KURTULUŞ CEPHESİ - Mart-Nisan 1997
1980'den Günümüze
Kitle Pasifikasyonu
ve Sonuçları
"Latin-Amerika'nın burjuva sağının bir tek güçlü yanı var: Derin bir siyasal ve ideolojik kriz içersinde olan solun zayıflığı. Askeri diktatörlüklerden sonra demobilizasyon gelmişti, kanlı iktidarın uzun yıllarından sonra insanlar artık zorla ilgili, 'devrimci zorla' da ilgili bir şey istemiyorlar. Demokrasi içinde iyi bir yaşama olan ümitleri kısa sürede boşluğa düşmesine rağmen, memnuniyetsizlikleri henüz isyana dönüşmüyor, daha çok azim kırıklığına, yılgınlığa ve dört duvar arasına çekilmeye dönüşüyor. Bir devrimin olabilirliğine artık kimse inanmıyor gibi.
Askerlerin terörü insanların beyinlerinde derin izler bıraktı. İşkence sadece bilgi almaya hizmet etmemiştir, ki sorgulanmadan da işkence yapılmıştı ya da saçma sorular sorulmuştu. Hedef tutukluyu kırmak, aşağılamak, onu insanlığından yoksun bırakmak, kimliğini yok etmekti. O, bir numara olmuştu, yerde yatan ve gereksinimlerini denetimsiz yapan, korkan, sakallı ve vahşi bir canavar. İşkencenin kurbanı sadece tutuklu değildi, böylece tüm ailesi ve sosyal çevresi de cezalandırılıyordu. Sürekli işkence görme tehditi, toplum tarafından içselleştirildi ve bir öz savunma olarak uyumlu bir sosyal davranışa yol açtı. 'Bütün halk felce uğruyor' deniliyor insan hakları örgütü Serpaj'ın bir analizinde ve devam ediliyor: 'Bu, protestonun taşıdığı riziko, toplumsal hareketlenmenin taşıdığı rizikonun bilinmesi sonucu ortaya çıkan korkunç bir öğrenme sürecinin sonucudur.'
Bugün solun kelime hazinesinden 'sosyalizm' ve 'devrim' gibi kelimeler kaybolmuş vaziyette, herkes 'barış', 'demokrasi' ve 'çoğulculuk'tan bahsediyor."
(G. Weber: Gerilla Bilanço Çıkarıyor, s: 31-31, Belge Yay.)
1989 yılında yayınlanan ve Türkçeye 1991 yılında çevrilen "Gerilla Bilanço Çıkarıyor" adlı kitapta askeri darbeler sonrasında Latin-Amerika ülkelerindeki genel durum bu şekilde tahlil edilmektedir. Askeri darbeler dönemi ve sonrasındaki gelişmeler ve değişmeler üzerine Tupamaros (MLN) yöneticileri şöyle bir değerlendirme yapmaktadırlar:
"Diktatörlük sırasında sadece otoritaryalizm, halk hareketinin ve devrimci örgütlerin parçalanması egemen değildi, yeni bir kapitalist model de doğdu. Bu model, insan işgücünün tam bir sömürüsüne, reel ücretlerdeki korkunç bir düşüşe, egemen sınıfın daha fazla varlık biriktirmesine dayanıyor ve bu model şu ana kadar tam bir krize düşmedi. Halk hareketi bir yenilgi aldı ve henüz daha şu aşamada uygun cevaplar verebilmek için değişen koşullara adapte olamadı. Şu anda sınıflar mücadelesi oldukça düşük bir seviyede yürütülüyor, sadece referandum mücadelesi insanları sokaklara döktü. İnsanlar sendikalar ve siyaset alanında kendilerine inandırıcı gelen ve uğruna mücadele etmeyi değerli buldukları hiç bir şey bulamıyorlar. Toplumsal, siyasal, sendikal, öğrenim alanları, evet hepsi bir kriz içersinde. Ve MLN'de kulaklarına kadar bu krize gömülü vaziyette. Yeni üyelerimiz olsa da ve toplantılarımıza bir çok insan gelse de veya yayınlarımız oldukça başarılı olsa da, bütün bu insanları örgütleyecek konumda değiliz. Bugüne kadar net yanıtlar veremedik. Ayrıca insanlara belli bir taban grubunda çalışmalarını, en azından haftada bir bu işe üç-dört saat ayırmalarını ve bu şekilde belli görevler üstlenmelerini de anlatamıyorsun. Her gün aktif olmalarını ise hiç mi hiç öneremiyorsun. İnsanlar bunu, yük taşımayı istemiyorlar ki. Bir hafta boyunca veya bir günlüğüne bir şey yapmaya hazırlar, ama MLN gibi bir örgütün bir üyesinin yapmak zorunda olduğu gibi sürekli bu şekilde yaşamak istemiyorlar." [1*] (abç)
"Diktatörlüğü daha yeni gerisinde bırakmış bir ülkede yeni bir eylemci kuşaklarının eğitimi bizim eski eğitimimize göre daha da alçak gönüllü olmak zorunda. Pratik olarak sıfırdan başlamak zorundasın, yavaş yavaş, sakince, insanları baskı altına almadan. Korkunç bir miras devraldık. Ve üyelerimizden büyük şeyler bekledik, içinde bulunduğumuz duruma kıyasla büyük şeyler. Herşey kendi vaktinde. Üyelerine nihai savaşa katılmaları için çağrı yapmakla daha yeni yenilgiden çıkmış olmak, bütün bir halkın daha yeni diktatörlükten kurtulmuş olması çok farklı şeyler. Buna ek olarak zor ekonomik koşulları da saymak gerekli, insanlar tencerelerinde birşeyler olsun diye bütün gün çalışmak zorundalar. Böyle bir şeyi dikkate almak zorundasın. Örgüt hiç bir zaman Che Guevaralardan oluşmayacak. Onlar o kadar az ki. Sonra kişisel sorunlar da var. Bir insanın MLN'ye girmesi geçmişimizden dolayı büyük bir adım, bunu yapan yaşamıyla oynuyor, bu şaka ya da boş laf değil. Birçok insan Tupamaro taraftarı, yapabilecekleri her yerde bizi destekliyorlar, ama hiçbir zaman üye olarak bize gelmezler." (abç) [2*]
Tupamaros yöneticilerinin askeri darbe sonrasına ilişkin olarak Uruguay'daki mevcut durum üzerine yaptıkları bu gözlem ve değerlendirmeleri ile ülkemizdeki mevcut durum büyük bir benzerlik göstermektedir. Aradaki tek fark, Tupamaros'un bunları açık bir biçimde ortaya koyması, ama ülkemizde bunların söylenmeyerek, bu koşulları kalıcı kabul ederek politikaların ve ideolojik söylemlerin yaygınlaştırılmasıdır. Örneğin, artık günümüzde sınıf mücadelelerinin geçerliliğini yitirdiği, bunun yerini "kadın", "çevrecilik", "cinsellik" gibi "sınıflar üstü" konu ve kesimlerin aldığı şeklindeki değerlendirmeler, yukarda Tupamaros yöneticileri tarafından ortaya konulan durumla doğrudan bağlantılıdır. Öyle ki, bu tür ideolojik belirlemelerde bulunan kesimler (ki genellikle eski KSD ve DY çevreleridir), askeri darbelerden sonra ortaya çıkan durumu, ülkemize özgü bir durummuşcasına sunarak, bu durumu veri alarak ve bu durumun değişmezliğini kabul ederek, bu koşullar altında bulunan insanlarla ve bu koşullar içinde politik faaliyetin nasıl olabileceğinin gerekçelerini sıralamaktadırlar. Kimilerinin deyişiyle, "sosyal uyanış ekonomik gelişmenin gerisinde kalmıştır", dolayısıyla kitlelerin hareketsizliğine dayalı ve bu hareketsizligi içinde hareketlenmesini sağlayacak politikalar "geçerlidir". İşte "Bir dakika karanlık eylemi". Onlara göre bu "eylem", "uzun yıllar örgütsüz ve dağınık olan halk güçleri, kendilerini ifade edebilecekleri bu eylemi kendi yaratıcılıklarını da katarak meşru bir direniş hareketine dönüştürdüler. Bu eylemin en önemli özelliği evlerde kapalı kalmış, bir türlü uygun bir kanalı bulup dışarı akamamış tepkinin açığa çıkmasını sağlamasıdır."
Marksist-Leninist literatürde "kitle kuyrukçuluğu" olarak tanımlanan ve genel olarak kendiliğindencilik olarak ekonomizmde kendini tanımlayan bu politik yaklaşım, mevcut durumu veri alarak, bu durumun içinde ve bu durum tarafından belirlenmiş mücadelele ve mücadele biçimlerini "en uygun mücadele" olarak tanımlamaktır.
Oysa bu konu, yıllar önce Rusya'da ortaya çıkmış olan kendiliğindenciliğe karşı Lenin tarafından "Ne Yapmalı?"da ayrıntılı bir biçimde eleştirilmiş ve mahkum edilmiştir.
"'Nereye?' sorusuna bu yönetici organın (ekonomistlerin yayın organı) verdiği karşılık şudur: hareket, başlangıç noktası ile hareketin bir sonraki noktası arasındaki uzaklığı değiştirme sürecedir. Bu eşi görülmedik derinlik örneği, sadece merak konusu bir şey olmayıp, koca bir akımın programıdır, R. M'nin şu sözçüklerle ifade ettiği, programın ta kendisidir: Özlemi duyulacak olan mücadele mümkün olan mücadeledir ve mümkün olan mücadele belli bir anda verilmekte olan mücadeledir. Bu, kendini edilgin olarak kendiligindenliğe uyduran sınırsız oportünizm eğiliminin ta kendisidir." (abç) [3*]
Görüldüğü gibi, askeri darbe sonrasında ortaya çıkan durum, pekçok ülkede oportünizmin yeni bir biçim altında ortaya çıkmasını sağlamıştır. Oportünistlerin, oportünist sözcüğünün sözcük karşılığına denk düşecek bir biçimde fırsatlardan yararlanma özelliği, 1990' ların dünyasında da değişmeden kalmaktadır.
Emperyalizmin kendi egemenliğini sürdürebilmek amacıyla geri-bıraktırılmış ülkelerde gerçekleştirdiği askeri darbeler ve bu askeri darbe koşullarında yürütülen pasifikasyon yöntemleri, tüm geri-bıraktırılmış ülkelerde benzer tarzda sürdürülmüştür. Dolayısıyla sonuçları da birbiriyle büyük benzerlik gösteren özelliklere sahiptir. Bu açıdan ele alındığında, askeri darbeler sonrasında ortaya çıkan durumlar ve toplumsal sonuçlar karşısında soldaki tavırlar da birbirine benzer olmaktadır. Bu benzerliğin en önemli halkası, yoğun bir pasifikasyon ve terör ortamından etkilenmiş ve bunun sonucu yılgınlığa kapılmış küçük-burjuvazi ve onun siyasal kavrayışıdır.
Geri-bıraktırılmış ülkelerin tarihsel gelişiminde küçük-burjuvazinin özel bir yere sahip olması ve 1960'lardan itibaren radikalleşmesi olgusu, kaçınılmaz olarak askeri darbe dönemlerinde uygulanan pasifikasyon uygulamalarında bu sınıfın hedef seçilmesini getirmiştir. Devrimci hareketlerin içine küçük-burjuva kesimlerden önemli sayıda unsurun katılmış olması, böyle bir pasifikasyon sonrasında devrimci örgütlerin önemli bir kadro kaybını da beraberinde getirmiştir. Ancak en önemli gelişme, devrimci örgütlerin kadrosal kayıplarından çok, bu unsurların mevcut pasifikasyon ortamı içersinde "sol" unsurlar olarak önemli bir rol üstlenmiş olmalarıdır. Genel olarak "örgütsüz sol unsurlar" olarak tanımlanan, gerçekte ise devrimci örgütlerden ayrılan bu unsurlar, askeri yönetimlerin baskı ve terörüne daha az maruz kalabilmek için kendi "geçmişlerini" reddetmişler ve 1980 sonrasında emperyalist propagandayla yaygınlaştırılan neo-liberal ideolojinin savunucusu haline gelmişlerdir. Ancak bu savunuculuk, kendilerinin savladığı gibi ve de kendilerinin sundukları gibi, kendiliğinden ve kendi bilinçlerinden gelen koşullarla olmamıştır. Amerikan emperyalizminin "Project Democracy" (demokrasi projesi) ile birlikte dönüşmüşler ve bugünkü konuma getirilmişlerdir.
Bu sürecin nasıl ortaya çıktığını ve geliştiğini bilmek, aynı zamanda günümüzdeki durumu kavramak açısından büyük bir öneme sahiptir.
"Yetmişli yıllarda emperyalizm Güney'deki 'zavallı yeğenler' karşısında zafere ulaşmıştı. Sol, ya fizik olarak yok edilmişti ya da cezaevindeydi, devletin terörizmi ise toplumu etkili bir biçimde korkuya ve dehşete düşürmüştü. Sosyal adalete olan özlemlerinin sert bir şekilde cezalandırılacağı ve ütopyalara bağlanmamanın daha sağlıklı olduğu pratikte gösterilmişti.
Askeri zordan sonra ekonomik zor geldi. İnsanlar alım güçlerinde büyük bir düşüşü kabullenmeye zorlandılar, orta tabaka yoksulluğa itildi. Yine insanlar iyi bir geleceğe ilişkin rüya kurmak yerine günlük yaşamlarını sürdürebilmek için çalışmaya zorlandılar. Artık devrimin değil, ücretlerin ödeneceği günün özlemini çekmeliydiler. Parola şuydu: Becerebilen kendini kurtarsın!
1979'da aniden alarm sistemi çaldığında emperyalizm açısından Güney Amerika'da durum denetim altındaymış gibi görünüyordu: Nikaragua'da Sandinistler iktidarı almıştı. Böylece Washington'da, uzun süreli diktatörlüklerin bütün halkı kendilerine karşı birleştirdiği ve diktatöre karşı nefretin bir devrimci duruma dönüşebileceğine dair tehlikenin bilincine varıldı. Yeni bir konsepte ihtiyaç vardı.
Yeni plan üzerine uzun zaman çalışılmıştı, ancak resmi olarak 'Project Democracy' (Demokrasi Projesi), ilk defa 1983'de ABD Dışişleri Bakanı George Schulz ve ABD Enformasyon Bakanlığı USIA'nın direktörü Charles Wick tarafından komuoyuna tanıtıldı; bununla, böyle deniliyordu, 'demokrasinin alt-yapısı' demokratik çabaların dünya çapında desteklenmesi yoluyla ilerletilecekti.
Daha 1983'de Reagen yönetimi toplam 20 milyon doları ABD kongresinin haberi olmadan benzer bir hedef için harcamıştı: Dışişleri Bakanlığı, USIA ve Uluslararası Kalkınma Dairesi (AID) tarafından vakfedilen paralar, hedeflenen şeye iyi bir şekilde ışık tutuyor:
- Sosyalist Enternasyonal'in uluslararası toplantılarına ABD 'sosyal demokratlarının' katılımını sağlamak için aşırı sağcı National Strategy Information Center'e (Ulusal Stratejik Enformasyon Merkezi, eski CIA başkanı Casey tarafından kurmuştur) 50.000 dolar sağlandı. 'Sosyal demokratlar' arasında emekli Amiral Elmo Zumwalt (Nixon döneminde Ortak Genel Kurmaylığın üyesi) ve aşırı sağcı yazar Midge Decter (önceleri CIA tarafından finanse ediliyordu) vardı.
- 'Serbest piyasacılığı araştırma ve serbest piyasacılık üzerine aydınlatma merkezi' için 60.000 dolar.
- Latin-Amerika diktatörlerinin basın sözcülerinin ABD'yi ziyaretlerini finanse etmek üzere İşadamları Derneği 'Mid-American Committee'ye 162.000 dolar,
- Ernest Lefever'in 'Etik ve Kamusal Politaka Merkezi' için 200.000 dolar. Lefever, Reagen tarafından Dışişleri Bakanlığı'nın insan hakları bürosuna, Sovyetler Birliği'ndeki barış gruplarının teşvik edilmesi için atanmış, ancak başarısız kalmıştı.
-"Project Democray" için 1984 yılında daha düşük bir miktar olan 65 milyon dolar ayrılması planlanmıştı, bu para ile öncelikle partiler, enstitüler, üniversiteler, sendikalar ve gazeteler finanse edilecek, ama ABD sendikası AFL-CIO'nun uluslararası programları, yani yurtdışında demokratik, daha doğrusu anti-komünist sendikalar birliği de desteklenecekti. Tüzüğü yabancı hükümetlerin parasal desteğini yasaklayan kuruluşlara üçüncü örgütler aracılığı ile 'kara para aklanarak' iletilecekti. Tabii ki CIA de eksik olmayacaktı. Dışişleri Bakanlığı tarafından CIA'ın katılımı kesinlikle reddedilmişse de, sol eğilimli Amerikan dergisi 'Counterspy'ın yazdığı gibi, Charles Wick bir senato komisyonu önünde gizli servisin planlamaya karıştığını kabul etmiştir. State Department'in 3 Ağustos 1982 tarihli açıklamasından anlaşıldığı gibi, CIA öncelikle 'kapalı eylemlerden' sorumluydu.
'Project Democracy' için şu miktarlar öngörülüyordu:
- 'Geri kalmış ülkelerdeki ordu önderlerinin demokratik prensipleri ve demokratik hareket tarzlarını öğrenmeleri' için 1,5 milyon dolar.
- ABD vatandaşları ile yabancılar arasında 'olumlu bağlar' kuracak olan ve 'ortak değerlerin savunusuna dayanan' Transoceanic Leadership Project için 1,5 milyon dolar.
- 'Latin-Amerikalı öğrencilere önderlik eğitimi' için 500.000 dolar.
- Demokrasi ile serberst piyasa ekonomisi arasında varsayılan ilişkilerin propagandasını yapacak 'Serbest Girişimcilik Merkezi'nin kurulması için 1 milyon dolar.
-'Mülteciler için bir çekim merkezi olacak' yeni bir Sovyetler Birliği Araştırma Merkezi için 500.000 dolar.
- ABD State Department'ı, dünya çapında birçok ülkede 'Marksist diyalektik düşünceleri içeren kitapların kolayca ve çoğu kez ucuza bulunabilmesine karşılık, demokratik bakış açılarını içeren kitapların eksikliğinden' hareket ettiğinden 'dünya çapında kitap yayınlama projesi' için 4,455 milyon dolar.
- 'Honduras, Guetamala ve El Salvador'da kırsal bölgelerde yaşayanlar için yerel gazetelerin kurulmasını da' içeren 'Orta Amerika Medya Programı' için bir milyon dolar. 'Bu gazeteler başka alanların yanı sıra şu alanlarda da bilgi sunmalı: Aile sağlığı, tarım üretimi yöntemleri ve demokrasiyi desteklemenin yarar ve kazançları'.
'Project Democracy'e ideolojik alanda eşlik edecek müzik için sunulan paralar askeri harcamalarla kıyaslandığında oldukça az olmasına rağmen, bu paralar, askeri diktatörlüklerin ABD dostu demokrasilere dönüştürülmesinde azımsanmayacak bir rol oynamışlardır. Askeri rejimleri izleyen yeni sivil hükümetler, uluslararası finans-kapitalin dikte ettiği şartları itirazsız kabul etmek zorundaydılar. Sosyal ve endüstriyel gelişme gibi kendi ülkelerini ilgilendiren saçmalıklar için yer yoktu. Siviller hükümete gelirken, askerler iktidarda kalmışlardı. Diktatörlüklerin baskıcı yasaları hemen hemen tamamen devralındı ve insan hakları ihlalleri için af yasaları çıkarıldı. Emperyalizm, bir diktatörlüğün 'kontrol altındaki demokrasiye' dönüştürülmesini en mükemmel şekilde Uruguay'da başardı." [4*]
Amerikan emperyalizminin "Demokrasi Projesi" böylesine geniş kapsamlı ve çok yönlü olarak hazırlanmış ve uygulamaya sokulmuştur. Genel olarak ideolojik ve demagojik propagandaya yönelik yanıyla bu uygulama, T. Özal'ın deyişiyle, "transformasyon"u, yani soldan kendine uygun insanları devşirmeye özel bir ağırlık vermiştir. Bunun nasıl gerçekleştirilindiğini Amerikan belgelerine dayanarak G. Weber şöyle anlatıyor:
"1980 yılında İnter-Amerikan Güvenlik Konseyi için hazırlanan ve ABD dış politikasının seksenli yıllar için prensiplerinin tanımlandığı ünlü 'Santa Fe Komitesinin gizli belgesinde' şöyle deniliyordu: Savaş, insan doğasına aittir, politik-ideolojik unsur ön planda olmalıdır. Radyo, televizyon, kitap, yazı ve broşür, fon, burs ve ödül aracılığıyla Latin-Amerika aydınlarını kazanmak için bir kampanya örgütlenmelidir. Gizli döküman şu öneriyle bitiyor: 'Dış politikanın araçlarına arkadan destek verebilmek için insanların beyni kazanılmak zorundadır. Çünkü politikanın arka desteği olarak inanç, zafer için tayin edicidir.'
Santa Fe dökümanında açıklandığı gibi, aydınları fethetmeyi hedefleyen savaş baltası raftan indirildi. Olta yemi sadece 'takdir görme ve değer kazanma' değildi, ekonomik teşviklerden de oluşuyordu. Diktatörlükler sırasında üniversiteler açlığa terk edilmişti. Budama, önceleri kıtanın gözde fakülteleri sayılan tüm fakülteleri etkilemişti. Montevideo Tıp Fakültesi dünya çapında prestije sahipti ve üniversite kliniği göstermeye değerdi, burada araştırma yapılıyor, ama komşu ülkelerden hastalar da tedavi ediliyordu. Bugün Hospital de Clinicas'da araştırma için, ameliyat malzemeleri ve çarşaflar için para bulunamıyor. Manevi ilimler fakültelerinin durumu daha da kötü, çünkü bunların 'ürünleri' hemen kullanılmıyor. Arjantin'de bir felsefe profesörü ancak dolmuş parasını ödeyecek kadar ücret alıyor.
Fakültelerin açlığa terk edilmesiyle birlikte aydınlar doğal işyerlerini kaybettiler. Aynı zamanda işsiz kalan sosyal bilimcilere yeni çalışma sahası teklif edildi: Santa Fe dökümanının önceden belirlediği gibi, yabancı fonlar tarafından finanse edilen 'araştırma enstitüleri' topraktan mantar patlar gibi çıktılar.
'Project Democracy' de 'temiz' vakıflara oynamıştı. ABD Enformasyon Dairesi, 'project democracy' bütçesini senatonun dışişleri komisyonuna sunduğunda, Demokrat Parti'nin bazı üyeleri tarafından hükümetle olan sıkı bağı yüzünden eleştirilmişti. Senatör Paul Tsongas için çözüm, her büyük partinin asıl olarak vergi gelirlerinden finanse edilen bir vakfa sahip olduğu Batı-Almanya modelindeydi. Vakıf paralarını alanlar, böylece, hükümet parası olmayan 'temiz' para aldıklarını iddia edebilirlerdi. Örneğin Alman Friedrich-Ebert Vakfı, yetmişli yıllarda, komünistlerin iktidara gelmesini önlemek için Portekizli sosyal-demokratlara mali yönden büyük destekler vermişti...
'Otuzlu yıllarda, Latin-Amerika'da, yabancı vakıflardan mali destek almayı kabul eden bir solcu aydını bulabilmek pratik olarak mümkün değildi. Bugün enstitüsü, bir Avrupa ya da Kuzey Amerika vakfı tarafından finanse edilmeyen bir sosyal bilimciyi bulmak çok zor.' Bunu ABD sosyologu James Petras, Uruguaylı haftalık dergi Brecha da 'Latin-Amerika Solunun Başkalaşması' başlıklı bir makalesinde yazıyordu. Sona eren seksenli yıllar yeni bir aydın tipi doğurdu, Gramsci'nin 'organik aydınını' değil, emperyalizm tarafından finanse edilen ve ülkesinin toplumsal mücadeleleriyle bağı olmayan 'kurumsallaşmış aydını'.
Yabancı finans kaynakları, vakıflar ve aydınlar arasında olan ilişki çok yönlü ve ince bir ilişkidir, ne doğrudan müdahele ne de kaba sansür uygulaması vardır. Ekonomik bağımlılığı gizlemek için aydına, geniş bir hareket özgürlüğü tanınır...
Altmışlı yılların sonuna doğru, hemen hemen hepsi solcu olan aydınlara karşı genel saldırı, gazetelerin kapatılmasıyla başladı, sol gazeteciler işlerini kaybettiler, yüksek öğretim üyeleri üniversitelerden kovuldular. Çoğu cezaevlerine atıldı ya da öldürüldü. Diktatörlük sırasında 'enstitüler', bir teorik boşlukta baş gösterdiler, vakıflar, desteği hak etmenin şartlarını geniş tuttular. Entellektüellere belli bir hareket serbestisi tanıyorlardı, parola şuydu: Kafayı kuma gömmeli, dikkat çekmemeli, ayakta kalarak yaşamalı. Bir kez vakıfların çanağına bağlanınca, generaller elveda deyip demokrasiler başlayınca da ayrılmadılar. Bunlar için çalışma piyasası değişmedi, çünkü siviller de üniversitelere para yatırmıyordu. Kim sürgünden geliyorsa, o genellikle yabancı finansman kaynakları ile birlikte 'projesini' de beraberinde getiriyor.
Bu 'projelerin' ilk dalgası, temasal olarak öncelikle insan haklarına ve yeni ekonomik modelin araştırılmasına yönelikti; ikinci dalga yeni toplumsal hareketleri araştırma ve üçüncüsü de demokratikleşme süreci ve dış borçlar problematiği üzerine yoğunlaştı." (abç) [5*]
İşte bu şekilde ideolojik propaganda için kazanılmış yeni unsurlarıyla emperyalizm ve oligarşiler, basın-yayın alanından eğitim alanına kadar pekçok alanda ideolojilerini sunan ve geçmişteki "sol" görünümleriyle güven sağlamış kişilerle toplumsal yapıyı etki altına aldılar. Emperyalizmin ve oligarşilerin bu yeni adamları, sol söylem kullanmaya devam ederek, serbest pazar ekenomisi ile demokrasi arasında varolmayan ilişkiyi yıllarca öğrencilerine ve kitlelere propaganda ettiler. Tüm olguları, birbiri ardına sıralayarak, ama bu olgular arasındaki diyalektik ilişkiyi gizleyerek, felsefik olarak pozitivizm ile pragmatizmin yaygınlaşmasını sağladılar. Daha düne kadar "kendilerinden" olduğunu bildikleri yazarların, gazetecilerin, öğretim üyelerinin bu yeni işlevlerini fark etmeyen ilerici kesim bunları dinlemekte bir sakınca görmediler. Ülkemizde olduğu gibi, 1980'lerin başlarında Asaf Savaş Akat, Çağlar Keyder gibi ekonomistler, Amerikan emperyalizminin istediği doğrultuda yazdıkları ekonomik yazıları, ilerici olarak bilinen gazetelerde ve yayınevlerinde yayınladılar. İhracata yönelik sanayileşme üzerine bu ekonomistlerin yaptığı yoğun yazınsal faaliyet, Gramsci'nin yazılarının çevrilerek birbiri ardına yayınlanmasıyla birlikte geliştirildi. Gramsci' nin burjuva toplum anlamındaki "sivil toplum" değerlendirmeleri, askeri yönetime karşı, yani askeri yönetimin toplumuna karşı sivil iktidarları tanımlayan bir değerlendirmeymiş gibi sunuldu. 1990'larda yaygın olarak kullanılmaya başlanılan "sivil toplum örgütleri" tanımlamaları -ki demokratik kitle örgütlerinin yerine kullanılmaktadır- yapılan çarpıtmanın boyutlarını gösterecek niteliktedir.
Ve bu dönemde en önde gelen yayın kuruluşu Kavala Holding tarafından finanse edilen İletişim yayınları olmuştur. Cezaevlerinden çıkmış, işsiz ve mesleksiz pekçok eski devrimci, bu yayınevinin çatısı altında topluma yeniden entegre olabilmeye yetecek bir süre için "yazar" olarak işe alındılar. Ve Yeni Gündem dergisi İletişim yayınları tarafından yayınlanmaya başlandı.
Eğitim sisteminin YÖK'le birlikte Amerikan emperyalizminin Demokrasi Projesi için kullanılmasıyla birlikte bozulması, yeni öğrencilerin genel kültür ve aktüel haber üzerine bilgisiz bırakılmasını getirdi. Bu alandaki boşluk da, birbiri ardına yayınlanan ansiklopedilerle dolduruldu. Bütünsel bir bilgi yerine parçasal ve soyutlanmış bilgiyi içeren ansiklopediler, İletişim yayınlarının çıkardığı "Sosyalizm Ansiklopedisi" ile ulaşabileceği en son noktaya kadar ulaştı. Artık sosyalizme ilişkin bilgiler de parçasal ve tekil olarak bulunabilecekti. Böylece yeni kuşak, bütünsel bilgiden uzak tutularak, bilginin tekil ve parçasal olduğu şeklinde bir kavrayışla yetiştirildi. Tupamaros'un bir yöneticisinin Uruguay gençliği arasında gördüğü durumu anlatırken söylediği şu sözler, bu kavrayışın devrimci pratik açısından sonuçlarını açık bir biçimde ortaya koymaktadır:
"... bugün bir çok genci birlikte tartışırken görünce, analiz yapma veya sonuç çıkarma yeteneğinden yoksun olduklarının farkına varırsın. Kimse onlara gidip, şunu veya bunu yapacaksınız demezse, onlar tarafından hiç bir şey yapılmıyor. Kendilerine ne yapılacağını söyleyen birisine ihtiyaçları olduğunu söylüyorlar."
Ancak yapılan karşı propaganda salt bunlarla sınırlı değildi. Ekonomiye ilişkin alandaki yayınların yanı sıra, sanat ve edebiyat alanında da benzer yayınlar geniş ölçüde yapılmaya başladı. Her türlü sınıfsal özünden arındırılmış her alanda yapılan bu yayınlar içersinde romanlar bir dönem için özel bir yere sahip olmuştur. Latife Tekin'den Orhan Pamuk'a, Ahmet Altan'dan Duygu Asena'ya kadar pekçok "romancı" piyasaya sürüldü. Yoğun bir terör ve pasifikasyon ortamında sindirilmiş ve kendi evine kapatılmış ilerici kesim için dünyayla bir iletişim aracı olarak düşündükleri bu romanlar önemliydi. Bir yandan kendileri okurken, diğer yandan çevrelerinde bu romanların tanıtımını yaptılar ve yeni kuşağın okuması için çaba gösterdiler. "12 Eylül romanları" olarak da bilinen bu romanlar, yeni yetişen kuşağın bilincini, dünyaya bakışını ve düne yönelik bilgilerini biçimlendirdi. 1980 öncesinin devrimci mücadelesi ve devrimciliği bu romanlarda işlenen çarpıtmalar, bozmalar düzleminde yeni kuşak tarafından "öğrenildi".
Bu romanlarda işlenilen ortak temaya göre, 1980 öncesi devrimci mücadelesi içersinde bireylerin "bireysellikleri" ve "kimlikleri" yok sayılmıştı; bu mücadele içersinde bireylerin "özel hayatları" bir yana itilmiş ve bireyler kendi "özel"liklerini yitirmişlerdi. "Bacı edebiyatı" diyerek tüm geçmiş devrimci mücadele bir kalemde karalanmaya çalışıldı. Ve Cumhuriyet gazetesinin "Hızlı Gazetecisi" bu romanların çizgi alanında destekcisi olarak birden popülerleşti. Artık hemen her yerde "bacı" sözcüğü üzerine konuşulmaya ve bu sözcüğü kullananlarla alay edilmeye başlanıldı. Böylece adı konulmadan "serbest aşk" piyasaya sürüldü. 12 Eylül askeri yönetimi tarafından özel olarak yaygınlaştırılan porno video filimleriyle zamandaş olarak ortaya sunulan bu yaklaşım kısa sürede (ve adı konulmadan) benimsendi. Ve böylece bireylerin "kendi özel hayatları" ile devrimci mücadele birbirinden ayrıldı. Bunun sonucu olarak bir kişi devrimci olmak istediği takdirde, kendi "özel hayatından" uzaklaşmak ya da bu hayatını düzenlemek zorunda kalmayacağı düşüncesi yaygınlaştı. Oysa devrimci mücadeleye ilişkin az çok bilgisi olan bir kişinin kolayca kavrayacağı gibi, kollektif ve toplumsal bir mücadeleyle böylesi bir düşünce kesinkes bağdaşmaz. Özellikle illegal örgütsel faaliyetlerde böylesi bir düşünce, örgütsel faaliyetin içten bozulmasını ve çözülmesini getirecek kadar tehlikeli sonuçlar verebilecektir.
Tüm bu gelişmelerin sonucunda yeni kuşak, kendi özel yaşamı ile örgütsel faaliyet arasında kesin bir ayrım olması gerektiğine inandırıldı. Kendi özel yaşamına müdahele eden, özel yaşamını örgütsel faaliyete tabi kılan anlayışa karşı çıkılması gerektiğini düşünenlerin sayısı arttı.
Burjuva demokratik haklardan birisi olarak kendilerine kavratılan "kişinin özel hayatının dokunulmazlığı" kişinin her yerde her istediğini yapabileceği şeklinde kavranıldı ve böylece örgütsel faaliyet alanına yansıdı. 1980 öncesinin devrimciliği "dinazorluk" olarak karalanırken, yeni genç kuşak tüm propagandaya karşı korumasız hale getirildi.
"60 Günlük Birşey"ler yaygınlaştı. Geçici ilişkiler, kalıcı ilişkilerle yer değiştirdi. Ve tüm bunların anti-Marksist olduğu bilinmeksizin Marksizm adına benimsenildi. Ve öyle bir bireyselleşmiş bireyler ortaya çıkarıldı ki, bunlar kendi kendilerine ve mevcut kavrayışları ile devrimci mücadeleyle kesinkes çatışır duruma gelmişti. Her türlü örgütlülüğü, kollektif faaliyeti ve yaşamı, kendi bireyselliğine ve özel yaşamına vurulmuş bir zincir gibi gören bu yeni kuşağın bilinci "nesnel gerçek" haline geldi.
Edebiyat alanındaki bu propagandanın sinema alanındaki uygulayıcısı Sinan Çetin ve resim alanında Bedri Baykam oldu.
Aynı dönemde devlet televizyonu Atila İlhan'ı "keşfetti"! 12 Eylül öncesinin devrimcilerini ve devrimci mücadelesini karalayan romanlar yanında Atila İlhan'ın romanları, ülkemiz tarihinin son elli yılını aynı perspektiften ve aynı amaçlarla karalıyordu. Çekilen diziler, dönemin yapılmak istenilenlerini açık bir biçimde yansıtıyordu: Kartallar Yüksekten Uçar ve Yarın Artık Bugündür. Aynı zaman diliminde Murat Belge'nin "soyut gelecek için somut bugünden vazgeçilemez" sözleriyle tanımlanan "felsefe", böylece televizyon dizileriyle desteklendi ve yaygınlaştırıldı. Artık yarınsız ve dünü tümüyle reddeden bir bugün anlayışı toplumsal ölçekte üretilmeye başlandı. Sürekli enflasyon ortamının getirmiş olduğu ekonomik istikrarsızlık (yarınsızlık) ile kendi maddi temelini bulan bu anlayış, giderek günlük düşünüp, günlük yaşamayı bir nitelikmiş gibi insanlara kabul ettirdi. Bireyin kendi bireyselliğini yaşaması, dünü ve yarını düşünmeksizin bugünde, somut bugünde yaşaması her türlü araç kullanılarak meşru kılındı. Artık herkes bir küçük-burjuva olmuştu ve her küçük-burjuva gibi, "ne sevimli, ne ilginç, ne eşi bulunmaz insanım, ama gel gör ki, bırakmıyorlar dilediğim gibi yaşayayım" [*] diyerek devrimci mücadeleden uzak durmaya başlamışlardı.
1986 yılına gelindiğinde bireyselleşme ve bireycilik toplumsal ilişkiler alanından politik alana yansıtıldı. Ve her türlü örgütlülüğe karşı bir girişim olarak Kuruçeşme Toplantıları düzenlenmeye başlanıldı. Ve artık ekilen tohumların politik alanda biçilmesi vakti gelmişti.
1990'a kadar ağırlıklı olarak basın-yayın alanında sürdürülen bu emperyalist propaganda, yeni yetişen kuşağı tümüyle etkisi altına almıştı. 1986-90 arasında sol birlik tartışmaları adı altında yapılan toplantılarla, propaganda, Marksist-Leninist ideolojiye yönelik saptırma, çarpıtma ve saldırıya dönüştürüldü. Özellikle cezaevlerinden çıkan sol örgüt kadrolarının, gerek devlet terörüyle yeniden yüzyüze gelmemek için, gerekse karşı karşıya kaldıkları ailesel ve toplumsal baskılardan kurtulmak için, gerekese de yeniden devrimci mücadelenin zorluklarına göğüs geremeyecekleri için, bu ideolojik saptırma ve saldırıları benimsemeleri gündeme geldi. Cezaevinden izledikleri ve dışarı çıktıklarında karşılarına çıkan yeni "dünya" içinde kendi küçük-burjuva bireycilikleri ile yaşayabileceklerini görmeleri, bu ideolojik saptırmalara katılmalarını genişletti. Artık cezaevinden her yeni çıkan, yapılmış ideolojik propagandayı kendi yaşam öyküsünden alıntılar yaparak desteklemeye başladılar. Onların bir dönemlerin devrimcisi olduğunu düşünen ve bu yüzden kendilerini dinlemeye hazır yeni genç kuşak, bu öykülerle, o güne kadar kendilerine yönelik propaganda arasında uyum olduğunu düşünmek zorunda kaldılar. Böylece, 1980 öncesinin devrimciliğiyle ve devrimci örgütlülüğüyle hiçbir ilişkisi olmayan yeni tip bir "devrimcilik" "meşruiyet" kazanmış oldu.
1990 ve sonrası ise, basın-yayın alanından televizyon ve radyoculuğa geçişle belirlenmiştir. Doğrudan T. Özal'ın denetimi altında kurulan Star televizyonu, bu yeni dönemin ilk adımını oluşturdu. Bir yandan özel televizyon yayını başlatılırken; diğer yandan kimi gazeteciler radyo ve televizyon yayıncılığı üzerine "mesleki eğitim" için Amerika'ya yollandı. Bunlar arasında Ali Kırca, Ufuk Güldemir en göze çarpan kişiler oldu. Bunlar "eğitimlerini" tamamlar tamamlamaz yeni açılan özel televizyonlarda haber programlarının başına getirildiler.
"İnsanların beyni kazanılmıştı". Kimileri doğrudan "yeni dünya düzeni"ne ikna edilmişler, kimileri çeşitli kariyerlerle satın alınmışlar, kimileri de karşı karşıya oldukları ekonomik sıkıntılardan kurtarılarak kazanılmıştı. Artık yapılması gereken bunların yarattığı ve yaratacağı yeni ilişkilerin toplanması, örgütlenmesiydi. İşte 1991 yılına girildiğinde T. Özal'ın "yeni" bir Amerika gezisiyle birlikte "iç barışı sağlamak amacıyla cezaevlerinde yatanların çıkartılması" gündeme getirildi. Ve T. Özal, Amerika'dan döner dönmez infaz yasasında değişiklik yapılarak cezaevlerinde bulunan siyasi tutsakların "şartlı olarak tahliye edilmeleri" sağlandı.
1991 yılının Nisan ayında çıkartılan yeni infaz yasası, cezaevlerinde tutsak bulunan binin biraz üzerindeki siyasi tutsağın tahliyesine olanak sağladı. Bu siyasi tutsaklar, şu ya da bu düzeyde de olsa, 12 Eylül öncesinin devrimci örgütlenmelerin yöneticileri ya da en ileri kadroları durumundaydı ve cezaevinde kalmış bulunan son kişilerdi. Bunların kendi örgütlülükleri içinde önemli bir yerleri ve etkileri olduğu kesindi. Ki hemen hemen tüm örgütlenmelerin yöneticileri bunlar arasında yer alıyordu. Dışarının değiştirilmiş sol ilişkileri içersinde bunların ne yapacakları önceden kesin olarak bilinmese bile, ellerindeki kimi veriler ve bilgiler, bunların yönlendirilebileceğini gösteriyordu. Yine de yöndendirilemeyenlere karşı oligarşinin klâsik yöntemi, yani zor uygulaması her an uygulanabilecek durumdaydı. Nitekim infaz yasasıyla çıkan kimi örgütlerin yöneticileri, yasal alanda kalırken kendi illegal örgütsel faaliyetlerini sürdürmeleri durumunda olduklarında çok sıradan nedenlerle tutuklandılar.
Ancak bu olayların içersinde en önemli operasyon, infaz yasası ile tahliye edilmiş kimi sol örgüt yöneticilerinin yasal örgütlenmeler kurmalarının teşvik edilmesi ve bu yöndeki faaliyetlerinin mali olarak desteklenmesi olmuştur. Özel olarak Mesut Yılmaz tarafından yürütülen bu operasyon, tahliye olmuş çeşitli sol unsurların "birleşik" bir sol parti içinde örgütlenmelerini sağlamak ve bu örgütlenme için bütçeden belli bir paranın ayrılmasını temin etmek şeklinde olmuştur.
Şüphesiz Amerikan emperyalizminin ülkemizde uygulamaya soktuğu "demokrasi projesi" kendi planladıkları düzeyde ve yönde hiçbir engelle karşılaşmadan sürdürülebilmiş değildir. Örneğin 1991 Nisan ayında T. Özal tarafından gündeme getirilen infaz yasasında değişiklik yapılarak siyasi tutsakların tahliye edilmeleri yönündeki girişim, TBMM'de DYP'nin muhalefeti ile karşılaşmış ve istenilen biçimde çıkartılamamamıştır. Anayasa Mahkemesinin yasaya ilişkin 31 Temmuz 1991 tarihli kararıyla bu engel aşılabilmiştir.
1991 Ekim ayında yapılan Genel Seçimler' de DYP birinci parti olarak çıkmış ve Demirel, SHP ile koalisyon hükümeti kurmuştur. Bu gelişme, o ana kadar uygulanmış olan projenin yeni bir evreye geçirilebilmesi için de yeni olanaklar sağlamıştır. Özellikle SHP'nin hükümette olması yasal alanda yeni sol örgütlenmelerin sağlanması için uygun bir ortam oluşturmuştur. SHP'li bakanlıklar aracılığıyla bu oluşum içinde olacak bireylere çeşitli olanaklar aktarılmaya başlanmıştır. Cüneyt Canver ve Fikri Sağlar bu faaliyetlerde öne çıkan isimler olmuştur. [**]
Elbette ekonomik, toplumsal ve siyasal olaylar nesnel süreçlerdir, dolayısıyla öznel müdaheleler her zaman istenilen sonuçları veremeyeceği gibi, istenilen zamanda da etkili olamazlar. Gelinen noktada "demokrasi projesi" pekçok sonuçlarını tam olarak sağlayamayacak durumda olmuştur. PKK'nin sürdürdüğü gerilla savaşı ve bunun giderek kitlesel direnişlere dönüştüğü 1992 yılında "demokrasi projesi"nin pekçok uygulaması yavaşlatıldı ve hatta kimi durumlarda tümüyle durduruldu. Uygulamanın sürdürülmesi için öncelikle koşulların daha elverişli hale getirilmesi için tüm yoğunluk PKK üzerine yöneltildi. 1993 Mart ayında PKK'nin "ateş-kes"e ikna edilmesi bu yönde atılmış en önemli adımı oluşturuyordu. Özellikle legal alanda örgütlenme yapmak durumunda olacak olan eski sol unsurlar açısından önemli bir sorun olan Kürt sorunu ve PKK'nin silahlı eylemleri, bu gelişmeyle birlikte aşılabilir hale getiriliyordu. Ama yukarda da belirttiğimiz gibi, herşey öznel istemlere göre gelişmez. Sınıflı toplumda çeşitli sınıf ve tabakaların değişik istemleri ve bunlara yönelik faaliyetleri çeşitli bileşimler ve oluşumlar oluşturur. İşte bu oluşumların bazıları T. Özal aracılığıyla yürütülen projenin uygulamasını kimi zaman kesintiye uğratmış, kimi zaman tümüyle durdurmuştur. Ve 1993 ortasında T. Özal'ın ölümü, Demirel'in Cumhurbaşkanı oluşu, DYP'nin başına T. Çiller'in, SHP'nin başına Murat Karayalçın'ın getirilmesi, bu yönde etkide bulunmuştur. İlk anda T. Çiller ve M. Karayalçın, Özal tarafından yürütülen projenin sürdürücüsü olarak düşünülmüştür. Kendi medyalarının sözleriyle her ikisi de Özal'ın misyonunu benimsemiş kişilerdir. Ancak gelişen olaylar, her ikisinin de kendi işlevlerini farklılaştırmıştır.
Bu farklılaşmanın en önemli etmeni Genel Kurmay'ın "demokrasi projesi"nin kimi uygulama ve açılımlarına karşı tavır almasıyla ortaya çıkmıştır. Özellikle T. Özal tarafından dile getirilmeye başlanan Kürt sorunun "barışçıl çözümü" Genel Kurmay tarafından kesinkes reddedilmiştir. Ve birbiri ardına yapılan Amerika gezileriyle projenin uygulamasında kısmi değişiklikler yapılması karşılıklı "kabul görmüştür". (Ancak Amerikan emperyalizmi bir yandan oligarşi içindeki çelişkilerin boyutlarına göre bazı uygulamalara sessiz kalırken, diğer yandan Kuzey Irak üzerinden kendi yönündeki uygulamaları sürdürmeye devam etmiştir.) Böylece tüm süreç 1993-95 arasında önemli bir duraksamaya uğramıştır. 1996 yılına girildiğinde ÖDP'nin kurulmasıyla süreç yeniden canlanmaya başlamıştır.
Amerikan emperyalizmi için kendi projesini uygulayabilmesinde özel bir yere sahip olan vakıflar, ülkemizde de oldukça önemli bir işleve sahip olduğunun altı çizilmek zorundadır. Bu konuda "temiz vakıflar" olarak "68'liler Vakfı" ile İHV özel bir yere sahiptir. Bu vakıfların varlıkları ile yoklukları arasındaki ilişki, sadece gördükleri işlevlerle belirlenmiştir. 1996 ortalarında Murat Belge, Akın Birdal ve Yavuz Öner'in Ankara'da Amerikan Büyükelçiliği'nde CIA yöneticileriyle birlikte yaptıkları ünlü "kahvaltı" sanırız ilişkinin ne boyutlarda olduğunu göstermeye yetecektir.
Amerikan emperyalizminin 1980 sonrasında geri-bıraktırılmış ülkelerde uygulamaya soktuğu "project democracy"sinin ülkemizdeki tarihi özet olarak böyle gelişmiştir.
Bu sürecin en önemli sonucu, hiç tartışmasız, yeni bir kuşağın tüm geçmiş kuşaklardan farklı özelliklere sahip olması olmuştur. Bu farklılığın yarattığı durumu Tupamaros'un bir yöneticisi G. Weber'in bir sorusunu yanıtlarken Uruguay somutunda şöyle ifade etmektedir:
"Sen yürütme komitesi içersinde gençlik çalışması sorumlususun. Daha yeni genç bir kadın bana şöyle dedi: Ne yapmam gerektiğini biliyorum, burada siyasal çalışmanın nasıl yapılacağını da biliyorum, ama biz gençler hepimiz biliyoruz ki, bunu yaparsan tutuklanacaksın, ırzına geçilecek, işkence göreceksin. Bu korkuyla ve bizi bekleyenin ne olduğunun bilinciyle nasıl siyaset yapalim?
Evet, bu olguyu ben de görüyorum. Ama bunun yanı sıra bilgi eksikliği, genel tarihsel bilgi eksikliği, ama MLN üzerine de pek fazla bir şeyin bilinmemesi de bir rol oynuyor. Sendic' in cenaze töreninde gençler de vardı, ama çoğunluk Bebe'nin kim olduğunu bilen, ne yaptığını kendi tecrübelerinden bilen yaşlı insanlardı. Gerçi orada gençler de vardı, ama genç insanların bir yürüyüşü değildi. Raul'un mücadelesini bilmiyorlar, onun kişiliğinin toplumda hangi derin değişikliklere yol açtığından bihaberler. Ve ayrıca diktatörlük sırasında korkunçz bir otoriterliğin hakim olduğunu da görmelisin ve bu gençliğin kafasında insiyatifi ele alma yeneneksiziliğini bıraktı. Otoritarizm yabancılaşmaya yol açtı. Bu, bugüne kadar devam etti, ve bugün bir çok genci tartışırken görünce, analiz yapma ve sonuç çıkarma yeteneğinden yoksun olduklarının farkına vararsın. Kimse onlara gidip, şunu veya bunu yapacaksın demezse, onlar tarafından hiç bir şey yapılmıyor. Kendilerine ne yapılacağını söyleyen birisine ihtiyaçları olduğunu söylüyorlar. Bu diktatörlüğün eğitim ve kültür alanında bıraktığı sonuçtur. Ve nihayet Uruguay'da birazcık da olsa tüketim toplumuyla hiçbir ilişkisi olmasa da, tüketim toplumu ideolojisi yönetiyor." (abç) [6*]
İşte genel olarak tüm geri-bıraktırılmış ülkelerde, özel olarak ülkemizde karşı karşıya olunan toplumsal ve siyasal ilişkiler böyle bir yapı içersinde şekillenmektedir. Askeri darbelerden sonrasında karşı karşıya bulunulan bu durum, kaçınılmaz olarak solda bir dizi tartışma ve sapma ortaya çıkarmıştır. Latin-Amerika ülkelerinde pekçok sol örgüt, kendi çizgileri doğrultusanda yeni süreçte faaliyetlerini sürdürmeye çalışmışlar, ancak karşı karşıya oldukları bu yeni ilişkilerde etkili olamadıklarını ya da etkili olamayacaklarını düşünerek "yeni politikalar"a yönelmişlerdir. Bu yöneliş, bir yandan kendi çizgileri ile kesin bir kopuş gündeme getirirken, diğer yandan yeninin belirlenememesini getirmiştir. Böylece, belirgin bir politik çizgiye, stratejiye sahip olmaksızın yürütülen politik faaliyetler, hemen hemen tüm Latin-Amerika'da egemen olmuştur. Silahlı propagandayı savunan ve yürüten pek çok örgütün bu süreçte belirsizliğe düşmesi olgusu, aynı zamanda bu sürecin belirsizliğinin de bir ürünü olmuştur. Gerek eski kadroların yaşanılan süreçte önemli bir yıpranmışlığa sahip olması, gerekse illegal silahlı örgütlenmelerin hem maddi olanaklar açısından, hem de yeni kadrolar açısından büyük bir sorunla yüzyüze kalmaları, kaçınılmaz olarak "yeni politikalar"a yönelik arayışı ve bu yöndeki düşünceleri güçlendirmiştir.
Ülkemiz somutunda da benzer gelişmeler ve sonuçlar ortaya çıkmıştır. Oligarşinin 1991 sonrasında illegal örgütlenmelere yönelik imha operasyonları devrimci örgütlerin kendi çizgileri doğrultusundaki faaliyetlerinin ağır bedeller ödemek zorunda kalacağını açık biçimde göstermiştir. Bir yandan legalist sol örgütlenmelere oldukça geniş çalışma olanakları açılırken, diğer yandan illegal örgütlenmelere yönelik imha operasyonları, kaçınılmaz bir biçimde yeni kuşağın politik tercihlerini de belirlemiştir. Bu durumun en tipik sonucu, kadro sorununda ortaya çıkmıştır. Bir taraftan yeni kadro sağlanmasında önemli sorunlar yaşanırken, diğer taraftan kadrolaştırılabilinen az sayıda yeni unsur, içinde yetiştikleri ortamın alışkanlıklarıyla, kavrayışlarıyla örgütlerin içersine girmişlerdir ve bu alışkanlıklar, kavrayışlar ile illegal faaliyet arasındaki kesin farklılıklar bir dizi örgütsel sorun ortaya çıkarmıştır. Neredeyse romantizm boyutlarına varabilen bir gerilla savaşı anlayışına sahip örgütlenebilmiş çok az sayıdaki yeni kadro, yine oligarşinin imha operasyonlarıyla yüz yüze geldiklerinde önemli bir ikilem içersine düşmüşlerdir. Ancak onların karşı karşıya kaldıkları ikilem, asıl olarak henüz örgütlenmemiş, ancak politik olarak aktif hale gelen yeni unsurlar açısından çok daha önemli sonuçlar oluşturmuştur. Onların her biri Che Guevara gibi gerilla olmak istemektedirler, ancak alışkanlıkları, kavrayışları ve yaşam karşısındaki konumları böyle bir gerilla olabilmek için vermeleri gereken özveriyle, olması gereken nitelikle çelişmektedir. Bu çelişki, onları politik olarak birşeyler yapabilecekleri, ama oligarşinin doğrudan zoruyla daha az karşı karşıya kalacakları faaliyetlere yönelmelerini getirmiştir.
Ancak böyle bir çelişki, yeni kuşağın, devrimci mücadeleyi içinde yetiştikleri ortamda edindikleri bilgilerle "öğrenmiş" olmalarından ve bu bilgilerin kesinkes çarpıtılmış ve eksik bilgi olmasından kaynaklanmaktadır.
Yeni kuşak, içinde bulundukları ilişkilerde her türlü nesnel bilgiden uzak tutulurken, yazılı ve görüntülü basın tarafından (moda sözcükle medya) kendilerine sunulan hazır, kurgusal (montaj) bilgilerle yetinmek zorunda bırakıldılar. Devrim, devrimcilik, devrimci mücadele, örgütsel faaliyet, örgüt vb. hakkındaki tüm bilgileri bu kurgusal bilgilerle sınırlıydı. [***] Böylece, Tupamaros yöneticisinin de belirttiği gibi, "bilgi eksikliği, genel tarihsel bilgi eksikliği", örgütler ve örgütsel faaliyet üzerine bilgi eksikliği, nesnel bilgi ile kurgusal bilgi arasındaki farklılıkla belirlenen bir zıtlık olarak ortay açıkmaktadır. Yazılı ve görüntülü basının, romanların, filimlerin, televizyon dizilerinin, aktüel haberlerin kurgusu içinde ve kurgusuyla devrimci mücadeleye ilişkin olarak elde edilen bilgiyle "bilgi sahibi" kılınan yeni kuşak, eski devrimcilerin yozlaşmış ve yozlaştırılmış ilişkileri içinde, bu bilgilerinin doğru olduğu kanısına ulaştılar. Bunun sonucunda devrimci mücadele ile kesinkes çatışan ve devrimci mücadeleden dışlanması kaçınılmaz olan anlayışlar ve davranışlar, bu bireyler tarafından doğal bir anlayış ve davranış olarak kabul edildi ve pratikte de ona göre hareket etmeye başladılar. Bu durum devrimci örgütlerce de facto kabul edildi. Ama bu şekilde kabul edilen durum, pratikte yeni çatışmalar yaratmadan var olamazdı ve öyle de oldu. Yeni kuşağın medyadan öğrendiği ve doğruluğundan hiç şüphe duymadığı devrimcilik ile devrimci mücadelenin kendi gerçekliği arasında çıkan bu çatışma, kaçınılmaz bir biçimde kurgusal bilgiyle şekillendirilmiş devrimciliğin dışlanmasını getirdi. Ama bu da örgütlerin kadro yitirmesi, yeni kadro sağlayamaması sonucunu doğurdu.
Böylece devrimci örgütler yeni bir ikilemle yüz yüze kaldılar. Ya örgütsel ilişkileri geliştirmek için yeni kuşağın durumunu, bilincini, kavrayışını görmezlikten geleceklerdi; ya da örgütsel ilişkilerin daralmasının getirdiği sorunlara göğüs gereceklerdi. Ve solda egemen olan oportünizm, dönemin pragmatik anlayışıyla birleşerek, ilk yolun seçilmesini getirdi. Ancak yeni kuşağın devrimci mücadelenin nesnel gerçekliği ile çatışan özelliklerinin görmezlikten gelinmesi uzun dönemde bu özelliklerin benimsenmesini ve tüm örgütsel ilişkileri belirlemesine olanak tanımak anlamına geliyordu. Sonuçta, bu yolu benimseyen örgütlenmeler, yeni bir ikilemle karşı karşıya kaldılar: Ya yeni kuşağın kurgusal bilgisine uygun bir politik çizgi oluşturacaklardı, ya da tüm örgütsel yapıyı eski dönemdeki haline getirmek için dağıtacaklardı. Ve yine her zaman olduğu gibi ilk yol benimsendi. Günümüzde yaygınlaşan eklektizm bu yolun kaçınılmaz anlayışı oldu.
Bilginin tekil ve parçasal olduğu kavrayışıyla sekillenmiş yeni bir devrimci kuşak, eklektizmin kendi kavrayışlarıyla olan uyumunu görerek, sorgulamadan benimsemek durumunda kaldılar. Bu öylesine bir doğallık olarak görülmek durumundaydı ki, parçasal, tekil konuların mevcut düzenle, sınıflarla bağlantısız olarak ele alınabileceği ya da alındığı görüntüsüyle desteklenmiştir. Kadın sorunu, çevrecilik, gibi tekil ve parçasal konuların sistemle, sınıflarla ilişkisiz olarak ele alınması, bu kavrayışları pekiştirmiştir. Her sorunun kendi bütünselliğinden koparılarak ve bağlı olduğu bütünden soyutlanarak ele alınıp çözülebileceği düşüncesi egemen düşünce olmuştur. Böyle bir düşünce ortamında eklektizmin yaygınlaşmaması için hiçbir engel bulunmamaktadır.
Kimi örgütlerin bu durumu gözetmeksizin yürüttükleri ajitasyon, onların bilincindeki çarpık ve eksik bilgiyi kalıcı hale getirmiştir. Bunun sonucu olarak da, yeni devrimci kuşak, kendisini gerçeklikten uzak, hayali bir devrimcilik ve devrimci mücadele içersinde tanımlamışlardır. Açık alanlarda Che Guevara bereleriyle, askeri düzen gibi bir görüntüde (ki bu askeri düzenden çok ilkokul öğrencilerinin izci düzeni durumundadır) kendilerini ortaya koymaları ile gizli faaliyet arasındaki kesin fark, ancak yaşanılarak öğrenilecek durumdadır.
Yine aynı çelişki, kitlesel hareketlerde de pasifikasyonun açık etkilerinin görülmemesini ve giderek kendi örgütsel çizgilerinin "yetersizliği"ni açığa çıkarmaya başlamıştır. Gerek Gazi olayları ve sonrasındaki gelişmeler, gerekse öğrenci hareketinde görülen olaylar ve sonuçlar, legal alanda faaliyet gösteren oportünist kesimlerin politikalarına yönelik bir kaymayı kaçınılmaz hale getirmiştir. Pragmatik bir anlayışla somutlaşan bu kayış, giderek eklektik bir teorinin yapılmasına yönelmiştir. Özellikle karşı karşıya kalınan kadro sorunu, daha tam deyişle, yeni kadroların kitle içersindeki politik gelişmeyle kıyaslanamaycak kadar çok az sayıda olması, silahlı mücadeleyi savunan ve sürdüren örgütlerin giderek sağa kaymasını getirmiştir. Kimi örgütlerde bu sağa kayma şeklinde ortaya çıkmamakla birlikte, örgüt içi önemli "hesaplaşmalar"ın yaşanmasının getirdiği durgunluk şeklinde de ortaya çıkmaktadır. Bu durumda olan örgütler için sağa kayış yarının sorunudur.
Amerikan emperyalizminin 1980 sonrasında tüm geri-bıraktırılmış ülkelerde uygulamaya soktuğu demokrasi projesinin silahlı devrimci örgütleri karşı karşıya bıraktığı bu sorun, günümüzde en önemli sorun olarak durmaktadır. Pekçok Latin-Amerika ülkelerinde görüldüğü gibi, bu sağa kayış, tümüyle yeni yetişen devrimci kuşağın, oligarşik yönetim tarafından sistemli bir biçimde ideolojik olarak etki altına alınması karşısında koşullara boyun eğilmesinin sonucu olmuştur. Elbette sağa kayış hemen gerçekleşmemiştir. Pekçok örgüt, karşı karşıya oldukları durumu az ya da çok tahlil ederek, bu koşulları değiştirmek için kendi çizgilerinde mücadeleye devam etmişlerdir. Ancak silahlı devrimci örgütlerin bu mücadelesi, ilk anda kamuoyunda etki uyandırmışsa da, kısa bir süre sonra kitlelerin uzak durması sonucunu vermiştir. Askeri darbe koşullarında devrimci mücadele içinde bulunan, ama bu mücadele içinde yıpranmış ve mücadele kararlılığını yitirmiş kadrolar için bu durum uygun bir ortam yaratmıştır. Bu kadroların örgütlerin silahlı mücadele temeline dayanan çizgilerine karşı yürüttükleri eleştiriler, özellikle yeni yetişen devrimci kuşaktan kadrolar tarafından desteklenilmiştir. Bunun sonucu ise, silahlı mücadele çizgisinin terk edilmesi ve legal alanda faaliyet yürütülmesi olmuştur.
Kitlesel ölçekte yürütülen pasifikasyonun en önemli sonuçlarından birisi yetişen genç devrimci kuşağın ideolojik olarak yönlendirilmesi (ideolojisizleştirilmesi) olduğundan, en önemli sonucunu silahlı mücadeleyi şu ya da bu biçimde savunan örgütlerin artan oranda legalizme kayışlarında vermesi şaşırtıcı değildir. Bu legalizm, bir yandan legal olanaklardan yararlanmak düşüncesiyle, diğer yandan illegal aygıtın artan oranda zayıflamasıyla belirlenmiştir. İdeolojisizleştirmenin bir sonucu olarak ortaya çıkan devrimci teoriden kaçış, bu legalizme yönelişin eleştirilmesini engellemiştir. Bugün silahlı mücadeleyi savunan pekçok örgüt açısından bu süreç tamamlanmamıştır. Ancak örgütlerin çizgilerinin artan oranda belirsizleşmesi ve örgütler arasında ideolojik ve politik farklılıkların silikleşmesi, bu sürecin sonuna gelindiğini göstermektedir.
Sorun, koşullara boyun eğerek, bu koşulların olanak tanıdığı mücadeleyi yürütmek değildir. Devrimci örgütler, kendi çizgilerinin yanlışlığını ortaya koymaksızın koşullara uygun mücadeleye yönelmeleri, kendileri için yeni ilişkiler yaratsa da, uzun dönemde devrimci niteliklerini yitirmelerini kaçınılmaz kılacaktır. Devrimci örgütler, her koşul altında, bilinçsiz bir sürecin bilinçli ifadesi olmak zorundadırlar. Bu ise, koşullar ne olursa olsun, bu koşulları değiştirmeye yönelik devrimci mücadeleyle olanaklıdır.
Bu devrimci süreçte, kitlesel ölçekte sürdürülen pasifikasyonda şu ya da bu biçimde rol oynamış, bilerek ya da bilmeyerek bu süreçte yer almış tüm kişi ve kurumların solda yeniden kendilerini varetmelerine olanak tanınmamalıdır. Bu kişi ve kurumlar kesinkes teşhir edilmeli ve oynadıkları rol açığa çıkartılmalıdır. Bu yapılmadığı sürece, bu pasifikasyon sürecinde rol oynamış kişi ve kurumlar, buldukları ilk fırsatta hiçbirşey olmamışcasına yeniden boy göstermeye başlayacaklardır ve hatta bugünden başlamışlardır da. Buna göz yummak devrimci mücadelenin yarınlarını geçiktirmekten başka bir sonuç vermeyecektir.
Dipnotlar
[*] M. Gorki: Küçük-Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi, s: 21, Ortam Yay.
Maksim Gorki, Sovyet iktidarı koşullarında küçük-burjuva ideolojisinin tutarsızlığını ve çelişkilerini ortaya koyarken şöyle yazmaktadır:
"Her küçük-burjuvanın temel özelliği kendisinin 'bir tek', 'eşsiz' olduğuna inanmasıdır. Bu yüzden o her merasimde bulunur: 'Bütün düğünlerde nışanlı, bütün cenazelerde ölü' olan odur. Devletin ve toplumun kendisi ile birazcık ilgilenmelerini, kendisine 'insanca' muamele edilmesini ister... İnsanseverdir, insancıldır. Bunu heryerde elinden geldiği kadar ispat etmeye çalışır." (age, s: 25)
[**] Bu ilişkiler içersinde ve ilişkilerde rol oynayan ve yer alan bireylerin, tüm bu sürecin bilincinde olup olmadıkları önemli değildir. Kimi zaman kendisini "solcu" ya da "demokrat" olarak tanınlayan bireyler, çok kolaylıkla devlet aygıtı içersinde yer alarak ve devlet aygıtının doğal işlevlerini yerine getirerek "iyi işler" yaptıklarını ya da yapabileceklerini düşünürler. Bu tür bireylerin kendi niyetleri ile devletin pasifize etmeye yönelik amacı arasında uyum olduğu sürece, kişinin siyasal kimliği fazlaca önemli olmamaktadır. Hatta kimi durumlarda, alınmak istenen sonucu gizlemeye hizmet ettiği için bu tür kişiler tercih edilebilmektedir. Aynı şekilde, devletin bu yöndeki faaliyetlerinin konusu olan kişiler de, devletin amacının pasifikasyon olduğunu bilmelerine karşın, çok kolaylıkla bu "olanakları" almakta sakınca görmezler. Genellikle soldaki oportünistler arasında yaygın olan görüş, bu tür "olanakları" almak ve kendi amaçları için "kullanmak" şeklinde olmaktadır. Ancak bu görüş, kesinkes devletin o anki amacının ,kendi icazeti altında yaşatacağı legal bir sol hareketle illegal ve silahlı örgütlenmeleri pasifize etme olması ile bağlantılı olduğunu sürekli gizlemektedir.
[***] Bu kurgusal bilgiler, 12 Eylül romanlarından televizyon programlarına kadar her alanda sürekli ve sistemli olarak verilmiştir. Kişisel hiçbir yeteneğe ve niteliğe sahip olmayan, sadece keskin gözüken, sloganlarla konuşan "zavallı" bir devrimci tipi bu kurgusal bilginin en temel konusu olmuştur. Ancak bu olumsuzlamanın yanı sıra, devrimci mücadelede eksik bırakılmış ya da üzerinde gereğince durulmamış kimi konulardaki küçük-burjuva davranışlar olumluluk olarak sunulmuştur. Örneğin "devrim nikahı" sözcükleri, bu yayınlarda sıkça kullanılmıştır. Ne ve nasıl olduğu bilinmeyen bu "nikah", devrimci mücadeledeki kadın-erkek ilişkilerinin özü gibi sunulmuştur. Mevcut düzenin resmi nikahına bir alternatif gibi algılatılan, ama sonal olarak evlilik ilişkisini aynılaştıran bu sunuş, devrimci mücadele içinde gerçek anlamda tanımlanmamış durumdadır. Bu nedenle bireyler, bu tanımlanmamış durumu, emperyalist propagandanın tanımladığı haliyle alıp, kendi koşullarında biçimlendirmekte sakınca görmemişlerdir. Kimi durumlarda bu biçimlendirme, mevcut düzenin nikah törenlerine benzer törenler yapılmasını getirmiş ve hatta illegal faaliyetle kesinkes bağdaşmayacağı bilindiği halde bu törenlerde fotoğraflar çektirilmesine kadar uzanmıştır. Böylece kurgusal bilgiyle elde edilmiş kavrayışlar, devrimci mücadele içersinde mevcut düzenin biçimsel olarak da yeniden üretilmesini getirmiştir.
Düzenin yazılı ve görüntülü basınının kurgusal bilgi sunuşunun nesnel bilgiyi nasıl çarpıttığına ilişkin en tipik görünümü örgüt adlarının yazılışında ortaya çıkmıştır. Hemen hemen tüm yayınlarda ve hatta aynı yayının kendi içersinde devrimci örgütlerin adları bilinçli bir biçimde değişik ve farklı olarak sunulmuştur. Bu sunuş öylesine yaygınlığa sahiptir ki, kimi devrimci yayınlarda ya da kitaplarda bu çarpıklığın içselleştirildiği görülmektedir. Örneğin İletişim yayınları tarafından yayınlanan Nikaragua'daki FSLN'nin kurucularından Tomas Borge'nin anılarını içeren "Dizginsiz Bir Sabırla" adlı kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında FSLN (Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi), Sandinist Halk Kurtuluş Cephesi olarak yazılabilmiştir. Benzer çarpıtmaların Türkiye'deki devrimci örgütlere yönelik olarak yıllardır yapıldığı düşünülecek olursa, kurgusal bilgi sunuşun amaçları kolayca görülebilecektir.
1* Akt. G. Weber: Gerilla Bilanço Çıkarıyor, s: 193
2* Akt. G. Weber: Gerilla Bilanço Çıkarıyor, s: 141
3* G. Weber: Gerilla Bilanço Çıkarıyor, s: 17-19
4* Lenin: Ne Yapmalı?, s: 63
5* G. Weber: Gerilla Bilanço Çıkarıyor, s: 34-35
6* G. Weber: Gerilla Bilanço Çıkarıyor, s: 194-195