andan itibaren, bütün sorun, siyasi gerçekleri açıklama faaliyetinin devrimci örgüt tarafından nasıl ve hangi araçlarla yürütüleceği sorununda odaklanmaktadır. Böylece, devrimci örgütün temel mücadele biçimi, bu sorulara verilen yanıtlarla belirlenir.
Mahir Çayan yoldaş, KesintisizDevrimII-III'de, sorunu şöyle ortaya koymuştur:
"Oportünizmin her türü ile devrimci çizgi arasındaki temel farklılık, temel mücadele biçiminin seçilişinde ortaya çıkar. Bilindiği gibi hakim sınıflara karşı yürütülen proleter devrimci mücadele çok yönlüdür. Bu çok yönlülük literatürde iki ana başlık altında toplanır:
a) Barışçıl mücadele metodları (uzlaşıcı demek değildir)
b) Silahlı aksiyon metodları.
Emperyalizmin işgali altında olan ülkelerde emperyalizm ve oligarşiye karşı mücadele nasıl yürütülecektir? Oligarşi ile halkın memnuniyetsizliği ve tepkileri arasındaki suni denge hangi mücadele biçimi temel alınarak bozulacaktır? Halkı devrim saflarına çekmek için hangi mücadele metodunu temel olarak seçeceğiz? Geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının temel aracı hangi mücadele biçimi olacaktır?"
İşte bu bağlamda siyasi gerçekleri açıklama kampanyası, kitlelerin bilinçlendirilmesi için olmaz-sa-olmaz koşuldur.
THKP-C açısından, gerek suni dengeyi bozmanın, gerekse halk kitlelerini bilinçlendirip örgütlendirmenin temel mücadele biçimi silahlı propagandadır. Silahlı propaganda, gerilla savaşının siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının temel aracı olarak ele alınmasını ifade eder.
Mahir Çayan yoldaşın sözleriyle yinelersek:
"Emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik mücadelelerinin, oligarşik diktatörlük -isterse temsili görünüm içinde olsun- tarafından terörle bastırıldığı, merkezi otoritenin ordusu, polisi, vs. ile 'dev' gibi güçlü olarak halk kitlelerine gözüktüğü, gizli işgalin var olduğu bu ülkelerde, kitlelerle temas kurmanın, onları geniş bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyası ile devrim saflarına kazanmanın temel mücadele metodu silahlı propagandadır."
İşte bu temel belirlemeler nedeniyle, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının yürütülmesi devrimci öncü için birincil dereceden önemlidir.
Ancak ülkemiz solunda egemen olan oportünizm ve pragmatizm, devrimci mücadelenin bu olmaz-sa-olmaz faaliyetini, yani siyasi gerçekleri açıklama eylemini, hemen her zaman tekil ve bireysel düzeyde yürütülen günlük politik "konuşma" düzeyine indirgemiştir. Dolayısıyla pratik faaliyette çalışan devrimci kadrolar, bütünsel bir bakış açısından uzak, tekil düzeyde saptayabildikleri ve kavrayabildikleri çerçevede değişik siyasal olaylarla ilgili açıklama ve "konuşma"ları kitleler arasında yapmakla sınırlı bir alana sıkışabilmektedirler.
Bu durum, kaçınılmaz olarak, siyasi gerçekleri açıklama eyleminin değişik yöntem ve araçlarla yürütülmesi ile bu eylemin temel yöntem ve araçlarının saptanması arasındaki ilişkinin bozulmasına, zaman zaman gerilla savaşının tek yöntem ve araç olarak kavranılmasına, ya da tersine, gerilla savaşını salt askeri bir faaliyet olarak değerlendirerek, bunun dışındaki araç ve yöntemleri, özellikle yayın faaliyetlerinin bu eylemin temeli olarak düşünülmesine neden olmaktadır.
Bu nedenle, öncelikle, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının, kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlendirilmesi yönündeki çalışmaların temelini oluşturduğu ve bu kampanya örgütlenmeksizin kitlelerin bilinçlendirilip örgütlendirilmesinin olanaksız olduğu kesinkes kavranılmalıdır. Konuyu kendimizi işçi sınıfının bilinçlendirilmesi ve örgütlendirilmesi çerçevesinde ele alarak açalım.
Lenin'in açık biçimde ifade ettiği gibi, işçi sınıfının bilinci, siyasal bilinç olmalıdır ve şu ya da bu açıdan bir siyasal bilinç değil, sosyalist siyasal bilinç olmalıdır. Bir başka ifade ile, işçi sınıfı, kendi sınıf bilinci olarak sosyalist siyasal bilince sahip olduğu ölçüde, devrimin öncüsü ve yapıcısı olabilir. İşçi sınıfının böyle bir bilince sahip olabilmesi için, diyor Lenin, "hangisınıflarıetkiliyorolursaolsun, zorbalık, baskı, zor ve suistimalin hertürlüsüne karşı tepki göstermede" ve "bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal-demokrat [sosyalist] açıdan tepki göstermede eğitilme"de eğitilmeleri gerektiğini söyledikten sonra, işçi sınıfının "öteki toplumsal sınıfların herbirini,entellektüel, manevi ve siyasal yaşamlarının bütün belirtilerinde gözleyebilmek için somut ve her şeyden önce güncel siyasal olgular ve olaylardan yararlanmasını öğrenmezlerse; eğer materyalist tahlil ve ölçütleri, nüfusun bütün sınıflarının, tabakalarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün yönlerine pratik olarak uygulamayı öğrenmezlerse" "gerçek bir sınıf bilinci"ne sahip olamayacaklarını ortaya koyar.
"Karşımıza şu sorun çıkıyor: siyasal eğitim neyi içermelidir? Bu otokrasiye karşı işçi sınıfı düşmanlığının propagandasından ibaret olabilir mi? Elbette ki hayır. İşçilere siyasal bakımdan ezildiklerini açıklamak yetmez (nasıl ki, onlara çıkarlarının işverenlerin çıkarlarına uzlaşmaz karşıtlıkta olduğunu açıklamak da yetmezse). Ajitasyon, bu baskının her somut örneği ele alınarak yürütülmelidir (tıpkı iktisadi baskının somut örnekleri etrafında ajitasyon yürütmeye başlamış olmamız gibi). Bu baskı toplumun çeşitli sınıflarını etkilediğine göre, kendisini yaşamın ve eylemin en çeşitli alanlarında -meslek, kamu, özel, aile, din, bilim vb. alanlarında- ortaya koyduğuna göre, otokrasinin siyasalteşhirinibütünyönleriyleörgütlemeyegirişmeyecek olursak, işçilerin siyasal bilincini geliştirme görevimiziyerinegetiremeyeceğimiz besbelli değil midir? Baskının somut belirtileri etrafında ajitasyon görevini yerine getirebilmek için, bu belirtileri teşhir etmek gerekir (nasıl ki ekonomik ajitasyonu yürütebilmek için fabrikalarda yapılan haksızlıkları teşhir etmek zorunluysa)."[Lenin, Ne Yapmalı?, s:74-75, Sol Yay. Birinci Baskı]
Lenin, "bir gazete, sadece bir kolektif propagandacı ve kolektif ajitatör değil, aynı zamanda kolektif bir örgütleyicidir de" olduğunu ifade ederken, bu faaliyetin temel aracı olarak siyasi bir gazeteyi ele alır.
Ama ülkemiz solunda çarpık olarak kavranılan bir nokta da burada bulunmaktadır.
Lenin, siyasi bir gazeteyi temel araç olarak ele alırken, tüm örgütsel faaliyetin bu gazete etrafında yürütülmesinden söz eder. Bir başka ifadeyle, "kolektif propagandacı ve kolektif ajitatör" olarak siyasi gazete, yazılı propaganda ve ajitasyonu yürütürken, aynı zamanda kadroların kitle içinde çalışırken yürütecekleri propaganda ve ajitasyonun örgütlü ve merkezi bir biçimde yürütülmesini sağlar. Bu bağlamda, siyasi gazete, aynı zamanda kolektif bir örgütleyicidir. Yoksa, tek başına bir siyasi gazetenin çıkartılması ve bu yayın içinde propaganda ve ajitasyon yazılarının yer alması ve de bu yayının kadrolar tarafından dağıtılması (kitlelere ulaştırılması) Lenin'in ortaya koyduklarıyla bir ilişkisi yoktur.
Burada sorun, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının hangi araç temel alarak yürütüleceği sorunu değildir. İster klasik kitle mücadele biçiminde olduğu gibi temel araç siyasi bir gazete olsun, isterse silahlı propagandada olduğu gibi temel araç gerilla savaşı olsun, her durumda yerine getirilmesi gereken görev, siyasi gerçeklerin açıklanması ve bu yolla kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlendirilmesidir. Bunun hangi araç temel alınıyor olursa olsun, merkezi bir örgütlenme temelinde yerine getirilmesi esastır. Bu çerçevede, devrimci örgüt, propaganda ve ajitasyon faaliyetlerini merkezi olarak örgütlendirmek zorundadır. Mevcut durumun doğru tahliline dayanan taktik belirlemelere uygun olarak yürütülecek olan siyasi gerçekleri açıklama kampanyası (yazılı ya da sözlü), devrimci mücadelenin odak noktasını oluşturur. Marksist-Leninist kavrayış, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının devrimci örgüt tarafından "örgütlenmesi"ni esas alır. Yoksa, tekil bireylerin günlük olayların teşhiri temelinde (kendi bakış açılarıyla ya da devrimci örgütün bakış açısıyla olsun), kitlelerle ilişki kurmaları ve bu alanda propaganda ve ajitasyon yapmaları söz konusu değildir. Aksi halde, kitlelerin dikkatleri, mevcut durumun öne çıkardığı siyasal gerçeklerden farklı, mevcut durum açısından ikincil konulara yöneltilerek, devrimci mücadelenin örgütlü yürütülmesini engeller. (Bu durum, düzen partilerinin dilinde "gündemi değiştirme" olarak ifade edilmektedir.)
Lenin, NeYapmalı?'da devrimci örgütün faaliyeti, bütünselliği içinde ortaya koyduğu siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının işleyeceği konuları, malzemeyi nereden bulacağı sorusuna ise şöyle yanıt vermektedir:
"Ama bu 'açık-seçik tablo', herhangi bir kitaptan edinilemez. İşçi, bunu, ancak canlı örneklerden, belirli bir anda çevremizde olup bitenlerin, herkesin üzerinde konuştuğu ya da birisinin fısıldadığı şu ya da bu olayda, rakamlarda, mahkeme kararlarında vb. belirenin sıcağı sıcağına teşhirinden edinebilir. Bu kapsamlı siyasal teşhirler, yığınları devrimci eylem bakımından eğitmenin zorunlu ve temel bir koşuludur."
Tüm bunlar, işçi sınıfının sosyalist siyasal bilince ulaştırılması açısından zorunlu ve temel faaliyetlerdir. Siyasi gerçekleri açıklama kampanyası, salt o anda öne geçen siyasi bir olayın gerçek niteleğinin kitlelerce kavranılmasını sağlamakla sınırlı değildir. Bu kampanya, sonal olarak, kitlelerin siyasal bilince (işçi sınıfı sözkonusu olduğunda sosyalist siyasal bilince) ulaştırılmalarını hedefler. Böylece, siyasal bilince ulaşmış olan kitleler, gerek kendi bulundukları yerlerde, gerekse ülke çapında gelişen siyasal olayları değerlendirebilecek ve gerçek niteliğini saptayabilecek bir bilince sahiptirler. Bu andan itibaren, egemen sınıfların (emperyalizm ve oligarşinin) her türden politik manevraları ya da politik propagandaları kitleler üzerinde etkili olamaz. Kaçınılmaz olarak, bu kitleler devrimin kitlesi olarak tarih sahnesinde yerlerini alırlar.
Ülke çapında, merkezi ve örgütlü olarak yürütülen siyasi gerçekleri açıklama kampanyasında devrimci kadroların propagandacı ve ajitatör olarak çalışma tarzlarını ise Lenin şöyle ortaya koyar:
"Kısacası, propagandacı 'birçok düşünceyi' vermelidir, o kadar çok ki, bu düşünceler birbirleriyle bağlantılı bir bütün olarak ancak (nispeten) az sayıda kimseler tarafından anlaşılabilir olacaktır. Aynı konu üzerinde konuşan ajitatör ise en çarpıcı ve en çok bilinen bir olguyu, diyelim işsiz bir işçinin ailesinin açlıktan ölmesine, artan yoksullaşmayı, vb. örnek olarak ele alacak, ve herkesin bildiği bu olgudan yararlanarak 'yığınlara' tekbirdüşünceyi, örneğin servet artışıyla yoksulluğun artışı arasındaki çelişkinin saçmalığı düşüncesini iletme yolunda çaba harcayacaktır; ve bu çelişkinin daha tam bir açıklamasını propagandacıya bırakarak, bu göze batan haksızlığa karşı yığınlar arasında hoşnutsuzluk ve öfke yaratmaya çalışacaktır. İşte bu yüzdendir ki, propagandacı, genellikle, yazıyazarak görevini yerine getirir; ajitatör ise konuşarak. Propagandacının özelliklerinin ajitatörünkinden farklı olması gerekir."
Konunun daha da somutlaşması açısından bir örnek olarak Milliyet gazetesinin 7 Mayıs 2000 tarihli sayısında Ekonomi sayfasında yer alan "Pasha El Değiştirdi" haberini alalım.
Gazetenin haberinde şunları okuyoruz:
"Alarko Holding bünyesinde yaklaşık dokuz yıldır faaliyet gösteren İstanbul'un gözde mekanlarından Kuruçeşme Pasha Disco'nun işletmesi Buddha Bar'ın sahibi Şefik Öztek'e geçti.
İstanbul eğlence hayatına yepyeni bir konsept kazandıran Pasha'nın işletme devrinin, holdingin turizm grubunun bir kararı olduğunu açıklayan Alarko Holding Yönetim Kurulu Başkanvekili İshak Alaton, bu operasyonu yüzde 100 desteklediklerini kaydetti." (abç)
Bu haberde birden çok konu sözkonusudur. Bir yandan "eğlence hayatına yepyeni bir konsept kazandıran" Alarko Holding'in diskotek ve bar sahipleriyle ilişkileri olduğu açık-seçik görünürken, diğer yandan Alarko Holding sahiplerinden İshak Alaton'un "yepyeni konsept" sahibi oluşu sözkonusudur.
Birincisi, "mafya-siyaset-devlet" vb. türünden ifade edilen ilişki zinciri hakkında "medya"da her türden haber ve yazı yayınlanmışken, "mafya-işadamları" ilişkisinin dikkatlerden kaçırıldığı gerçeğini ifade etmektedir. Oysa, son yıllarda ortaya çıkan ve günlük "medya"ya yansıyan "mafya" ilişkilerinin tamamının para ilişkisi olduğu, "mafya" işlerinin 1980 sonrasında özellikle "çek-senet tahsilatı" ile yaygınlaştığı, dolayısıyla bunların "işdünyası" ile ilgili olduğu sık sık "medya"ya yansımış olmakla birlikte, konunun bu yanının fazlaca gündeme getirilmediği açıktır. Öte yandan, ülkemiz somutunda "mafya" adı verilen çevrelerin asıl faaliyet alanının bar, pavyon, kumarhane vb. olduğu, yani "eğlence hayatı" olduğu ise herkesin bildiği bir gerçektir. Bu bağlamda, Alarko Holding'in 9 yıllık "Pasha disco" faaliyetinin kimlerle nasıl bir ilişki ile sürdürüldüğü somut olarak bilinemese bile (ki bunlar saptanarak açığa vurulmalıdır), "gayri-meşru alem"le ilişki içinde olduğu açığa çıkmaktadır.
İkinci olarak, İshak Alaton'un "yepyeni bir konsept" sahibi olarak, pekçok alanda adının sıkça duyulur olmasıdır. Ve herkesin anımsayabileceği gibi, İshak Alaton, bundan 9 yıl önce Zonguldak kömür madenlerinin kapatılmasının baş savunucusu olarak kamuoyunun karşısına çıkmış ve "yepyeni bir konsept"le, Zonguldak komür madenlerinin kapatılarak, işsiz kalacak maden işçilerinin "somon balığı" yetiştirmeye yöneltilmesini savunmuştur.
"Yepyeni konsept sahibi" İshak Alaton'un oligarşinin önde gelenlerinden olduğu gözönüne alındığında, kendi hakları için 1989 başında ülkemizin yakın tarihinin en büyük işçi eylemi olan Zonguldak maden işçilerinin yürüyüşü karşısında "somon balığı projesi"nin, eylemli işçi kitlelerini pasifize etme amacı güttüğü ortadadır. Öte yandan "eğlence hayatına yepyeni bir konsept kazandıran Pasha disco"nun ise, 1980'den beri sürdürülen depolitizasyon faaliyetlerinin "yeni bir konsept"i olmasa bile, ayrılmaz bir parçası olduğu da açıktır. Politikadan uzak tutulmaya çalışılan gençlik kitlesinin disco vb. yerlere yöneltilmeleri herkesin çok iyi bildiği bir gerçektir. Bunun bizzat oligarşinin kendisi tarafından finanse edildiği ve bizzat işletildiği, Pasha disco haberiyle açıkça sergilenmiş olmaktadır.
Öte yandan 3 Ağustos 1998 tarihli Milliyet gazetesinde şöyle bir haber yer almaktadır:
"Doğu'ya kayınpeder-damat projesi İşadamı İshak Alaton, kızı Leyla Alaton'un eşi balık ihracatçısı Mehmet Günyeli ile birlikte Atatürk Barajı başta olmak üzere suni göllerde tatlısu levreği ve kerevit üretecek
İşadamı İshak Alaton, değişik ve orijinal projeleriyle gündeme gelmeyi seven bir işadamı. Alaton, ünlü 'Somon Projesi'nden sonra şimdi de damadı ile birlikte Atatürk Barajı'nda levrek projesine girişiyor. Kızı Leyla Alaton'un yeni evlendiği eşi genç işadamı Mehmet Günyeli'yi 'tam kafama göre damat' diye nitelendiren İshak Alaton, hemen uygulanacak bir Güneydoğu Anadolu projesi hazırladıklarını söyledi. Projenin esası, başta Atatürk Baraj Gölü olmak üzere iç havzalarda tatlısu levreği (sudak) ile kerevit üretimi ve ihracatına dayanıyor."
Böylece, İshak Alaton'un "yepyeni konsept"lerinin en popüleri olan "somon balığı projesi"nin, aynı zamanda Alarko Holding'in yeni yatırım alanı olan "balık ihracatı"yla ilişkisi açıkça görüldüğü gibi, amacın hiç de Zonguldak kömür madenlerinin "zarar" etmesi olmadığını göstermektedir. (Bilindiği gibi, Zonguldak, İshak Alaton'un bu yeni yatırımı için, yani "balık ihracatı" için en elverişli liman kenti durumundadır.)
Tüm bunlarla birlikte 1998 yılında Alarko Holding'in "dünyanın önde gelen ısıtma ve soğutma sistemleri üreticisi", Hollanda "yasalarına göre kurulmuş", Amerikan Carrier HVACR Investment B.V'ye "nominal değeri bin lira olan 567 milyon 391 bin 281 adet hissesinin" devredildiği bilindiğinde, gerek "somon balığı projesi"nin, gerekse "eğlence hayatı"na ilişkin yatırımlarının gerçek niteliği ortaya çıkmaktadır.
Ve yine bu bilgiler, İshak Alaton'un TOPAV'ın yayınlamış olduğu "Demokratikleşme Projesi"nin altında imzasının neden bulunduğunu da göstermektedir.
Siyasi gerçeklerin açıklanmasına ilişkin olarak bir başka örneğe geçelim:
29 Nisan 2000 tarihli yukardaki haberde, Tekfen Holdig'e ait Mis Süt'ün tümüyle İsviçreli Nestle şirketine devredildiği okunmaktadır. Aynı haberin altında, Nestle şirketinin "Osmanlı döneminden beri Türkiye'de" olduğundan "övgü" ile sözedilmektedir. Çokuluslu tekellerden birisi olan Nestle'nin ülkemizde uzun yıllar faaliyette bulunması ve son olarak Mis Süt'ü satın alması, kendilerini "ekonomi habercisi" sıfatı takanlar tarafından ne denli farklı sunulursa sunulsun, ülkemizin emperyalist tekeller tarafından uzun yıllardır sömürüldüğünün açık bir ifadesidir. Haber yazıcıları çokuluslu bir tekelin ülkemizdeki faaliyetini bir "ilerleme" gibi sunarken, aynı sayfada Güngör Uras şunları yazmaktadır:
"Yakında süt ithal edeceğiz."
Güngör Uras'ın yazısında, Nestle'nin Mis Süt'ü almasının ülkemiz için "büyük bir ilerleme" olduğundan sözederken, aynı zamanda ülkemizdeki süt üreticisi köylülerin içinde bulundukları durumu ve süt üretiminin büyük bir düşüş içinde olduğunu da belirtmektedir. Nestle'nin Mis Süt'ü satın almasıyla süt üreticisi köylüler için yeni bir "umut" ortaya çıktığı fikri ileri sürülürken, Nestle'nin ve Mis Süt'ün süt üretimiyle ilgili olmadığı, tersine süt tüketimiyle ilgili olduğu gerçeği gözlerden kaçırılmaktadır. Nestle'nin uluslararası bir tekel olduğu gözönüne alındığında, Mis Süt'le pazarlayacağı sütleri, dünyanın herhangi bir ülkesinden getireceği ve bunda her zaman maliyet unsurunu gözönünde tutacağı açıktır. Bu durumda, ülkemizdeki süt üretiminde maliyetlerin bir başka geri-bıraktırılmış ülkeye ya da süt üreticisi emperyalist ülkeye göre yüksek oluşu, süt ithalatını kaçınılmaz hale getirmektedir. Böylece, ülkemizdeki süt üreticisi köylülerin durumlarının daha da kötüleşeceği ve giderek tasfiye olacağı ortadadır. Bunun, tarımda kapitalizmin gelişmesi ve kapitalist tarım çiftliklerinin kurulması demek olduğu ise, ülkemizin ekonomik yapısının tahliliyle birlikte ortaya konulması gereken bir gerçektir.
Örnek olarak alacağımız bir üçüncü haber ise, "medyamızın en gözde kalemlerinden" YalçınDoğan'ın 14 Nisan 2000 tarihili yazısıdır.
Yalçın Doğan, bu yazısında İş Bankası ile İtalyan Telecom'un oluşturduğu konsorsiyumun GSM ihalesine katılması olayını işlerken, İş Bankası yönetiminde yer alan CHP'nin parti olarak "özelleştirmeye karşı" olmasına rağmen İşbankası'nın bu ihaleye katılmasını onaylamasına "övgu"de bulunmaktadır. Tüm sosyal-demokrat iddiasına, "halkçı" söylemine karşın CHP'nin "çağdaş bir profil" çizmesinden söz eden Yalçın Doğan, ülkemizin kaynaklarının "özelleştirme" adıyla emperyalist tekellere peşkeş çekilmesinin üstünü örtmeye çalışmaktadır. Ve bunu yaparken, aynı zamanda CHP'nin kitleler karşısındaki görünümü ile gerçek niteliği arasındaki açık çelişkiyi de gizlemeye çalışmaktadır. Öyle ki, "özelleştirme" karşıtı tek düzen partisi durumundaki CHP'nin tüm yönetiminin açık bir biçimde "özelleştirme" yanlısı oluşları arasındaki çelişkiyi görenlere, bunun önemli olmadığını, tersine bu tutumun "CHP'ye onur" kazandırdığını demagojik bir biçimde yazarak, açık bir ideolojik tutum sergilemektedir.
Yalçın Doğan'ın içinde bulunduğu "globalizm" yandaşları ve propagandistleri, İş Bankası'nın İtalyan Telekomu ile birlikte GSM ihalesinde en yüksek fiyatı vermesinin, İş Bankası'nın kârını artıracağını ve dolayısıyla Atatürk hisselerinin kâr payının artacağını ve bunun sonucunda ise Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu'nun "gelir"lerinin yükseleceğini ve bunların "Türk" tarihine ve diline daha "iyi" hizmetler sunacağını, dolayısıyla "vatan ve millet için hayırlı hizmetler" yapılacağını söyleyerek ve bu mantığı savunarak, emperyalizmin ülkemizi sömürmesinin sanıldığı kadar "kötü" olmadığı fikrini yerleştirmeye çalışmaktadırlar. Yalçın Doğan gibilerinin yerleştirmeye çalıştığı mantığa göre, emperyalist tekellerin ülkeye girişleri her ne kadar ülkenin sömürülmesine neden olsa da, onların yaratmış olduğu yeni iş olanakları ve kendi kârlarından dağıttıkları küçük kırıntılar "ülke için hayırlı" olacaktır!
Bu örneğimiz, açık biçimde ideolojik ve politik saptırmaları ve bunların demagojik bir biçimde sunuluşunu göstermektedir.
İşte siyasi gerçekleri açıklama kampanyası böylesine somut temeller üzerinde yürütülmek durumundadır.
"Bir sosyal-demokrat haline gelebilmesi için, işçi, toprakbeyi ile papazın, yüksek memur ile köylünün, öğrenci ile serserinin iktisadi niteliği ve toplumsal ve siyasal özellikleri konusunda açık-seçik bir fikre sahip olmalıdır; onların güçlü ve zayıf yanlarını bilmelidir; her sınıf ve tabakanın kendi bencil özlemlerini, kendi gerçek 'iç yapısını' gizlemek için kullandığı bütün parlak sözlerin ve safsataların anlamını kavramalıdır; belirli kurumların ve yasaların yansıttığı şu ya da bu çıkarların neler olduğunu ve bu yansıtmanın nasıl olduğunu anlamalıdır."
Lenin'in bu belirlemesi, işçi sınıfının toplumun tüm kesimlerinin, diğer tüm sınıflarının niteliğini açık-seçik kavramasının zorunlu olduğunu ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, özellikle küçük-burjuvazinin ve küçük-burjuva aydınlarının (entellektüellerinin) niteliklerinin sergilenmesi, devrimci örgüt açısından ideolojik olduğu kadar, işçi sınıfının sosyalist siyasal bilince ulaştırılması açısından da önemlidir. Özellikle küçük-burjuvazinin ve aydınlarının 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte oligarşiye yedeklendikleri ve buna paralel olarak devrimcilere ve devrimci mücadeleye karşı yoğun bir faaliyet içinde bulundukları bir dönemde, bunların niteliklerinin ideolojik ve politik olarak teşhir edilmesi daha da önem kazanmıştır.
Küçük-burjuva aydınlarının 1980 sonrasında Amerikan emperyalizminin "demokrasi projesi" çerçevesi içinde satın alınmışlıkları en temel olgudur. Öte yandan, ülkemiz solundaki her türden lümpen-arabesk kültür ve söylemin en etkili unsuru durumunda olan bu küçük-burjuva aydın kesim (entellektüeller), "kadın sorunu", "çevre sorunu" vb. konuları öne çıkartarak, yeni yetişen devrimci kuşağı önemli ölçüde etki altına almışlardır. Bu etkinin en önemli sonuçları ise, sosyal ilişkiler alanında ortaya çıkmıştır. "Entel barlar"la başlayan, giderek "her gece Bodrum" söylemiyle yaygınlaştırılan bu sosyal ilişkiler, hemen her düzeyde alabildiğine çürümüşlüğü, yozlaşmayı dışa vurmaktadır. Kitleler tarafından "solcu" olarak bilinen bu kişilerin başını çektiği ve yaygınlaştırdığı çürümüş, yozlaşmış sosyal ilişkiler, kaçınılmaz olarak kitlelerin devrimcilere olan güvenini önemli ölçüde aşındırmıştır. 1980'e kadar, bilimden ekonomiye, sanattan kültüre kadar her alanda etkin durumda bulunan Marksizm-Leninizmin bu ideolojik hegemonyası, bu ilişkiler içinde ve bu ilişkilerin sürdürülüşüyle bozulmuş ve küçük-burjuvazinin yozlaşmış kavrayışı egemen kılınmıştır.
Ülkemiz devrim hareketinin gelişimi, kimi durumlarda, kendisini bu küçük-burjuva entellektüel kesimden tümüyle ayırabilmesine ve bunlarla kendi arasına kesin çizgiler çekebilmesine bağlı olmaktadır. Bu nedenle, küçük-burjuva aydınlarının her türden ilişkileri, söylemleri ve kavrayışları açık biçimde ortaya konulmalı ve bunların sınıfsal nitelikleri, emperyalizmin günümüzdeki ideolojik propagandasıyla bağlantıları sergilenmelidir.
Bu küçük-burjuva aydın kesimin içinde bulunduğu çürümüşlük ve yozlaşmaya ilişkin en somut örnek, yine Mayıs başlarında gazetelere yansıyan "Aydınlar da soyunur" başlığı ile verilen "32 Büst" kitabıyla ortaya çıkmıştır.
Nejat Yavaşoğulları, Serra Yılmaz, Faruk Malhan, Şakir Eczacıbaşı, Sarkis, Murathan Mungan, Ayşe Erkmen, Paul McMillen, Hilmi Yavuz, Sezer Duru, Barış Pirhasan, Haydar Karabey, Beklan Algan, Kerem Kurdoğlu, Ayşe Çağlar, Yurdaer Altıntaş, Aykut Köksal, Mustafa Taviloğlu, Naz Erayda, Melih Fereli, Ömer Madra, Gülsüm Karamustafa, Fatih Özgüven, Babür Tongur, Mustafa Avkıran, Arif Çağlar, İnci Asena, Edhem Eldem, Dikmen Gürün, Sadık Karamustafa, Orhan Silier, Kutluğ Ataman adlı küçük-burjuvalar "sınırlı sayıda basılan" bir kitap için "özel olarak" çıplak poz vermişlerdir. Bunların kaçının yeni yetişen devrimci kuşak üzerinde etkisi olduğu, kaçının "legalleşmiş sol" ile ilişki içinde olduğu, şüphesiz bu ilişki içinde olanlar tarafından bilinmektedir. Ancak bu küçük-burjuvaların çürümüşlükleri, yozlaşmışlıkları bu olayla açık-seçik ortaya çıkmıştır. Bundan sonrası, bunların tecritidir.
Lenin, siyasi gerçeklerin teşhirine yönelik propaganda ve ajitasyon çalışmalarının gelişimini ise şöyle ortaya koyar.
"Pratik eylemin bunlardan ayrı olarak bir üçüncü alanını ya da bir üçüncü işlevini bulup çıkarmak, ve 'yığınları, belirli, somut bir eyleme çağırma'yı bu işlevin içine dahil etmek, düpedüz saçmalıktır; çünkü, tek başına bir eylem olarak çağrı, ya teorik incelemenin propaganda broşürünün, ajite edici söylevinin doğal ve kaçınılmaz tamamlayıcısıdır, ya da salt bir yürütme işlevini temsil eder. Örneğin, Alman sosyal-demokratlarının tahıl gümrüklerine karşı girişmiş bulundukları mücadelelerini ele alalım. Teorisyenler, diyelim ki, ticari antlaşmalar ve serbest ticaret için mücadele 'çağrısı' ile birlikte gümrük siyaseti üzerine özel incelemeler kaleme alıyorlar. Propagandacı aynı şeyi bir dergide, ajitatör de halkın önünde verdiği söylevlerde yapıyor. Şu anda, yığınların 'somut eylemi', tahıl gümrüklerinin artırılmasına karşı bir dilekçenin imzalanarak Reichstag'a sunulması biçimini alıyor. Bu eyleme çağrı, dolaylı olarak teorisyenlerden, propagandacılardan ve ajitatörlerden gelmektedir, ve dolaysız olarak da fabrikalarda ve evlerde dilekçeyi dolaştırıp imza toplayan işçilerden gelmektedir."
Tüm bunlar yapılabildiği ve yapıldığı koşullarda, kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlendirilmesi kaçınılmaz bir sonuçtur. Burada asla unutulmaması gereken temel halka, bu siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının, tekil, bireysel bir faaliyet alanı olmayıp, örgütlü ve merkezi bir faaliyet olarak yürütülmesi gerektiğidir. Bu öylesine kesindir ki, herhangi bir anda ortaya çıkan somut bir olayın niteliğinin doğru bir biçimde ortaya konulabilmesi için, bu olayın dünden bugüne gelişimi ele alınmak zorundadır. Bunun yapılabilmesi için ise, olayların sistemli ve düzenli olarak izlenmesi, değerlendirilmesi ve ilişkilendirilmesi zorunludur. Bu ise, sadece merkezi bir örgütlenmeyle gerçekleştirilebilir.
Diyebiliriz ki, kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlendirilmesi gerçekleştirilmeden devrimin gerçekleştirilmesi olanaksızdır. Kitlelerin bilinçlendirilip örgütlendirilmesi ise, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının örgütlenmesi ve yürütülmesi ile olanaklıdır. Bu siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının, temel ve tali her türlü araç ve yöntem kullanılarak, toplumsal yaşamın her alanında yürütülmesi gerekmektedir. Ülkemiz solunda uzun yıllar egemen olmuş olan revizyonizm ve oportünizmin, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasına ilişkin olarak yaratmış olduğu her türden yanılsama ve sapma, aynı zamanda bu kampanyanın ülkemizde doğru bir biçimde kavranılmasını ve yürütülmesini de engellemiştir. Bunun en önemli sonucu ise, silahlı propagandanın yürütülmesinde gerilla savaşının salt askeri bir eylemler dizisi olarak kavranılmış olması ve siyasi gerçekleri açıklamanın haftalık ya da 15 günlük bir dergi etrafında yapılan legal bir örgütlenmenin işi olarak düşünülmesidir. Böylece silahlı propaganda salt askeri eylem düzeyine indirgenirken, tüm politik faaliyet klasik politik kitle mücadelesinin yürütülmesi olarak kavranılmaya başlanmıştır. Bunun en somut ifadesi ise, silahlı propagandanın kitleleri bilinçlendirip örgütleyemeyeceği; kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlenmesinin klasik politik kitle mücadele biçimiyle gerçekleştirileceği yargısıdır.
Mahir Çayan yoldaş, bu yargının niteliğini şöyle ortaya koyar:
"Bu görüş, şehir proletaryasının anahtar rolü oynadığı ayaklanma ile sonuca gidilen Sovyet devriminde olduğu gibi evrim aşamasını uzun, devrim aşamasını ise kısa bir aşama olarak gören görüştür.
Bu mücadele biçimini temel alan örgütler giderek, devrimci-milliyetçilerin koltuğu altına girecek ve onların yönetiminin ülkede demokratik hak ve özgürlükleri sağlayacağını ve bu ortamda da, ekonomik ve demokratik mücadelelerin etrafında kitleleri örgütleyip bilinçlendireceklerini düşüneceklerdir."
1970'lerin en hızlı "proleter devrimci"leri olan D. Perinçek ve şürekasının, PKK'nin ve diğer legalleşmiş solun bugün geldikleri nokta bu belirlemenin ne denli doğru olduğunu açık biçimde ortaya koymaktadır.
Silahlı propaganda çerçevesinde yürütülen şehir ve kır gerilla savaşı, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının temel unsuru durumundadır. Gerçekleştirilen gerilla eylemleri, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının temel unsuru olarak, kitlelerin dikkatini bu siyasi gerçeklere yöneltir. Gerek gerillaların bizzat gerçekleştirdikleri ajitasyon ve propaganda çalışmaları, gerekse gerçekleştirilen silahlı eylemler üzerinde yükselen ajitasyon ve propaganda faaliyetleri Öncü Savaşının temelini oluşturur. Suni dengenin bozulmasına yönelik her eylem, aynı zamanda siyasi gerçeklerin teşhirine yönelik bir eylem durumundadır.
"Silahlı propaganda, belli bir devrimci stratejiden hareketle, emekçi kitlelere elle tutulur, gözle görülür maddi ve somut eylemlerden hareketle, soyuta gider. Maddi olaylar etrafında siyasi gerçekleri açıklayarak, kitleleri bilinçlendirir, onlara politik hedef gösterir...
Silahlı propaganda, kır ve şehir gerilla savaşı ile psikolojik ve yıpratma savaşını içerir.
Temel mücadele biçiminin bu şekilde ele alınması, elbetteki öteki mücadele biçimlerinin ihmal edilmesi demek değildir. Silahlı propagandayı temel alan örgüt, öteki mücadele biçimlerini de gücü oranında ele alır. Ancak öteki mücadele biçimleri talidir. Silahlı propaganda temel mücadele biçimidir...
Klasik politik kitle mücadelesi ile silahlı propaganda birbirini izler ve birbirinin içinde, birbirine bağımlıdırlar, her biri diğerini karşılıklı etkiler.
Silahlı propagandanın dışındaki öteki politik, ekonomik, demokratik mücadele biçimleri silahlı propagandaya tabidir ve silahlı propagandaya göre biçimlenirler." (Mahir Çayan, KesintisizDevrimII-III)