İçeriği Boşaltılan Kavramlar:
Emperyalizm,
Sosyalizm
Devlet,
Demokrasi,
Faşizm
Politik Mücadele,
Silahlı Mücadele...
"Sosyalist sistemin çözülüşünün ve iki kutuplu dünya gerçeğinin sona ermesinin üzerinde on yıllık bir süreç geçti. Bu süreç içerisinde 'Yeni dünya düzeni' ekseninde yaşanan gelişmeler, yer yer devam eden direnç noktalarına karşılık egemen olmaya doğru yol alıyor. Ortaya çıkan bu gerçeklik ezilen halklar, sınıflar ve güçlerin çıkarlarını temsil etme karekteri ağırlık kazanan mücadelelerle sonuç almayı daha geçerli hale getirmektedir. Burada çelişkilerin ortadan kalkma durumu değil, çözüm yönteminin stratejik, taktik ve eylemsel değişikliği sözkonusudur. Mücadelede çok yönlülük, diğer bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla cephe savaşı ve silahlı mücadelenin vazgeçilmez tek yöntem olma gerçeği aşılmıştır. Bazen silahlı mücadele yolu bir zorunluluk olarak kullanılsa da, geride bıraktığımız yüzyıl gerçeğinde olduğu gibi ağırlıklı ve süreklilik gösteren özelliğini kaybetmiştir. Bunun yerine, süreklilik ve ağırlık kazanan siyasal mücadele yöntemidir...
Dönemin en temel çalışması siyasi örgütleme ve mücadeledir. Bireyin ve Kürt toplumunun özgürleştirilmesi temelinde Türkiye'de barış ve demokrasiyi kazanmak için, Türkiye ve Kuzey Kürdistan'da kitlelerin siyasi örgütlenmesinin ve mücadelesinin geliştirilmesi süreci ilerletecek en temel güçtür. Genel Başkanımızın ifade ettiği demokratik tartışma, örgütlenme ve ortak mücadele içine çekmek tarihi bir çalışmadır." (7 Ağustos 1999, PKK Merkez Komitesi, Serxwebun, Ağustos 1999, sayı: 212) (abç)
"Klasik bağımsızlık anlayışı bugünkü dünyaya denk düşmüyor 20. yüzyıl, yoğun devrimsel gelişmelerin olduğu, ulusların kendi kaderini tayin hakkının ayrı devlet kurmakla, yine ayrı devlet kurmak için silahlı savaşımı vermekle özdeş hale geldiği bir süreç olarak değerlendiriliyor. 20. yüzyılı böyle bir yüzyıl olarak tanımlıyor, dünyanın birçok bölgesinden örnekler de veriyor. 'Bu, içinde bulunulan koşulların bir gereğiydi' diyor Önderlik. Ulusların kendi kaderini tayin hakkını ayrı devletle özdeşleştiren ve onu çözmede ulusal kurtuluş savaşını yöntem olarak alan ya da esas aldırtan koşullar, temelinde emperyalizmin koşullarıdır. Sistem olarak kapitalizmin 20. yüzyılda içine girdiği durumu, yaşadığı gelişme düzeyini, emperyalistler arasında varolan çelişki durumunu, emperyalist savaş ve tabi bunun içerisinde de Sovyet sisteminin doğmuş olmasını, dünyanın iki sisteme ayrılması olarak gösteriyor. Ayrıca 'Bütün bunlar ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini, ayrı devlet kurma ve bunun için savaş vermekle özdeş hale getirdi' diyor.
Bu mümkündü, bu düzeyde savaş vermek imkan dahilindeydi. Çünkü ulusları egemenlik ve bağımlılık altında tutan dünyaya karşı, böyle bir savaşa destek olacak ikinci bir dünya vardı...
Önderlik, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini bu biçimde değerlendirmeyi ve tekleştirmeyi, dünyanın geldiği bu aşamada geri bir durum olarak değerlendiriyor. Dünya koşulları artık böyle bir şeyi kaldırmıyor, ulusal sorunun çözümünde zorlanıyor. İki bloka ayrılmış dünyanın ortaya çıkardığı gerçeklik gibi bir durum sunmuyor. Yaşanan gelişmeler içerisinde geri bir çözüm oluyor. Ayrılmak, ayrı devlet kurmak, emperyalist sistemden gelen egemenlik yaklaşımına karşı cephe almak, bütünüyle sistem dışına çıkmak ve kendi kabuğuna çekilmek, ulusları geliştirmiyor, geliştirmedi de. Yüzyılın sonuna geldiğimiz bir süreçte, artık ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi, çözüm yöntemi olarak esas alınmaması gereken, gelişme açısından yeterlilik arzetmeyen, ulusun bütün yönleriyle gelişimine denk düşmeyen bir yöntem olarak kalıyor.
Nitekim bunu esas alan uluslar geri kaldılar. Şimdi bu devletler yıkılıyor. Bu tür bağımsızlık anlayışı, içinde bulunduğumuz dünyaya denk düşmüyor." (Serxwebun, Ağustos 1999, sayı: 212) (abç)
"Yüzyılın başından beri özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra silahlı mücadeleye dayanan etnik, dini, ulusal vb. çatışmalar, yerini demokratik uzlaşma ve bu temelde barış içinde çözümlenme sürecine bırakıyor. Yüzyılın savaşları kendi doğasına uygun barışını arıyor. Bu da daha çok demokratik çözüm, ekonomik kalkınmaya dayalı istikrarlı bir barış ortamını amaçlıyor.
En büyük askeri güce sahip devletler, ilginçtir daha çok bu yeni çözüm yöntemini kendi ülke ve rejim çıkarlarına dayalı olarak geliştiriyorlar. ABD, Avrupa Birliği başta olmak üzere insan hakları ve demokratik adımlarla kendi çıkarlarını da esas alarak dünyayı şekillendirmek istiyorlar. Bu yeni durumu kavramadan hiçbir hareket ve özellikle problem yaşayan ülkeler eski yöntemlerde ısrar ederek ancak çıkmazı derinleştiriyorlar. Sonuçta dünyanın yeni konseptiyle uyum sağlamaktan kurtulamıyorlar. Dikkat edilirse, burada büyük güçlere teslim olma değil, en pratik uzlaşma yollarını bulmak büyük önem taşıyor ve gerçekleşen bu oluyor...
Devlet ve ordunun hükümranlık gereği sınırlardaki varlığının meşruyeti kadar, karşısında bir silahlı gücü ya imha edeceği, ya sınırların dışına atacağı da açıktır. Bu konuda en pratik yol daha önce önerilen uygun alanlara çekilmedir." (A. Öcalan, 1 Ağustos 1999) (abç)
15 Şubat 1999 günü A. Öcalan'ın Kenya'da tutsak alınmasıyla birlikte başlayan süreçte, PKK hareketi, kendi içinde tasfiye ve teslimiyet koşullarını geliştirerek ilerlemektedir. Bu süreç içinde gerek A. Öcalan'ın İmralı'da ortaya koyduğu yeni "politikalar" ve "açılımlar", gerekse buna bağlı olarak PKK'nin üst yönetiminin ve yayın organlarının bu yeni "politikalar" ve "açılımlar"a ilişkin olarak ortaya koydukları, ülkemiz solunda egemen olan pragmatizm ve ideolojisizleşme koşullarında tam bir kavram keşmekeşi ortaya çıkarmıştır.
Ülkemiz solunda en uç noktalarına kadar ulaşan bu kavram keşmekeşi, tarihsel olarak ele alındığında SBKP revizyonizminin gelişimiyle birlikte gelişmiş ve 1980 sonrasında en üst boyuta ulaşmıştır.
1980 sonrasında Amerikan emperyalizminin neo-liberalizm sloganı etrafından dünya çapında başlatmış olduğu ideolojik saldırı ve propagandalar ile geri-bıraktırılmış ülkeler devrimci mücadelelerinde ortaya çıkan başarısızlıklar ortamında, her türden kavram ve kavrayışın çarpıtıldığı bir döneme girilmiştir. Bu dönem içinde Gorbaçov'la birlikte başlatılan "perestroyka" ve "glastnost" söylemi, dünya çapında sol hareketler üzerinde tam bir kargaşa ve çarpıklık ortaya çıkarmıştır. Bu süreç sonucunda, her türlü Marksist-Leninist belirleme ve ilke bir yana bırakıldığı gibi, Marksist-Leninist literatür tümüyle gözden düşürülmüştür. Böylece, kendisini Marksist ya da Marksist-Leninist diye tanımlayan, ancak gerek söylemiyle, gerekse kullanılan yöntemle Marksizm-Leninizmle hiçbir ilişkisi olmayan bir "düşünce üretimi" sola miras bırakılmıştır.
Küçük-burjuva aydınlarının "yeniden" kazanılması paravanası altında SBKP revizyonizmi tarafından 1985 sonrasında uygulamaya sokulan politikalar, her türden düşüncenin "özgürce" ve "demokratikçe" ortaya konulması gerekçesi altında, bu düşüncelerin Marksist-Leninist örgütler ve teoriler için "geçerli" kabul edilmesi şeklinde gelişmiştir. Bu bağlamda, Amerikan emperyalizminin neo-liberalizm söylemiyle yaygın bir biçimde propagandasını yaptığı pragmatizm dünya çapında en popüler felsefe haline gelmiştir.
Pragmatist felsefenin en temel özelliği olan "yararcılık", her türden kavramın istenilen biçimde değiştirilmesini ve değişik tanımlar için kullanılabilinmesini haklı ve mazur göstermiştir. Bunun dünya sol hareket üzerindeki etkisi ise, o güne kadar dünyanın tahlilinde ve yorumlanmasında kullanılan her türden kavramın ve ölçütün anlamını yitirmesi ve ideolojik bir kaosun ortaya çıkması olmuştur.
Dünya sol hareketinde ortaya çıkan ideolojik kaos, kendi içinde SBKP revizyonizminin yeni revizyonlarıyla derinleşirken, aynı zamanda Marksist-Leninist kavramların içeriklerinin boşaltılması ve yerlerine ne olduğu tanımlanmamış sözcüklerin konulması ile daha da gelişmiştir.
Bilimsel olarak kavram, nesnel gerçekliğin insan beyninde yansıma biçimidir. Dolayısıyla, kullanılan kavramlar, aynı zamanda kişinin ya da ortaya konulan düşüncenin nesnel gerçekliği nasıl kavradığını, algıladığını ortaya koyar. Bu yüzden, her dünya görüşü ya da siyasal görüş, kendi kavrayışını belli kavramlarla, kavramlar dizgesi ile ortaya koyar. Ne anlama geldiği ve neyi ifade ettiği belirlenmiş sözcükler, böylece belli bir görüşün ifade edilmesinin temel araçları durumundadır ve bu yolla kavram haline gelirler. Tanımlanmamış ve her istenildiğinde değişik anlamlara sokulabilen kavramlar, kaçınılmaz olarak belirsizliği ortaya çıkarır ve bu tür kavramlarla ortaya konulan görüş ve düşünce her yöne çekilebilir bir nitelik kazanır. Bu da, her türden oportünizmin kendisini kolayca gizleyebilmesini olanaklı kılar.
"Felsefesel pratiğin ana görevi tek sözle özetlenebilir: Doğru kavramlarla düzmece kavramları bir çizgiyle ayırmak... Felsefe, kavgasını neden kavramlarla yapar? Bilimsel ve felsefesel akılyürütmelerde kavramlar, bilgi ileten araçlardır. Ama siyasal, ideolojik ve felsefesel savaşta kavramlar hem silah, hem de uyuşturucu bir maddedir. Kimi zaman tüm sınıf mücadelesi bir kavramın bir başka kavramla savaşı olarak dile getirilebilir. Belli kavramlar birbirleriyle gerçek düşmanlar gibi savaşırlar. Daha başka kavramlar da yarının bilinmeyen savaşlarını hazırlamaktadırlar. Felsefe, çok soyut konularda bile savaşını kavramlarla sürdürür. Bu savaş, belki de küçük bir anlayış ayrılıkları üstündedir. Ama her zaman, yalan söyleyen kavramlara karşı doğruyu bildiren kavramlar için yapılır... Kavramlarla yapılan felsefesel savaş, siyasal savaşın bir parçasıdır." (L. Althusser)
L. Althusser'in de açık biçimde belirttiği gibi, kavramlar üzerine yürütülen mücadele, aynı zamanda siyasal mücadelenin bir parçasıdır. Dolayısıyla, proletaryanın iktidar mücadelesinde belirleyici bir yere sahiptir. Dünya solunda bugüne kadar değişik kavramlar üzerinde yürütülmüş olan tartışmalar ve polemikler, bu gerçeğin tüm açılımlarını tarihsel olarak yeterince sergilemiştir.
1980 sonrasında "marksizmin bunalımı" sloganı ile ortaya çıkan küçük-burjuva aydın kesimin ortaya çıkardığı kavram keşmekeşi, geçmiş dönemlerle kıyaslanmayacak ölçüde büyük bir kaos yaratmıştır. Amerikan emperyalizminin neo-liberalizm söylemi ve SBKP revizyonizminin "perestroyka"sı bu kaosun boyutlarını belirlemiştir.
Örneğin, Gorbaçov'un SBKP Genel Sekreteri seçilmesiyle birlikte başlayan ve 1991'de SSCB'nin dağıtılmasıyla sonuçlanan altı yıl boyunca "perestroyka" sözcüğü herşey için kullanılır hale gelmiştir. Türkçe karşılığı "yeniden yapılandırma" olan "perestroyka" sözcüğünün akla gelebilecek her alanda kullanılması, pekçok kavramın anlamsızlaşmasına ve içeriğinin boşalmasına neden olmuştur. Reformasyon (yeniden biçimlendirme) kavramında karşılığını bulan pekçok içerik, böylece "perestroyka" (yeniden yapılandırma) kavramı ile karşılanır olmuştur. Böylece reform ile devrim birbirine karışmış ve her türden reformist hareket "perestroyka" sözcüğünün genelde kabul gören "sol" görünümüyle kendisini kolayca gizleyebilmiştir.
Günümüzde Türkiye oligarşisinin bile kendisini "yeniden yapılandırma"dan söz ettiği düşünülecek olursa, bu kavram keşmekeşinin boyutları daha iyi anlaşılabilir. Ve yine, ülkemiz somutunda görüldüğü gibi, sosyal güvenlik yasasında yapılan değişikliklerle emekçilerin haklarında yapılan kısıtlamalar kolayca "sosyal güvenlik reformu" gibi sunulabilmekte ve SSK'nın "yeniden yapılandırılması"ndan sözedilebilmektedir.
1980 sonrasında dünya solunda egemen olan yeni kavram keşmekeşinin ülkemiz solundaki yansısı, Amerikan emperyalizminin "demokrasi projesi"yle desteklenen yayın faaliyetleriyle birlikte çok daha yıkıcı noktalara ulaşmıştır. Marksist-Leninist ideolojik ve teorik belirlemelerin bir kalemde silindiği ve bir yana atıldığı, her şeyin "pratikte kaç gerillan var"la ölçülür olduğu bir dönemde bu kavram keşmekeşi, pekçok samimi unsurun sağa sola savrulmasını getirdiği gibi, oportünizme ve pragmatizme karşı verilen ideolojik mücadeleyi de etkisizleştirmiştir.
Örneğin, daha dün "Filistin'de eğitilmiş gerillalara" sahip olduğunu söyleyen ve bunlarla M-18 gerilla örgütü kurduğunu ilan eden bir MLKP, hiçbir şey olmamışcasına kolaylıkla sovyetik ayaklanma savunucusu görünümünde legal bir hareket haline gelebilmiştir. Halk Savaşı stratejisinin amansız bir karşıtı konumuna giren aynı çevre, sovyetik ayaklanma savunucusu olarak PKK'nin silahlı mücadeleyi terketmesi üzerine şunları söyleyebilmektedir:
"Bugün açısından eğer A. Öcalan ve PKK Başkanlık Konseyi, gerilla savaşı kendi limitini zorlamaya başlamıştır. Biz mücadelenin silahlı biçiminden, sömürgeciliğe karşı kitle mücadelesini örgütleme biçimine geçiyoruz. Türkiye ve Kürdistan şehirlerinde yaygın örgütlenme yoluyla kitle eylemi dalgasını büyüterek, silahlı ayaklanma hazırlığı yolunda yürüyeceğiz gibi fikirler üzerinde silahlı mücadeleyi geri plana çekme (silahları bırakma değil) çağrısı yapılsaydı bu ayrı bir tartışma ve değerlendirme konusuydu. Ne var ki, ortada olan temel bir strateji değişikliği ve irade kırılmasıdır." [1*] (abç)
Ülkemiz solunun tarihini az çok bilen herkesin kolayca anlayabileceği gibi, bu söylem, kendi yaptıklarının PKK'ye "önerilmesi"nden başka birşey değildir. Onlar, bir dönemin Halk Savaşı savunucusu, Mao Zedung düşüncesi taraftarı, Filistin kamplarında gerilla eğiten ve M-18 gerilla örgütü kuranlar olarak, kolayca bütün bunları bir yana bırakıp silahlı ayaklanma stratejisi savunucusu görünümüne girerken izledikleri yolu böylesine açık ve net ifade edebilmektedirler. Onlar, M-18 gerilla hikayesine son vermeyi "silahlı mücadeleyi geri plana çekme" ile gerekçelendirip, bunun da "silahları bırakma" anlamına gelmediğini söyleyerek başardıklarını söylerken, aynı zamanda kavram keşmekeşinden nasıl yararlandıklarını da ortaya koymaktadırlar.
Bu oportünistlere göre, Halk Savaşı çizgisini terkederek ya da kendi deyişleriyle "silahlı mücadeleyi geri plana çek"erek, "kitle eylemlerini büyüterek silahlı ayaklanma hazırlığı" yapma yoluna girmeleri, PKK'nin içine girdiği gibi bir "strateji değişikliği ve irade kırılması" anlamına gelmemektedir. Diğer taraftan, yine bu oportünistler için, "kitle eylemlerini büyütmek" silahlı ayaklanma "hazırlığı" anlamına gelmektedir.
İşte içinden çıkılması oldukça güç görünen bir kavram keşmekeşi!
Bir kere, silahlı mücadele ile silahlı mücadelenin biçimleri birbirinden farklı kavramlardır. Silahlı mücadele, genel olarak, politik mücadelenin başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) sürdürülmesinden başka birşey değildir. Bu bağlamda, silahlı mücadele, politik mücadelenin en üst ve en etkili biçimi durumundadır. Bu yüzden, silahlı mücadelenin "geri plana çekilmesi", hiçbir biçimde politik mücadelenin öne geçirilmesi anlamına gelmez. Söz konusu olan, politik mücadelenin biçimlerinde meydana gelen değişimdir. Bu da, politik mücadelenin iki temel biçimi arasında, yani silahlı aksiyon yöntemleri ile barışçıl (uzlaşıcı olmayan) mücadele yöntemleri arasında meydana gelen bir değişimdir.
Bugün PKK'nin içine girdiği silahlı mücadeleyi tasfiye süreci, politik mücadelenin bu iki biçimi arasındaki yer değiştirmeden çok, barışçıl mücadele yöntemlerinin tek mücadele biçimi haline getirilmesi ve bunun da uzlaşıcı tarzda yürütülmesi olmaktadır. Bu da PKK'nin silahlı mücadeleye bakışı ile çakışmaktadır. PKK'ye göre, "silahlı mücadelenin vazgeçilmez tek yöntem olma gerçeği" sözkonusudur. Dolayısıyla bu tek yöntem terkedilince, geriye sadece barışçıl-uzlaşıcı mücadele yöntemi kalmaktadır.
Ancak MLKP için durum böyle görünmemektedir. Onların silahlı mücadelenin "geri plana" çekilmesinden kastettikleri, Halk Savaşı temelinde yürütülen gerilla savaşından silahlı ayaklanma stratejisi çerçevesinde silahlı ayaklanmaya "hazırlanma"ya geçiştir. Böyle olunca, MLKP için, "silahları bırakma değil", biçimini değiştirme sözkonusudur. Bu ise, silahlı mücadelenin bir biçimi olan gerilla savaşından, bir başka biçimi olan silahlı ayaklanmaya geçiştir. Ancak gerilla savaşı, Marksist-Leninist literatürde stratejik bir mücadelenin bir parçası durumundayken, silahlı ayaklanma kendi içinde bir strateji durumundadır. Bir başka ifadeyle, gerilla savaşı Halk Savaşı stratejisinin bir parçası olarak yürütülen silahlı mücadelenin bir biçimidir ve silahlı ayaklanma (Marksist-Leninist literatürde sovyetik ayaklanma olarak tanımlanır) bütünsel olarak bir strateji oluşturur. Bu yüzden, gerilla savaşının terkedilerek yerine silahlı ayaklanmanın geçirilmesi, tersine ne söylenirse söylensin, strateji değişikliğidir.
Diğer yandan, "kitle eylemlerini büyütme" ile "silahlı ayaklanmaya hazırlık" birbirinden farklı kavramlardır. Aynı şekilde, "kitle eylemi" kavramı nitelik belirleyici bir kavram değildir. Herhangi bir sendikanın gerçekleştirdiği bir grev de, bir demokratik kitle örgütünün yaptığı bir protesto eylemi de kitle eylemidir. Bu bağlamda, "kitle eylemini büyütmek", son sosyal sigortalar yasasına karşı yürütülen protesto eylemlerinde olduğu gibi de olanaklıdır ve bu da hiçbir biçimde "silahlı ayaklanma hazırlığı"nı ifade etmemektedir. Kitlelerin ekonomik-demokratik hak ve istemler etrafında örgütlenerek eyleme sokulması ile politik amaçlar için eyleme sokulması birbirinden farklı eylem, örgütlenme ve bilinç düzeylerini ifade eder.
"Silahlı ayaklanmaya hazırlık" kavramı ise, kitlelerin belirli bir bilinç ve örgütlenme düzeyine bağlı olarak ortaya çıkan bir geçiş evresine ilişkin bir kavramdır. Bu yüzden, silahlı ayaklanma stratejisi, bir yandan kitlelerin politik olarak bilinçlenmesi ve örgütlenmesi yönünde faaliyet sürdürülürken, milli krizin ortaya çıkışına bağlı olarak oluşan devrim durumunda silahlı ayaklanma ile iktidarın ele geçirilmesini ifade eder. Ve Lenin'in çok açık biçimde belirttiği gibi, silahlı ayaklanma, milli krizin olgunlaştığı bir evrede başvurulan bir silahtır. Bu nedenden dolayı, silahlı ayaklanma stratejisi, milli krizin sürekli olmadığı, dolayısıyla evrim ve devrim aşamalarının birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığı ülkeler için geçerli bir stratejidir.
Tüm bu kavram keşmekeşi içersinde içeriği boşaltılmış temel bir kavram da politik mücadele kavramıdır. PKK'nin silahlı mücadeleyi tasfiye süreciyle birlikte yeniden sıkça kullanılan politik (siyasal) mücadele kavramı, devlet iktidarını ele geçirme mücadelesini ifade eder. Yani, siyasal (politik) mücadele, siyasal iktidarın ele geçirilmesi mücadelesidir. Bu nedenle, siyasal iktidar, siyasal mücadelenin temel hedefidir. Siyasal iktidarı hedeflemeyen hiçbir hareket siyasal bir hareket olamaz. Siyasal iktidar kavramı ise, devlet işlerine, yönetimine ve devlet faaliyetlerinin biçimi, görev ve içeriğini belirlenmesine olanak veren gücü tanımlar. Her siyasal parti, ister düzen partisi olsun, ister devrimci parti olsun, her zaman ve her yerde devlete ilişkin faaliyetleri kendi görüşleri çerçevesinde yürütmek amacıyla kurulur ve bu amaç için mücadele eder. Devrimci mücadele, bu bağlamda, siyasal iktidarın, sömürücü sınıflardan alınarak sömürülen sınıflara geçirilmesi mücadelesi olarak siyasal iktidar mücadelesidir. Bu yüzden, mevcut egemen sınıfların devlet aygıtının parçalanarak ele geçirilmesi devrimci mücadelenin temel hedefi durumundadır.
Siyasal iktidar, devlet iktidarıdır. Siyasal iktidar ile hükümet bir ve aynı şey değildir. Ülkemizde değişik dönemlerde açık biçimde görüldüğü gibi, düzen partileri, hükümet olmalarına karşın iktidar olamamaktadırlar. İktidar devlete ilişkindir, hükümet bu devletin biçimine uygun olarak oluşturulan bir yönetim organıdır.
PKK'nin A. Öcalan'ın "açılımları" ile sergilediği tutum, siyasal iktidara karşı mücadelenin terkedilmesi ve bunun yerine hükümet olabilmek için düzen sınırları içersinde politik faaliyet yürütülmesi olarak ortaya çıkmaktadır. Bunun açık ifadesi ise, "ayrı bir Kürt devleti" kurulmasının "hayal" olarak ilan edilmesidir.
Görüldüğü gibi, kavram keşmekeşi ortadan kaldırıldığında, pekçok gelişme ve olgu yerli yerine oturmaktadır. PKK'nin yeni "açılımı"nda ifade edilen "siyasal mücadele", kavramlar yerli yerine oturtulduğunda salt hükümet olmak için yürütülen bir mücadele anlamına gelmektedir. Devlet aygıtının olduğu gibi kaldığı koşullarda hükümet olmak, mevcut düzen partilerinin hükümet olmasından çok farklı bir durum içermeyeceği de ortadadır. Böylece PKK, mevcut düzen partileri gibi, mevcut düzenin yasal çerçevesi içersinde politik faaliyet yürüteceğini ilan etmiş olmaktadır. Bunun açık anlamı, PKK'nin devlet iktidarı diye bir sorunu kalmadığıdır. Ve dünya ve ülkemizin tarihinin açık biçimde gösterdiği gibi, bu koşullar altında bir siyasal parti hükümet olabilirse de, hiçbir biçimde iktidar olamayacaktır.
Devrimci mücadele ise, politik iktidarın ele geçirilmesi mücadelesidir. Bu mücadele, bürokrasi ve militarizmi ile bir bütün olarak egemen sınıfların bir baskı aygıtı olan devletin parçalanarak ele geçirilmesi mücadelesidir. Böyle bir mücadele, kaçınılmaz olarak, egemen sınıfların baskı aygıtına karşı yürütülen bir mücadele olacağı için, bu baskı aygıtının zor güçlerine karşı mücadele demektir. Engels'in deyişiyle, zor, siyasal zor, ordu ve donanma demektir. Egemen sınıfların baskı aygıtı olarak devlet, ordusuyla, diğer silahlı güçleriyle, mahkemeleriyle, cezaevleriyle bu mücadelenin karşısında yer aldığından, devrim mücadelesi, şu ya da bu biçimde devrimci zor uygulamasına sahne olacaktır.
12 Eylül askeri darbesi sonrasında birden bire güncelleştirilen Gramscicilikle birlikte, devlet ve zor kavramları çarpıtılmaya ve içerikleri boşaltılmaya başlanmıştır.
Marksist-Leninist devlet tanımı, Gramsci' nin "hegemonya" kavramı ile birlikte "geçersiz" ya da en azından "eksik" ilan edilişi, devletin salt siyasal zor uygulayıcısı olmadığı belirlemesine kendisini dayandırmıştır. Gramsci'nin Hegel felsefesinden aldığı kavramlarla kurduğu yeni devlet ve toplum modeli, politik toplum-sivil toplum ayrımına oturtulmuştur. Gramscici terminolojide, politik toplum olarak devlet, "doğrudan doğruya baskı" aygıtı olarak işlev görürken; sivil toplum, aydınlar aracılığıyla egemen sınıfların kiteler üzerindeki "hegemonya"sının oluştuğu alandır. Böylece egemen sınıfların tüm toplum üzerindeki egemenlikleri, politik toplumun, yani devletin zor uygulamaları ile sivil toplumdaki hegemonyası aracılığıyla gerçekleştiği ileri sürülmektedir. Gramscici teoriye göre, egemen sınıflar her zaman ve durmaksızın zor kullanarak egemenliklerini sürdürmeyip, bunun yanında ve ağırlıklı olarak sivil toplum üzerinde elde ettikleri entellektüel ve moral yönetimle egemenliklerini sürdürmektedirler.
Böylece ülkemiz solunda Gramsci, Marksizm-Leninizmin en bilinen devlet tanımını değersizleştirmek için kullanılması gündeme getirilmiştir. Marksizm-Leninizmin, öz olarak, devletin, egemen sınıfların baskı aygıtı olarak tanımlaması çarptırılarak, egemen sınıfların salt baskı ile ayakta kaldıkları ileri sürülüyor şeklinde algılatılmaya çalışılmıştır.
Devlet kavramını çarpıtmaya yönelen bu girişimler kendilerine çıkış noktası olarak devrimci silahlı mücadelenin 1980 öncesindeki yaygınlığı ve gelişkinliğini almışlardır. Onlara göre, devlet salt siyasal zor ile ayakta duruyorsa, silahlı mücadele kaçınılmaz olarak tek yol durumundadır. 1980 öncesinde DY tarafından üstü örtük olarak savunulan ve yaygınlaştırılan bu sapma, doğrudan Öncü Savaşını geçersiz ilan etmek için bulunmuş bir oportünist tahrifattan başka bir şey değildir.
Bilineceği gibi, 1980 öncesinde bugün kendisini ÖD Partisi içinde örgütleyen DY oportünizmi, THKP-C'nin stratejik çizgisini savunuyor görünürken, bu stratejik çizgiyle hiçbir ilişkisi olmayan bir pratik içinde bulunmuştur. Bu durum karşısında DY oportünizmine yöneltilen temel eleştiri, madem THKP-C'nin stratejik çizgisini (Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni) savunuyorsunuz, neden Öncü Savaşına başlamıyorsunuz şeklinde olmuştur. İşte bu eleştiri karşısında DY oportünizmi, Öncü Savaşının daha farklı koşullarda yürütülecek bir "taktik evre" olduğunu ileri sürerek, bu eleştirileri etkisizleştirmeye çalışmıştır. (Ve bunda büyük ölçüde de başarılı olmuştur.) Onlara göre, 12 Mart 1971'de olduğu gibi, devlet salt siyasal zor ile mevcut düzeni korumaya yöneldiğinde Öncü Savaşı gündeme gelecektir. Bunun THKP-C'nin terminolojisi içersindeki karşılığı ise, açık faşizm koşullarında Öncü Savaşının yürütülebileceği olmaktadır. DY oportünisleri için, daha henüz "tüm legal olanaklar tüketilmemişken" Öncü Savaşına başlamak yenilgiden başka bir sonuç vermeyecektir!
Böylece 1980 sonrasındaki Gramsicici terminoloji, 1980 öncesinin DY oportünistlerinin çarpıtma ve tahrifatlarının üzerinde işlev sahibi olmuştur.
Devletin egemen sınıfların baskı aygıtı olarak işlev görmesi, onun her zaman, her yerde ve her kesime karşı sürgit zor uygulaması anlamına gelmediği ise, en bilinen gerçeklerdendir. Marks-Engels'in tanımladığı gibi, devlet, "kendiistekvebuyruklarınıyerinegetiren,kendigelişmesinisağlayaninsanlardanhiçkimseyidıştalamaz.Kendiyetkinliğiiçinde,gerçekmuhalefetlerinsiyasalhiçbiryönleriolmayanvecanınısıkmayanmuhalefetlerolduklarınıbildirecek,hattagözlerinikapayacakkadarilerigider." [2*] Dolayısıyla devletin egemen sınıfların baskı aygıtı olması ile baskının, zor uygulaması olarak her an ve her yerde görünür olması birbirinden farklıdır.
THKP-C'nin ideolojik-politik belirlemelerinde temel bir yere sahip olan suni denge kavramı, devletin bu ikili yönünün en açık biçimde değerlendirildiği kavram durumundadır.
Mahir Çayan yoldaşın Kesintisiz Devrim II-III'de ortaya koyduğu gibi, yeni-sömürgecilik yöntemlerinin uygulanması sonucu ortaya çıkan iç pazar genişlemesi ve buna paralel olarak ortaya çıkan toplumsal üretim ve nispi refah sonucunda bizim gibi ülkelerde çelişkiler görünüşte yumuşamış ve halk kitlelerinin düzene karşı tepkileri ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur. Bu suni denge, uzun dönemde egemen sınıfların siyasal zoru ile sürdürülmektedir.
THKP-C'nin suni denge belirlemesinde açık biçimde görüldüğü gibi, egemen sınıfların ekonomik ve sosyal güçleri ile siyasal zor gücü (devlet) bir bütün olarak ele alınmak durumundadır.
Bütün sorun, stratejik düzeyde egemen sınıfların egemenliklerini sürdürme ve koruma yönündeki faaliyetlerinin temel gücünün ne olduğunu belirleme sorunudur. Egemen sınıfların, siyasal zor ile ekonomik ve sosyal güçlerini bir bütün olarak kullanması ile bunlardan hangisinin hangi dönemlerde ve stratejik planda önde olduğunu belirleme birbirinden ayrıdır. Birincisi, toplumsal düzenin bütün olarak tahlilini ifade ederken; ikincisi, bu toplumsal düzenin somut koşullarda nasıl yürüdüğünün tahlil edilmesi demektir. İşte emperyalizmin ve ülkenin somut durumlarının somut tahlili sonucunda ortaya çıkan temel belirleme, emperyalizmin ve oligarşinin kendi düzenlerine karşı yürütülen mücadelelere karşı siyasal zorun temel olduğudur. Bu siyasal zor, kimi durumlarda askeri biçimde maddeleşerek (yönetimin askerileştirilmesi) sürdürülürken, kimi durumlarda devletin olağan zor güçleri (polis) kullanılarak sürdürülür. Binlerce yıllık insanlık tarihi, egemen sınıfların kendi egemenliklerine yönelen her hareketi siyasal zor ile engellemeye çalıştıkları ve bu siyasal zor ile yoketmeye yöneldiklerini binlerce kez tanıtlamıştır. Bu nedenlerle, egemen sınıfların egemenliklerini sona erdirmeye yönelen her hareket, kaçınılmaz olarak, er ya da geç zor uygulamasıyla karşı karşıya kalmak durumundadır. Bu durum karşısında, bu hareketin başarıya ulaşabilmesi için, egemen sınıfların zorunu bertaraf etmeleri zorunludur. Ve eşyanın doğası gereği, bir maddi güç bir başka maddi güç ile bertaraf edilebilir. Bu ise, egemen sınıfların zoruna karşı durabilecek ve bunu etkisizleştirebilecek bir zor gücünün ortaya çıkartılması demektir. Devrimci mücadelenin karşı karşıya olduğu temel sorun da budur.
Devrim mücadelesi, sömürücü sınıfların egemenliklerine son vermeye yönelen bir hareket olarak, aynı zamanda bu sömürücü sınıfların siyasal zoruna karşı yürütülen bir mücadeledir. Sömürücü sınıfların siyasal zorunun hangi koşullarda maddeleşeceğinin saptanması, aynı zamanda bu zora karşı nasıl örgütlenileceği ve mücadele edileceği sorununu çözümler.
Kapitalizmin iç dinamikle gelişmediği, emperyalizme bağımlı olarak yukardan aşağıya geliştiği bizim gibi ülkelerde, toplum alt yapısından üst-yapısına kadar tam bir bunalım (milli kriz) içindedir. Bu bunalım tam anlamıyla olgun olmasa da her dönemde mevcuttur. Dolayısıyla emperyalizm ve oligarşinin siyasal zoru, bu bunalımın sürekli varlığı koşullarında sürekli gündemdedir. Bu yüzden, devrimci mücadele, emperyalizmin ve oligarşinin siyasal zorunun bu varlığını esas alarak, baştan itibaren bu zora karşı örgütlenmek ve mücadele etmek durumundadır. Emperyalizmin ve oligarşinin siyasal zoru, ordu, polis ve sivil faşist güçlerin oluşturduğu silahlı bir güç aracılığıyla yürütülür. Bu silahlı güce karşı devrimci bir silahlı güç çıkartılmadığı ve bu devrimci silahlı gücün başlangıçta kaçınılmaz olarak aleyhlerine olan güçler dengesini kendi lehlerine çeviren bir stratejik çizgi izlemedikleri sürece, zafere ulaşmak olanaksızdır. Devrimci silahlı mücadele, işte bu temel üzerinde yükselir ve buna uygun olarak belirlenmiş bir strateji etrafından yürütülür.
Mevcut düzenin yıkılması ve yerine yeni bir toplumsal düzenin geçirilmesi eylemi olarak devrimci mücadele, her durumda, mevcut egemen sınıfların egemenliklerine son vermeyi amaçlar. Egemen sınıfların kendi egemenliklerinden kendiliğinden ve istemsel olarak vazgeçeceklerini iddia etmek ise, tümüyle bir aldatmacadan başka birşey değildir. Bunun bir aldatmaca olduğunu göstermek için ise fazlaca uğraşmak bile gereksizdir. Tüm dünya tarihi bunun bir aldatmaca olduğuna ilişkin binlerce olaya tanıklık etmiştir.
Günümüz koşullarında içeriği boşaltılan ve çarpıtılan silahlı mücadele kavramının diğer bir yanı da, mevcut düzenin zor uygulamalarının nedeninin sömürülen ve ezilen sınıfların uyguladığı "şiddet" olduğu saptırmasıdır.
A. Öcalan'ın yeni "açılımlar"ında sıkça işlenen bu saptırmaya göre, bugün ülkemizde süregiden şiddet ortamının nedeni mevcut düzene karşı yürütülen mücadelelerde kullanılan şiddet ve bu şiddete karşı "devlet"in şiddet uygulamasıdır. Bir başka deyişle, A. Öcalan'a göre, devrimciler silahlı mücadele yolunu seçtikleri için "devlet" şiddete başvurmaktadır! Eğer devrimci mücadele silahlı mücadele yolunu terkederse, "devlet" de şiddet uygulamasından vazgeçecektir. Bu saptırmaya göre, eğer şiddet uygulaması sona erecek olursa, sorunlar "demokratik uzlaşma ve bu temelde barış içinde çözümlenme sürecine" girecektir.
Görüldüğü gibi, bu saptırma, devrim mücadelesinin silahlı mücadele temelinde yürütülmesi gerçeğini esas almakta, ancak bunun neden ortaya çıktığını ve neden zorunlu olduğunu bir yana bırakmaktadır. Buradaki ideolojik saptırma bir yana bırakılacak olursa, tümüyle "yaramaz çocuklar"-"iyi baba" kavrayışına dayanıldığı hemen görülecektir. Eğer "çocuklar" "yaramazlıktan" vazgeçerse, "baba" da, hemen olmasa da bir süre sonra "iyi" davranmaya başlayacak ve aile içinde "huzur ve barış" ortamı doğacaktır. Böyle bir ortamda, ister istemez ortaya çıkacak sorunlar "diyalog" yöntemiyle çözümleneceği için, ailenin birliği her zaman varlığını sürdürecektir.
Bizler devrimciler olarak, bu türden her türlü saptırmayı ve gerekçelendirmeyi reddediyoruz. Bunu reddettiğimiz için, sekterlikle, çağı anlamamakla, keskin olmakla, çağdışı kalmakla, "huzur ve barış ortamını dinamitlemekle" vb. suçlanmayı peşinen kabul ediyoruz. Toplumsal mücadeleler, hiçbir biçimde sınama-yanılma yoluyla deneyler yapılacak bir alan değildir. Bu mücadele, her zaman insanlar tarafından yürütülen mücadeledir ve burada ortaya çıkan kayıplar insan kayıplarıdır. Dolayısıyla, "bir de bunu deneyelim" denilebilecek bir labaratuvar olarak kullanılamaz. Tarihin materyalist kavranışı, bu türden "iyiniyetli", "hümanist", "pasifist" ve teslimiyetçi anlayışların toplumlara nelere mal olduğunu yeterince göstermiştir. Faşizme karşı yürütülen mücadeleler içinde bu türden anlayışlar ve saptırmalar en geniş ölçekte görülmüş ve sonunda faşizmin "kurbanları" listesinin daha da kabarmasını getirmiştir.
THKP/HDÖ Sosyalist Devrim Programı'nda bu gerçekler şöyle ortaya konulmuştur:
"III. bunalım döneminde emperyalizmin yeni-sömürgecilik metodları ve ekonominin askerileştirilmesi, dünyanın her yerinde "barışçıl mücadele biçimleri"nin yürütülmesini ve bu yolla burjuva iktidarlarının yıkılmasını olanaksız kılmıştır.
Emperyalizmin muazzam askeri gücü karşısında, sosyalist devrimlerin 'barışçıl' yolunun kazanılması olanaksızdır. Bu, proletaryanın barışın, barışçıl mücadelenin mutlak karşıtı olmasının bir ürünü değildir. Proletarya, her zaman böyle bir yolun olmasını ister ve buna karşı direnecek son kişiler, proleterler ve komünistler olmuştur.
Ancak sınıf mücadelelerinin tarihi göstermiştir ki, toplumun ve insanlığın yeniden inşası, gerçek ve kalıcı kurtuluşu tek bir sınıf tarafından, proletarya tarafından gerçekleştirilebilinir. Proletarya, insanlığın gerçek ve kalıcı kurtuluşunun nasıl gerçekleşeceği ortaya konulduğu andan itibaren, her zaman ve her yerde burjuvazi tarafından bir devrime zorlanmıştır.
Zor araçları tekelini elinde bulunduran burjuvazi, bu araçlarla, yani şiddet yoluyla varlığını korumak ve proletaryanın insanlığın gerçek kurtuluşuna yönelik tarihsel hareketini engellemek için çaba göstermiştir. Bu koşullar altında proletaryanın, burjuvazinin dayatmaları karşısında geri çekilmesi, insanlığın gerçek ve kalıcı kurtuluşu amacından vazgeçmesi olanaksızdır.
Eğer burjuvazi, kendi silah tekeline dayanarak ortaya koyduğu dayatmalardan, kendi kendine uzaklaşabilecekse, bundan proletarya sadece memnunluk duyar ve bunun kalıcılığı koşullarında zora başvurmaktan kaçınabilir. Ama sadece bu koşulla.
Böyle bir gelişmenin, kapitalizmin ve emperyalizmin nesnel gerçekliği ile çatışacağı da açıktır. Bu nedenle, burjuvazinin böyle bir tutum içine girmesini istemek, ütopyadan başka bir şey değildir.
Burjuvazinin zora başvurmasının, savaşların ortadan kaldırılmasının tek yolu, bu ülkelerde iktidarın proletaryanın eline geçmesidir. Yoksa proletaryanın tek yönlü olarak, kendisine bağlı ve kendisinden istenen bir "barışçıl"lığı savunması olanaksızdır. Tersine bir tutum, silah tekeline sahip burjuvazi karşısında proletaryanın silahsızlandırılmasından başka bir anlama gelmez.
Toplumsal devrimlerin ve insanlığın gerçek kurtuluşunun barışçıl yollardan olup olmayacağı nesnel bir sorundur ve öznel olarak sadece burjuvaziye bağlıdır ve burjuvazinin sorunudur. Proletarya, tarihsel olarak, burjuvazinin kendisine karşı ilan etmiş olduğu savaşı kabul etmekten başka bir şey yapmamıştır ve yapmayacaktır da."
Ülkemiz solunda ortaya çıkan kavram keşmekeşi ve bunun yaratmış olduğu kaos, görüldüğü gibi, en bilinebilir kavramlardan saptamalara kadar pekçok şeyin anlamsızlaştırılmasına yol açmaktadır. PKK'nin içine girdiği dağılma ve tasfiye süreci karşısında bu keşmekeşin yarattığı toz-duman içinde, pek çok kesim ne yapacağını bilememenin getirdiği belirsizlik içinde, keşmekeşi daha da artırıcı tutumlar ve görüşler ortaya koymaya devam etmektedirler. Örneğin, Atılım gazetesi, PKK' nin içine girdiği süreci, "giderek düşmanın temel bazı ön koşullarını esas alan" bir "anayasal evrimci yol stratejisi" olarak tanımlamaktadır. (Bkz. Atılım, 25 Eylül 1999, Başyazı)
Sanıyoruz, bu "anayasal evrimci yol stratejisi", bugün kendisini ÖD Partisi olarak örgütleyen "devrimci" yol "stratejisi"nden farklı görünmemektedir. Ancak burada sözkonusu olan devrim mücadelesi olunca, strateji kavramı, kaçınılmaz olarak politik iktidarın fethedilmesi yolu olarak ele alınmak durumundadır. Ve herkesin bilebileceği gibi, böyle bir strateji dünyada ilk kez ülkemizde ortaya çıkmış bulunmaktadır. "Anayasal evrimci yol stratejisi" diye bir devrim stratejisinden sözetmek, kavram keşmekeşinin yaratmış olduğu düzensizlik ve kaos içinde elbette olanaklıdır. Ve yine olanaklıdır ki, bir politik görüş, böyle bir tanımlamayla özetlenebilir. Ama bunun devrimle, devrim mücadelesiyle bir ilişkisi olmadığı ve olamayacağı açık biçimde ortaya konulmadığı sürece, kullanılan "strateji" kavramı, kaçınılmaz olarak bir dizi sapkınlık ortaya çıkaracaktır. Siz ister beğenin ister beğenmeyin, ister doğru bulun ister bulmayın, ortada bir "strateji" mevcut ise, her zaman bunu "ciddiye" alacak birileri de mevcut olacaktır.
Oysa ki, bugün mevcut düzen içinde faaliyet yürüten hemen hemen tüm partilerin izledikleri yol "anayasal evrimci yol" durumundadır. Örneğin, şeriatçılığı esas almakla birlikte, buna ulaşılması için izlenecek yol konusunda farklılaşan kesimler içinde Fazilet Partisi, "anayasal evrimci yol"u izlerken, bir başka şeriatçı kesim, bunun pasifizm ve teslimiyetçilik olduğunu ileri sürebilmektedir. Keza, "bizim ne kadar solda olacağımıza halkımız karar verir" diyen ve CIA kayıtlarına "ılımlı sosyalist" olarak geçen Ecevit için de, "anayasal evrimci yol"cusu demek olanaklıdır. Gerek CHP, gerekse DSP içinde kendilerini "demokratik sosyalist" olarak tanımlayanlar da aynı "anayasal evrimci yol" izleyicileri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ülkemiz somutunda söz konusu olan, bir sol örgütlenmenin revizyonist ve reformist bir çizgiye sahip olması değildir. Ülkemiz somutundaki gerçeklik, Kürt ulusal hareketinin kendisini tasfiye etmesi ve bu tasfiye içinde ezen ulusun burjuvazisiyle gizli anlaşmalar yapma peşinde koşmasıdır. Bu gerçekliğe "anayasal evrimci yol" gibi tanımlar getirmek, bir yandan Marksist-Leninist terminolojide kullanılan "barışçıl geçiş" tezlerinin revizyonist ve pasifist niteliğinin gözden kaçırılmasına neden olacak, diğer yandan Kürt ulusal hareketinin ezen ulus burjuvazisiyle gizli anlaşmalar peşinde koşmasını haklı ve mazur gösterecek niteliktedir.
Serxwebun'un Ağustos 1999 tarihli sayısında açıkça ortaya konulduğu gibi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tümüyle çarpıtılmakta ve bu çarpıtılmaya paralel olarak reddedilmektedir.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, proletaryanın kayıtsız-şartsız desteklediği bir hak olarak, ezilen ulusların ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı durumundadır. Ancak PKK hareketi, bunu baştan itibaren sürekli olarak ayrılma ve ayrı devlet kurma olarak tanımlamış ve böyle sunmuştur. Böylece, yıllar boyu, devrimci örgütleri Kürtlerin ayrılma ve ayrı devlet kurmasını kabul ediyor musunuz etmiyor musunuz şeklinde bir ikilem içine sokmaya çalışarak, ayrılma ve ayrı devlet kurmayı mutlaklaştırmıştır. Ve bugün diyorlar ki:
"Önderlik, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini bu biçimde (ayrı devlet kurma-K.C) değerlendirmeyi ve tekleştirmeyi, dünyanın geldiği bu aşamada geri bir durum olarak değerlendiriyor." [3*]
Yıllar önce Lenin, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını şöyle tanımlamıştır:
"Marksistlerin programındaki 'ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri' ilkesi, tarihsel ve iktisadi bakımdan, siyasi kaderlerini tayin etme, siyasal bağımsızlık, ulusal bir devlet kurulmasından başka bir anlama gelemez demektir." [4*]
Lenin'in ifade ettiği gibi, ulusların kaderlerini tayin etmeleri, ulusların siyasal bağımsızlık ve ulusal bir devlet kurmaları anlamına gelir ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı da bu siyasal bağımsızlık ve ulusal bir devlet kurma hakkı olarak belirginleşir.
"Kendi kaderini tayin etme özgürlüğü, yani bağımsızlık, yani ezen uluslardan ayrılma özgürlüğü istiyoruz. Bunu, ülkeyi ekonomik bakımdan bölmeyi, yada küçük devletler idealini düşlediğimiz için değil, tam tersine, yalnızca gerçekten demokratik, gerçekten enternasyonalist bir temel üzerinde, geniş büyük devletin ve ulusların yakın birliği, hatta kaynaşmasından yana olduğumuz için istiyoruz. Ancak ayrılma özgürlüğü olmaksızın böyle bir temel düşünülemez." [5*]
Marksist-Leninistler, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını böylesine açık bir biçimde ortaya koyarken, bunun mutlak bir ayrılma olarak ortaya çıkıp çıkmamasını birbirine karıştırmazlar.
"Ulusların özgürce ayrılma hakları, belli bir ulusa belli bir zamanda ayrılmasının öğütlenir olup olmayışıyla karıştırılmamalıdır. Proletaryanın partisi bu ikinci sorunu, her olayda ayrı ayrı düşünüp kararlaştırmalı, bunu yaparken toplumsal gelişmenin bir bütün olarak gereklerini ve proletaryanın sosyalizm için verdiği sınıf mücadelesinin çıkarlarını dikkate almalıdır." [6*]
Bu çerçevede RSDİP programında ifadesini bulan çözüm şöyle ortaya konulmuştur:
"Devleti oluşturan tüm ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasını güvence altına alan demokratik bir anayasaya dayalı bir cumhuriyet."
İşte A. Öcalan'ın "açılımları"yla çarpıtılan ve içeriği boşaltılan "demokratik cumhuriyet" proletarya partisi açısından böylesi bir temele sahiptir ve proleryanın iktidar koşullarını tanımlar.
Marksist-Leninistler somut durumun somut tahlilini yaparak, nesnel gerçekliği doğru biçimde saptamak durumundadırlar. Bu bağlamda, ulusal sorun karşısında emperyalizmin tutumunu değerlendiren Lenin şöyle yazmaktadır:
"... küçük ulusların her birine diledikleri kadar demokratik özgürlük vermek, siyasal bağımsızlığa izin vermek, böylece 'kendi' askeri girişimlerini zarar görme tehlikesine atmamak, mali-sermaye açısından yalnızca 'gerçekleştirilebilir' birşey olmakla kalmaz, amabazen tröstler için, onların emperyalist siyaseti için, onların emperyalist savaşı için daha kârlıdır. Siyasal ve stratejik ilişkilerin kendine özgü niteliğini görmezlikten gelmek ve ezberlenmiş bir 'emperyalizm' sözcüğünü ayrım gözetmeksizin yinelemek, Marksizmden başka bir şeydir." [7*]
1920 yılında Komintern tarafından onaylanan Lenin'in ulusal sorunlar karşısında proletaryanın tutumuna ilişkin olarak yaptığı şu saptamalar gerçeği açıkça ortaya koymaktadır:
"Geri ülkelerdeki burjuva-demokratik hareket sorununu özellikle vurgulamak istiyorum. Bu sorun bazı görüş ayrılıklarına yol açmıştır. Komünist Enternasyonal'in ve komünist partilerin, geri ülkelerdeki burjuva-demokratik hareketi desteklemeleri gerektiğini ifade etmenin, ilke ve teori açısından doğru mu, yanlış mı olduğunu tartıştık. Görüşmemizin sonunda, 'burjuva demokratik hareketten' çok, ulusal devrimci hareketten söz etmeye oybirliğiyle karar verdik ... Burjuva-demokratik hareketten söz edersek, reformcu ve devrimci hareketler arasındaki bütün farklılıkları ortadan kaldırmış olacağımız itirazı öne sürülmüştür. Oysa emperyalist burjuvazi, boyunduruk altındaki ülkelerde de reformcu bir hareket aşılamak için elinden gelen her şeyi yaptığı için, geri ve sömürge ülkelerde bu farklılık son zamanlarda çok açıkça gözler önüne serilmiştir. Sömüren ülkelerin burjuvazisiyle, sömürge ülkeler burjuvazisi arasında belli bir rapprochement (uzlaşma) görülmektedir. Öyle ki, ezilen ülkeler burjuvazisi, sık sık -belki hemen her durumda- bir yandan ulusal hareketi desteklerken, bir yandan da emperyalist burjuvaziyle tam bir uyuşum içindedir, yani bütün devrimci hareketlere ve devrimci sınıflara karşı emperyalist burjuvaziyle güçbirliği yapmaktadır. Bu durum, komisyonda reddedilemeyecek biçimde kanıtlandı ve biz, tek doğru davranışın, söz konusu farklılığı dikkate alarak, hemen her durumda 'burjuva-demokratik' terimi yerine, 'ulusal-devrimci' terimini koymak olduğuna karar verdik. Bu değişikliğin önemi şuradadır: Komünistler olarak biz, sömürgelerdeki burjuva-kurtuluş hareketlerini, bu hareketler ancak gerçekten devrimci olduğu ve bizim, sömürülen yığınlarla köylüleri devrimci bir ruhla örgütleyip eğitme çalışmalarımızı engellemediği ölçüde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz." [8*] (abç)
İşte proletaryanın ulusal sorun karşısındaki ve ulusal sorunların kendi içsel nitelikleri konusundaki tutumları böylesine açıktır ve yıllar öncesinde belirginleştirilmiştir.
Günümüz koşullarında, bu belirlemeleri bir yana bırakarak, bu belirlemelerin içinden bazı sözcükleri ve kavramları alıp kullanarak, yeni "açılımlar" sergilemek, hiçbir biçimde "çağın gereği" olmadığı gibi, "günümüz koşullarının" getirdiği bir yenilik de değildir. Bunları bir yana bırakıp, "demokratik çözüm, ekonomik kalkınmaya dayalı istikrarlı bir barış ortamı"ndan söz etmek, ezilen ulus burjuvazisinin tarihsel nitelikleri ile özdeştir. Bu da, A. Öcalan'ın ağzından, Kürt ulusal hareketinin öncülüğünün kesinkes Kürt burjuvazisinin eline geçtiğinin itirafı durumundadır. (Emperyalizmin III. bunalım döneminde milli burjuvazinin niteliğindeki değişim ve yeni-sömürgecilik koşullarında ortaya çıkan "milli" burjuvazinin nitelikleri başka bir yazının konusu durumundadır.)
Bütün bu görülebilir gerçeklere karşın, PKK hareketinde bugün savunulan, ancak 1980 sonrasında ülkemiz solunda küçük-burjuva aydınları tarafından en geniş ölçekte savunulmuş bazı "tezler" bir yana bırakılamaz. Bu "tezler"in en önemlilerinden birisi de, günümüz koşullarında "klâsik bağımsızlık anlayışının bugünkü dünyaya denk düşmediği" "tez"idir.
Bu tez, bilindiği gibi, ülkemizde T. Özal döneminde geniş ölçüde propagandası yapılmış olan "interdependence", yani "karşılıklı bağımlılık" demagojisinin PKK tarafından yıllar sonra keşfedilmesinden başka birşey değildir. (Bu aynı zamanda, PKK hareketinin yıllarca dışa kapalı bir örgütlenme sürdürmesinin ve her türden teoriyle ilişkisini kesmesinin bir ifadesidir.)
"Karşılıklı bağımlılık" tezini ileri sürenler, emperyalizm ile geri-bıraktırılmış ülkeler arasındaki ilişkinin eski tarzda olmadığı, yani emperyalizmin salt geri-bıraktırılmış ülkeleri sömürerek onları kendisine bağımlı kılan bir olgu olmaktan çıkıp, karşılıklı yatırım ve üretim ilişkileri ile kendisini de geri-bıraktırılmış ülkelere bağımlı hale getirdiğini, dolayısıyla eski tarzda "bağımsızlık" ve "bağımlılık" kavramının anlamını yitirdiğini, bunun yerini "karşılıklı bağımlılık" ilişkisinin aldığını söylemektedirler.
Bu tez savunucuları, emperyalizm-geri-bıraktırılmış ülkeler ilişkisindeki bu "değişim" yanında, "eski tarz bağımsızlık" anlayışının "ulusların tecrit olmasına", "dışa kapanmasına" neden olduğunu ve böylece "ithal ikameci sanayileşme" modelini izlemek zorunda bıraktığını ileri sürerek, günümüz koşullarında bu ithal ikameci sanayileşmenin bilimsel ve teknolojik devrimden uzak kalınmasına yol açarak hantal ve maliyeti yüksek bir ekonomik yapı ortaya çıkardığını ileri sürmektedirler. Onlara göre, "günümüz"de "dışa açık", "ihracata yönelik sanayileşme" esas alınmalı ve bu yolla yeni teknolojiler transfer edilerek maliyetler düşürülmeli ve bu yolla halkın refah düzeyi artırılmaldır. Aksi halde, ulusal devletler, hantal ve yüksek maliyetle üretim yapan bir ekonomik yapıya sahip olacaklar ve kendilerinin üretemediği mallar için gerekli dövizi bulamayacaklarıdır. Bu da halk kitlelerinin durumunun daha da kötüleşmesini getirerek, siyasal yönetimi zora sokacaktır. Aksi halde, Arnavutluk örneğinde olduğu gibi, "günümüz gerçeklerine" uymayan "klâsik bağımsızlık", ulusların gelişmesini olanaksız kılacaktır!
Görüldüğü gibi, "klasik bağımsızlık anlayışının bugünkü dünyaya denk düşmediği" tezi, bir yandan emperyalizm ve emperyalist sömürüyü haklı göstermeye dayanırken, diğer yandan emperyalist sistemin kendi içindeki ve sistem dışındaki ülkeler üzerinde yaratmış olduğu tahribatı gizlemeye dayanmaktadır.
1980 dünya ekonomik buhranıyla birlikte ortaya çıkan temel ekonomik olgu, emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemlerinin bunalıma girmesidir. Kapitalist ekonominin kendi irsi hastalığı olan ekonomik buhranlar, kullanılan tüm yöntemlere karşın, kapitalist ekonomi üzerindeki etkileri 1980 dünya ekonomik buhranıyla birlikte son yirmi yılın en şiddetli buhranını ortaya çıkarmıştı.
Burjuva ekonomik terminolojisinde "ithal ikameci sanayileşme" olarak tanımlanan yeni-sömürgecilik yöntemi, emperyalizmin sosyalist sistem ve ulusal kurtuluş savaşları sonucunda daralan dünya pazarlarını genişletmeyi hedeflemiştir. Bu amaçla, içte ekonomisini askerileştiren emperyalizm, dışta eski-sömürgecilik yöntemlerine ek olarak yeni-sömürgecilik yöntemlerini devreye sokmuştur. Bu yeni-sömürgecilik yönteminin esası, geri-bıraktırılmış ülkelerde kapalı üretim birimlerini yıkarak iç pazarı genişletmek ve bu yolla emperyalist sermaye ve metalar için yeni pazarlar sağlamaktır. Bu amaçla, emperyalist ülkeler, geri-bıraktırılmış ülkelere yönelik sermaye ihracının bileşiminde değişiklik yapmışlar ve nakit sermaye ihracı dışındaki sermaye unsurları (patent hakkı, know-how, management vb.) öne geçmiştir. Bunun sonucu olarak, geri-bıraktırılmış ülkelerin düne kadar dışardan ithal ettiği metalar, ülke içinde üretilmeye başlanmıştır.
Ancak 1980'lere gelindiğinde, geri-bıraktırılmış ülkelerde yeni-sömürgecilik yöntemleriyle oluşturulan hafif ve orta sanayi (montaj sanayi), emperyalist metropollerdeki küçük ve orta ölçekli sanayinin aşırı-üretim buhranından şiddetle etkilenmesine yol açmıştır. Hemen hemen aynı metaların daha düşük bir maliyetle geri-bıraktırılmış ülkelerde üretilmesi ve bu üretimin çokuluslu tekellerin denetiminde bulunması, emperyalist metropollerdeki küçük ve orta ölçekli sanayinin metalarını satamaz hale getirmesi, metropollerde önemli ekonomik, toplumsal ve siyasal sorunlar yaratmaya başlamıştır.
İşte bu ortam içinde Amerikan emperyalizmi "yüksek teknoloji yatırımları"nı metropellerdeki küçük ve orta ölçekli sanayi alanlarına yöneltmiştir. Her sermaye yatırımı gibi, bu yatırımların da üretken hale gelmesi için geçecek sürede metropollerdeki üretim eksikliği geri-bıraktırılmış ülkelerin "ihracata yönelik sanayileşme" politikalarıyla giderilmeye çalışılmıştır. Geri-bıraktırılmış ülkelerde oluşturulmuş olan hafif ve orta sanayi, emperyalist metropollerdeki tüketici kitlesinin talebine uygun olarak gerekli ambalajlama ve kalite kontrol uygulamaları ile, hızla emperyalist metropollerde ortaya çıkan üretim eksikliğini tamamlamaya yöneltilmiştir. (Bu aynı zamanda geri-bıraktırılmış ülkelerin büyük dış borçlarının tahsilatı için zorunlu bir uygulama durumundadır.)
"Karşılıklı bağımlılık" tezleri işte bu gelişme ortamında ortaya atılmıştır.
Görüldüğü gibi, emperyalist ekonominin 1980 ekonomik buhran döneminde, buhrana karşı aldığı önlemler, bir dönem için emperyalist metropollerdeki tüketim mallarının geri-bıraktırılmış ülkelerden karşılanmasını zorunlu kılmıştır. Teorik olarak, eğer geri-bıraktırılmış ülkeler bu dönemde emperyalist ülkelere tüketim malları satmamış olsalardı, emperyalist ülkelerdeki kitlelerin yaşam düzeyleri büyük ölçüde düşecekti. Ve görüldüğü gibi, demektedir "karşılıklı bağımlılık" savunucuları, emperyalist ülkeler geri-bıraktırılmış ülkelere "bağımlı" durumdadırlar!
Ve her zaman olduğu gibi, süreç işlemeye devam etmiş ve 1980'lerin sonlarına doğru emperyalist ülkeler 1980 dünya ekonomik buhranının etkisini büyük oranda atlatmışlardır.
1980 sonlarına gelindiğinde, ekonomik buhranın şiddetinin azalmasına paralel olarak, emperyalist metropollerde küçük ve orta ölçekli sanayinin "yeniden yapılanması" tamamlanmış ve "yüksek teknoloji"yle yeniden üretime geçen bu sanayiler, geçmiş dönemden çok daha düşük maliyet ve miktarda meta üretmeye başlamışlardır. Bunun ilk yansısı, geri-bıraktırılmış ülkelerin "ihracata yönelik sanayileşme" politikalarının sonuna gelinmesi olmuştur. Artık gündemdeki konu, emperyalist ülkelerdeki küçük ve orta ölçekli sanayi kuruluşlarının artan üretimleri için yeni pazarların bulunması olmuştur. (Ve hemen ekleyelim ki, bu dönemde küçük ve orta ölçekli sanayi büyük oranda tekelci sermayenin eline geçmiş ve tekelci sermaye atıl kalan sermayesini bu alana yatırmıştır. (Filyaller) Dolayısıyla, ortaya çıkan üretim fazlası, küçük ve orta sermaye kesimlerine ilişkin değil, tekellere ilişkindir.)
Ve yeniden emperyalist sömürü ilişkisi, 1980 ekonomik buhranıyla ortaya çıkan kesinti sonrasında eski işleyişine geri dönmüştür. Bir başka deyişle, "klasik" anlamda "bağımlılık" ilişkisi yeniden görünür hale gelmiştir. Bunun somutluğu ise, geri-bıraktırılmış ülkelerin "gümrük mevzuatlarının liberalizasyonu" olmuş ve böylece emperyalist ülke metaları geri-bıraktırılmış ülkelere "liberal ekonomi" çerçevesinde geçmiş dönemle kıyaslanmayacak ölçüde girmeye başlamıştır. Bugün ülkemiz somutunda herkesin gördüğü gibi, emperyalist ülke metaları ülke içinde (üstelik uluslararası fiyatlarla) satılır hale gelmiştir. Ancak kitlesel ölçekte propagandası yapılan ve büyük ölçede kitlelere benimsetilen "karşılıklı bağımlılık" kavrayışı, küçük-burjuvazinin emperyalist metalara olan talebiyle birleşerek, kitlelerin olayları kavramasını ve buna karşı tepki göstermesini engellemiştir. (Konumuz emperyalist sömürü mekanizması olmadığı için, bu sürecin günümüzdeki gelişimleri ve dünya ekonomik buhranı koşullarında biçimlenişini burada ele almıyoruz.)
Sözün özü, emperyalist sömürüyü gizlemeye hizmet eden "karşılıklı bağımlılık" tezi, tümüyle konjonktürel bir gelişmeye dayandırılmış ideolojik bir saptırmadan başka birşey değildir.
"Klâsik bağımsızlık" anlayışının, ülkeleri "dış dünyadan tecrit ederek gelişimlerini engellediği" tezi ise, bu ideolojik saptırma çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Asıl olarak emperyalist sistem dışına çıkmış olan ülkelere ilişkin olarak ortaya atılan bu tez, bu ülkelerin emperyalist abluka ve ambargo altına alınmış olmasını ve bu ülkelerin kendi içlerinde bölünmüşlüklerini ve eşitsizliklerini görmezlikten gelmeye dayanır. Bu konuda en sık kullanılan örnekler, Arnavutluk ve Baas iktidarları olmaktadır. Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığından önceki dönemde de varlığını sürdüren pek çok olgu, emperyalist sistem dışına çıkmış olan ülkelerin istenilen ekonomik gelişmeyi sağlayamamaları temelinde ele alınmaktadır. Bu olguların, bir kısmının doğrudan emperyalizmin sosyalist sistem karşısındaki tutumundan ve bir kısmının da revizyonist anlayışlardan kaynaklandığı gözden kaçırılmaktadır.
Sovyetler Birliğinin dağıtılmışlığı koşullarında emperyalist sistem çok daha fazla güçlenmiş ve saldırganlığını olağanüstü artırmış durumdadır. Böyle bir ortamda, emperyalist sistem dışında kalmak ya da emperyalist sistemden kopuşa yönelmek, geçmiş 70 yılla kıyaslandığında, halk kitlelerinden çok daha fazla özveri isteyecektir. Karşı karşıya kalınacak emperyalist baskı, geçmişle kıyaslanmayacak kadar büyüktür. Bu koşullar altında, "ulusal bağımsızlık herşeyden üstündür" diyebilmek, büyük bir cesaret istemektedir.
PKK söyleminde de ifadesini bulduğu gibi, geçmiş dönemlerde "ulusları egemenlik ve bağımlılık altında tutan dünyaya karşı, böyle bir savaşa destek olacak ikinci bir dünya vardı" ve bugün bu mevcut değildir.
Ancak 1917 Ekim devrimi öncesi ve hatta II. emperyalist yeniden paylaşım savaşı öncesi düşünülecek olursa, böyle bir "ikinci dünya" kurulmadan önce hiçbirşey mevcut değildi. Dünyanın ilk sosyalist ülkesi olarak Sovyetler Birliği'nin uzun yıllar karşı karşıya kaldığı ekonomik sorunlar, bugün herhangi bir ülkenin karşılaşabileceği sorunlarla kıyaslanamayacak kadar büyük olmuştur. Sadece 1930'larda ortaya çıkan büyük kıtlık döneminde milyonlarca Sovyet yurttaşı açlık ve hastalıktan yaşamını yitirmiştir. Ki aynı dönemde Amerikan emperyalizmi sanayi ve tarımsal aşırı-üretim nedeniyle tarihinin en ağır ekonomik buhranı ile yüzyüze gelmiştir.
Herkes bilmek zorundadır ki, yeni bir dünya, bugün egemen olan pragmatizmin yaygınlaştırdığı gibi, kolay yoldan kurulamaz. Hiç kimse, devrim diyerek yola çıkıp, mevcut düzenin olanakları ile iktidar olmayı hesaplayamaz. Devrimci mücadelenin iktidarı ele geçirdiği koşullarda ülkenin alt-yapısından üst-yapısına kadar nasıl bir yıkım içinde olacağını önceden kestirmek bile olanaksızdır. Bu yıkımın daha az olup olmayacağı, devrimci mücadelenin sürdürülüş tarzından daha çok, emperyalist ülkelerin saldırganlıklarını ne düzeye çıkarıp çıkaramayacaklarına bağlıdır. Ama bu emperyalizme, kapitalizme, sömürüye, baskıya, kısacası tüm tarihin insanlığa getirmiş olduğu olumsuzluklar ve kötülüklere karşı yürütülen bir mücadele olmak durumundadır. Dünyanın ilk sosyalist ülkesinin dağıtıldığı koşullarda, yeni bir sosyalist ülke için mücadele etmek ve sosyalizmi bu koşullarda inşa etmek, her dönemdekinden çok daha zorlu ve özverili olacaktır. Ve sadece bunun bilincinde olan bir proletarya ve emekçiler bu mücadeleyi yürütebilir ve zafere ulaştırabilir. Küçük-burjuva kavrayışla böyle bir tarihsel mücadelenin yürütülmesi ise olanaksızdır. Bu mücadelenin bireylere getireceği büyük özveriler ve acılardan korkanlar, şüphesiz bu mücadeleden uzak duracaklardır. Ama devrimciler, bunların devrim mücadelesine yönelik saptırmalarına karşı mücadele sürdürürken, aynı zamanda bunlarla aralarındaki sınır çizgilerini net ve kesin olarak çizmek zorundadırlar.
Bu dünyada, emperyalizm, emperyalist sömürü, baskı, eşitsizlik, adaletsizlik, işkence vb. varolduğu sürece, bunlara karşı mücadele de varolacaktır. Bu tarihin diyalektiğidir. Yaratılan her türlü kavram keşmekeşi, kavramların içeriklerinin boşaltılması, bu tarihsel diyalektiği ortadan kaldıramayacaktır. Bugün için kazanılmış görünen zaferler, sömürücü sınıfların iktidarlarını ne denli rahatlatıcı görünürse görünsün, onların hergün kendi baskı aygıtlarını güçlendirmeye yönelik çabaları, aynı zamanda onların kendi zaferlerinin geçiciliğinin bilincinde olduklarını göstermektedir. Hiç kimse, kavramların içeriğini boşaltarak, kavramları çarpıtarak nesnel gerçekliği değiştiremez. Ve er ya da geç, nesnel gerçeklik, insan bilincinde kavranır olacaktır. Salt bir Küba'nın bugüne kadar ayakta kalabilmiş olmasının bile insanlık için bir umut olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Devrimler, hiçbir dönem kolay ve özverisiz gerçekleşmemiştir. Tüm sorun, doğru bir devrimci çizgide mücadeleyi yürütebilmektedir. Tarih bir kez daha, emperyalizmin kağıttan kaplan olduğunu kanıtlayacaktır.
Dipnotlar
[1*]Atılım, 25 Eylül 1999, s: 5 [2*] Marks-Engels: Kutsal Aile, s: 149 [3*]Serxwebun, Ağustos 1999, sayı: 212 [4*] Lenin: Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s: 59 [5*] Lenin: Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s: 237 [6*] Lenin: Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s: 316 [7*] Lenin: Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, s: 60 [8*] Lenin: Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s: 404-405