Milli Krizin Gelişme Dinamikleri
ve Solda Özerkleşme Eğilimleri
Milli kriz, en genel tanımıyla, ekonomik, toplumsal ve siyasal bunalımların, birleşerek ve derinleşerek ezen ve ezilen sınıfları etkileyen bir boyuta ulaşmasıdır.[1*] Ancak ekonomik, toplumsal ve siyasal bunalımların derinleşmesi, milli kriz halini alması, yeni durumlar ortaya çıkarır, dolayısıyla tarihsel sürecin gelişiminin olağan bir uzantısı olarak değerlendirilemez.
Milli kriz, olgunlaştığı andan itibaren yeni durumlar ve ilişkiler yaratarak, kendi iç sürecinin gelişimine bağlı olarak gelişir. Milli krizin olgunlaşmasının bu iç evriminin getirdiği en temel unsur, mevcut düzenin tüm kurumsal ve yasal güçlerinin, kurumsal ve yasal niteliklerini ve etkinliklerini kaybetmeleridir. Bir başka deyişle, egemen sınıfların devlet aygıtı ve onun otoritesi tam anlamıyla etkisizleşir; kendisinin dayandığı yasallık ve yasalar, başta bizzat devletin kendisi olmak üzere, hiç kimse tarafından kabul edilmez ve edilmesi de beklenilmez. Devlet kendi yasal çerçevesi içinde hareket etme olanağını yitirir ve kendisinin sınıfsal niteliği açık hale gelir. Devlete egemen olan sınıf ya da sınıfların faaliyeti olağanüstü artar. Egemen sınıfların bu faaliyetinde herhangi bir yasallık olmadığı gibi, tüm faaliyetine egemen olan dinamik, mevcut düzenin varlığını sürdürmesini sağlamak, yani mevcut düzeni korumaktır.
Milli kriz koşullarında egemen sınıfların bu faaliyetlerinin kavranılması, devrimci mücadele açısından büyük bir öneme sahiptir. Eğer devlet gücü, toplumsal ilişkilerde dayandığı yasal çerçevesine göre hareket edemiyor ve faaliyetleri kitleler tarafından kabul edilmiyorsa, burada milli krizin olgunlaştığından sözetmek daha doğru olacaktır. Ancak bu olgu, devlet gücünün etkisizleştiği anlamına gelmez.
Devlet, kendi yasallığından uzaklaşmış olmakla birlikte, zor gücü olarak hâlâ maddi bir güç durumundadır. İşte milli krizin derinleştiği koşullarda egemen sınıfların bu maddi gücünün hareketi öne geçer ve hedefi karşı gücü, yani kendisine muhalefet eden tüm güçleri yok etmektir.
Devletin kendi yasallığını yitirdiği ve egemen sınıflar tarafından açıkça ilan edilmiş herhangi bir yasallığa bağlı olmaksızın kullanıldığı bir ortamda, devletin herhangi bir yasal hareketi beklenemez ve bu gücün belli bir yasallık çerçevesinde muhalif taleplerin gerçekleştirilmesi için egemen sınıflara çağrıda bulunulamaz. Çünkü, böyle bir durumun ortaya çıkması, ancak egemen sınıfların kendi somut hedeflerine ulaşmalarından sonra mümkündür ve bu da muhalefet güçlerinin yenilgisiyle olanaklıdır. Dolayısıyla böyle bir politika, muhalif güçlerin yenilgisini beklemek durumundadır, dolayısıyla teslimiyetçiliktir.
Milli krizin olgunlaştığı bir dönemde, savaş, gerçek anlamda sınıfsal-kitlesel bir savaştır. Lenin'in ayaklanma anına ilişkin belirlemeleri bu açıdan önemlidir. Devrimci mücadele açısından, ayaklanmanın kendisinin gerektirdiği dinamikler ortaya çıkmamışken ve ayaklanmanın temel güçleri uzun ve nihai bir savaş içine girmemişken, milli krizin derinleşmesi ve bunun belirtileri olan olguların ortaya çıkması fazlaca önemli değildir. Varolan durumun yaratacağı tek önemli şey, özellikle kentlerdeki demokratik kitle hareketlerinin, devletin kendi yasallığından sıyrılması nedeniyle, görüntüsel de olsa yasal güvencelerini yitirmesi ve devletin açık zoruyla yüzyüze kalmasıdır. Özellikle devrimci mücadelenin tek ve birleşik bir örgütlenmeye sahip olmadığı ve demokratik kitle hareketlerinin revizyonist tarzda yönlendirildiği koşullarda, böyle bir durum, kitlelerin katledilmeleriyle sonuçlanmasa bile, tam bir teslimiyetçilik ortamı yaratır.
Milli krizin derinleşmesi ve olgunlaşmasının, kapitalizmin iç dinamikle geliştiği ülkeler ile geri-bıraktırılmış ülkelerdeki gelişimi ve oluşumu farklıdır. Özellikle Halk Savaşının devrimde zorunlu bir durak olduğu geri-bıraktırılmış ülkelerde, milli krizin olgunlaşmasıyla birleşen sovyetik ayaklanmanın yeri ve anlamı kavranılmadığı sürece, doğru bir devrimci mücadelenin sürdürülmesi olanaksızdır. Halk Savaşında, milli krizin derinleştirilmesi temel-stratejik devrimci görevlerdendir, dolayısıyla derinleşme koşullarında Halk Savaşının geliştirilmesi ve nihai zafere ulaştırılması açısından durumun değerlendirilmesi gerekir. Ancak bu, hiçbir biçimde Halk Savaşının mevcut öznel ve nesnel durumuna bakılmaksızın, kentlerde düzenlenecek bir ayaklanma ile iktidarın derhal ele geçirilmesi anlamına gelmez.
Bu son nokta ülkemiz açısından oldukça önemlidir. Ülkemizde gelişen ve yayılan bir Halk Savaşı süreci bulunmazken (bulunmadığı bir evrede), kentlerde gelişen kitle hareketleri, devlet gücünün kendi yasallığından uzaklaşması ve askeri gücüyle hareket eder duruma gelmesi koşullarında, çoğu zaman ayaklanma koşullarında yapılması gerekenler bağlamında ele alınmakta, ancak ayaklanmanın gerçekleştirilmesinin olanaksız olduğu bir ortam bulunduğundan hiçbir şey yapılamamaktadır.
Gerek 12 Mart, gerekse 12 Eylül öncesinde faşist milis güçlerin kitlelere ve özellikle küçük-burjuva demokrat aydın kesime yöneldiği bir ortamda görülen bu durum, devrimci örgütlerin en zayıf oldukları anı ifade etmektedir. Bu durumu tam olarak kavrayabilmek için, konuyu kendi somut-tarihsel gerçekliği içinde ele almak gerekir.
Bu bağlamda Türkiye tarihinde, esas olarak da devrimci mücadelenin tarihinde ortaya çıkan üç an özel bir yere sahiptir.
Birinci an, 1969-70 yıllarında, faşist ve şeriatçı güçlerin devrimci ve demokrat kitlelere karşı saldırılarını yoğunlaştırdıkları, yani o güne kadar izledikleri geleneksel politikalarından uzaklaştıkları andır.
1969'un Kanlı Pazarı ve İmren Öktem'in cenaze töreninde ortaya çıkan olaylar, bu değişimin iki önemli görüngüsüdür. Burada hedef kitle, küçük-burjuva demokrat-aydın kesimlerdir. Bu kesim, birkaç hukukçu ya da aydın değil, politikayla ilgilenen tüm küçük-burjuvaziyi temsil eder. Bir başka deyişle, politize olmuş, dolayısıyla politik tutum alan küçük-burjuva kitle sözkonusudur. Bu kitle devletten yasal görevlerini yerine getirmesini isterken, aynı zamanda kendisinin içinde bulunduğu acizliğini dışa vurur. Kendilerinin bildikleri tek çözüm, hükümet olarak iktidarın değiştirilmesidir. Parlamenter sınırlar içinde meydana gelebilecek bir hükümet değişikliğinin sorunları çözeceği umuduyla, "hükümet değişikliği"ni sürekli olarak gündemde tutar ve talep eder. Ancak bunun nasıl gerçekleşeceğini de bilemezler. Çünkü bir hükümet değişikliği, ya genel bir seçim sonucunda ya da parlamento içinde milletvekili "transferi" ile olanaklıdır.
Birincisi, belli bir süre beklemeyi ve seçim sonuçlarının önceden bilinemezliğinin yarattığı bir kuşku ortamı oluşturur. İkincisi ise, düşürmeyi hedefledikleri hükümetin üyelerine (milletvekillerine) "umut" bağlamayı gerektirir ki, bu da kendilerinin kolayca içlerine "sindirebilecekleri" bir durum değildir. Öte yandan, yeni hükümetin kurulması durumunda nelerin değişeceğini de bilmemektedirler. Sivil politik güçler aracılığıyla sorunların çözümleneceği beklentisi ile günler geçer ve hiçbir değişim ortaya çıkmaz. Bu durumda, devletin silahlı güçlerinin yönetime gelmesi, onlar için son seçenektir ve buna ilke olarak karşı değillerdir. Devletin silahlı güçlerinin, yani ordunun, kendi yasallığını bir yana bırakarak harekete geçmesini isterler, ama bu hareket sırasında kendilerinin de zarar göreceğinden kaygı duyarlar. Bu nedenle, oligarşinin yönetimini askerileştirmesi karşısında ikirciklidirler. Kendilerine dokunulmayacağı sözü verilse bile, her türlü yasallıktan sıyrılmış bir askeri gücün neler yapabileceğini siyasal deneyimleriyle öğrenmişlerdir. Bu bağlamda belli bir tarih bilincine de sahiptirler.
1971 öncesinde böylesine ikirciklik durumda olan küçük-burjuvazinin politik kesimleri, kendilerine bağlı askeri güçlerin bu işi yapabileceğini düşünerek "sol" darbe girişimlerinin içinde de yer almışlardır. Ancak gerek darbenin gerçekleştirilememesi, gerekse 12 Mart sonrasında oligarşinin ordu içindeki küçük-burjuva devrimci-milliyetçileri tasfiye etmesi, daha ilerki yıllarda böyle bir çözümün demokrat küçük-burjuvazi için tümüyle ortadan kalkmasını getirmiştir. Artık nasıl olacağını bilmemekle birlikte, parlamentonun varlığını sürdürmesi dışında hiçbir talepleri yoktur ve giderek parlamenter kaderciliğe saplanırlar. "Başa gelen çekilir" mantığı içinde sürekli olarak olayların seyircisi durumuna gelirler.
Küçük-burjuvazinin aydın ve politik unsurlarının içine düştükleri bu durum, yani kararsızlık ve kadercilik, beraberinde devrimci silahlı eylemlere karşı tavır alışı getirmiştir. Onlara göre "meşru müdafaa" durumunda silaha başvurmak anlaşılabilir birşeydir, ancak iktidarın ele geçirilmesinin bir aracı olarak silaha başvurmak, karşı çıkılması gereken bir politik çizgidir ve bu karşı çıkışta hiçbir sakınca görmezler. Çünkü silahlı devrimci eylemler, onlara göre, oligarşinin kendilerine verdiği güvenceyi ortadan kaldıracaktır. Bu karşı duruşla, yönetimin askerileştirildiği koşullarda, askeri teröre karşı, kendilerine uygun bir "kalkan" bulacaklarını sanırlar.
Küçük-burjuvazinin 12 Mart 1971 sonrasında sol ve orta kesimlerinin "eski tarzda" radikalizmden uzaklaşmaları, aynı zamanda onları devrimci mücadele açısından bir karşı-güç haline de getirmiştir. 1971 yılında gerek THKO'nun, gerekse THKP-C'nin silahlı eylemlerine belli bir "meşruiyet" çerçevesinde bakan bu kesimlerdeki bu değişim, 1980 sonrasında yeni biçimler kazanarak sürmüştür. Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı, bu kesimleri daha da parlamentarizme yöneltmiş ve giderek "liberalizm" saflarına savurmuştur.
Ancak burada öne çıkan yan, milli krizin derinleşmeye yöneldiği ve derinleşme eğiliminin sürdüğü koşullarda, küçük-burjuvazinin takındığı, daha doğrusu takınamadığı tutum, aynı zamanda derinleşme eğiliminin sürmesini de sağlamasıdır. Derinleşen milli kriz koşullarında devrimci güçlerin maddi bir güç olarak ortaya çıkamaması durumunda bu küçük-burjuva unsurlar (ve bütün olarak da küçük-burjuvazinin orta ve sol kesimleri) proletaryayı yalnız bırakırlar. Bu da proletaryanın, küçük-burjuvazinin kararsızlığından etkilenmesine neden olur. Sonuç ise, sosyalist siyasal bilince tam olarak sahip olamamış proletaryanın, derinleşen milli kriz koşullarında, küçük-burjuvazi gibi kararsız ve ikircikli bir tutum takınarak kendi öncülerini yalnız bırakmaları ve öncüsünün egemen sınıfın baskı aygıtının tüm gücüyle karşı karşıya kalmasıdır.
Gerek küçük-burjuvazinin kararsızlığı, gerekse bundan etkilenen proletaryanın ikircikliği, ister istemez, milli kriz koşullarında karşı-devrim cephesinin başarılı olmasını ve kendi yönetimini korumasını, pekiştirmesini beraberinde getirir. Ama unutulmaması gereken nokta, ikircikli ve kararsız da olsalar, kitlelerin karşı-devrimci bir kitle durumunda olmamasıdır. Sadece yenmeyi göze alamamışlardır, kendilerinde düşmanı yenecek gücü görmemektedirler. Bu, aynı zamanda, oligarşinin kriz koşullarında, sürekli ve kalıcı değişiklikler yapamamasının da nedenidir.
Ancak devrimci mücadelenin en önemli sorunları, milli krizin derinleştiği koşullarda değil, derinleşme eğilimi içindeyken ya da bunun arifesindeyken ortaya çıkar. Devrimin öznel koşullarının yetersizliği, ama öte yandan nesnel koşulların (ister devrimci öncünün mücadelesiyle, isterse egemen sınıfların kendi eylemleriyle olsun) olgunlaşması durumunda, bundan yararlanmak olanaksız olmaktadır. "Olayların görüntüsünde kalan vulgar tahlillere dayanarak alınacak tavır, olguların iç dinamiğini kavrayamadığından olayların gerisinde kalmaya mahkumdur. Olayların ardından gelecek aktivist tavır ise, gerçek bir aktivizmi (doğru ve çözücü olan) değil, sahte 'sol'a açık ve özde sağ bir görüşü ifade eder. Sonuç, sözkonusu olan politik pasifizme varıştır.
"Sınıflar arası ilişki ve çelişkilerin, oligarşik devlet aygıtıyla kitlelerin tepkileri arasındaki dengeye indirgenmesi, mekanik bir yorumla 'etki-tepki' olarak ele alınırsa, iktisadi ve sosyal muhtevası kavranamazsa, aynı 'etki-tepki' mekanizmi içindeki düz mantık, toplumu bir fiskeyle yıkılabilecek bir yapı olarak ele alır. Bu takdirde, sol foko anlayışın temellerine varmış oluruz."[2*] Ancak burada ortaya çıkan sorun, teorik plandaki "fokoculuk", yani "sol" sapma değildir. Sorunun kendisi, öznel koşullar yetersizken, nesnel koşulların olgunlaşması ya da olgunlaşmaya yönelmesi durumunda, öznel koşulların aynı düzeyde geliştirilmesi için uygun taktikleri bulmak ve uygulamaktır. "Örgütlenmenin canlı bir organizmaya yükseltilebilmesi için taktik meselelerin baş meselesi politik hedeflerde dinamizmini bulmak gerekir. Somut hedefler olmadan, taktikler lafazanlıktan öteye geçemez.
Doğru politik hedefler, örgütlenmeyi ve ittifakları kurar, genişletir. Taktik tavır ve şiarlar, doğru tespit edilmiş politik hedeflerden çıkar."[3*] Doğru taktik hedeflerin tespit edilmesi, aynı zamanda, stratejik hedefe uygun ve stratejik rotaya bağlı olmayı gerektirir. Stratejiden bağımsız taktik düşünülemeyeceği gibi, stratejik rotaya aykırı bir taktik çizgi de izlenemez.[4*] Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi açısından, salt politik hedeflerden sözetmek yeterli değildir. Aynı zamanda kendisini stratejik rotada ortaya koyan doğru bir askeri tırmanma politikasına da sahip olmak gerekir. Şüphesiz doğru bir askeri tırmanma politikası, doğru bir politik stratejiden çıkar ve ara evreleri politik taktiklerle birlikte düzenlenir. İşte Mahir Çayan yoldaşın "Kesintisiz Devrim II-III"de ortaya koyduğu dört aşamalı formülasyon, bu bağlamda doğru askeri tırmanma politikasını ifade eder. Ama her zaman olduğu gibi, bu rota, kendisini strateji ve taktik düzeylerde tanımlamak durumundadır ve bunlara uygun olarak somutlaşır. Bu, milli krizin derinleşmesine ilişkin mevcut durum tahlilleriyle birlikte sürekli olarak denetlenir ve düzenlenir. Eğer devrimci mücadele, sadece devrimci örgütlerin özsel faaliyetiyle sınırlı dinamiklerle yürütülüyor olsaydı, zaferin doğrusal bir çizgisi şüphesiz bulunabilir. Ancak, "somut hiçbir zaman bizim keyfi niyetlerimize göre şekillenmez. Biz istesek de, istemesek de, olaylar kendi objektif gelişmesini (özellikle karşı-devrimin taktikleriyle) yaşamaktadır".[5*] Bu nedenle, salt öncünün kendi mücadelesinin kendi öznelliği ile ortaya çıkardığı olumlu yanı, yani planlanmış ve beklenen durumları değil, aynı zamanda, oligarşinin bunun karşısında geliştirdiği ya da geliştirebileceği taktikleri ve politikaları da hesaba katmak gerekir. Yine de bu "hesaba katma" durumu, herşeyin önüne geçirildiği zaman, pasifizm kaçınılmaz olarak ortaya çıkar ve oligarşinin "masum" politikalarının izlenmesini ve sonuçlarının beklenmesini öngörür. "Aman uslu durun, provokasyona gelmeyin" türünden ifadeler, bunun tipik dışavurumlarıdır.
Buraya kadar ortaya koyduklarımız, belli bir dönemdeki politik durumu ve politik güçler dengesini açıklamak için yeterli değildir. Çünkü ülkede yalın olarak, devrimci güçler ile oligarşik güçler arasında bir mücadele söz konusu değildir. Daha tam deyişle, birleşik devrimci güçler ile karşı-devrim güçleri arasında bir mücadele gündemde değildir. Devrim güçlerinin bölünmüşlüğü ve aralarındaki rekabet durumu, doğru bir taktik çizginin izlenmesini de engeller. Bu durum stratejik plana da yansır, ayrık ve ayrı örgütlenmiş devrim güçlerinin stratejik planda birbirini dışlayan faaliyetlerde bulunmalarına neden olur. Bu nedenlerden, milli krizin örgütlü mücadeleyle derinleştirilmesi durumu, örgütlerin örgütsüz eylemlerinin oligarşinin taktikleriyle birleşerek süreç üzerinde etkide bulunduğunu da hesaba katmak zorunludur. Aksi halde (ki genelde durum böyledir), olaylar hızla gelişirken devrimci güçler bu gelişim karşısında geride kalır ve sonuçta oligarşinin belirlediği kurallar egemen olur.
12 Eylül öncesinde gelişen olayların gösterdiği en temel olgulardan birisi, devrimci öncünün, tüm süreci denetleyemediği ve denetleyememesinin en önemli nedeninin, oligarşinin karşı hareketinin olmadığıdır. Genel olarak solun, özel olarak devrimci güçlerin birleşik faaliyetinin bulunmaması temel neden olarak belirginleşmiştir. 12 Eylül terörünün yaratmış olduğu panik, pasifizm, korku, kararsızlık, şüphecilik vb. koşullarında bu olgu özel bir yere sahip olmaktadır. Ancak bu, solun "birleştirilmesi" ya da "birleşik sol hareket" yaratılması anlamına da gelmemektedir. Sorunun özü, solda ve devrimci güçler arasında birliğin sağlanmasından çok, genel devrimci hedeflere yönelik olarak benzer (aynı değil) taktikler yürütmek ve buna bağlı olarak oligarşinin karşı taktiklerini boşa çıkarmakta yatar. Bu gerçekleştiği oranda, süreç içinde devrimci güçlerin birliği ortaya çıkabilecektir. Bunun dışındaki her çaba yapay olacak ve sonuçsuz kalacaktır.
Bu anda, gerek kitleleri oligarşinin terörüne karşı bilinçlendirmek ve örgütlemek, gerekse oligarşinin kadro pasifikasyonuna[6*] karşı durmak, her koşulda temel görev olarak belirginleşir. İster milli krizin derinleşme eğilimi içinde bulunulsun, isterse suni dengenin güçlendirildiği koşullarda bulunulsun, yukarda ortaya koyduğumuz görevler esastır. Bu açıdan bu görevler, her zaman geçerli, yani stratejik görevler olarak ortaya çıkarlar.
Burada ortaya çıkan yanlış anlayış, sorunun doğru çözümü yerine, somut durumun öne çıkardığı öznel etkileri gözönüne alarak kısmi ve geçici çözümleri genelleştirmek ve bir çizgi haline getirmektir. İşte özerk silahlı örgütlenmeler (klasik tanımıyla "şok grupları", "vurucu timler", "gerilla şubeleri"), bu yanlış anlayışın stratejik bir çizgi haline gelmesinin görüngüleridir.
İlk bakışta mantıki görünen ve çoğu durumda gizlilik koşullarıyla birleşerek, kadroların gelişen olaylar karşısında pasif kalındığı vb. şeklindeki şikayet ve eleştirilerine neden olan sorunların çözümü gibi gözüken bu anlayışlar, aynı zamanda, silahlı devrimci mücadeleyi (silahlı propagandayı) politik kitle mücadelesi olmaktan çıkarmakta ve askeri bir mücadele biçimine dönüştürmektedir. Bu yanlış çizgi, halk kitlelerinin, silahlı mücadeleyi, eğitilmiş ve profesyonelleşmiş kadroların sürdürdüğü bir mücadele olarak algılamasına ve kavramasına yol açar.
Bu yanlış çizgi sahipleri, ister "THKP-C kökenli" olsunlar, ister revizyonist ve oportünist bir "gelenek"ten geliyor olsunlar, her durumda bu yanlış çizgilerini "doğru"latabilmek için kendilerine Lenin'i dayanak yaparlar.
Lenin, daha 1902'lerde özel silahlı grupların kurulmasından ve bunların geleceğe dönük olarak nasıl örgütleneceğinden söz etmiştir. Lenin, özerk ve özel silahlı grupları, kısa dönemde özel görevler için (ajanların öldürülmesi, cezaevlerinden devrimcilerin kurtarılması gibi) ele alırken, uzun dönemde ayaklanmanın doğru tarzda örgütlenmesi ve yürütülmesi için gerekli askeri yönetici personelin eğitimi olarak ele alır. Bu örgütlenme anlayışının, uzun halk savaşı çizgisi ile birleştirilmesi ise, Marksizm-Leninizmin yeni koşullar altında yaratıcı bir tarzda uygulanması ile olanaklıdır ve bu da Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi olarak belirginleşir. Bu stratejik çizgiye, revizyonizmin her dönemde yeniden piyasaya sürdüğü iddiaları ciddiye alarak ekler yapmak, bu çizgiden sapmakla eşdeğerdir, eklektizmden başka bir sonuç vermez.
Bu sapmanın ortaya çıkmasında daha büyük etkiye sahip olan olgu ise, 12 Eylül sonrasında kitlelerin içine sokulduğu depolitizasyon ve oligarşinin zor güçlerinin hareket ettikleri yasal çerçevenin olağanüstü esnek olmasıdır. Bu durum şehirlerde daha da belirginleşir. "Polisin ve MİT'in geçmişten dersler çıkardığı" ve "buna bağlı olarak daha profesyonelce çalıştıkları" söylemiyle birleşen olumsuzluklar, ister istemez, silahlı eylem gruplarının özerkleşmesine ve giderek ayrı ve bağımsız bir örgütmüşçesine hareket etmelerine yol açmaktadır. Bu ise, bu birimlerin, ülkedeki politik, toplumsal ve ekonomik gelişmelerden bağımsız olarak ve bunları hesaba katmaksızın, kendi öznel yargılarıyla ve teknik yeterliliklerine bakarak hareket etmelerine neden olmaktadır.
Suni dengenin 12 Eylül sonrasında güçlendirilmesi -ki askeri darbenin temel amacıydı- ister istemez halk kitlelerinin politik faaliyetlerini en aza indirmiştir. Bu da devrimci örgütlerin silahlı kadrolarının hareket olanaklarını, barınmalarını ve gizlenmelerini de sınırlamıştır. İşte bu sınırlılık, hem oligarşinin zor güçlerinin hareketini kolaylaştırmış, hem de devrimci kadroların kısa sürede deşifre olmalarına neden olmuştur. Geniş polis operasyonlarıyla örgütsel yapıların önemli darbeler yemesinin getireceği çeşitli sorunları çözmek için bulunan formül ise, yeniden daha fazla özerkleşmiş silahlı gruplar oluşturmak şeklinde olmuştur. Legal demokratik kitle örgütleri aracılığıyla ve bunların "radikal" eylemleriyle kitle faaliyeti sürdürmek, öte yandan bu faaliyetlerde "pişmiş" unsurlarla silahlı eylem grupları oluşturmak genel bir çizgi haline gelmiştir. Bu örgütlenmeler dağıtıldığında ya da polis operasyonları için bir çıkış noktası olarak kullanıldığı görüldüğünde tüm faaliyetler durmaktadır.
Özerkleştirilen silahlı birimler, kendi olanaklarını nasıl oluştururlarsa oluştursunlar, siyasal varoluşları demokratik kitle örgütleri içinde olduğu için, buna göre biçimlenirler. Bir süre sonra, legalizmin getirdiği sorunlarla yüz yüze kalırlar. Girilen her ilişkiyi, önce legal bir dernek ilişkisine dönüştürmek ve sonra bunlar içinden silahlı örgütlenmenin özerk birimlerini (gizli) yaratmak, bir süre sonra özerk birimlerin gereksinmelerinin legal ilişkilerden karşılanmasını beraberinde getirir.
Buna karşı geliştirilebilecek çizgi ise, özerk silahlı birimleri daha da özerkleştirmek ve sınırlı ilişkiler içine sokmaktır. Ki bu da, kendi ilişkilerinin öznel istemlerine uygun hareket eden bir özel örgütsel yapı ve faaliyet ortaya çıkarır.
İşte milli krizin gelişim evrelerinde silahlı devrimci mücadelenin sıkça karşılaştığı sorunlar bunlardır. Tüm bu sorunlar karşısında "özerkleşme" arttığı oranda, milli krizin gelişim dinamikleri karşısında "özerkleşme", yani bunları dışlama ve görmezlikten gelme eğilimi o denli artar.
Ülkenin ve dünyanın içinde bulunduğu koşulları tam ve doğru olarak tahlil etme yeteneğine, herhangi bir stratejik çizgiye sahip olmayan ve kendi varoluşunu legal alanlardaki faaliyetlere dayandırmış olan sol hareketlerin "özerk silahlı örgütlenme" anlayışı savunucuları, "giderek başlangıçta savaşçı niteliklere sahip olsalar bile, bu niteliklerini kaybedecek, yozlaşacak ve giderek bürokratlaşacaklardır. Yitirilen devrimci öz ve de pasifize edilmiş beş-on emekçi; işte bu görüşün yolu basitleştirilince budur."
[1*] "Bir marksist için, devrimci bir durum olmadıkça devrimin olanaksız olduğu kuşkusuzdur, ama her devrimci durum da devrime yol açmaz. Devrimci bir durumun göstergeleri, genel olarak nelerdir? Başlıca şu üç göstergeyi ileri sürerken yanılmadığımıza inanıyoruz: 1) Egemen sınıflar için egemenliklerini değişmez bir biçim altında sürdürme olanaksızlığı; 'doruk' bunalımı, egemen sınıf siyasasında, ve ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve öfkesinin kendine yol açacağı bir çatlak oluşturan bir bunalım. Devrimin patlaması için, genellikle 'taban'ın eskisi gibi yaşamayı 'istememesi' yetmez, ama 'doruğun artık bunu yapamaması' da gerekir. 2) Ezilen sınıfların yoksulluk ve sıkıntısının, her zamankinden çok kötüleşmesi. 3) 'Barışçıl' dönemlerde kendini ses çıkarmadan soyduran, ama çalkantılı dönemde genel olarak bunalım tarafından olduğu denli, 'doruk'un kendisi tarafından da bağımsız bir tarihsel eyleme doğru itilen yığınların etkinliğinde, yukarıda belirtilen nedenlerden ötürü görülen artış.
Yalnızca şu ya da bu grup ve partinin değil, ama şu ya da bu sınıfın iradesinden de bağımsız bu nesnel değişiklikler olmadıkça, devrim, genel kural olarak, olanaksızdır. Devrimci bir durumu, işte bu nesnel değişikliklerin tümü oluşturur. Rusya'da 1905'te ve Batıdaki bütün devrimler çağında bu durum görüldü; ama bu durum, o sıralarda devrimler olmamasına karşın, geçen yüzyılın 60 yıllarında Almanya'da, ve 1859-1861 ile 1879-1880'de Rusya'da da vardı. Neden o sıralarda devrim olmadı? Çünkü devrim her devrimci durumdan değil, ama yalnız yukarıda sayılan nesnel değişikliklere öznel bir değişikliğin, yani: devrimci sınıfa ilişkin olarak, hatta bunalımlar çağında bile, eğer 'düşürülmez'se, hiçbir zaman 'düşmeyecek' olan eski hükümeti tamamen (ya da kısmen) yıkacak denli güçlü yığınsal devrimci eylemler yürütme yeteneğinin de gelip eklendiği durumdan doğar." (Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, s. 136-137, Aralık 1989.) [2*] İlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiğimiz. [3*] İlker Akman, age. [4*] Bu izlenmesi olanaksızdır anlamına gelmemektedir. Şüphesiz öznel olarak stratejiden ve stratejik rotadan ayrı bir taktik çizgi izlenebilir. Bu durumda, ya taktik çizgi bir süre sonra kendisini yeniden stratejiye bağlamak durumundadır, ki bu durumda sorun geçicidir; ya da taktik bağımsızlığını ilan ederek, kendisini strateji haline getirir, ki bu durumda da eski çizgiden tümüyle ayrılınmıştır. Her iki durum da, stratejiden ve stratejik rotadan sapma demektir. [5*] İlker Akman, age. [6*] Kadro pasifikasyonunun etkileri, ilk bakışta kimi kadroların güçsüzlüğe düşmesi ve devrimci mücadeleyi terk etmeleri olarak görülmekle birlikte, burada bizi ilgilendiren örgütsel yanlardır. Örgütsel düzeyde, bu pasifikasyon, örgütleri özerk silahlı gruplar oluşturmaya yöneltmektedir. Özerk silahlı birimlerin kurulması ve bunun dışında kalanların ayrı bir örgütsel yapıyla bütünleştirilmeleri, bu pasifikasyonun yaratmış olduğu hatalı bir örgütlenme anlayışına denk düşmektedir.